İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir. Nefisten, şeytandan, şeytanlaşmış insanlardan, kötülük ve şerlerden, haramlardan, günahlardan, belâdan, cezadan, cehennemden... Hazret-i Allah, hıfz-u himayesine sığınanları engin rahmetine merhametine güvenenleri, O'na yönelenleri, O'na dayananları, yolunda olanları sever. Kapısına gelenleri boş çevirmez, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alır, muhafaza eder.
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar var; şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar büyük harpler var. Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın. Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, sonraya kalanlar donakalır.
O zaman herkes inanacak amma, iş işten geçmiş olacak. İnsan daima O'na sığınmalı, O'na yönelmeli, O'nu görmeli, O'ndan bilmelidir.
Allah-u Teâlâ'ya sığınmak kulluğun en mühim hususiyetlerindendir.
Her türlü tehlike ve felâketten, emniyet ve eman veren O'dur. Her şey, her an O'na yönelip sığınmaya muhtaçtır.
İnsan daima O'na sığınmalı, O'na yönelmeli, O'nu görmeli, O'ndan bilmelidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sen Allah'a sığın." buyuruyor. (Mü'min: 56)
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mâbud O'dur.
İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir. Nefisten, şeytandan, şeytanlaşmış insanlardan, kötülük ve şerlerden, haramlardan, günahlardan, belâdan, cezadan, cehennemden... Hazret-i Allah, hıfz-u himayesine sığınanları, engin rahmetine merhametine güvenenleri, O'na yönelenleri, O'na dayananları, yolunda olanları sever. Kapısına gelenleri boş çevirmez, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alır, muhafaza eder.
İstiâze; Allah-u Teâlâ'ya yaklaşanların vasıtası, O'ndan korkanların sarıldığı ip, suçluların barınacakları çare, musibete uğrayanların merciidir. Kalp ve ruhu şeytanın istilâsından kurtarmaya ve Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi altına girmeye vesiledir.
İstiâze "Firâr-ı ilâllah" makamıdır. Şirkten Tevhid'e, küfürden imana, zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyâdan ihlâsa, kibirden tevâzuya, cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adâvetten muhabbete, tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba... kaçıp sığınmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'a kaçınız!" buyuruyor. (Zâriyat: 50)
O'nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O'na itimat ve teslimiyette bulunun.
Bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir." (Mâide: 16)
Allah-u Teâlâ'nın ism-i şerif'lerinden birisi de "Mümin"dir. İmanı ihsan buyuran, emniyet bahşeden, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alıp muhafaza eden ve huzura erdiren demektir. Emniyet ve eman kaynağı O'dur, her şey her an O'na yönelmeye, O'na dayanmaya, O'na sığınmaya muhtaçtır. Her şeyin sahibi O'dur
Âyet-i kerime'de:
"O'ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın." buyruluyor. (Kehf: 27)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Hazret-i Allah'a tevekkül etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş bulunmamaktadır.
Şeytanın iğvâ ve saptırmalarından, vesvese ve desiselerinden Allah-u Teâlâ'ya sığınmak da bir emr-i İlâhi'dir:
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın!" (Fussilet: 36)
Allah-u Teâlâ'nın nimetinin büyüklüğünü ve cezasının şiddetini düşün, yardım ve korunmasına ilticâ et, istiâzede bulunmak suretiyle himayesine girmeye çalış.
"Çünkü O işiten ve bilendir." (Fussilet: 36)
Sığınmanı işitir, niyetini bilir. Lütfunun bir tecellisi olarak seni himayesine alır ve bu dileğini kabul eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin söyleyeceği lâfızlarla şeytanın iğvalarından, hile ve desiselerinden kendisine sığınmayı emir buyurmuştur:
"De ki: Rabb'im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabb'im! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." (Müminûn: 97-98)
Her insan daha hayatta iken noksanlıklarını gidermeye çalışmalı, her zaman için şeytanın şerrinden Allah-u Teâlâ'ya sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den; Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm'a "Yâ Resulellah! Bana sabah ve akşama eriştiğimde söyleyeceğim bir kaç kelime emir buyur." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Allah'ım! Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve âşikârı bilen! Ey her şeyin Rabb'i ve Melik'i! Şehâdet ederim ki senden başka Mabûd-u bil-hakk yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve şirkinden sana sığınırım."
