O'na konuşan dedi ki: Sıfatın bitip tükenmesi nasıl olur? Sen indirilen Âyet-i kerime'de:
"Artık onlar için, yaptıklarına karşılık olarak gözler aydınlatıcı nimetlerden kendilerine neler hazırlandığını kimse bilemez."(Secde: 17)
Buyurulduğunu hiç okumaz mısın? Kişi için saklanan gözler aydınlatıcı nimetler, cennetler ehlini itminâna kavuşturan şeyden sonra zuhur eder. Çünkü onlar, başlangıçta cezâ kabzasının içinde bulunan bir kimsenin meşguliyeti içindedir ve meskenlere ayrılırlar. Onlar hizmetçiler, güzel zevceler, çadırlar, nehirler, güzellikler, şehirler, meşe ağaçları, tepelikler ve yazılar içinde bir yurt üzerindedirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den:
"Cennet ehlinin en düşük seviyede olanının, bin yıllık mesâfede bulunan bir mülkün içinden bakacağı"na dâir haberler sana gelmedi mi?
[Buyurdu ki: ] Bu şehirlerin, köşklerin, döşeklerin, nehirlerin, sâhillerin, güzelliklerin, çadırların, zevcelerin, hizmetçilerin hepsi, tâ ki bunların hepsi paylaştırılıp yerleştirilerek, nimetlenmenin, giydirilmenin, bindirilmenin, yedirilmenin, içirilmenin, gülmenin, düşmanlarıyla istihzâ etmenin, Allah'a hamd etmenin, verdiği şeyden dolayı O'nu tesbih etmenin, yüksek sesle tesbih getirmenin muhtevâsına erişinceye dek müddete muhtaçtırlar. Cennetlikler, en alt derecelerde bulunanlara ulaşıncaya kadar O'na icâbet ederler, tâ ki ateş ehline ulaşan icâbet ediş nihayete erinceye dek… İşte o, onlar üzerine Allah'ın bir hücceti olur. Allah'ın kendisine olan sevgisi nedeniyle düşmanlara vâsıl kıldığı budur.
Onlara buyurur ki: "Dünya hayatında bana yapmış olduğunuz kulluğun karşılığı bu güzelliktir!"
Nitekim onlar:
"Lütfedip bizi buna kavuşturan Allah'a hamd olsun! Allah bize doğru yolu göstermeseydi, biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık." (A'râf: 43)
Dedikleri vakit, sanki bu açığa vurulanı gizlemeyi murâd ederler; ateş ehli ise buna cevap veremez, tâ ki ateş ehli, hasımlarına ulaşacak bir yol da bulamasın. Onlar bununla birbirlerinden ayrıştırılırlar. Bu sözler ise ancak Ehl-i cennet'indir.
Bu şeyler, inzâl buyurulan Âyet-i kerime'lerde ateş ehlinin sözleri vesilesiyle şöyle zikredilmiştir:
"Ey Rabb'imiz! Bizi çıkar da, yapageldiklerimizden farklı olarak sâlih amel işleyelim!" (Fâtır: 37)
"Ey Mâlik, Rabb'in bizim işimizi bitirsin!" (Zuhruf: 77)
Ey hüsrân, ey helâkiyet!..
"Allah bana hidâyet verseydi, elbette takvâ sahiplerinden olurdum!" (Zümer: 57)
"Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim." (Zümer: 56)
"Keşke benim için dönüş imkânı bulunsa da iyilerden olsam!" (Zümer: 58)
Hüzünle, yine derler ki:
"Rabb'inize yalvarın, hiç değilse bir gün olsun azâbımızı biraz hafifletsin!" (Mü'min: 49)
Cennet ehli ise der ki:
"Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun! Rabb'imiz bağışlayandır, çok lütufkârdır.
Bizi lütfuyla ebedî kalınacak cennete O yerleştirdi. Orada bize hiçbir yorgunluk dokunmaz ve orada bize usanç da gelmez." (Fâtır: 34-35)
İşte bunların hepsi kalan günün yarısında gerçekleşir.
