Mekke'nin müslümanların eline geçmesi, Huneyn'de toplanan büyük şirk ordusuna müthiş bir darbe indirilmesi, Kureyş kabilesi'nden mühim bir kısmının müslüman oluşu, Arap kabileleri üzerinde büyük bir etki gösterdi. Putların kırıldığını ve hiçbir şey olmadıklarını görünce, İslâmiyet'e karşı durumları büsbütün değişti. İslâm'ın önünde hiçbir kuvvetin duramayacağını anladılar. Hele hicretin dokuzuncu yılında müslüman ordusunun, Bizans gibi o devrin en büyük imparatorluğuna karşı meydan okuması müslümanlığın bütün Arabistan'a yayılmasına sebep olmuştu. Tebük seferi'nden sonra, artık Arap kabileleri Resulullah Aleyhisselâm'a temsilciler gönderiyor, İslâm'a boyun eğiyorlardı.
Gönderilen elçiler en çok hicretin dokuzuncu yılı içinde gelmişlerdi. Bu sebepten hicretin dokuzuncu yılına "Elçiler yılı" denilmiştir. Bu heyetler, Medine'ye Arabistan'ın en uzak yerlerinden; Yemen'den, Hadramût'tan, Bahreyn'den, Umman'dan, Suriye ile İran hududundan geliyorlar, bağlılıklarını Resulullah Aleyhisselâm'a bildiriyorlardı. Temsilci heyet gönderen Arap kabileleri pek çoktu. Sayıları yetmişi geçiyordu. İçlerinde her sınıftan insan vardı. Hepsi de Resulullah Aleyhisselâm'ın yüksek ahlâk ve faziletine, Ashâb-ı kiram hazerâtı'nın insanlıklarına ve davranışlarına hayran kalarak yurtlarına dönüyorlardı.
İlk gelen heyet yirmi dört kişilik Hevâzin kabilesi'nin temsilcileri idi. Bunlar hicretin sekizinci yılında, Tâif muhasarasından sonra Resulullah Aleyhisselâm'la Ci'râne mevkiinde buluşmuşlardı. En son gelen heyet de iki yüz kişilik Neha kabilesi'nin elçileri oldu. Bunlar da hicretin onuncu yılında Medine'yi ziyaret için Yemen bölgesinden gelmişlerdi.
Bu heyetler; ya müslüman olmak veya İslâm dini'ne girdiklerini bildirmek yahut da kabul etmiş oldukları müslümanlığın esaslarını öğrenmek için geliyorlardı.
Medine'ye herhangi bir heyet geldiği zaman, Resulullah Aleyhisselâm en iyi elbisesini giyer, heyeti ağırlayıcı bir edâ ile kabul ederdi. Bunlara çadırlar kurdurur, ziyafetler verir, ikramlar ederdi. Herkesin haline, her kabilenin âdetine göre onlarla konuşurdu. Bazen misafirlerini Ashâb'ın evlerine dağıtır, onlarda da misafirperverlik duygularının artmasına çalışırdı. Heyetlerin dönüşlerinde yol masraflarını da vererek onları münasip hediyelerle gönderirdi. Hicretin onuncu yılında bu heyetler için Medine'de bir misafirhane bile hazırlanmıştı. Kabile elçileri o tarihten itibaren bu misafirhaneye inerlerdi. Resulullah Aleyhisselâm müslümanlığı kabul etmiş olan her kabileye İslâm'ın temellerini öğretmek için birer muallim verirdi. Bunlar halka hem İslâm'ın fıkhını öğretirler, hem de kabileleri medeniyete sokarlardı. Kabilelerin isteği üzerine valiler gönderilirdi.
Resulullah Aleyhisselâm'ı ziyaret eden kabilelerden Necid ile Bahreyn arasında oturan Temim oğulları eşrafı, en fasih şâirlerini bile getirmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm'ın huzurunda müslümanlarla şiir müsabakasına girmişler, mağlup olunca müslümanlığı kabul etmişlerdi.
Şöyle ki;
Şâirleri Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- tarafından susturuldu. Hutbelerine de Sâbit bin Kays -radiyallahu anh- tarafından cevap verildi. Neticede: "Yemin ederiz ki ona verilen onun şâirine de hatibine de verilmiş, sesleri bile bizim seslerimizden hoş." dediler ve hep birlikte müslüman oldular. Resulullah Aleyhisselâm da onlara çok değerli hediyeler verdi.
Yemen'de bulunan Himyer kabilesi'nin reisleri tarafından Resulullah Aleyhisselâm'a elçiler geldi. Bu gelenler zarif ve kibar kimselerdi. İslâm hakkında bilgiler edindiler. Resulullah Aleyhisselâm'ın methine mazhar oldular ve kalkıp gittiler. Resulullah Aleyhisselâm reislerine taltif edici mektuplar yazdı, İslâm dininin hükümlerini açıkladı. Muaz bin Cebel -radiyallahu anh-i de yanında Ashâb-ı kiram'dan bazı kimseler olduğu halde Yemen'e gönderdi.