De ve bunları sabaha çıktığında, akşama eriştiğinde ve yatağa girdiğinde söyle." (Ebu Dâvud)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir duâlarında nefisten Allah'a sığınmışlar, bize onun ne büyük bir tehlike, ne kadar korkunç bir düşman olduğuna işaret buyurmuşlardır:
"Ey Allah'ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma." (Bezzâr)
"Allah'ım! Sadece senin rahmetini umarım. Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma. Bütün işlerimi yoluna koy. Senden başka hiçbir ilâh yoktur." (Ebu Dâvud)
"Beni nefsime bırakma. Eğer sen beni nefsime bırakırsan, nefsim beni kötülüğe yaklaştırır ve iyilikten uzaklaştırır."
Binaenaleyh, nefisten ve şeytandan Cenâb-ı Hakk'a çok sığınmak lâzım...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sır kâtibi olan Huzeyfe -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Öyle zamanlar gelecek ki, o zaman sadece boğulmak üzere olan birinin yaptığı gibi duâ edenler kurtulacak." (Ebu Nuaym. Hilye)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Güçlü bir iman ve yakîn duygusu ile bu zikr-i şerifin tekrar ve tilâvetine devam olunsa, mal ve can üzerine gelmesi muhtemel olan musibet ve tehlikelerden insanı korur:
"Hasbiyallahu ve ni'mel vekil."
'Allah bana yeter. O ne güzel vekildir.'" (C. Sağir)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman şöyle duâ ederlerdi:
"Ey Allah'ım! Cimrilikten, tembellikten, sefalet ve bunaklık ile geçen uzun ömürden, kabir azabından, Deccal'in fitnesinden, yaşayışta ve ölümdeki diğer fitnelerden sana sığınırım." (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif'in mânâsı:
"Allah'ım! Nefsime fırsat verme! Bu düşmanlarıma karşı beni muhafaza buyur! Bunların her biri benim zararıma çalışabilir. Bunların şerrinden sana sığınırım." demektir.
Burada nefse, şeytana, şeytanlaşmış insanlara, Deccal'e, kötü huylara fırsat vermemesi için Allah-u Teâlâ'ya sığınma vardır.
Onun Allah-u Teâlâ'ya sığınması, ümmet-i muhteremesine bir numune-i imtisaldir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk'ın Kelâm-ı kadim'inde talim buyurdukları istiâzeler ile Hazret-i Allah'a sığınırlar ve duâ ederlerdi:
"Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim, O büyük arşın sahibidir." (Tevbe: 129)
"İşte benim Rabb'im olan Allah budur. Ben ancak O'na güvenirim ve yalnız O'na yönelirim." (Şûrâ: 10)
"Ey Rabb'im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın." (Müminûn: 118)
"Ey Rabb'im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Ey Rabb'im! yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." (Müminun: 97-98)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri istiâze ile ilgili hususiyetle Felâk ve Nas Sûre-i şerif'lerini inzal buyurmuşlardır.
"Resul'üm! De ki: Ağaran sabahın Rabb'ine sığınırım!
Yaratıkların şerrinden.
Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden.
Düğümleri üfürüp büyü yapan büyücülerin şerrinden.
Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden." (Felâk: 1-5)
"Resul'üm! De ki: Sığınırım insanların Rabb'ine.
İnsanların Melik'ine.
İnsanların İlâh'ına.
O sinsi vesvesecinin (şeytanın) şerrinden.
Ki o, insanların göğüslerine hep vesvese verir.
Gerek cinlerden olsun, gerek insanlardan." (Nâs: 1-6)
Allah-u Teâlâ Felâk ve Nas Sûre-i şerif'lerinde kendisine sığınmayı tavsiye buyurmaktadır.
