Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyuruyor. (Hûd: 112)
Bu emr-i İlâhi'ye uymamız emir ve nehiylerine çok dikkat etmemiz gerekmektedir.
Bu Âyet-i kerime mucibince emr-i ilâhi doğrultusunda istikamette yürümek ve mahviyet içinde yaşamak şarttır.
Tutulma yeri burasıdır. Hududu aşmayacaksın. Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Nefis girerse huduttan çıkar.
"Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir.
Her işte iki rehber olacak: Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.
Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür.
İman etmenin en mühim şartlarından birisi de teslimiyettir. Bir müslüman Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uymak zorundadır.
Hikmetin başı Allah korkusudur. Bir müslümanın her şeyden evvel Allah-u Teâlâ'dan korkması, emrettiği şekilde hareket etmesi gerekir.
Bir taraftan bütün emirlerine riâyet etmedikçe, her yasakladığı şeyden kaçınmadıkça, insan hiçbir zaman hakikat ehli olamaz.
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Emrolunduğu gibi olursak O'nun kulu oluruz, emr-i ilâhî hilâfına hareket edersek şeytanın kulu oluruz.
Bu nokta imanda tutunma ve kayma noktasıdır. Çünkü karşısında Âyet-i kerime var, iman edene o yeter; Hadis-i şerif var, iman edene o yeter.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât:
"Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
Ya olduğumuz gibi görünmemiz, ya göründüğümüz gibi olmamız lâzımdır.
Resulullah -zallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalplerinize bakar." (Müslim)
En üstün meziyet İslâm'da emrolunduğu gibi hayat sürmek, müslümanım demek en büyük şereftir.
Hazret-i Kur'an'ı ve Sünnet-i seniyye'yi yaşamak lâzımdır. Şeriat-ı Ahmediyye üzerinde Sünnet-i Resulullah'a tabi olmak, bidatlerden sakınmak şarttır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında, Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur'an'dır.
Hakikat, Hazret-i Allah'ın kelâmı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanıdır. Bak kelâmına, uy izine, kurtul!
•
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime kantardır... Emrolunduğu gibi olursak O'nun kulu oluruz, emr-i ilâhî hilâfına hareket edersek şeytanın kulu oluruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buharî)
Doğruluk imandadır, ameldedir, sözdedir. Hepsi İslâm'ın emridir. Bu Âyet-i kerime üzerine çok duruyoruz. Tutunma yeri, kurtuluş ipi orası. O'nun emri, O'nun hükmü olacak, başka hiçbir şey olmayacak. Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Hududun dışına çıktın mı helâke vesile olur. Onun için insan, huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefis girdiği anda huduttan aşağı çıkar, gider. Tutulanlar neden tutuldu? İhlâsından, samimiyetinden, muhabbetinden, bağlılığından ötürü tutuldu. Hakk'ta samimi olanlar, Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundukları için onlar kaymıyor..."
İman etmenin en mühim şartlarından birisi de teslimiyettir. Bir müslüman Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uymak zorundadır.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikâmet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere İslâm'ı yaşamak, Allah-u Teâlâ'nın bütün emirlerini tatbik etmek, nehiylerinden sakınmak, hakiki İslâm olmanın alâmetidir.
Bu Âyet-i kerime mucibince hareket edenlerin gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Hikmetin başı Allah korkusudur. Bir müslümanın her şeyden evvel Allah-u Teâlâ'dan korkması, emrettiği şekilde hareket etmesi gerekir.
Bir taraftan bütün emirlerine riâyet etmedikçe, her yasakladığı şeyden kaçınmadıkça, insan hiçbir zaman hakikat ehli olamaz.
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Bu emr-i ilâhîye uymamız gerektiği halde müslümanlar dinlemediler, yasaklarından kaçınmadılar, ilâhî hudutları çiğnediler, böylece de yoldan çıktılar.
Emrolunduğu gibi olursak O'nun kulu oluruz, emr-i ilâhî hilâfına hareket edersek şeytanın kulu oluruz.
Bu nokta imanda tutunma ve kayma noktasıdır. Çünkü karşısında Âyet-i kerime var, iman edene o yeter; Hadis-i şerif var, iman edene o yeter.
Âyet-i kerime'ye ve Hadis-i şerif'e iman etmeyen neye iman edecek?
Amma sen Âyet-i kerime'yi görmek istemiyorsan, Hadis-i şerif'i de umursamıyorsan, şeytana uydun ve kaydın demektir. Kendi düşen ağlamaz.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât: "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
Ya olduğumuz gibi görünmemiz, ya göründüğümüz gibi olmamız lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalplerinize bakar." (Müslim)
En üstün meziyet İslâm'da emrolunduğu gibi hayat sürmek, müslümanım demek en büyük şereftir.
Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını Âyet-i kerime'lerinde emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Ahzâb: 70-71)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlık içinde bocalamaz. İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
Bu nur ile nurlanmak isteyen iman ehli müminler Allah-u Teâlâ'nın Emr-i şerif'ine uymak ve riâyet etmekle sorumludurlar:
"İşte bundan ötürü sen onları (tevhide, birliğe) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Şûrâ: 15)
Bu ilâhî emir imanda da böyledir. İslâm'da da böyledir. Bütün ibadetlerde; namazda, abdestte, gusülde de böyledir, zekâtta da böyledir. Baştan başa hayatın her noktasında bu böyledir. O'nun emri olduğu için. İslâmiyet'in nezâfeti O'nun hükmü altındaki doğrulukla kâimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buharî)
Doğruluk imandadır, ameldedir, sözdedir. Hepsi İslâm'ın emridir.
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz ne güzel buyuruyorlar:
"Doğru sözlü olun, yağcılık, tabasbus etmeyin! Konuştuklarınız açık olsun! Kendinizin bile inanmadığı şeyleri söylemeyin! Allah'a ve Resul'üne 'şöyle diyorlar' diye âyet ve hadise iftira etmeyin! Makam, mevki, para, kadın... gibi menfaatler için, Allah yolunda taviz verip, yalan söylemeyin, çünkü münafık olursunuz! 'Allah'ın kanunlarına isyan ederek, akabinde, 'ben de müslümanım, ben de hacı çocuğuyum' diye müslümanları kandırmayın!"
İslâm, çeşitli hükümleriyle insanları dünya saâdetine ve âhiret selâmetine eriştirmek için gelmiştir. Toplumun her türlü ihtiyaçlarını karşılayan tam ve mükemmel bir nizamdır. İslâm'ın gayesi bu olduğuna göre, hükümlerini birbirinden ayırmadan bir bütün olarak kabul etmek gerekir. Bir kısmını alıp bir kısmını terk etmek mümkün değildir. Böyle bir durum, İslâm'ın gerçekleştirmek istediği gayeye engel olur.
Hükümleri her zaman için toplumun seviyesinden üstün olup, toplum seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, İslâm'ın hükümleri o seviyeden daha üstündür.
Bu hükümler yılların, asırların değişmesiyle değişmeyip, bütün zaman ve mekana hitap eder.
Zamanın geçmesi, asırların ilerlemesi, gelişmeler ve yenilikler İslâm hukukuna tesir edemediği gibi, kaideleri ve kaynakları değişiklik gerektirmeyecek bir şekilde konulmuştur.
İslâm'ın intişarından bu yana bu kadar zaman geçmesine rağmen, toplum düzeni defalarca değişip altüst olmuş, bir çok yeni keşif ve icatlar bulunmuş, buna rağmen Allah-u Teâlâ'nın değişmez nizamı değişmemiş, hâlâ indiği şekliyle dimdik ayakta durmaktadır.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm: 30)
"Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide: 3)
İnsanın yaptığı her fiilin mutlaka İslâm hukukunda bir yeri ve hükmü vardır. Bu hükümlerin bir kısmını Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'de yer alan nasslar açıklar, bir kısmını ise Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'deki onlarla ilgili işaretleri belirler.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul'ünün emir ve arzusuna boyun eğmek "İşittim ve itaat ettim!" demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
"Ey Rabb'imiz! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatları ile tavsif ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin." (Bakara: 32)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayete göre, şöyle buyurmuştur:
Günün birinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzurunda bulunduğumuz sırada aniden bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı, üzerinde hiçbir yolculuk eseri görülmüyordu. Hiçbirimiz onu tanımıyorduk.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in önüne oturdu, dizlerini dizlerine dayadı, ellerini iki dizinin üzerine koydu ve "Yâ Muhammed! İslâm nedir, bana söyle!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yoluna gücün yeterse Beytullah'a haccetmendir." buyurdu.
O yabancı adam "Doğru söylüyorsun!" dedi. "Hem soruyor hem de tasdik ediyor" diye hayret ettik.
Sonra "İman nedir, bana söyle!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm da:
"İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmandır." buyurdu.
O adam yine "Doğru söylüyorsun!" dedi. Devamla "İhsan nedir?" diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm:
"İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu göremiyorsan da O seni görüyor." buyurdu.
O yine "Doğru söylüyorsun!" dedi. Sonra "Kıyametin ne zaman kopacağını bana haber ver!" diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm "Bu hususta kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir." buyurdu.
"O halde bana alâmetlerinden haber ver!" deyince Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Cariyenin efendisini doğurması, yalın ayak, üstü çıplak ve fakir koyun çobanlarının yüksek binalar yapmakta birbirleriyle yarışmalarıdır."
Sonra o yabancı kimse çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. Sonra Resulullah Aleyhisselâm bana "Yâ Ömer! Sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?" buyurdu. "Allah ve Resul'ü bilir." dedim.
Buyurdu ki:
"O Cebrâil Aleyhisselâm idi. Size dininizi öğretmeye geldi." (Müslim)
Hazret-i Allah'ın katında kabul edilen din İslâm'dır. O'na varan yol budur.
Şeriat-ı mutahhara'nın iktizası ile, istikamet üzere amel etmek demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyuruyor. (Hûd: 112)
Bu emr-i İlâhi'ye uymamız emir ve nehiylerine çok dikkat etmemiz gerekmektedir.
Bu Âyet-i kerime mucibince emr-i ilâhi doğrultusunda istikamette yürümek ve mahviyet içinde yaşamak şarttır.
Tutulma yeri burasıdır. Hududu aşmayacaksın. Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Nefis girerse huduttan çıkar.
"Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir.
Her işte iki rehber olacak: Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.
Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür.
Yol çok güzel amma güzel yürümek lâzım. Bu güzel yürümek ne demek? Ahkâm mucibince, Hazret-i Kur'an'ın tarifi üzerinde yürümek. Hazret-i Kur'an'la, Sünnet-i seniyye rayları üzerine bir kere oturttun mu o raylar seni öyle götürür, mal-i maksuda ulaştırır. Ama o iki rayın üzerine oturmak lâzım. O hayatı yaşamak lâzım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İbn-i Ömer -radiyallahu anh-e şöyle emretmişti:
"Ey İbn-i Ömer!
