Hâtemlerin durumunu halk değil, veliler dahi bilmez. Şu kadar var ki; Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği veliler müstesnadır. Meselâ Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri olsun, Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri olsun, bu gibi zevât-ı kiram bu hususta pek çok sırlar vermişlerdir. Demek ki onlara gösterilmiş.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurmuyor mu?
"Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi, o kabuğun özüdür." (317. Mektup)
Kabuk kalması, içeriye nüfuz edememesi demektir. Çünkü velinin işi değil. Hatemin işi ayrı, velinin işi ayrı. Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yaratılmış olanların iç durumları budur. Ulema değil, Evliyaullah'ın dahi buraya giremeyeceğini, esrârını anlayamayacağını bu zât ifade ediyor. Onun içindir ki her şeyi çözmeye çalışmayın.
Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, sohbetin başında arzettiğimiz beyanlarında:
"Hatm'in cismî işi gizli ve örtülüdür. Hatm ile ilgili olarak açığa çıkarılabilen ise, (onun) yalnız makâmî olan işidir."
Buyurması, onun zâhirî işi ile ilgilidir. Nasıl yarattığını nasıl donattığını yalnız Allah-u Teâlâ bilir. Buraya mahlûk giremez. Hakikati ancak ahirette anlaşılacak.
"Yapısı hususunda net bir belirti sarfedildiği halde, o net bir belirti şeklinde açığa vurulmadı."
Sözü ile de; "Hâtem"in hakikatini kendisinin de bilemediğini ifşâ ediyor. "Biliyorum amma hakikatini bilemiyorum." diyor.
Kardeşler! Siz bu yolu bildiğinizi mi zannetiniz? Zihinlerinizde tahayyül edebilmeniz için bunun bir temsilini arzedelim:Farz-ı muhal ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde cennet ehlinden bir kadının başörtüsünün dünya ve içindekilerden daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur. Buna akıl erer mi? Ermez. Bir hurinin başörtüsüne akıl yetmiyor da, Allah yoluna akıl yeter mi?
•
İnsanda kemik var, kemiğin içinde ilik var. İlik çıkınca kemiğin hükmü kalıyor mu? Kalmıyor. Yani demek istiyoruz ki; bedenin içinde ruh var, ruh çıkınca bedenin hiç hükmü kalmaz. Ruh Hakk ile olduğu zaman da beden hükümsüz olur. Bu durum dünyada da olur, ahirete intikal edince de olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. De ki:Ruh Rabb'imin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ: 85)
Anlatılamayacak kadar ince bir sırdır bu. Ruh o noktada Hakk ile oluyor, ceset bir kemik mesabesinde kalıyor. Kemiğin içindeki ilik ne ise mahlûkun içindeki varlığın Hazret-i Allah olması da odur. Bu irtibat doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile ruhun irtibatı olmuş oluyor. Fakat bu ayırımın dünyada iken olması gerekir, ölürken değil. Ruh çıkınca cesedin hiç hükmü olmadığı gibi, ilik çıkınca kemik ortada kalıyor. İş gören iliktir. Sırrın sırrı bir mevzu. Akıl almaz, ilim yetmez. Bu mevzu açılmaz bile. Çünkü açmak için anlatmak gerekiyor. İlim yetmez ki anlatılsın. Bu ancak yaşayana âittir, işitene âit değildir. Hakk ile ruhun arasındaki bir mevzudur, Hakk ile halkın arasındaki mevzu değildir.
Bilinen ilik başka, ledünî ilik başka. Bu arzettiğimiz ledünî iliktir.
Diğer bütün velilerin ruhları cesetle beraberdir. Yalnız Hâtem-i nebi ile Hâtem-i veli'nin ruhu cesetsizdir. Öz burada toplanıyor. Öz budur. Kimsenin erişemediği de budur, diğer ilimlerin kabuk kalışı da budur. Herkes bildiği kadar erişiyor, amma O'na erişemiyor. Ancak kemiğe kadar gelinir, iliğe kimse nüfuz edemez. Bunu ifşâ etmemiştim.
Size anlattığım bu sırra ancak İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri temas etmiştir.
Buyurur ki:
"Bu dikkat sonunda elbette bileceklerdir ki, bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir.
Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır." ("Mektûbât"; 317. Mektûb)
Allah-u Teâlâ ona bildirdiğini başka bir kimseye bildirmediği için, onun bildiğini başka bir kimse bilmediği için, o "Hikmet-i ulyâ"ya vâsıl olmuştur. Daha doğrusu Allah-u Teâlâ onu vâsıl etmiştir, mahlûk oraya vâsıl olamaz.
Onun ilmi ilmullahtır. Bu ise doğrudan doğruya yakınlık makamıdır. Allah-u Teâlâ'nın çektiği, bildirdiği, duyurduğu kullara mahsustur, tahsil ile elde edilmesi mümkün değildir. Kişinin veya başka hiçbir şeyin hükmü yoktur. Sahibi onda öyle tecellî etmiştir.
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
Allah-u Teâlâ en gizli hikmeti ona bildirmeyi, gizli sırları ona duyurmayı murad etmiş, onunla olmayı murad etmiş.