•
Nuh Aleyhisselâm cehalet ve bilgisizlikten, sebeplere bağlanmaktan Allah-u Teâlâ'ya sığınarak ilticâda bulunmuştur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"De ki: Ey Rabb'im! Bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen ziyan edenlerden olurum." (Hud: 47)
Onun bu sığınışı sayesinde Allah-u Teâlâ da kendisine emniyet vermiş, hem kendisini, hem de beraberinde olanları denizin şiddetli dalgalarından kurtarmıştır.
•
Hazret-i Allah, Kur'an-ı kerim'de İbrahim Aleyhisselâm'ı ve onun Allah'a teslimiyetini, O'na yönelişini, O'na sığınmasını haber veriyor:
"İbrahim gerçekten Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir ümmet idi. Müşriklerden değildi." (Nahl: 120)
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm'ın ve onunla beraber olanların kimler için numune-i imtisal ve ibret olduklarını teşvik için tekrar Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir misal vardır." (Mümtehine: 4)
İbrahim Aleyhisselâm'ın ve onunla beraber olanların Âyet-i kerime'de beyan olunan duâları kıyamete kadar darda kalacak müminlerin de duâsıdır.
"Ey Rabb'imiz! Sana dayandık, sana yöneldik, dönüş sanadır." (Mümtehine: 4)
Her işimizde sana itimat ederek senden başarı diileklerinde bulunduk, sana yönelip günahlarımızdan tevbe ettik. Ahiret âleminde dönüp varacağımız yer senin âlî huzurun olacaktır.
"Ey Rabb'imiz! Bizi inkâr edenlerle imtihan etme!" (Mümtehine: 5)
İslâm düşmanlarını üzerimize musallat etme. Dinimizi ve ırzımızı ayaklar altına almalarına fırsat verme. Bizi ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba mâruz bırakma.
"Bizi bağışla." (Mümtehine: 5)
Bilerek ve bilmeyerek işlediğimiz günahlarımızı af ediver, başkalarına gösterme.
"Ey Rabb'imiz! Yegâne galip, hüküm ve hikmet sahibi ancak sensin!" (Mümtehine: 5)
Sana sığınan küçük düşmez, senden yardım dileyen mahrum kalmaz. Her hükmün yerindedir, her hikmetin güzeldir.
•
Yakup Aleyhisselâm evlât ihâneti ve evlât acısı ile imtihan edildi. Yıllarca yavrusunun hasretiyle yandı, acısını içinde sakladı, kimseye derdim şudur demedi. Şikâyetini sadece Sâhib-i hakiki olan Allah-u Teâlâ'ya arzetti, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi.
"Artık bana güzelce sabır gerekir." (Yusuf: 18)
Buyurarak, tahammül ve ümit numunesi oldu.
Allah-u Teâlâ'ya itimadı ve tevekkülü emsalsizdi. Yalnız O'na güvenmiş, yalnız O'ndan yardım dilemişti. Bunu herkese tavsiye ediyordu:
"Ben ancak O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de O'na tevekkül etsinler." (Yusuf: 67)
•
Yusuf Aleyhisselâm Züleyha'nın kendisine musallat olup zinaya düşürmesinden endişeli olduğu bir zamanda huzur içinde:
"Allah'a sığınırım." dedi. (Yusuf: 23)
Bu gönülden gelen istiâze sayesinde Allah-u Teâlâ onu böyle bir felâkete düşmekten korumuş hem de Mısır'a vezir yapmış, din ve dünya şerefine ulaştırmıştır.
•
Allah-u Teâlâ Eyyub Aleyhisselâm'ın iyi bir kul oluşu, Hakk'a yönelip boyun eğmesi sebebiyle Âyet-i kerime'sinde meth-ü senâ etmiştir:
"Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk." (Sâd: 44)
Başına gelen bütün ibtilâlara en güzel bir şekilde sabretmiş, hiçbir zaman şikâyette bulunmamıştır.
"O ne iyi kul idi!" (Sâd: 44)
Rabb'ine her hâl ve ahvâlde bağlı kaldı, istikametini hiç bozmadı.
"Daima Allah'a yönelirdi." (Sâd: 44)
O'nunla tesellî buluyor, O'nunla hemhâl oluyordu.