Dinine sahip ol. Dinine sahip ol! Bil ki o, (seni ayakta tutan) bedenin, damarlarında akan kanındır. Dinini kimden aldığına iyi dikkat et. İstikameti doğru olanlardan al, eğrilerden alma!" (Kütüb-i Sitte cilt: 1 s: 500)
Hadis-i şerif'te:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." buyuruluyor. (Buhârî)
Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a aittir. Mahlûka ait değildir. Bunu görün, yola devam edin, ilâhi emirlere dikkat edin, ahkâm mucibince yaşamak için. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerine riayet edin, ona uymak için. Bu şekilde hareket ederseniz muhabbetinizle ulaşmaya vesile olur.
Her şeyden evvel muhabbet, muhabbet, muhabbet. Yolun sermayesi muhabbet. Ama muhabbet olması için istikamet ve mahviyet şart.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir gün Resulullah Aleyhisselâm'a:
"Son zamanlarda senin hızla yaşlandığını görüyorum, bunun sebebi nedir?" diye sorduğu zaman:
"Hûd sûresi ve benzeri sûreler beni ihtiyarlattı." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Onun için:
"Şüpheli şeylerden kaçınanlar, dinini ve namusunu korumuş olurlar." buyrulmuştur. (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 48)
Hazret-i Kur'an'ı ve Sünnet-i seniyye'yi yaşamak lâzımdır. Şeriat-ı Ahmediyye üzerinde Sünnet-i Resulullah'a tabi olmak, bidatlerden sakınmak şarttır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında, Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur'an'dır.
Hakikat, Hazret-i Allah'ın kelâmı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanıdır. Bak kelâmına, uy izine, kurtul!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Hazret-i Allah'ın kelâmına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanına riayet şarttır. Şeriat-ı mutahhara esastır.
Bir kul rızâ-i ilâhi'yi kazanmak için Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeli ve Hazret-i Allah'a kendini sevdirmelidir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder." (Bakara: 159)
Hakikati ikrar ve itiraf etmeyen, veya yapılmasına engel olan, yahut da değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyen, kim olursa olsun bu lânete müstehak olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir mârifet, bir nûr verir." (Enfâl: 29)
Dikkat ederseniz marifetullah hep takvâ ile beraber geçiyor, yani takvâsız mârifetullah ehli olmak imkânsızdır.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
İnsan her sahada, her dalda, her an bu Âyet-i kerime ile yürümek mecburiyetindedir. O an için hangi sahada, hangi dalda ne ile meşgul isen geçerli olan Âyet-i kerime'dir. Âyet-i kerime mucibince mi hareket edeceksin? Yoksa zannın ile ve menfaatin için mi hareket edeceksin? Cenâb-ı Hakk kişiyi burada imtihana çeker. Bu noktada taviz yok, imtihan vardır.
Allah-u Teâlâ; "Dosdoğru ol!" buyurduğu halde, bu emr-i İlâhi'ye uymadığımız için musibetler başımızdan eksik olmuyor.
"Bu, kendi ellerinizle yapmış olduğunuz şeylerin karşılığıdır. Allah kullarına aslâ zulmedici değildir." (Âl-i imran: 182)
Binaenaleyh, bir insanın Hûd Sûre-i şerif'inin 112. Âyet-i kerime'si karşısında, ben iyiyim demesi çok acayiptir. Meğer O'nun lütfuna, rahmet ve merhametine kalmış.
Ne kadar büyük bir tehlike karşısındayız! Onun için bu tehlikenin karşısında kişinin varlığını ortaya koyması, putlanması demektir.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Âyet-i kerimesi'nin kapsamına tutulur.
Emrolunmuş, hükmedilmiş. Hükümle yaşamak zorundayız. Arzu yani nefsani hareketlerimiz bizi büyük mesuliyete tabi tutar. Fakat insan Hazret-i Allah'tan korkarsa hudut içinde gezer.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Rabb'imiz Allah'tır." deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki:
"(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!" (Fussilet: 30)
Âyet-i kerime'sini okudu ve şöyle buyurdu:
"İnsanlar, bunu hep söylediler. Ancak, sonradan ekserisi küfre düştü, kim bu söz üzere ölürse, o kimse istikameti doğru olanlardandır." (Tirmizî)
"Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de sözü ve fiili birbirine muhâlif olur." (Münâvî)
"Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah'ı çok zikreder, fiile gelince şerîatın emrinin aksini irtikab ile Allah'a âsî olur." (Münâvî)
Resulullah Aleyhisselâm görerek konuşuyor.
Bir insan ibadet eder, Hazret-i Allah'ı çok zikreder, fakat ahkâm mucibince hareket etmez. O zaman gayr-i ihtiyari fâsık durumuna düşer. Düşüren ne? Hazret-i Allah'ın emrine nefsimizin karşı gelmesi. Görünüşte hiçbir şey yok. Herkes bizi gayet iyi müslüman olarak görür. Lâkin nefsimiz, Hazret-i Allah'ın emirlerine karşı geldiği için; karşı gelmekten ötürü, ibadet var, zikir var, fikir var amma isyanı Hakk biliyor. Halk ibadet ve taati görüyor, Hakk ise isyanımızı görüyor.
Hazret-i Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretleri ne güzel buyurmuş:
"Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."
Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Ahzâb: 70-71)
İmanların kaymaması için, imanımızı muhafaza için Cenâb-ı Hakk'ın emrine riâyet şarttır. Aksi takdirde büyük bir ateş dokunabilir.
Bir önderde, bir idarecide bulunması gereken en birinci vasıf; "Adalet"tir.
Adalet ise İslâm'da doğruluk ile kâimdir.
Allah-u Teâlâ:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyuruyor. (Hûd: 112)
Bir diğer Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"İşte bundan ötürü sen onları (tevhide, birliğe) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma. Ve de ki: "Allah'ın indirdiği kitaba inandım, aranızda adalet yapmakla emrolundum." (Şûrâ: 15)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Dikkat edin! Hepiniz muhafızsınız ve maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz. İnsanlara hükmeden âmir maiyyetindekilerin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür." (Müslim: 1829)
Bu Hadis-i şerif, bir kimsenin idaresi altında bulunanlara karşı adaletli olması gerektiğine delil olduğu gibi, herkesin bir sorumluluk dairesi olduğunu göstermektedir.
Yalnız devlet reisi değil; hane reisi de böyledir, evin hanımı da, memuru ve işçisi de böyledir.
Nitekim Buhârî'nin rivayetinde Hadis-i şerif şöyle devam etmektedir:
"Erkek âile efradının muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür. Kadın da kocasının evinde muhafız durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.
Hizmetçi (yani işçi ve memur) işverenin malının muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 487)
Bu mesuliyetten aklı başında olan hiçbir kimse kurtulamaz.
Mânevi topluluklarda idareci mevkiinde bulunanların adalete riayet hususunda daha titiz olması gerektiği izahı mucib olmayan çok aşikâr bir hakikattir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenâlığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl: 90)
Bu Âyet-i kerime'de üç şey emredilmekte, üç şey de yasaklanmaktadır.
Allah-u Teâlâ hususiyetle adaleti, yani hakkı korumayı, haklının tarafında yer almayı, haksızlıktan kaçınmayı emretmektedir.
Bütün müslümanları ilgilendiren bu emir, idarecileri de idaresi altındakilerin hakkını çiğnemekten hususiyetle sakındırmaktadır.
Adaletli olmak ilâhi bir emirdir.
"Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor. Şüphesiz ki Allah işitendir, görendir." (Nisâ: 58)
Bu Âyet-i kerime'den anlaşıldığı üzere adaletle hükmetmek ilâhi bir emir olduğu gibi emanetleri ehline tevdî etmek de ilâhi bir emirdir. Bir önder vazife verirken bu hususa riayetle mükellef olduğu gibi her bir müslüman da her türlü seçiminde aynı şekilde hareket etmekle mükelleftir.
Bu mühim vazifenin ehemmiyetini tebarüz ettirmek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İşler ehil olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekle!" (Buhârî)
Bu devlet idaresinde olduğu gibi müslümanların içinde bulundukları her toplulukta da böyledir. İdareciler ehil kimseler değilse, onu seçenler de icraatlarından mesuldür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz rastgele kişileri iş başına getirmemiş, takvâ ile birlikte liyâkat ve ehliyet aramıştır.
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?" diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla yürütenler müstesnadır." (Müslim)
•
Adaleti ayakta tutmanın iki büyük mükâfatı vardır. Dünyada huzur ve emniyeti sağlar, ahirette ise, adaletten ayrılmayanlara, adalet ve hakkaniyetle iş görenlere büyük mükâfatlar verileceği vaad olunmuştur.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Hükmünde ailesine karşı ve idaresi altında olanlar hakkında adaletli davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır." (Müslim)
İdaresi altındaki kimselere adaletle davranan idareciler, Allah-u Teâlâ'nın katında pek büyük itibara sahip olacaklardır.
•
Bereketi korumak için adaleti korumak şart. Adalet korunduğu zaman Cenâb-ı Hakk bereket ihsan buyurur.
•
Eğer sadakat olursa, adalet olursa, doğruluk olursa, Allah-u Teâlâ bu manevî direği muhafaza eder.
Adaleti bozarsanız, eli uzatırsanız, O da elini çeker. O zaman susuz balığa benzersiniz. Her yapan mesuliyeti ile gider. Allah-u Teâlâ'nın kapısıdır, nedamet çok, faydası yok.
Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
Nasıl ki her memleketin bir hududu, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ'nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden, İslâm dâiresinden çıkmış olur.
"Bu hükümler Allah'ın hudududur. Kim Allah'ın hududunu aşarsa, kendisine yazık etmiş olur." (Talâk: 1)
Hududundan çıkmak demek "Helâk" demektir. Hudut saadettir. Hudud ötesine çıkarsa setin ötesine gidersin helâk olursun. Huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefsini kattı mı huduttan çıkar.
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırlara yaklaşmayın. Allah insanlara âyetlerini böyle açıklar ki, korunup sakınsınlar." (Bakara: 187)
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bunları çiğnemeyin. Kim Allah'ın sınırlarını çiğnerse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Bakara: 229)
Cenâb-ı Hakk, Âyet-i kerime'de şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın. Çünkü Allah hududu aşanları sevmez." (Mâide: 87)
Helâl ancak Allah-u Teâlâ'nın helâl kıldığı, haram da ancak O'nun haram kıldığıdır. Bir kimse çıkar da helâli haram yaparsa, veya helâlmiş gibi haramlardan faydalanma yoluna giderse hududu aşmış olur.