Bu gün tamamlanınca ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"Yıkılıp gidin içerisine, benimle konuşmayın!.." (Mü'minûn: 108)
Diller dürülüp alınır, onların suratları asılır, tabakalar alevlerle tutuşturulur, kapılar kapatılır, unuttukları şeyler onların üzerine atılır, alevler içine sokulurlar, kâfirler sanki hiç yaratılmamış gibi olurlar. Yarattıklarından kesinlikle Allah'a karşı, O'na şirk koşmuş mevcut olmaz, O'na isyan edenler geride bırakılır.
Nihayet başlangıçta var olan bu ferahlıkla cennetler ehline yönelinir. Onlar burada ziyâdesine ulaşıncaya dek duâ ederler.
Rûhu'l-Emîn, Arş'ı inletircesine onlara nidâ edip şöyle seslenir:
"Ey Saâdet ehli! Ey Rahmân'ın sevgilileri! Ey Muvahhidler zümresi! Bugün Cumâ'dır; Rahmân, Mabud'unuza nazar etmeniz, kelâmıyla bir araya toplanmanız için sizi ziyaretine dâvet ediyor! Günlerinizi ubûdiyete hasretmekle gözlerinizi karâra erdirin! O'nun Celâl'ine ve Cemâl'ine nazar etmenin lezzetine erişin!.."
Buna göre cennetler ehli Rahmân'la meşgul olup cennetleri bile unuturlar; ateş ehli ise Cebbâr olan Allah'ın gazabı nedeniyle ateş içerisinde bulunup, tâ ki "Biz neredeyiz? Buraya nereden geldik?" diye soracak kadar dünyayı ve bildiklerini unuturlar. Tabii ki bunlara hiçbir şey söylenmez.
Dünyanın yedi bin yaşında olduğu konusuna bakacak olursak, sana onunla ilgili rivâyetler getirebilirim.
Nitekim Allah rahmet eylesin, babamın Mâlik bin Hüseyin el-Herevî'den, onun Yezîd bin Atâ'dan, onun Ebâ Sinân'dan, onun Dahhâk'tan, onun ise İbn-i Abbâs -radiyallahu anhümâ-dan bildirdiğine göre şöyle demiştir:
"Dünya yedi bin yaşındadır, onun (yaklaşık) altı bin senesi geçmiştir." (Muttakî el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, no.: 15222)
Sonra da şu Âyet-i kerime'yi okumuştur:
"Allah'tan korkun! Herkes yarına ne hazırladığına baksın." (Haşr: 18)
Nitekim O, inzâl buyurduğu bir diğer Âyet'te:
"'Ol!' dediği gün her şey oluverir." buyurmuştur. (En'am: 73)
Bize bundan sonrasının olmayacağını; "Sûr'a üflenmiş" bulunulacağını da beyan buyurmuştur. (En'am: 73)
Onu baştan elli bin sene mikdârı sonraya kadar uzatır. Bin senesinde üfleme, gönderilme ve haşr; kalan kırk dokuz bin senesinde ise, -ki bu yedi kere yedi bin yıldır-, dünya mikdârının yedi katında onlar mahşerde, hesapta, cennette cezanın tutulması, düşmanların çarpıştırılması, yardım, nidâ, çığlık, çekişme, kiminin kiminden kaçması, kınayışa ve ayrılışa yönelme, tâ ki yedi kat mikdârı yerine gelinceye kadar devam eder. Yedinci gün Cuma gelir, Mabudları onları korkutur ve kudretini gösterir ki, gözleri kendisine kullukta karar kılsın.
Nihayetinde onları, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den rivâyet edilen hâle eriştirir. Bu Hadis hakkında, Fazl bin Muhammed bin Musaffâ el-Hamasî'nin Süveyd bin Abdü'l-Azîz'den, onun el-Evzâî'den, onun Hasan bin Atiyye'den, onun Saîd bin el-Müseyyeb'den, onun ise Ebu Hureyre -radiyallahu ann-den bize bildirdiğine göre, o şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- benim yanımda ziyadesini de zikrederek şöyle buyurdu:
"Bu mecliste tek bir kimse kalmaz, ancak Allah'ın hazırladığı kimse orada hazır olur. Ona: 'Ey filân! Söyle; sen kendine bir gün şöyle, şöyle zulmetmedin mi? Bir gün de şöyle şöyle olmadı mı?' diye buyurur." (İbn-i Mâce, Sünen,4336)