•
Musa Aleyhisselâm, Firavun'un kendisini öldürmek için teşebbüs ettiğini duyunca, görünüşte Firavun ve hanedanına karşı çok zayıf görüldüğü halde, sebepleri yürüten Allah-u Teâlâ'ya sığındı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Musa dedi ki:
Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabb'im sizin de Rabb'iniz olan Allah'a sığınırım." (Mümin: 27)
Musa Aleyhisselâm'ın bu yüksek beyanatı gösteriyor ki, her mümin her zaman her hususta Allah-u Teâlâ'ya sığınmalı, daima O'nun hıfz-u himayesine iltica etmelidir.
•
Ashâb-ı kehf'de güzel bir numunedir; onlar Hazret-i Allah'a gösterdikleri sıddıkiyet sebebiyle bu lütuflara nail oldular. Sıddıkiyetle iman ettiler, bu iman sebebiyle Cenâb-ı Hakk onları avucunun içine almış, içinde tasarruf bulundurmuş, yani kudret içinde yaşatmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle haber veriliyor:
"Onlar Rabb'lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırdık." (Kehf: 13)
Rabbü'l-âlemîn'e sığındılar, o büyük sıkıntıda Allah-u Teâlâ onları zâlimlerin zulmünden, büyük sapıklıktan kurtardı. Bulundukları beldeyi terkettiler, bir mağaraya sığındılar. Yangın alevi gibi etrafı sarmış olan fitneden kaçıp kurtuldular. Bu defa Allah-u Teâlâ, onları orada korumayı murad etti ve korudu.
Öyle korudu ki Âyet-i kerime'sinde:
"Onları bir görseydin, mutlaka dönüp giderdin ve için korkuyla dolardı." buyurdu. (Kehf: 18)
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm'a Hazret-i Hacer ile İsmail Aleyhisselâm'ı Belde-i Haram'a götürmesini vahyetti.
İbrahim Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın emrine uyarak Hazret-i Hacer'i henüz süt emen İsmail ile beraber yanına aldı, Burak'a bindirerek, sahraları ve çölleri geçerek Hicaz'a götürdü. Onları Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Haram'ın yukarısına, şimdiki Zemzem'in bulunduğu yerin üst tarafındaki bir ağacın altına bıraktı. O sıralarda orada hiçbir insan yerleşmemişti ve su da yoktu. İbrahim Aleyhisselâm ana ve oğlu buraya bıraktı, yanlarında içi hurma dolu bir dağarcıkla su dolu bir kırba vardı. Oradan izi sıra geri dönerken Hazret-i Hacer arkasına düşerek:
"Bizi bu ıssız yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi.
İbrahim Aleyhisselâm karşılık vermeyip yürüdü.
Hazret-i Hacer:
"Yoksa bizi buraya bırakıp gitmeni sana Allah mı emretti?" diye sordu.
İbrahim Aleyhisselâm:
"Evet, Allah emretti!" buyurdu.
Hazret-i Hacer:
"Öyle ise Allah bize yeter, O bizi korur, himayesiz bırakmaz!" dedi ve döndü.
İbrahim Aleyhisselâm kaybolarak Seniyye mevkiine varınca yüzünü bu günkü Kâbe-i muazzama'nın bulunduğu tarafa döndürdü, ellerini kaldırdı ve şöyle duâ etti:
"Ey Rabb'imiz! Çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için Beyt-i haram'ının yanında ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim.
Ey Rabb'imiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir, çeşitli meyvelerden bunlara rızık ver.
Umulur ki sana şükrederler." (İbrahim: 37)
Nitekim gönülden yapılan bu duâ icabet görmüş, Allah-u Teâlâ insanların gönüllerini onlara meylettirmiş, bu duânın bereketiyle her şeyin ürünü Allah katından bir rızık olarak zamanla oraya götürülmüş, her türlü meyve bulunur olmuştur.
"Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (Nahl: 98)
"Rabb'inin Kitap'ından sana vahyedileni oku! O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. O'ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın." (Kehf: 27)
"De ki: Doğrusu hiç kimse beni Allah'tan kurtaramaz ve ben O'ndan başka bir sığınak da bulamam." (Cin: 22)
"Tağut'a tapmaktan kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. O hâlde kullarımı müjdele!" (Zümer: 17)
"Rabb'inin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O'na yönel." (Müzzemmil: 8)
"Doğrusu ben, benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah onun perçeminden tutmuş olmasın. Rabb'im elbette doğru yoldadır." (Hûd: 56)
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir." (A'râf: 200)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." (Ankebut: 69)
Bu Âyet-i kerime'de çok incelik var.
Allah-u Teâlâ: "Sizin azim ve gayretiniz nispetinde yollarınızı açarım, hidayetinizi artırırım, imanınızı kemâlleştiririm." buyuruyor.
Yolunu açmazsa göremezsin ki, hidayetini artırmazsa bilemezsin ki, imanını kemâlleştirmezse bulamazsın ki.
Bu Âyet-i kerime'nin öz mânâsı şudur:
Bir mahlûkun destekçisi Hazret-i Allah olursa, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olursa bundan daha üstün bir bahtiyarlık ne olabilir? Şüphesiz ki bu da O'nun rızâsı için O'nun uğrunda çalışana verilir.
Halisane bir niyet ve ihlâs ile Hazret-i Allah'a sığınarak, Hazret-i Allah'a dayanarak, Hazret-i Allah'a güvenerek, azim ve gayretle çalışır, mücadele ve mücahede ederse o zaman Allah-u Teâlâ: "Yollarınızı açarım!" buyurur.
İşleri O hallediyor şimdi. Size destek olur. Bir insanı Allah-u Teâlâ desteklerse onun işi bitmiştir. Biz şöyle duâ ederiz:
"Allah'ım sana sığınırım, Allah'ım sana yönelirim, Allah'ım sana dayanırım. Ululuğun hakkı için rızândan, istikametinden, yolundan ayırma."
Onlar, Hakk'a sığındıkları ve Hakk'a dayandıkları için Allah-u Teâlâ'nın desteği oldu. Sığınmak ayrı, dayanmak ayrı. Sığınmak; samimi olarak hulusi bir kalp ile Hazret-i Allah'a sığınır, iltica ederse destekler. Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O'dur. Dayanmak da ona güvenmek demektir. "Hasbiyallah ve ni'mel vekil" Allah bana yeter, yeter der. Niyeti halis, azmi çok olanı ve kendisine yöneleni Hazret-i Allah destekler...
Bir insan, Hazret-i Allah'a güvenip O'na itimat etmekle helâk olmaktan kurtulur.
Nitekim Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şu duâyı okuduğunu söylemiştir:
"Ey Allah'ım! Ancak sana teslim oldum, sana iman ettim, sana tevekkül ettim, sana yöneldim, ancak seninle düşmana karşı mücadele ettim.
Ey Allah'ım! Beni dalâlete düşürmenden senin izzetine sığınırım. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Ölmeyen, diri ancak sensin, cinler ve insanlar ölürler." (Müslim: 2717)
İyi, güzel, hayırlı ameller işlemeye gayret edin. İyi ameller işlemek için de Hazret-i Allah'a münâcât edin. Bunun için en güzel bir çare var.
Enes -radiyallahu anh- buyurur ki;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!" (Tirmizî: 2141)
Abdullah bin Amr bin el-Âs -radiyallahu anhümâ-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle duâ ettiğini haber vermişlerdir:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taatına çevir!" (Buhârî)
Bunlar kurtuluş çareleri. Çünkü Cenâb-ı Hakk seni ayarlayacak ki sen gideceksin. Sen kendi ayarında gidemezsin. Herkesin bir ayarı olduğu gibi, "Yâ Rabb'i beni sen ayarla!" diyorsun. Rabb'im beni sen ayarla!.. O ayarladığı zaman nereye gidersin? O'ndan O'na ulaşırsın. Yani O'nun ile O'na... "Bir elçi gönderdi, kendisiyle kendisine!" budur. Gönderiyor ama O gönderiyor. O'na ulaştırıyor, işte o kadar. Ah bu ne güzel şeydir. O hıfz-u himayeye alır, O korur. Tasarruf-u ilâhiyeye alır, O yürütür. O zaman yürümek kolay. Çünkü muhafaza ediyor. Ve bu muhafaza her an içindir.