Allah-u Teâlâ rahmet ve merhametinin bir eseri olarak zararlı olan her türlü şeyi haram onun yerine ise güzel ve faydalı olan şeyleri helâl kılmıştır:
"O peygamber, kendilerine iyiliği emreder kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri de haram kılar." (A'râf: 157)
Bu yasaklara riâyet etmeyenler dünyada şer'i cezalara, ahirette ise ilâhi azaba müstehak olurlar.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Kim haksızlık ve zulüm ile bu yasakları işlerse, biz onu cehenneme atacağız." buyuruluyor. (Nisâ: 30)
İslâmiyet gizli veya açık harama giden bütün yolları kapatmıştır.
"Rabb'inize yalvara yakara gizlice duâ edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez." (A'râf: 55)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde; şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm'a olan düşmanlığını, onu yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb'ine karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu, Âdemoğulları'na kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, bize açıkça haber vermiştir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruyor:
"Ey Ademoğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın." (A'raf: 27)
Onun hedefi, insanın örtüsünü yırtmak, hissî ve mânevî faziletlerden onu mahrum bırakmaktır.
"Şüphesiz ki o ve kabilesinden olanlar, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler.
Bu şeytanları inanmayanların dostları yaptık." (A'raf: 27)
İmandan mahrum olanların bütün eğilimleri şeytanlıkta olduğu için, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer ve artık onları diledikleri yerlere sevkederler. İman sahibi olanlar hiçbir zaman şeytanı dost edinmez, kendi isteğiyle bile bile onun vesveselerine tâbi olmazlar.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan ötürü, şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun." (Fâtır: 6)
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
Şeytana uyanlar, onun yolunu takip ederler. Bu şekilde şeytanların yolunda bulundukları için:
"Onlar bir hayâsızlık yaptıkları zaman: 'Biz atalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti.' derler.
De ki: Allah hiçbir zaman hayâsızlığı emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?" (A'raf: 28)
Bilmediğiniz şeyi biliyormuş gibi tutturup Allah'a karşı yalan ve iftiraya kalkışmak ne büyük cahilliktir!
Hem her türlü hayâsızlığı yaparlar, hem de: "Niye yapıyorsunuz?" diye sorulduğunda: "Geçmişlerimiz de böyle yaparlardı." diye onlara iftira atarlar.
"De ki: Rabb'im bana adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi O'na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na duâ edin.
İlk önce sizi yarattığı gibi, yine O'na döneceksiniz." (A'raf: 29)
Bu geliş gidişte tecelli eden bütün hüküm ve kudretin yalnız Allah-u Teâlâ'nın olduğunda hiç şüphe yoktur.
Şu halde insanoğlu dininde ihlâs sahibi olmalı ve ancak O'na ibadet edip, O'na yalvarmalıdır.
Öyle ki:
"O, bir topluluğu hidayete erdirdi, bir topluluğa da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları dost edindiler.
Böyle iken onlar kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (A'raf: 30)
Üzerlerine sapıklığın hak olmasında ve ebedî dalâlette bırakılmalarında bu zannın büyük önemi vardır. Bu zanlar olmasaydı sapıklık üzerlerine hak olmaz, hidayete gelmeleri mümkün olurdu.
"Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Muhakkak ki Rabb'in hududu aşanları çok iyi bilendir." (En'âm: 119)
Bilmeden hevâlarının heveslerinin peşinde koşarlar ve dosdoğru yoldan ayrılırlar.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Bunlar anlayan bir topluluk için Allah'ın açıkladığı hudutlardır." (Bakara: 230)
"İşte bunlar Allah'ın vârisler hakkında koyduğu hükümler ve çizdiği sınırlardır. Allah kendisine ve Peygamber'ine itâat edenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Onlar orada ebedî kalacaklardır. En büyük kurtuluş ve saadet işte budur." (Nisâ: 13)
"Bunlar Allah'ın hudutlarıdır. Kâfirler için acı bir azap vardır." (Mücâdele: 4)
"Üzerlerine zillet ve meskenet, horluk ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Öyle oldu; çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberlerini öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, haddi aşıp aşırı gittikleri için bunu hak ettiler." (Bakara: 61)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde Hazret-i Kur'an'ın hakikat ile dalâlet arasında berzah olduğunu beyan ediyor:
"O (Kur'an) elbette (hak ile bâtılı) ayırt edici bir sözdür." (Târık: 13)
Allah-u Teâlâ bunu mahlûkun zannına bırakmamıştır. Bir berzah çizmiştir, hudutlarla çevirmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasakladıklarını terketmelerini emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208)
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şânı ne yücedir." (A'râf: 54)
Mülk O'nundur. O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmeye hakkı ve salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve irade, tam tasarruf O'na âittir.
"Hüküm yüceler yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler, belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
"Rabb'inin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemâlindedir.
O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur." (En'âm: 115)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O'nun haber verdiği her şey gerçeğin tâ kendisidir. O'nun haber verdiği her şey adaletlidir, O'nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O'nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O'ndan daha doğru söyleyemez, hiç kimse O'ndan daha âdil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O'nun sözlerini değiştirebilecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, kitap O'nun kitabıdır.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek biraraya gelseler, kasten bir Âyet-i kerime'yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O'nun hükmü esastır.
O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim kurtulabilir?
Hüküm koyucu tek makam O'dur, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmez.
Bunu bir kere insan evvelâ kendi nefsine duyuracak. Bu duyulmuyor.
Mâdem ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur, artık sen yüzünü O'na çevireceksin. Ne emrediyor, neyi nehyediyor diye bakacaksın. Aklını, gözünü, kulağını bu hedefe yönelteceksin.
Emrettiği herhangi bir şeyi umursamayarak, O'nun kesin beyanlarını dinlemeyerek, O'nun düşmanlarına hoşgörü ile bakmak, kişiyi otomatik olarak onlara kaydırır. O'nun emrini ve hükmünü nazar-ı itibara almayıp onlara meylettiği için, onların arasına dahil eder, hiç ruhu bile duymaz. Allah-u Teâlâ hükmünü koydu. O onlardandır artık. Allah-u Teâlâ'nın onu onlarla haşredeceğini kesin olarak bilir.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır." (Şûrâ: 21)
Allah-u Teâlâ dinini ve dini hükümleri ancak kendisinin koyacağını, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmediğini ferman buyurduğu gibi, Zât'ından başka din koyanlara uymalarının sebebini sual etmekte ve onlara uymanın kötü âkıbetini haber vermektedir.
Taif'te yaşamış olan Sakif kabilesinden bir heyet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gelerek biât etmek için bazı imtiyazlar vermesini istemişlerdi.
Şöyle diyorlardı:
"Namazda rüku ve secdeler için eğilmeyeceğiz, zekât ve cihadla mükellef olmayacağız. Putlarımızı kendi ellerimizle kırmayacağız. Ona tapınmaksızın lât adındaki puttan bir yıl faydalanmamıza müsaade edeceksin. Şayet Araplar 'Onu niçin böyle yaptın?' diye soru soracak olurlarsa 'Böyle yapmamı Allah bana emretti.' deyiverirsin."
İstedikleri imtiyazları Resulullah Aleyhisselâm'ın kendilerine vereceğini umarken Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime'yi nazil buyurdu:
"Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için akıllarınca seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi." (İsrâ: 73)
"Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazcık meyledecektin." (İsrâ: 74)
"Ve o takdirde sana hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (İsrâ: 75)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Sakif'lilerin istedikleri imtiyazı vermesi halinde dünya azabının da ahiret azabının da kendisine kat kat tattırılacağını bildirmesi; önder durumundaki kişilerin işledikleri suçun çok büyük olacağını, dolayısıyle bu gibi suçların cezalarının da büyük olacağını göstermektedir.
Âyet-i kerime'ler Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsında, iman ve İslâm esaslarını muhafaza bakımından ümmetine büyük dersler vermektedir. Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini küçümseyip önemsememenin ne kadar büyük tehlike doğuracağına, böyle bir sapıklığa cüret eden bir kimsenin dünyada da ahirette de çok ağır bir ceza göreceğine işaret edilmektedir.
Ayrıca müslümanların bu gibi Hazret-i Allah'a ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e isyan edenlere karşı susması, onları hoş görmesi de bu kapsama girer. Bu unutulmamalıdır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Böylece onlar kıyamet gününde hem kendi günahlarını tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yüklenirler.
Dikkat edin! Yüklendikleri yük ne kötüdür." (Nahl: 25)
Yani onlar her ne kadar başkalarının günahlarını yüklenemeyeceklerse de, iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapıklıklarının vebali, ikincisi de önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Sapanla saptıran azapta ortaktırlar. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Böylece günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. Bu da tekbaşına iyi niyetin yetersizliğini göstermektedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir." (Ankebût: 13)
Netice olarak:
Allah-u Teâlâ'nın dininden söz edebilmek için ancak O'nun indirdikleriyle hükmetmek gerekir. Çünkü O'nun hükümranlığının tecellisi budur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." (Mâide: 44)
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir." (Mâide: 45)
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır." (Mâide: 47)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanlarında kendi indirdiğiyle hükmetmeyenlerin "Kâfir", "Zâlim", "Fâsık" olduklarını belirtmektedir. Bu ilâhî hükümleri bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya koyduğuyla hükmeden bir kimse bu üç suçu da işlemiş olur.
Önce O'nun indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir. İkinci olarak O'nun hükümlerini çiğnemekle zulüm suçunu işlemiştir. Üçüncü olarak ise sapmakla fâsık olmuştur.
Bütün insanlar ve cinler Hazret-i Kur'an'ın bir hükmünü, bir harfini dahi inkâr etseler, hafife alsalar, hepsi kâfir olur. İsterse emir ya da hüküm Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in son nefesinde inmiş olsun. Artık o kesin hükümdür, emirdir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Onu şirkten sen mi koruyacaksın?" buyuruyor. (Furkan: 43)
Hakk ve hakikatten ayıran nefsin kendi arzusudur. Doğruluk ve adalatten ayıran nefsin arzusunu ilâh edinmektir. Vücuda ruh hakim olsa doğruluktan sapmaz, nefis hakim olunca put hükmünde oluyor. Ne doğruluk kalıyor, ne adalet! Nefis hükmediyor.
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer.
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır. Çünkü nefis huduttan çıkarıyor.
Görünüşte iman etmiş gibi görünürler, hem de kendilerinin, müslümanların en ön safında olduklarını zannederler;
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah'a şirk koşarlar ve dolayısıyla müşrik olarak yaşarlar.