Yolcu ederken:
"Yâ Muaz! Artık beni göremezsin. Belki mescidimi ve kabrimi ziyaret edebilirsin." buyurdu.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- teessüründen ağlayarak ayrıldı.
Necran, Yemen tarafında, halkı hıristiyan olan büyük bir şehirdi. Resulullah Aleyhisselâm onlara bir mektup gönderip, ya müslüman olmalarını veya cizye vermelerini istemişti. Bunun üzerine Medine'ye altmış kişilik bir heyet gönderdiler.
İleri gelenlerinden on dört kişi Resulullah Aleyhisselâm'a, İsa Aleyhisselâm'ın Allah'ın oğlu ve ilâh olduğunu iddiâ ediyorlardı.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onların bu inançlarını reddederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Resul'üm! Sana ilim geldikten sonra seninle bu hususta tartışmaya kalkarlarsa de ki:
Geliniz! Sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi oğullarınızı biz de kendi oğullarımızı, siz kendi kadınlarınızı biz de kendi kadınlarımızı çağıralım.
Sonra da duâ edelim ve Allah'ın lânetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim." (Âl-i imrân: 61)
Necranlılar korktular, bu teklife yanaşmadılar. "Ey Ebul-Kâsım! Seninle lânetleşmemeye, seni kendi dinin üzere bırakmaya, biz de kendi dinimiz üzere kalarak dönmeye karar verdik." dediler. Cizye vermeyi kabul edip ayrıldılar. Onların üzerinde en kuvvetli hüküm bu oldu.
Tayy kabilesi'nin müslümanlığa karşı itaatsiz bir tavrı görülmüştü. Puta tapıcılıkta ısrar ediyorlardı. Üzerlerine askerî bir kuvvetle Hazret-i Ali -radiyallahu anh- gönderildi. Kabilenin birçok eşrafı esir edildi. Bunlar arasında cömertliği ile tanınan Hâtim-i Tâi'nin yaşlı kızı Seffâne de bulunuyordu. Huzura çıkarılan Seffâne: "Yâ Resulellah! Babam cömert bir adamdı. Kabilesinin emiri idi. Şimdi ölmüş bulunuyor. Kurtuluşum için, senin yüksek lûtfuna sığınıyorum." deyince, Resulullah Aleyhisselâm dayanamadı:
"Hâtim'in kızı serbesttir. Babası âlicenap bir adamdı. Allah-u Teâlâ merhametli olanları sever. Ömrünü puta tapıcılar arasında geçiren bir adam için, Allah'ın rahmetini dilemek câiz olsa, senin babana rahmet okurdum." buyurdu.
Hâtim'in kızı Seffâne ile kabilesinin eşrafı serbest bırakıldı. Kendilerine kıymetli hediyeler verildi. Tayy kabilesi de puta tapıcılığı bıraktı.
Hâtim-i Tâî'nin oğlu Adiyy bin Hâtim ise mutaassıp bir hıristiyan ve amansız bir İslâm düşmanı idi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- kumandasındaki seriyeye karşı koyamayınca âilesi ile birlikte, hıristiyan Araplar'ın bulunduğu Suriye sınırına doğru kaçmıştı. Kardeşi Seffâne'ye yapılan bu muameleden memnun olan Adiyy, kardeşinin de bulunduğu bir heyetle Medine-i münevvere'ye geldi. Müslümanlar kendisini ilgi ile karşıladılar. "Adiyy geldi, Adiyy geldi!.." diyerek sevinçlerini izhar ettiler. Halbuki henüz hıristiyandı, boynunda gümüşten bir haç vardı.
Resulullah Aleyhisselâm da Adiyy'e iltifat gösterdi. Hâne-i saâdet'ine götürdü. Tek minderini ona verip kendisi yerde oturdu. Adiyy daha ilk mülâkatta hırıstiyanlığı bırakıp müslüman oldu.
Adiyy -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah Aleyhisselâm bana: 'Sen kavminin ganimetlerinden dörtte birini alıyordun değil mi?' diye sordu. 'Evet' dedim. 'Dinine göre bu sana helâl değildir.'buyurdu. 'Evet, vallâhi doğru söylüyorsun.' dedim. Onun, bilinmeyen şeylerden bile haberi olan, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu anladım.
Sonra şöyle buyurdu:
'Ey Adiyy! Belki de seni bu dine girmekten men eden şey müslümanların fakir olduklarını görmendir. Vallâhi zamanla onlar öyle bir mala sahip olacaklar ki, o mal fazlasıyla artacak ve alanı bile bulunmayacaktır.
Belki de seni bu dine girmekten men eden şey, müslümanların düşmanlarının çok olduğunu görmendir. Vallâhi öyle bir gün gelecek ki, bir kadının tek başına devesinin üstünde Kadisiye'den yola çıkıp, hiçbir şeyden korkmaksızın Beyt'i ziyaret ettiğini duyacaksın.
Belki de seni bu dine girmekten men eden şey, mülk ve saltanatın başkalarının elinde olmasıdır. Vallâhi bir gün Persler'in beyaz saraylarının ve Bâbil topraklarının müslümanlar tarafından fethedildiğini duyacaksın.'
Bu konuşmadan sonra ben de müslüman oldum."