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz:
"Ey Allah'ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru." buyurdular. (Tirmizi)
Her an bir sığınma, her an bir münâcât. Çünkü nefis araya girmesin, girer. Allah'ım şerrinden korusun. Hazret-i Allah, her şeye kâdirdir, merhametlilerin en merhametlisidir. Günahı siler, sevap yazar. Karayı siler, nur yapar. Yeter ki sen senliğini bil, O'na sığın ve münâcât et! Ama münâcât etmesini bil!
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki;
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in duâlarından birisi de şu idi:
"Allah'ım! Kalbimde bir nur kıl, gözümde bir nur kıl, kulağımda bir nur kıl, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur kıl. Beni nur eyle!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2146)
Sağdan, soldan, üstten, önden, arkadan gelecek şeylerden beni koru, nur et beni! Gelecek bu havalardan beni muhafaza eyle. Çünkü O nur ile koruduğu zaman o nuru şeytan delemez.
Allah-u Teâlâ sevdiği kulunun önüne, sağına nur halkeder. O nur aslında dünyada husule gelir. Dünyadan ahirete intikal eder. Gaye nur olabilmek.
Allah'ım cümlemizi nur etsin. Nur ederse kabirde toprak çürütmez. Ahirete nur olarak çıkarır, cehennem de yakmaz.
Ebu Zerr-i Ğıfârî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Allah bir kula hayır murad ettiği zaman, onun kalbinin kilidini açar. Onun kalbinde yakîn ve sıdk hasıl eder. Onun kalbini, içine girenleri koruyan bir muhafaza kabı kılar ve o kimsenin kalbini selim, lisanını sâdık, ahlâkını müstakim, kulağını işitici ve gözünü de görücü kılar." (Râmuz el-Ehâdis)
"Onun kalbini, içine girenleri koruyan bir muhafaza kabı kılar." buyuruluyor.
O kılıfa giren kurtulur. Hayatta veya mematta kim ki o gönüle girmişse ona yeter.
O muhabbet kılıfının içine giren kurtulur. Çünkü onlar kılıf gibidir. Burada olalım, burada ölelim. Dışarısı âfat. Onun âfat oluşu, helâl lokmanın olmayışı, nefis ve arzusu ile yaşama isteği, Hakk yolundan çıkış.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"O zâta, o kutb-u irşâda inanan ve sevenler, ona teveccüh etmeseler de, Allah-u Teâlâ'nın zikrinden hâlî olsalar dahi, yalnız bu sevgileri sebebiyle irşad ve hidayet nûruna kavuşurlar." buyuruyor. (260. Mektub)
Yâni; "Ona muhabbet kâfidir." diyorlar.
"Hazret-i Allah onu sevdiği için, onu seveni de sever!" demektir.
"Ben onu seviyorum, onu seversen ben de sizi severim."
Mühim olan Hazret-i Allah'ın sevgisidir. Bırak ötesini...
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyuruyorlar:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın." (Kitâb'ün-Netice)
O, onun vekili olduğu için, ona yapılan muhabbet Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan muhabbet gibidir. O şefaat ettiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın izniyle o da şefaat eder.
Allah'ımız nurumuzu artırsın, nurumuzu tamamlasın, cümlemizi nur eylesin, nûrun alâ nûr eylesin.
Allah-u Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, onlar O'nun hıfz-u himâyesindedir ve tasarruf-u ilâhîsindedir. Onlar Rabbül-âlemîn'e sığınmışlardır. Onlar mahfuzdurlar ve Rabb'i iledirler.
Daha dünyada iken:
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardırlar.
O almış onları. Hem hıfz-u himâyesindedir, hem de dilediği zaman huzuruna çeker. Her zaman değil de dilediği zaman.
Hazret-i Allah'a sığınma nasıl olur?
Farz-ı muhal ki sen bir tulumun içine girdin, her tarafını kapattın, tulumda nefes alıyorsun.
Bu sığınma da aynı bunun gibidir. O Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesine girmiştir, O'nunla nefeslerini almaktadır. Bu, bilinmeyen bir mevzudur. Burada sizin anlayacağınız tabiri ve temsili kullanıyorum.