O Hakk iledir, Hakk'ın huzurundadır. Hakk'tan aldığını verir. O O'nunla beraberdir. O Hakk'ın istediği iledir, kendi arzusu yaşamaz. Yani Allah-u Teâlâ neyi istiyorsa o onu ister. Onda nasıl tecellî etmişse o ondan memnun, kendi arzusu yaşamaz.
Bunun delili de bu ilim ve bu kitaplardır. Zira bunların hepsi Hakk'ın ihsanıdır, ikramıdır ve tecelliyâtıdır. Bunun delili budur, başkasına da vermemiş.
Size bunun zâhirî mânâsını anlatayım:
Hükümsüz ne demek? Hiç hükmü olmayan demek. Hiç hükmü olmayan şey zaten değersiz olur. Hüküm olmadığı zaman O'nun hükmü geçiyor. İlik O oluyor. Aslında hep O. Eğer kişide zerre kadar varlık husule gelirse, bunu söyleyemez ve bunu yapamaz, söylediği zaman riyâ olur. O kadar da incedir.
Hükümsüz; senin bir varlığın vardı, varlığını attın. Artık ikinci bir mevzu orada yaşamaz. İlik O'dur, varlığın zerresi atıldığı zaman, kül olduğu zaman O kalır. Amma bu sözle olmaz. Bu Hakk ile olan bir iştir, ancak ehline mahsustur. Ehli kimdir? Allah-u Teâlâ kimi sevip seçtiyse ve kimde tecellî ettiyse ehli odur. Kişiyi mahviyete sürükleyen işte o tecelliyâttır. Çünkü bir şey görecek ki, ötekisinin hükümsüz olduğu anlaşılacak. Allah-u Teâlâ'nın varlığı başka varlık kabul etmez.
Kimsenin erişemediği sır işte budur. İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin tarif etmek istediği sır budur. Allah-u Teâlâ'ya o kadar yakın ki, o kadar sevgili bir kulu ki, onu o kadar vâkıf etmiş ki; bu ilmi, bu sırrı Hâtem-i veli'ye bildireceğini ona bildirmiş. Bir de bu var. Bunun böyle olduğunu bilebiliyor, ancak o kimsenin açabileceğini ifşâ ediyor. Ona bildirmiş amma ona vermemiş ve kimseye vermemiş. "Evet, ben erişemedim amma, buraya erişen varmış." diyor.
Bu hususu anlayabilmek için bu beyanına çok dikkat etmek gerekiyor.
Öyle tecellî etmiş, işi O görüyor. Velâyetin özü de zaten budur. Velâyetin özü, O'nun idare etmesidir. Mahlûk bir maskedir, bir elbisedir, o kadar, hepsi bundan ibaret. Bu sırlar da buradan geliyor.
Deriz ki: "Allah'ım! Beni hep orada tut!"
Bize bu sevdirilmiş. Zerre varlık kalsa ondan Allah'ıma sığınırım. Herkese birşey sevdirilmiş, fakire de bu sevdirilmiş. Çünkü azamet-i ilâhînin karşısında bir zerrenin bulunması benim için büyük varlıktır. Onu da Rabb'im yok eder. Cesedin ne hükmü var?
Sık sık söyleriz. Allah-u Teâlâ'nın fakire iki büyük lütfu var. Birisi ihsan ediyor, birisi de muhafaza ediyor. Çünkü muhafaza etmezse kişinin helâkı an işidir. Allah-u Teâlâ varlığını ifnâ edince, gelecek varlığı kabul etmez. O kendisinde yok ki varlığı olsun, varlık isabet etsin. O isabettir, amma o yok ki isabet etsin.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Kitâbu'r-Riyâze" isimli eserinde;
"Allah'ın kendisinde gizlendiği bu kul; O'nun idare ettiği, koruduğu, gözettiği ve kendi adına hareket ettirdiği bir velidir." buyuruyor.
İşte bütün öz bunun içinde. Maske maskedir, fakat o maskenin içine O girerse dilediğini yapar. O'nun varlığı, O'nun tecelliyâtı bütün işleri görür. Amma bu zâtın bu sözünü kim anlayacak? Şimdi daha güzel meydana çıktı. Allah'ın gizlendiği kul.
O O'nu görüyor, O'ndan görüyor, O'nunla iş görüyor. Esas da bu oluyor.
Hazret: "Nevâdirü'l-Usûl" isimli eserinde ise;
"Bu, Allah'ın kendi adına, veli olarak kullandığı bir kuldur. buyurmuştur. (sh: 620)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ yapılması gereken işleri ona yaptırır.
O Hakk ile hemhâl, Hakk ile meşgul, halk ile değil. Hakk onunla meşgul. Çünkü Hakk onu kendisi için yaratmış, halk için yaratmamış.
Diğer bir noktasında ise:
"Onu kendi işlerinde kullanır." buyurmuştur. (sh: 671)
Hangi yerde ne lâzımsa o şekilde tecellî eder ve onu o şekilde yürütür, o işleri gördürür.