Demek ki insanın nefsini ilâh edinmesi bir şirk imiş, kişi müşrik olduğunun farkında bile değil.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderhadır. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bu hayvanî sıfatlar insanda mevcut olduğu zaman o insan hiçbir zaman insan olamaz. İnsan-ı kâmil hiç olamaz.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, tanımamak ister, "Benim!" diyor çünkü. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelen bir mahlûk. Düşmanların en büyüğü.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Bundan ötürü zaten insanda hayvani sıfat doğuyor. Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış oluyor.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Ne hükmedecek? Hayvani sıfatı hangi icraat üzerindeyse o icraat üzerinde yapmak ister. O kişiyi o icraat ile hemhâl etmek ister. Tabi Hazret-i Allah'a uygun değildir. Emirlerine uygun değildir. Fakat o dinlemez "Benim dediğim olsun!" der ve hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır."(Şems: 9-10)
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için sureta insandırlar, icraatları hep hayvanidir.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, "Benim!" der. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelir.
Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman, o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış olur.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar. Onun için insanın çok tekâmül etmesi lâzım ki insan olabilsin.
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur, lâfla değil!..
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri; "Çünkü sondakiler, ilk asra ortada bulunanlardan daha yakındır. Onun boyasıyla boyanmıştır." buyuruyor. Bu yol bidayetin, nihayetin birleştiği yoldur. İki kandilden birisidir. Aynı yoldur.
Bu, nazik ve hassas yolda ancak "Kalb-i selim" olanlar kurtulur.
Bu kaymalar neden oluyor?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Kalpler hastalandığı zaman yoldan uzaklaştırırlar.
Zira Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Başta ilâhi emre göre doğru olmak, mahviyet içinde yaşamak. Zira varlık, günahların başıdır. Kişi kendisini beğenirse, yetmişsenelik ibadeti o anda yok olur.
"Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder." (C. Sağîr)
Burada hep kendiliğinden kayıyorlar, yani yollarını değiştiriyorlar. Bu yolların değişmesinden sebep; varlık, benlik, menfaat, önderlik, liderlik gibi kendilerini beğenmekten ileri gelir. Bunlar helâkiyetlerini kendileri seçmişlerdir.
Bunun için insan, varlıktan çıkması, varlığından süzülmesi, varlığından sıyrılması, Var'a ulaşması gerek.
Kim alındı? Kim süzüldü? Sen acizliğini, mücrimliğini, günahını, her şeyini itiraf etmedikçe, O'na boyun bükmedikçe nasıl süzülebilirsin?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir." (Necm: 29)
Ümmet-i Muhammed'e bu bir emirdir. Zikrullahtan kaçınan kimselerden kaçınmak lâzımdır. Onlar ezelî istidatlarını kaybetmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde sapıklığa düşenleri de hidayete erenleri de çok iyi bildiğini beyan buyurmaktadır:
"Onların ilimden erebildikleri gaye işte budur. Şüphesiz ki Rabb'in, evet O, yolundan sapanları en iyi bilendir."(Necm: 30)
Hiç şüphe yok ki hepimizi huzuruna alacak ve yaptıklarımızdan bize haber verecek. Sizi o zaman kim kurtaracak? İlâhınız mı kurtaracak, bir avukat mı tutacaksınız kendinizi azaptan kurtarabilmek için.
"O, hidayet bulanı da en iyi bilir." (Necm: 30)
Onun için biz, sizinle münakaşa etmiyoruz, sadece ilâhî hükümleri duyuruyoruz, o kadar. Tövbe etmenizi, cehennemden kurtulmanızı istiyoruz.
İhvana kurtuluş yolunu tarif ediyorum. Kurtuluş üç noktadadır:
Birincisi nefsinle cihad et, ikincisi bölücülerle cihad et, üçüncüsü Hazret-i Allah'ın kitabına uy, arkaya atma onu. Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetine dikkat et, sadıklarla beraber ol. Felâh bu üç noktadadır. Unutmayın bunu...
Kalan ve kayan mevzuatı şimdiye kadar hiç geçmedi. Kayandan murat dost gibi görünür, küçük bir menfaati arzusuna muhalif görünen hallerde bir de bakmışsın ki kaymış gitmiş.
Bu bir aynadır. Herkes kendisine bu aynada baksın.
Daha evvel de arzettik: Bu dökülenler, bu kayanlar neden kayıyor? Kalplerinde hastalık olanların kalbi bozuluyor. Hazret-i Allah da tasarrufundan ayırıyor. Hıfz-u himayesinden çıkanı ise şeytan alır götürür.
Sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurur, korur, muhafaza eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl." (Tirmizî)
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taatine çevir." (Buhârî)
Hakk'ta samimi olanlar, Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundukları için onlar kaymıyor.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hûd: 112)
Bunun üzerine çok duruyoruz. Tutunma yeri, kurtuluş ipi orası.
O'nun emri, O'nun hükmü olacak, başka hiçbir şey olmayacak.
Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Hududun dışına çıktın mı helâke vesile olur. Onun için insan, huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefis girdiği anda huduttan aşağı çıkar, gider.
Tutulanlar neden tutuldu? İhlâsından, samimiyetinden, muhabbetinden, bağlılığından ötürü tutuldu...
Gerçek hakiki ihvanlar şu Âyet-i kerime'ye uygundur:
"Müminler kardeştirler." (Hucurât: 10)
Ayrı gayrı değil.
Bu yolda gaye, menfaat olmadığı için kardeşlik husule gelebiliyor. Diğer yollarda iki kardeş bile parçalanıyor. Niçin? Ufacık bir madde, menfaat giriyor; bozuyor, bölüyor... Biz birleşmeyi, sevişmeyi, kaynaşmayı seviyoruz, ayrılık gayrılık değil...
Yemin ederim ki bir kalp kırmaya değmez. Bu arada problemler şeytanın araya girmesinden ötürüdür. Bir kere vesveseyi verdi mi, zıddiyeti koydu mu, sürtüşür, sürtüşür... Ve o sürtüşmeden ateş çıkar. O ateş, şeytandan gelir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük azap vardır." (Âl-i imrân: 105)
Bu Âyet-i kerime'de yetmiş üç fırkadan o bir fırkaya işaret ediliyor. Yani "Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız." diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.
Allah'ım yolundan ayırmasın, bizi bize bırakmasın, âkıbetimizi de hayırlı etsin.
Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle çarpıştıkları gibi, vücutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi çarpışırlar. Fakat bu çarpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu çarpışmalar esnasında gerçekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mülâyimleşir ve sakinleşir. Fakat hiçbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz.
Bir insan buraya kadar kendi ihlâs ve gayreti ile çıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir Mürşid-i kâmil'in kılavuzluğu ile gidebilir. Sadakat ve teslimiyeti nispetinde yol alır.
Diğerleri kalbi bozulduğu için, kalplerinde hastalık olduğu için kaydılar.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Kayan bundan kayıyor. Kalpleri bozulduğundan ötürü kayıyorlar. Aynı bu şekilde. Kalplerinde maraz bulunduğundan kaydılar.
Bu Âyet-i kerime'yi koyuyoruz. Çünkü bunlar verilme iledir. Bu sebeple "Bunlar benim değil." diyoruz. Daha doğrusu öyle öğretiyor. Bir, bir, bir. Mühim noktaları öyle öğretiyor.
Hani Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." buyuruluyor ya, öyle öğretiyor. (Bakara: 282)
Kalplerinde maraz bulunduğundan ifsat ediyor, ondan sonra kaymış oluyor. Tutunacak yer kalmıyor.
Bu kayış sebeplerinin öz noktası ise şudur:
Birincisi; ihlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur.
İkincisi; kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.
Ve en büyük kayış noktaları nereden oluyor?
Bir tanesi; kişinin kendisini beğenmesi.
Sonra; gayesi-maksadı, menfaati için çalışması...
Bunlar hep oraya girer.
Her ihvan, nefis derecelerini ders olarak okusun. Çünkü kayan buradan kayıyor. Bir münafıklıktan kayıyor, bir de nefisten kayıyor.
İnsanın dört büyük düşmanı var. Şeytan, nefis, şehvet, şeytanlaşmış arkadaş. Bu dört düşman insanın imanını yok eder.
Samimi gibi ihvanlar, bakıyorsun kayıp gidiyor. Küçük bir dünya muhabbeti giriyor, kayıyor gidiyor. Oturuyorum, ağlıyorum. Ama bir ebediyat gidiyor.
Allah-u Teâlâ "Onların kalplerinde hastalık vardır.", "Maraz vardır." buyuruyor. Maraz olduğundan kalbi bozuluyor.
"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici bir azap vardır." (Bakara: 10)
Âyet-i kerime ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir.
Kin, kibir, gadap, şehvet, haset, riyâ, tamah, ucb, yalan, maksat, menfaat gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)
Daha önce de beyan ettiğimiz gibi Tarikat-ı aliye bir hastahanedir. Bu hastalıkların izalesi için, tedavi için. Bir salik intisap ile bu hastalıklardan temizlenmeye çalışır, ihlâsını muhafaza ettikçe bu yolda ilerler. Muvaffak olduğu kadarıyla gayesine ulaşır. Ahirette bu ihlâs ve niyetine göre alır.
Ancak bir kimsenin ihlâsı ortadan kalkarsa, niyetini bozar, maksat menfaat arzusuna dalarsa, artık o yolunu değiştirmiştir. Kalbi bozulmuştur.
Bu gibileri Hazret-i Allah tasarrufundan ayırıyor.
"Onlar, Allah'ı unuttular; Allah da onları unuttu. Münafıklar, fâsıkların tâ kendileridir." (Tevbe: 67)
Zira Hazret-i Allah, sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiye'sinde bulundurur. Korur ve muhafaza eder. Diğerleri ise hıfz-u himayeden çıktığı için şeytan yuları takar, alır götürür.
Müslümanken, paraya, dünyaya, makam-mevki sevdasına, şöhret arzusuna kapılır. Bir de bakmışsın dünyevî ihtirasları için, "Ben olayım!" sevdası için imanını kenara bırakmıştır. Kaymıştır. Dökülmüştür.
İnsanın kaydığı yer burasıdır. Para, mal, mülk, kadın, şöhret bunlar helâk eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kalplerinde hastalık bulunanları münafıklarla birlikte zikretmiştir:
"O sırada münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları dinleri aldatmış!' diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse, bilsin ki Allah yegâne galip ve hikmet sahibidir." (Enfâl: 49)
Asr-ı saâdet devrinde nasıl ki münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar mevcutsa, bugün de bunlar mevcuttur. Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu, "Ben!" dediği zaman, "Ben biliyorum!" dediği zaman kaymıştır. Bütün terakkiyat ve kaymalar bu hâl üzeredir. Onun için bakıyorsunuz "Oldum, oldum, oldum". Ne oldun? Helâk oldun.
Şeytan daima kalpleri bozmak ve vesvese vermek ister. Ancak ihlâs sahipleri üzerinde nüfuzu yoktur.
"Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır." (Hicr: 42)
Binaenaleyh ihlâs kaybolduğu zaman o kimseye nefis ve şeytan nüfuz etmeye başlar.
"Böylece Allah, şeytanın attığı vesveseleri, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar. Zâlimler, gerçekten derin bir ayrılık içindedirler." (Hacc: 53)
Kalp bozulduğu zaman iyiyi kötü görmeye başlar. Nefsi yaptıklarını hoş gösterir. Her türlü vesvesenin peşine takılır.
"Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler: 'Bu misalle Allah neyi kastetmiştir?' desinler. İşte Allah, dilediğini böyle şaşırtır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabb'inin ordularını ancak kendisi bilir." (Müddessir: 31)
Olgun bir meyvenin içine kurt girince düşmeye mahkûm olduğu gibi kalbi bozulduğu zaman içine kurt girer ve ihlâsını alır. Artık onun yol alması ile almaması mevzu değildir. Bu gibi haller geldikçe yanıbaşındakileri küçümsemeye başlar. Artık o yolunu değiştirmiştir, sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plân çevirmeye çalışır. Plânını tatbike koyarken Hazret-i Allah da onun kalbini çevirir. Artık o bir yıkıcıdır, varlık ile hareket eder. Her hareketinde bir maksat, bir menfaat yatar. Allah için adım atar gibigörünür, bir adım bile atmaz. İçindeki gizli gayesi zaten onu bu hâle düşürmüştür. Artık ondan hayır gelmez, niyetini bozmakla kendisini ihraç etmiştir.
Bu gibi kimseler Allah ve Resul'ü hakkında, varisleri hakkında sûizanda bulunurlar.
"Hani o zaman münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Allah ve Resul'ü bize sadece kuru vaadlerde bulundular.' diyorlardı." (Ahzâb: 12)
Bu sûizanlarını gizlerler. Ancak Allah-u Teâlâ onların kalplerinde gizlediklerini ortaya çıkarmaktan aciz değildir.
"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah'ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?" (Muhammed: 29)
Kalplerinde hastalık bulunanlar ifsat ve bölücülük yaptıkları gibi hainlik yapmaktan da çekinmezler.
"Kalplerinde hastalık bulunanların: '(Devir onların lehine döner de) bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de böylece onlar içlerinde gizledikleri şeyden (nifaktan) dolayı pişman olurlar." (Mâide: 52)
Kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.
Kişi ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtarması ile kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir. Onlara hakikati bildirir, duyurur. Onları nefis ve şeytanın hilelerinden kurtarır. Nefsin ayrı hilesi vardır, tükenmez; şeytanın ayrı tuzakları vardır, bitmez. Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfuyla tecelli ederse bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür.
Hazret-i Allah'ın işine karışmayacaksın. Peygamber Aleyhisselâm Efendilerimiz'in işine karışmayacaksın. Mürşid-i kâmil'lerin işine karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Çünkü bilmeyerek bir yere, düğmeye basarsın, berhava olur gidersin.
Mürşid-i kâmil'lerin işine nasıl karışılır?
Mürşid-i kâmil'in işini Hazret-i Allah görür. Arzu ve irade yaşamaz. Bunu karşıdaki ölçemez. Mürşid-i kâmil'in işine karışırken, bilmeyerek Hazret-i Allah'ın işine karışır. Duâ ederken; "Allah'ım hükmün arzumdur. Hakkımdaki hükmünü sevdir." diye niyaz ederiz.
Mürşid-i kâmil'in mühim işlerine, hususi işlerine karışılmamalıdır. Sor, tarifini al, devam et, geç git, yürü!..
Çünkü; "Allah'ım iraden üstümdedir." diyoruz.
Bunu karşıdaki bilmez, düğmeye basarsa helâk olur. Bilmeyerek Allah-u Teâlâ'nın işine karışılmış olur.
"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en bol olan sensin." (Âl-i imrân: 8)
Yolun sermayesi muhabbettir. Ama muhabbetin husule gelmesi için mahviyet ve istikamet şarttır.
Mahviyet; var olan yalnız O'dur, başka varlık kabul etmez.
İstikamet;
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olmaktır.
Onun için istikamet ve mahviyet. Zaten istikametsiz mahviyet olmaz.
Var olan Hazret-i Allah'tır. Kim ki varlık davasında bulunursa şeytanın arkadaşı olur.
Fenâ bizim olsun, varlık isteyenin olsun.
Varlık; nefsimizin kendini beğenmesinden başka bir şey değildir.
Bu ise en tehlikeli bir şeydir. Bir insanın Cenâb-ı Allah'a çok sığınması ve nefsinden çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir, Allah'ım korusun.
İnşallah Allah'ımız lütfeder, Efendilerimiz'in himmet ve tasarrufu ile bu vartalardan kurtarır.
Çok büyük bir vartadır.
Varlık, varlık satanların olsun. Çünkü onlar o varlık putu ile ayakta duruyor. O varlık putunu indirirlerse zaten bir şeyleri kalmayacak. Allah'ım bizleri varlığını ifna edip kendi varlığı ile yaşattığı kullardan etsin.
Nefis gıdayı şöhretten, namdan, varlıktan ve menfaatten alıyor.
Yol Hazret-i Allah'ın yoludur, Hazret-i Allah'ın yolu deyince buranın özünü size tarif edeyim.
Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime kantar...
İslâm budur, terazi budur. Bunun haricindeki hareketler yanlıştır.
Şimdi insanın yaratılışı bir pisliktir. Bu pislik kurursa, uçarsa birşey kalır mı? Sen busun! Sana bu nimeti bahşeden O'dur.
O'nun nimetini O'na tefahür etmen nasıl yakışır? Halbuki senin aslın bu bir damla kerih sudur.
Binaenaleyh, yalnız O var. O'ndan gayri hiçbir şey olmadığını; biz bunu gözümüzle görüyoruz...
Bu pislik, kurudu, uçtu, ne kaldı? Hiç. Senin aslın hiç zaten. Senin aslın bir damla pislik...
Binaenaleyh, sen bir zerre pisliksin. Pisliğin O'nun yanında ne hükmü var? O da kuruduğu gittiği zaman; O var, başka bir şey yok. Düşün bir kere; hani, benlikler nerede kaldı şimdi? Ama gel de nefse sor. "Ben varım!" diyor. Kayan nokta bu. Ama burası çok kötü bir kayış yeridir. Çünkü Hazret-i Allah'a karşı hasım kesiliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ, "Ben onu nutfeden yarattım, o Bana hasım kesildi!" buyuruyor. Allah Allah! Güler misin, ağlar mısın? "Ben onu nutfeden yarattım, o nutfeyi unuttu, verdiğim nimeti kendisine benimsedi, Bana hasım kesildi."
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan yarattığı gibi, zürriyetini de toprağın hülâsası olan nutfeden yaratmaya devam etmiştir.
Düşünmeli ki bir nutfe (sperma) ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşısında, düşünen insan iki büklüm olur.
Onun için, bu düşünülemediği için Cenâb-ı Hakk;
"İnsan çok zâlim ve çok câhildir." buyuruyor. (Ahzâb: 72)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî'de de şöyle buyurur:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor. O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.
Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil, O'na tapınmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.
Câhil ve gâfil her insanın durumu budur.
Başkasına âit olanı kişinin kendisine mâletmesi çok yersizdir. Hem emânete ihanetlik yapıyor, hem yalan söylüyor, hem riyâkârlık yapıyor, hem de şirk koşuyor.
Binaenaleyh Allah ehlinde dâvâ olmaz. Yaprağı çevirdiği gibi varlığını çevirir. "O" der ve orada kalır. Başka hiçbir söz söylemez. Çünkü O'ndan başkası yok.
Onun içindir ki kendisine değer verenler, kendi nefsini putlaştırmış oluyor. Allah'ım korusun!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
İnsanın nefsini ilâh edinmesi bir şirktir. Görünüşte iman etmiş gibi görünürler.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah'a şirk koşarlar ve dolayısıyla müşrik olarak yaşarlar.
Şimdi kavrayabildin mi kendi nefsini? Bir damla pisliksin. Üstündeki âsar O'nun.
O'nun verdiğini mi O'na tefahür ediyorsun? Ne ayıp şey, ne ayıp şey.
İşte Rabb'ime ben iki noktada şükrederim. Ne kadar bana nimet vermişse şükrederim. Bana bunları bildirdiği, duyurduğu için ayrıca şükrederim. İki defa şükür yaparım.
Birincisi; hiç olduğumu bana gösterir. Azametini görürüm.
İkincisi; azametini görürüm, yaratılanları görürüm...
Eğer "Hiçbir şey olmadığımı" bilmezsem, O'nu bilemem. Nihayet varlık bir zerre pisliktir. Kurudu, uçtu, ne kaldı? O kaldı, zaten O vardı.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Allah'a ne zorluğu olur,
Âlemi bir şahsa doldurur." (260. Mektup)
Ve size bunları anlatırken Allah-u Teâlâ bir nohut kabuğu kadar bana bir varlık vermiyor, her türlü varlıktan ve değerden uzaklaştırmış. Onun içindir ki çok rahat konuşuyorum. Niçin? O'nun varlığını gördüğüm için, O'ndan gayri hiçbir varlığın hükmünün olmadığını da bildiğim için... Bunun sırrı budur. Esas da budur. Rabb'ime sonsuz şükürler olsun.
Her zaman şöyle deriz:
"Rabb'im! Beni bir damla nutfeden yarattın, hükümsüz ve değersizim. Ya Rabb'i! Beni o nutfede bırakma, onu kurut, üfle, zerresi dahi kalmasın, senin varlığına gölge olmasın."
O zerreden dahi korkuyorum, o zerre dahi varlıktır. Rabb'im kurtarsın!
Bir kabuk kadar bir değerim olmadığını hem biliyorum hem görüyorum. Allah-u Teâlâ lütfetmiş, bu O'nun lütfundan başka hiçbir şey değil.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide: 3)
Bu bir lütuftur ve lütufların en üstünüdür. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteğidir, kendisinin yürüttüğü hükmüdür. Bunların hepsi yine "Hatemiyet" in içinde toplanıyor.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise;
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin!" buyuruluyor. (Bakara: 208)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Ben size iki emanet bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi, Allah'ın kitabı; diğeri, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Malik)
Bir diğer Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruyor:
"Ben size iki ağır emanet bırakıyorum.
Birisi; Allah'ın kitabı ki içerisinde doğru yolun rehberi ve nur vardır.
Diğeri; Ehl-i beyt'imdir. Ehl-i beyt'im hususunda size Allah'ı hatırlatırım."
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh- yolculuğa çıkan bir kimseye; "Yanıma yaklaş, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in bizimle vedâlaştığı gibi seninle vedâlaşmak istiyorum." dedi.
"Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz;
"Dinini, emanetini, işlerinin sonuçlarını Allah'a emanet ediyorum." buyururdu." (Tirmizî)
"Din emanettir, dinine hıyanet eden, imanını kaybetmiş olur."
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir.
Hakikat ehlinden bir âlim öldüğünde ağaçtaki kuşlar, denizdeki balıklar ağlar. İnsan-ı kâmil öldüğünde bütün âlem ona ağlar.
İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhi bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.
Hadis-i şerif'te:
"Emanet, izzettir." buyurulmuştur.
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddî ve mânevî şeyler demektir. Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
"Onlar o kimselerdir ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler." (Müminun: 8)
Emanetin çok geniş mânâsı vardır. Hazret-i Kur'an, din-i İslâm, marifetullah, ilâhi bir emanettir. Dinî, dünyevî, ahlâkî her şey emanettir. Kişiye bütün vücudu ve azâlârı birer emanettir.
Allah-u Teâlâ'nın her şeyi emanettir. Senin vücudun da emanettir. Ona "Benim!" dersen riyâkâr olmuş olursun. Buradan kaç kişi kurtulabilir? Bunu kim anlar?
Allah-u Teâlâ kimi "Fenâfillâh"a erdirdiyse yalnız o bilir, bildirdiği kadar bilir, ötesi yine bilmez. Kör olarak gidiyoruz. İnsan öldükten sonra ayılacak. Bir gün olup hakikati göreceğiz amma pişman olacağız.
Binaenaleyh sıhhat ve afiyeti korumak, aklı ve azaları iyiye, doğruya kullanmak bir emanettir. Anne, baba, evlât, kardeş, karı-koca, akraba, komşu, arkadaş, yoksul, dul, yetim ve diğer insanlarla her hususta ahkâm ölçülerinde adalatle, iyilikle muamele etmek emanettir.
Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.
İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikati anlatmak da emaneti yerine getirmektir.
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Ücret, maaş karşılığı yapılan işi hakkıyla yapmak emanettir.
Çalışanlar, çalıştıranlara emanettir. İnsanların faydasına sunulan hayvanların hakkı emanettir.
Hadis-i şerif'lerde; "Emanetin ganimet bilineceği", "Emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu" haber verilmektedir.
"Dininizden ilk kaybedeceğiniz şey emanettir." (Tebârani)
Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir." buyurmuşlardır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de;
"Dinin aslı emanete riayet, ahde vefadır." buyuruyorlar.
Emanet üzerinde bu derece hassasiyetle durmuşlardır. Çünkü bu din emanettir, emanet üzere kurulmuştur.
Bu hususta nazil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Ahzâb: 70-71)
Şu Hadis-i şerif'de çok mühimdir:
"Sana şüphe veren şeyi bırak. Şüphelendirmeyene bak. Şüphesiz doğruluk kalbin yatıştığı şeydir. Yalan ise kalbin kuşku duyduğu şeydir." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Âyeti kerime'sinde:
"Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabb'i olan Allah'tan korksun." buyuruyor. (Bakara: 283)
Hadis-i şerif'te ise:
"Emanet izzettir." buyuruluyor. (Münavî)
Diğer Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Nezdinde emânet bırakılan eşyayı sahibine iade et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!" (Tirmizî)
"Güvene lâyık olmak bir bakıma zenginliktir." (Camius-sağir)
Yani başkalarının güvenine lâyık olan zât, itibarın sağladığı bir zenginliğe sahiptir.
"Halkın malında ve ırzında emanete mâlik olmak rızık bolluğunu, hiyânet ise bil'akis fakr ve ihtiyacı celbeder." (Camius-sağir)
Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
"Onlar o kimselerdir ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler." (Müminun: 8)
•
Allah-u Teâlâ emaneti insana yüklediğini ve bunun çok büyük bir şey olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir." (Ahzab: 72)
Emanet göklerin, yerin ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, mesuliyet getiren büyük bir yüktür.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"İnsan ise o emaneti yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir." (Ahzâb: 72)
Binaenaleyh emanet sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın hakkını eda etmek insanlar üzerine farzdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Hepiniz muhafızsınız ve hepiniz maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz.
Amirler maiyyetindekilerin, erkek âile efradının muhafızı durumundadır. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde muhafızdır.
Hülâsa, hepiniz muhafızsınız ve hepiniz emriniz altında bulunanların hukukundan mesulsünüz." (Buharî-Müslim)
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ: 58)
Bu Âyet-i kerime Mekke'nin fethinde nâzil olmuştur.
Kâbe-i muazzama'nın bakım ve temizlik işleri Osman bin Talha ailesinin elinde bulunuyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde henüz müslüman olmamış olan Osman, kapısını kilitleyip Kâbe'nin üstüne çıkmıştı. Anahtarı vermeyi reddederek "Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim." demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Osman'ın kolunu bükerek anahtarı elinden zorla aldı ve Kâbe'yi açtı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- anahtarın ve şerefli bir vazife olan bakıcılığın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e anahtarı yine eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emir buyurdu.
Anahtar kendisine teslim edildiğinde, Osman bunun sebebini sordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- "Bu bize ait bir mesele değildir, emr-i ilâhidir." buyurdu ve Âyet-i kerime'yi okudu. Bundan fevkâlade duygulanan Osman bin Talha, müslümanlığın adalet ve emanet üzerindeki titizliğini görünce "Ben artık Muhammed'in, Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet ediyorum." diyerek müslüman oldu.
"Kıyamet ne zamandır?" diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!" (Buharî. Tecrid-i sarih: 54)
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da layıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanete hıyaneti nifak ve münafıklık âlameti saymıştır.
Hadis-i şerif'lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif'te ise kıyamet alâmeti olarak "Emanetin ganimet bilineceği" beyan edilmektedir.
•
Bugün mücahid kesilerek din namına halktan para toplayıp, gayesi haricinde harcayanlar da emanete hıyanet ederek büyük bir mesuliyet altına girmektedirler.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan bir çok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)
"Emanete hıyanet edenler, olgun imandan mahrumdur." buyurmuşlardır. (C. Sağir)
Âliye kabilesinden bir zât gelerek "Yâ Resulellah! Bu dinde en zor ve en kolay şeyi bana haber ver!" dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Bu dinde en kolay şey 'Lâ ilâhe illallah, Muhammed'ün abduhu ve Rasulühü' şehâdetidir. En zor olanı ise emanettir. Zira emanete riayet etmeyenin dini de, namazı da, zekâtı da yoktur." (Bezzar)
•
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir. Bu emanet Mekke vâdisine indirildi. Asr-ı saâdet müslümanları bu emanete hakkıyla layık oldular. Kısa zamanda İslâmiyet'i yaydılar, Allah'ın yüce adını yücelttiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra Araplar uzun süre bu emanete ehil oldular. Memleketler genişleyip mal ve servetler çoğalınca, müslümanlar dünyaya daldılar ve ehliyete halel getirdiler. Allah-u Teâlâ Türkleri ehil kıldı ve emaneti onlara verdi.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Dilerse sizi ortadan kaldırıp yok eder ve sizden sonra yerinize dilediği bir milleti getirir." (En'am: 133)
•
İnsan-ı kâmil'e emanet edilen ilâhi emanetullah ise ehline malumdur.
Emanetin nasıl kaybolacağını da yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize haber veriyorlar:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
'Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) birtakım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur'an'dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber'in sünnetinden öğrendiler.
(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir." (Ahzâb: 72)
Âyet-i kerime'sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)'
Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
'Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. 'Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah'tan çekinir.' derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.'
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2039)
Bu Hadis-i şerif'in özünü arz edelim:
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri emanetin; yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslûp ile Resulullah Aleyhisselâm'ın nübüvvet lisanından nakletmiştir.
Bir kelime ile İslâm nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.
İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir emniyet ve itimat teessüs edeceği; o nur-u mübin'in sönmesiyle de bütün gönülleri umumi bir emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.
İmanın hakikatleri, İslâm'ın hükümleri, nezafeti, letafeti ile adalet, emniyet, doğruluk gibi ahlâki faziletlerin hepsi birer emanettir.
Bu Hadis-i şerif'e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.
İnsan uyuyacak, uyurken imanı çekilecek, imanı çekilince orada bir kabartı kalacak. Amma balta yemiş el şişer, orada taş yoktur, şişkinlik vardır. Başka zaman gene uyur, şişkinlik de gider, siyah nokta kalır. Başka zaman gene uyur, o siyah nokta da gider.
Artık dümdüz olur; bitti, iman gitti; gece uyurken iman gidiyor, Cenâb-ı Hakk onun kalbinden imanı alıyor. Tabi bu da hatalardan ötürü oluyor. Yani sen hiç farkına bile varmadan iman gidiyor. Sonra sen işi bozuyorsun. Zaten iman alındığından ötürü bozuyorsun.
Onun için hata yaparsan senin imanını çeker, sonra sen işi bozarsın. Zaten iman alınışından ötürü bozarsın. Bugün de iman çok az. Görünüşte fevkâlade müslüman, fakat zerre kadar iman yok.
Emanet kalpte, kalbin derinliklerindedir. Kalbe emanet edilmiştir.
İnsan hata yapar, günahta ısrarcı olur, kabahatlerde sınır tanımaz, isyan, şirk ve küfürde kalırsa iman gider. İman gidince insanın kalbi döner ve işi bozmaya başlar.
İmansız olarak yaşar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir. Diğer taraftan dinin yıkılmasına sebep olacak iş ve icraatlar yapar. Bu icraatlarını dindenmiş gibi göstermek ister.
İnsan, Hazret-i Allah'a yönelik olsaydı, tevbe istiğfar kapılarından girseydi, belki emanet duygularını kaybetmeyebilirdi.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Zâni, zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız, çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş, mümin olarak içmez." (Müslim: 57)
Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ'nın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Bir kul zina ettiği zaman, iman nuru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer." (Camiüs-sâğir)
İnsan hatasında ısrarcı olup günahında da tevbe-i nasuh ile tevbe etmeyince emanet kalpten çıkmaya başlar. Dıştan çok akıllı, zarif, kibar dersin ama iman çekilmiş, kalpte zerre kadar iman kalmamıştır.
Nasıl ki uykuda iken ruh alınıyorsa ve bir daha geri verilmiyorsa, insanın ölümü gerçekleşiyorsa, uykuda alınan bu emanet duygularıyla da imansızlık, yani mânevi ölüm gerçekleşmiş olur. Artık o kalp mühürlenmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"–Haberiniz olsun ki, ileride (Karanlık gece kıtaları gibi) birtakım fitneler zuhur edecektir."
"–Yâ Resulellah! O fitnelerden kaçıp, kurtuluş çaresi nedir?" denildi.