O kişi, o anda kabre girmiş gibidir, dış âlemle her türlü ilgisi kesilir. O'na sığındığı zaman O'nunla hemhâl olur, O'nunla nefes alır ve O'nun ilhamı ile konuşur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'de buyurur ki:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu):
"Onlara ilk vereceğim şey nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
O anda ne hitap edeceğini, kalbine neyi ilham edeceğini, ne duyurmak istediğini, nasıl bir şey akıtacağını, ne nur vereceğini ancak O bilir. Şimdi bu bir hususiyet oldu.
Allah-u Teâlâ bir ilham verir, o ilham kitap yazar.
Bu hususta bir temsil arzedelim:
"Ki o, insanların göğüslerine hep vesvese verir." (Nâs: 5)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere şeytan insana bir iğvâ verir ve gider, kalpte kuruntusu kalır. Onun o iğvâsı insanı oyalar durur.
Şeytan ki bunu yapıyor, insanı yaratan Allah-u Teâlâ ilham verdiği zaman neler olur? O nuru kalbe indirdiği zaman o kalp nurlanır, o nur ışığı ile hakikat görülür. Bu Rahmânî ilham, şeytânî iğvâya hiç benzemez.
Rahmânî ilham ilâhî bir lütuftur ve Hadis-i kudsî'de buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ'nın yüzü ile yöneldiği kimseye mahsustur, başka kimseye değil. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın hususiyetine aldığı has kullarıdır.
Tek kelime ile o, o anda Hakk iledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
Bu, budur işte. Bu, yalnız Resulullah Aleyhisselâm'ın vekillerine mahsustur. Onun vekili olduğu için bu hâle mazhar olurlar.
O sığındı, kabın içine girdi, dünya ile ilgisini kesti. O hıfz-u himayededir, artık oraya hiçbir şey giremez. Bu esrâr-ı ilâhî'ye yalnız o mazhar olur.
Hıfz-u himayede olduğu için, tasarruf-u ilâhîdedir. Onun ile harfsiz-hurufatsız, murad ettiği şekilde perde arkasında konuşur.
Yani istediğini ona ilham eder. Rabbisi kalbine neyi ilham ederse bilir. Onun kalbine akıttığı, duyurduğu şeyi de ondan başkası bilmez. Bu esrâr-ı ilâhî onlara mahsustur.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde İbrahim Aleyhisselâm'ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Doğrusu ben Rabb'ime hicret ediyorum. Çünkü O, çok güçlü ve hikmet sahibidir." (Ankebût: 26)
İbrahim Aleyhisselâm bu beyanı ile; her şeyden arınıp tam bir hulûs ve teslimiyetle Allah-u Teâlâ'ya yöneldiğini, hedefini belirleyenin, kendisine yol gösterenin Allah-u Teâlâ olduğunu, Rabb'inin uğrunda vatanını terk edeceğini, O nereye götürürse oraya gideceğini belirtmiş, nihayet yurdunu ve kavmini küfürleri sebebiyle Allah için terketmenin mükâfatını görmüştür.
Şimdi bu Âyet-i kerime'nin; bâtıni, ledûni manalarını arz edelim:
Dünya bir imtihan sahnesidir, ya ebedî saadet, ya ebedî felâket. Dünya ve içindekiler Hazret-i Allah'a kulluk yapmaya, yolunda yürümeye mani olmamalıdır. İnsan her zaman Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, emir ve nehiylerini seve seve yapmalıdır. Nefis var, şeytan var amma insan Hazret-i Allah'a kulluk yapmalı, Hazret-i Allah'a sığınmalı, Hazret-i Allah'a dayanmalı ve güvenmelidir. Dünya ve içindekileri kalbine sokmamalıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatıdır.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır." (Âl-i imrân: 14)
Bunlar sizi meşgul etmesin. İmtihandasın unutma!..
