Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:
"Ey kavmim! Rabb'inizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin." (Hûd: 52)
Bu Âyet-i kerime'lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.
•
Yağmur duâsında istiğfar etmek de bundan dolayı meşru olmuştur.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halkla beraber üç gün yağmur duâsına çıkmış, istiğfardan başka bir şeyle meşgul olmamıştır. Ashâb-ı kiram'dan bazıları:
"Yâ Ömer! Biz buraya rahmet duâsına geldik, sen rahmet duâsı ile meşgul olmadın!" dediklerinde:
"Ben semânın yağmur damarlarıyla duâ ettim."
Buyurmuş ve Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine söylediği sözleri beyan eden Âyet-i kerime'leri okumuştur.
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır, her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebu Dâvud)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Bir kul işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir." (İbn-i Mâce)
"Zamanınızdan şikayetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır." (Beyhâkî)
•
Bu noktada mühim bir hususu da arzetmiş olalım:
Allah-u Teâlâ'nın ateşten koruma emr-i şerifini bilen biliyorsa da, nerede ve nereden başladığı bilinmediği için herkes kabahati çocukta arıyor. Kendi kusurunu hiç bilmiyor ve görmüyor.
Bize düşen vazifelerimizi yapmamışsak, onlardan bir şey beklemeye de hakkımız yoktur. Ne verdik ki ne bekleyeceğiz?
Evine helâl lokma, seçme lokma kazanıp getirdin mi? Haramla beslenen bir vücut hep kötü şeylere meyleder. Bu gibi kimselerin âsi olması gayet tabiidir.
İslâm'da çocuğun eğitimi kadının hamilelik dönemi ile başlar ve ömür boyu sürer.
Bir temsil:
İstanbul'da medfun bulunan Şeyh Vefa Hazretleri'nin küçük oğlu, yoldan geçen sakaların su tulumlarını iğne ile delmeyi âdet hâline getirmiş. Sakalar bu durumu bu sâlih zâta söylemeye utanırlar. Nihayet bir gün tahammül edemeyip Şeyh Vefa Hazretleri'ne meseleyi intikal ettirirler.
O da kendi kendine bunda çocuğunun değil, ya annesinin ya da kendisinin suçu olabileceğini düşünür ve derin bir murakabaya dalar. Bir hatasını göremeyince hanımına sorar. Hanımı iyice düşünür ve der ki:
"Efendi ben bu çocuğa hamile iken komşuya misafirliğe gitmiştim. Masanın üzerinde portakallar vardı. Çok canım istedi, söylemeye utandım. Bir ara ev sahibinin yokluğundan faydalanarak elimdeki iğneyi batırdım ve portakaldan çıkan suyu azıcık emdim."
Bu cevabı alan Şeyh Vefa Hazretleri: "Hemen git komşudan helâllık al." buyurur. Ertesi günden itibaren, hiç tembih etmedikleri halde çocuk da bu huyundan vazgeçer.
Bu durumdan çok hislenen anne: "Benim güzel yavrum, en ufak hatamı bile gizlemedin!" der.
Görülüyor ki hamile olsun veya olmasın her kadının yediklerine ve içtiklerine dikkat etmesi, küçücük hatalarının gelecekte çocuğa yansıyacağını unutmaması gerekir.
Çoluk-çocuğunuza hemen iftira etmeyin, onları kabahatli bulmayın. Çocuğunuzun yaptığı bütün hataları önce kendinizde yoklayın. Siz kendinizi görmüyorsunuz, hatayı çocuklarınızda buluyorsunuz.
Çocuk bunu yaptı amma anne babanın icraatını yaptı.
Vazifesini yapmayan anne baba, kabahati kendisinde arasın.
•
Hiç unutmam. 1954'te Yugoslavya'ya gitmiştik. Polis karakoluna gidip oraya geldiğime dair haber vermem lâzımmış. Caddeden geçerken babamızın arkadaşları bir dükkanda toplanmışlar. Yabancı bir kimsenin geldiğini görünce merak ediyorlar ve soruyorlar. Geleceğimizi bilen birisi: "Bu filân kişinin çocuğudur." diyor. İçlerinden birisi ağlıyor. Niye ağladığını soruyorlar.
Diyor ki:
"Ağlıyorum, zira kimin helâl lokma yedirdiğini gördünüz mü? Ben ise yediremediğim için ağlıyorum."
Akıllı adammış, çocuğun iyiliğini babaya atfediyor.
Allah-u Teâlâ Tevbe Sûre-i şerif'inin 126. Âyet-i kerime'sinde, münâfıkların belâ ve musibetlerden ders almadıklarını, intibaha gelmediklerini, küfürlerinde ısrar ettiklerini beyan buyurmaktadır:
"Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret almıyorlar." (Tevbe: 126)
Zaman zaman kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar. Tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belâlara, hastalık gibi musibetlere uğratılıyorlar. Kendilerine gidişatlarının ne kadar vahim olduğunu, küfre kaydıklarını, dinden çıktıklarını hatırlatanlar da bulunuyor. Fakat ne mümkün? Başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamıyorlar. Kendilerine verilen öğütlerin ne kadar uyulmaya lâyık olduğunu mülâhaza etmiyorlar. Nifaklarına tevbe edip, İslâm'a sarılmaya yanaşmıyorlar. Ne içinde bulundukları nifaktan dönüyorlar, ne de ibret alıyorlar.
"Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir." (Tevbe: 127)
Kıt düşünceleri, hakikati aramaktan mahrumiyet-leri sebebiyle bu âkıbete müstehak olmuşlardır.
Nitekim daha önce geçen kavimleri de Allah-u Teâlâ birçok ibtilâlara, belâlara uğratmıştır. Fakat onlar ibret alıp iman etmemişlerdir.
Sonra onlara bolluk vermiş, o bolluk içinde zevk ve sefa sürerlerken yok edivermiş. Hûd ve A'râf Sûre-i şerif'lerinde bunlar hakkında mufassal bilgiler vardır.