"–Allah-u Teâlâ'nın kitabı Kur'an'dır. Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meseleleri halleden hükümlerle doludur. O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu cebbarlıkla, zorbalıkla terkeden kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti ondan başkasında arayan kimseyi dalâlete düşürür. O, Allah'ın en sağlam ve kopmaz ipidir. O, hikmetli bir zikir, Allah'a giden dosdoğru bir yoldur. O, nefsin kötü arzularını uyarır. Sapık ve maksatlı kişiler onu bozamaz. Onu okuyan diller zorluk çekmez. Alimler ona doyamaz. Fazla tekrardan dolayı okunuşundaki haz kaybolmaz. Akılları hayrette bırakan incelik ve meziyetleri bitmez tükenmez. O, öyle hikmetle dolu bir kitaptır ki, cinlerden bir zümre onu dinledikleri zaman:
'Gerçekten biz, hayranlık veren çok hoş bir Kur'an dinledik. O, Hakk'a ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona inandık, iman ettik.' demişlerdir. (Cin: 1-2)
Ona dayanarak konuşan kişi doğru söylemiştir. Onunla amel eden er-geç mükâfatlandırılır. Onunla hükmeden, hükmünde adalet eder. İnsanları ona davet eden, doğruya ve doğru yola dâvet etmiş olur." (Tirmizi)
Hududullah'a ve Sünnet-i Resulullah'a uymayıp nefis ve şeytanın yoluna girilirse emanete hıyanet olur.
İnsan terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kaimdir. Ruhun esareti, nefsin hürriyetidir. Nefis esir alınmadıkça ruh hürriyete kavuşmaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe ruhu diriltmek mümkün değildir. Nefsin işgali altındaki ruh ya hastadır ya da ölü mesabesindedir. Yani canlı cenazedir.
Nefsini yükseltmek isteyen, imanını alçaltır. Nihayetinde de imanını kaybeder. İman, küfrü kabul etmez.
Allah'ım iyiler zümresine ilhak eylesin, bizi bize bırakmasın, lütuf ve rızâsından ayırmasın.
Çünkü bizi bize bırakırsa nefis hakim olur, o tahakküm eder, işler ona göre yürür. O ise rızâya mucip değildir. Onun için insanın hakikaten düşmanı vardır. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insan. Onun için Allah'ımızın dostluğu hepsinden yüksektir. Bir insan hakikaten Allah-u Teâlâ'ya kalben bağlanırsa ona O yeter.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar." (Şuârâ: 88)
Öyle bir gün gelecek ki sizin taptığınız, sevdiğiniz, mal-mülk, evlâd-ı ıyal hiç hükmü kalmıyor. Fakir şöyle der: Para varsa kasada, hanım varsa evde, çocuğun varsa şefkat nazarıyla; ama nazargâhı ilâhi olan kalpte yalnız Allah ve Resulullah olacak. Orada geçerli bir para var.
"Meğer ki Allah'a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuârâ: 89)
Hazret-i Allah'a yönelik bir kalp, temizlenen bir kalp, O'nun hükmüne yürüyen bir kalp kurtarıcıdır. Fakat sizin bağlantılarınız tutucudur, helâk edicidir. Allah'a yönelmiş salim bir kalp; ahlâk-ı zemimeden, şirkten, şüpheden, nifaktan her şeyden temizlenmiş bir kalp fayda verecek. İnsanın bu noktaya gelmesi için manen yetişmesi lâzım. Böyle bir kalb-i selim sahipleri dünyada iken kurtulmuş olanlardır. Ama bunlar çok az. Çünkü onu yaratan, yaşatan O. Yediren, içiren O. Giydiren, gezdiren O. Ee biz niye başkasına tapıyoruz!
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Bu başkasından murat; şeytandır, nefistir...
İnsana en büyük düşmanlığı yapacak olan nefis ve şeytandır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben, size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi, ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhi emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
Şeytan, cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
"Andolsun ki o sizden bir çok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanete hıyaneti nifak âlameti saymıştır.
Buyururlar ki:
"Münafıklığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder." (Buharî)
Diğer bir rivayette; "Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de." buyurulmuştur. (Müslim)
Yalan ve iftira çok büyük bir cürümdür. Dinimizin kesinlikle yasakladığı büyük bir günahtır.
"Yalan sözden çekinin." (Hacc: 30)
Yalan; doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle menetmiştir.
"Günahların en büyüğü lisânın yalanıdır." (Camiü's-sağir)
Âyet-i kerime'lerde:
"Şüphesiz ki Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez." buyuruluyor. (Mümin: 28)
Doğruluk imanın sermayesi, yalan da nifakın sermayesidir.
"Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsrâ: 36)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Kişinin her işittiğini söylemesi, yalan olarak yeterlidir." (Müslim)
"Söylediklerine inanacak bir mümin kardeşine yalan söylemen, çok büyük bir hıyanettir." (Ebu Dâvud)
"İnsan yalanı irtikâb edince o yalanın kötü kokusuyla muhâfızı olan melâike-i kirâm kendisinden bir mil uzaklaşır." (Tirmizi)
Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in kısa boylu olduğundan bahseden Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Öyle bir söz söyledin ki o denize atılsa denizi kirletir." (Tirmizî)
Bu bir müslüman hakkında hoşa gitmeyecek bir söz söylendiği zaman böyledir. Bir müslüman hakkında iftira ve yalan söylemenin durumunu siz düşünün!
Âyet-i kerime'de:
"Kim bir hatâ veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." buyuruluyor. (Nisâ: 112)
Hangi müslüman bu vebalin, bu günahın altına bile bile girer.
Âyet-i kerime'de Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onu tahkik edin, içyüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da, sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurât: 6)
Bu gibiler hakkında Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a hitaben şöyle buyuruyor:
"Onlar durmadan yalana kulak verirler. Sana gelmeyen bir başka topluluk lehine kulak verip casusluk yaparlar. Kelimeleri yerlerinden tahrif ederek değiştirirler. "Bu (değişik şekliyle) size verilirse alın, verilmezse sakının!" derler. Allah bir kimsenin fitneye düşmesini isterse, senin Allah'a karşı yapacak hiçbir şeyin yoktur. İşte onlar Allah'ın, kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır." (Mâide: 41)
Bu Âyet-i kerime'ler şüphesiz iman edenler içindir. Yalan ve iftirayı meslek edinen kimseler, zaten imandan mahrum oldukları için bu kadar rahat bu büyük günahları işliyorlar.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünün yürümesini istemez, kendi nefsinin hevâ ve hevesine göre hüküm yürütmek ister:
"Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (Câsiye: 23)
Yalan söyleyenler, iftira edenler, velvele ve fitne çıkaranlar muhakkak bunun vebalini, bu günahın cezalarının kendilerini kuşattığını göreceklerdir.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Halbuki müslümanın doğru olması gerekmez mi?
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hud: 112)
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin." (Ahzâb: 70)
İmanların kaymaması için, imanımızın muhafazası için Cenâb-ı Hakk'ın emrine riayet şarttır. Aksi takdirde büyük bir ateş dokunabilir.
"Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir." (Ankebut: 13)
"Yalandan sakınınız. Zira yalan ile iman bir arada bulunmaz." (Ahmed bin Hanbel)
"Yalan insanın yüzünü kara eyler, iki şahsın arasını bozmaya çalışmak, kabir azâbını gerektirir." (Münavi)
"Yalan rızkın bereketini azaltır." (Münavi)
"Yalan söyleyenler muhakkak lânete uğramıştır." (Münavi)
"Bir defa yalan söyleyen üç defa lânete müstehak olur." (Münavi)
•
Yalanın en kötü olanı yalan yere yemin etmek ve yalancı şahitlik yapmaktır. Bu ise büyük günahtır.
Âyet-i kerime'de:
"Onlar ki yalan şahitlik etmezler." buyuruluyor. (Furkan: 72)
Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Yalancı şahitlikten sizi men ederim." (Camiü's-sağir)
"Yalancı şâhid, şahidlik etmek üzere daha yerinden hareket etmezden evvel, kendisini Cenâb-ı Allah cehennem azabına müstehak eder." (İbn-i Mâce)
"Şahidlik etmek üzere çağrılan kimse gördüğünü söylemezse yalancı şâhid gibi bir büyük günah irtikâb etmiş olur." (Münavi)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Kim bir çocuğa: 'Buraya gel, sana birşey vereceğim.' der de, sonra vermezse bir yalan günahı yazılır." (Ahmed bin Hanbel)
Ana-babasının yalan söylediğini gören çocuğun, doğruluğu öğrenmesi mümkün değildir.
Dil, Allah-u Teâlâ'nın en büyük nimetlerinden birisidir. Kendisi küçük olmakla beraber; itaat ederse itaati, isyan ederse isyanı çok büyüktür.
Bunun içindir ki ağızdan çıkan sözlerin doğru olması, gerçeğe aykırı olmaması farzdır.
Bir Âyet-i kerime'de:
"İnsanlarla güzel konuşun." buyuruluyor. (Bakara: 83)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çok az konuşur, konuşulanları dinler, ashabına da boş ve faydasız sözlerden kaçınmalarını tavsiye buyururdu.
"Yâ Resulellah! Benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?" diye soran bir zâta, mübârek dilini tutarak "İşte budur" buyurmuşlardır. (Tirmizî)
"Kurtuluş yolu nedir yâ Resulellah?" diyen bir zâta ise şöyle buyurmuşlardır:
"Dilini aleyhine (çıkacak sözlerden) muhafaza et, evin ile meşgul ol, hatalarına ağla!" (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Allah'a ve ahiret gününe imanı olan ya hayır söylesin veya sussun." (Buharî)
Diline sahip olan, diğer uzuvlarına da sahip olur.
"Vaad borçtur. Yazık şu kimseye ki vaad eyler de sonra meşrû bir engel bulunmaksızın vaadini yerine getirmez." (Münâvî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Âdemoğlu sabaha çıktığı vakit, bütün uzuvları dile derler ki: Bizim hukukumuzu korumak hususunda Allah'tan kork! Biz sana tâbiyiz, bizim doğruluğumuz sana bağlıdır. Eğer sen dosdoğru olursan biz de doğru oluruz, doğruyu buluruz. Şayet sen eğrilirsen biz de öyle oluruz." (Tirmizî)
İnsan ehemmiyetsiz sandığı öyle sözler konuşur ki, bu sözler onu Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden uzaklaştırır, ebedî hayatını kaybetmesine vesile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kimse, Allah'ın sevdiği bir söz söyler de o söz ile Allah-u Teâlâ'nın rızasına ulaşabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden râzı olur.
Diğer bir kimse de Allah'ın gazabını mucip bir söz söyler, o sözün kendisini Allah'ın gazabına ulaştırabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder." (Tirmizî)
•
Bir kimsenin işlemediği bir suçu işlemiş gibi anlatmak, kendisinde bulunmayan bir kötülüğü varmış gibi göstermek gıybetten de büyük bir günahtır ve haramdır.
"Kim bir hatâ veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." buyuruluyor. (Nisâ: 112)
Dargınlığa kırgınlığa sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak koğuculuktur ve şiddetle haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Herkesi ayıplayan, söz götürüp getiren ve çok yemin eden, aşağılık zorbaya itaat etme!" (Kalem: 10-11)
•
Müminin mümin üzerindeki haklarından birisi de, onu küçük düşürecek ve hoşuna gitmeyecek kötü lâkaplarla çağırmamasıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Birbirinizi kötü lâkapla çağırmayın." buyuruyor. (Hucurat: 11)
•
İstihza; küçük düşürücü ve güldürücü hareketlerle insanların ayıplarını, noksanlıklarını ortaya koymak, eğlenceye almak demektir. O kimse bundan rencide olursa haramdır.
•
Gıybet bir müslümanın, duyduğu zaman hoşuna gitmeyecek ayıp, noksan ve kusurlarını arkasından söylemektir.
Gıybet insanlar arasında sevgi, saygı, yardımlaşma gibi güzel hasletleri ortadan kaldırarak yerine buğz, kin, düşmanlık getiren kötü bir huydur. Bundan dolayıdır ki, haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirip gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz değil mi? O halde Allah'tan korkun." (Hucurât: 12)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gıybetten sorulduğu zaman:
"Gıybet, din kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Eğer o şey kendisinde mevcut ise, onu gıybet etmiş olursun, değilse iftira etmiş olursun." buyurdular. (Müslim)
•
Gıybet, yalan, iftira, nifak, riyâ, hakaret, alay etmek, verdiği sözde durmamak, yalan şahitliği yapmak, söz taşımak, gönül kırmak... hep dilin âfetleridir. Dilin husule getirdiği bütün bu kötülüklere karşı:
"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i bir müslüman için ölçü olmalıdır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ashâb'ına "Müflis kimdir, bilir misiniz?" diye sordu.
"Bize göre müflis, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir." dediler.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki; kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla Allah'ın huzuruna gelir. Fakat kimine sövmüş, kimine iftira etmiş, kiminin malını almış, kiminin kanını dökmüş, kimini de dövmüş... İyilik ve sevaplarından bu hak sahiplerine dağıtılır. Üzerinde olan haklar ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir. Sonra cehenneme atılır." (Müslim: 2581)
Bu Hadis-i şerif çok incedir.
Bu mevzu üzerinde duralım.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler." (A'râf: 40)
Bu, iri bir cüssesi olan devenin küçücük bir iğne deliğinden geçmesinin imkânsız olduğu gibi, kâfirlerin ve münafıkların cennete girmelerinin imkânsız olduğunu gösteren açık bir temsildir. Ve amellerinin kabul olunmayışından kinayedir.
Bu ilâhi beyandan anlaşılıyor ki, bir insanın bu derece incelmesi, süzülmesi ve savrulması gerekiyor, ki iğne deliğinden geçebilsin. İlim, irfan, fen gibi faydalı bilgilerle mücehhez olursa, biçildiği zaman yararlı olur. Ve fakat aşk ateşi ile muhabbet suyunu kaynatırsan, buhar olup uçarsan, ne sen kalırsın ne de nişânın.
Kâdir-i mutlak olan Hazret-i Allah, her şeye kadirdir. İsterse kâinatı bir iğne deliğinden geçirir. Ve bunun temsilini Belkıs Vâlidemiz'in tahtını getiriyorum. Bakınız orada Hızır Aleyhisselâm bir anda getiriverdi.
Bu husus Âyet-i kerime'de şöyle haber veriyor:
"Kitap'tan ilmi olan kimse ise: 'Sen gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm.' dedi.
Süleyman, tahtı yanı başına yerleşivermiş görünce dedi ki:
Bu Rabb'imin lütfundandır." (Neml: 40)
İğneye muhtaç değil! Allah-u Teâlâ öyle kudret sahibi ki kâinatı dilerse iğne deliğinden geçirir. Amma öyle ince bir geçit var ki; süzülmedikçe almazlar. Tabi ben bunu, o süzülmeyi size inceden inceye tarif edemiyorum. İnsan manen o kadar tekamül edecek ki süzülebilsin. Nasıl ki tereyağı süzülüyor, süzüle süzüle halleniyor. Nasıl ki koca bir tel haddelerden geçe geçe inceliyor saatçinin kullanacağı hale geliyor. İtimat edin o hale gelip incelmedikçe kolay kolay oradan geçilmiyor. Bunu çok iyi bilin. Bildiğiniz gibi değil. Yani orayı, geçiti hadde olarak kabul et; incel! Allah-u Teâlâ murad ettiğini geçiriyor. İncelmeyen kalıyor.
Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmadıkça mümkün değil. Amma onun lütfettiği, çektiği, imanla kurtardığı ayrı. Tabi insanın hayatta birçok boşluğu var, her zerreden hesap sorulacak. İnsan, imanla gittikten sonra cehenneme girse de yansa da bir çıkma ümidi var. Amma bir sene amma bin sene, fakat imansızın hiç ümidi yok. O geçit, iğne deliği; insan çok incelecek, süzülecek ki alsınlar. Yetmiş üç fırkanın yetmiş ikisi cehenneme oradan dönüyor, aldıklarını kurtarıyor. O'nun almadığı mümkün değil. Alınan giriyor. Onun için çok dikkat edin. İnce bir hadde var süzülmeyen, kul hakkıyla giden, borçlu giden geçemez. Onun için üzerinizde borç olmasın. Kul hakkı hiç olmasın. Emanete riayet hassas bir nokta, emanete riayet etmeyeceksin de sen geçeceksin, yok öyle!
Aklınızdan geçmesin. Emanet. Ve çok dikkat edin, birisinin kuruşu size geçmesin. İnan ki o kuruşu sonra boynunuza asarlar.
Devlet malı da, vakıf malı da emanettir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- aramızda bulunduğu bir sırada ayağa kalkarak hıyaneti andı, onu büyüttü de büyüttü, onun halini de büyüttü.
Sonra şöyle buyurdu:
'Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde gelerek:
Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda kişneyişi olan bir at olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda meleyişi olan bir koyun olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda çığlığı olan bir kimse olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda dalgalanan elbiseler olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda altın, gümüş olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım." (Müslim: 1831)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir cümle ile ifade edilebilecek bir hususu, aynı kelimelerle ayrı ayrı beyan etmesi hıyanetin vebalini büyütmek ve zihinlerde kuvvetle yerleşmesini sağlamak içindir.
Her ne kadar bu Hadis-i şerif'te değeri yüksek olan şeyler zikredilerek ihanetten men edilirse de diğer bazı Hadis-i şerif'lerde; ayakkabı bağı, iğne, iplik ve hatta bunlardan daha değersiz olan devlete âit şeyleri çalmanın aynı şekilde hıyanet olduğu, ganimet malından böyle değersiz küçük bir şey çalmış olarak cephede ölen bir askerin şehitlik mertebesini kaybedeceği belirtilmektedir.
Âyet-i kerime'de:
"Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir." buyuruluyor. (Âl-i imrân: 161)
Onun için kul hakkı üzerinizdeyken ahirete iyi göçeceğinizi sanmayın. Katiyetle bunu bilin. Burası emanet. Değil emanet, borçlu bir kimse dahi borcunu vermemiş, Cennet-i alâ'ya giremez.
Hadis-i şerif'te:
"Borçlu, kabirde mahpustur." buyurulmuştur. (Camiüssağir)
Cennetlik olsa da giremez, elleri boynuna bağlanır. Borcu ödeyinceye kadar öyle kalır. Âlemin emaneti üzerinde olacak da sen ahirete göçeceksin, yok öyle!
Hadis-i şerif'te:
"Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terk ederse, ölürse cennete girer; kibir, hainlik, borç." buyuruluyor. (Tirmizî - İbn-i Mâce)
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyurulmuştur:
"Hile, aldatma ve emanete hıyanet eden cehennemliktir." (Hâkim)
Kayış yeri kalplerde hastalık olmasıdır, kalbin bozulması insanı yoldan uzaklaştırır. Hazret-i Allah'tan, tasarrufundan ayırır. Hıfz-u himayeden çıkanı da şeytan alır götürür. Bu da varlık, benlik, menfaat, önderlik, liderlik, kendini beğenmekten ileri gelir.
Kurtuluş yolu mahviyettir, ihlâstır, samimiyettir, muhabbettir, bağlılıktır. Nefsin derecelerini geçmektir. Sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurur, korur, muhafaza eder.
Halimize şükredelim, emrine riayet edelim, nehyinden kaçalım, bize düşen bu...
Ana-babaya, eşine isyan edenin, borcu olanın, emaneti olanın, kul hakkı olanın geçemeyeceğini bilin.
İnsanlara âit hakka kul hakkı denir.
Zulüm ve haksızlık yapan bir kimse tevbe ile kul hakkından kurtulmaz, kıyamet gününde hak sahibi hakkını ister. Allah-u Teâlâ'nın, hak sahibini râzı ederek hakkından vazgeçirmesi dışında, bu hakların düşmesi mümkün değildir.
Hülasâ-i kelâm;
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Gerçek müslüman şu bir kimsedir ki, müslümanlar onun dilinden ve elinden emîn olsun." (Buhârî)
"Bir kimse kendi nefsi için arzu ettiği ecir ve sevâbı din kardeşi için de arzu etmedikçe mümin-i kâmil olamaz." (Buhârî)
Ölçü bu olmalıdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından "Fırka-i Nâciye" yani "Kurtulmuş Fırka" lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın, Ashâb-ı kiram'ın, Selef-i salihîn'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakim'den bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid'atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk'tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî'ye ve feyz-i samedânî'ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvâllerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suîzan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk'ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.
Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Rabb'in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.
ANCAK RABB'İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)" (Hûd: 118-119)
Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.
Âyet-i kerime'nin devamında ise şöyle buyuruluyor:
"ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.
Rabb'inin: 'Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!' sözü tamamen yerine gelmiştir." (Hûd: 119)
Onlar Allah ve Resul'üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde bu tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah'ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir." (Tirmizî)
Ümmet-i Muhammed'in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Gerçek vazifedarlar her zaman için mevcuttur ve fakat fesat zamanında tamamen belli olacaktır.
Eskiden âlim çoktu. Herbiri vazifesini yapıyordu. Şimdi ise gerçek âlim yok oldu. Hakikati söyleyen ise pek azdır.
"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir." (Muhammed: 17)
O sayede gereken hazırlığı yapmakta, Cenâb-ı Hakk'a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olmak için çalışmaktadırlar.
"Allah ve Resul'ü doğru söylemiştir." (Ahzâb: 22)