O'nun katındakiler güzeldir. O'nun rızâ ve hoşnutluğunu kazanırsan ebedî saadet ve selâmetini lütfeder. Kendine bir sor? Gönlünün sultanı kim? Nazargâh-ı ilâhi olan kalbini; suretlerle, muhabbet ettiğin şeylerle mi doldurdun? Muhabbetullah'tan gayri her türlü muhabbet Hakk'a ulaşmak için birer engeldir, çengeldir. Hazret-i Allah'a ulaşmaya mânidir.
Âyet-i kerime'de:
"Herkesin yöneldiği bir yönü (kıblesi) vardır." buyuruluyor. (Bakara: 148)
Kâbe-i muazzama müslümanların kıblesidir. Gerçekten iman edenler kalplerini oraya çevirmiştir.
Âyet-i kerime'de her ne kadar Kâbe-i muazzama görünüyorsa da, kişinin Allah-u Teâlâ'nın hükmüne uyup uymadığına bakılır. Resulullah Aleyhisselâm'ı gönlüne alan, onu gönlünde bulan kurtulmuştur. Kalbinde Hazret-i Allah olursa, dünyada da O'nunlasın, kabirde de O'nunlasın, mahşerde de O'nunlasın, cennette de O'nunlasın.
Mevzuyu biraz daha açalım:
Ömer bin Hattab -radiyallahu anh-den rivayetle Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Ameller niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği şey vardır. Bu nedenle kimin hicreti Allah'a ve Resul'üne ise O'nun hicreti Allah ve Resul'üne olur.
Kimin hicreti elde edeceği bir dünyaya ve evleneceği bir kadına olursa, onun hicreti hicret ettiği şey için olur." (Buhârî, 50)
Bu Hadis-i şerif çok mühim. Kimin niyeti Allah ve Resul'üne hicret etmek ise o Rahman'ın yolundadır. Kimin niyeti dünya, kadın ise o şeytanın yolundadır. İman buradan kayıyor; para, mülk, kadın. Üç yerden imanı değiştiriyor.
"Kıbleleri hanımları olacak."
Hadis-i şerif'inde beyan buyurulduğu üzere kıbleye yöneliyor, fakat onun kalbi Hakk'tan gayrı şeylerle, mâsivâ ile dolmuş. Hanımı var, serveti var, malı var. Kalıbı namazda, gönlü başka yerlerde. Bu gibi kimseler Hakk'ı nasıl bilebilir, nasıl görebilir?
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Tâğut'a tapmaktan kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. O halde kullarımı müjdele!" (Zümer: 17)
Tâğut'tan kaçınmaktan maksat, Tâğut'u reddetmek ve inkâr etmek demektir. Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ise iman etmek demektir.
Her milletin Tâğut'u; Hazret-i Allah ve Resul'ünün emrinden başka neye ve kime uyuyorlarsa odur. Allah yolundan başka hangi yolu takip ediyorlarsa, tâğut odur.
Tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir, açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. Hülâsa olarak, Allah'tan mâdâ ilâh edindiğin her şey, kalbinde putlaştırdığın ne ki varsa tâğuttur, cehenneme götürür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah, hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Dünyaya muhabbet, büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır.
Herkes, "İnandık!" diyor; kimi menfaati için, kimi dünya için, kimi nefsi için, kimi imamı, önderi için, hükm-ü ilâhiyi arkaya atıyor, dinden çıkıyor; oluyor münafık...
Burada bir Hadis-i kudsî meydana çıkar:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Burada Cenâb-ı Hakk kuluna hitap ediyor:
"Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor."
Dikkat edin Cenâb-ı Hakk gadaba gelmiş. "Önemli bir hadisem var!" Yani; "intikam alacağım!" buyuruyor.
Allah'ım bizi onlardan etmesin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" (Tirmizî)
Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Dünyada ehl-i kubur haliyle yaşarsan orada ona ölüm yok. Niçin? Dünyada kendini orası için hazırlamış.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." buyuruyor. (Tirmizî)
Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak. Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap!
Bir insan, Hazret-i Allah'a çok samimi olacak. Hazret-i Allah'tan çok korkacak. Hazret-i Allah'ı çok sevecek. Boynun bükük, gözün yaşlı, gönlün Hakk'ta olacak. Amma çoluk çocuğa bağladığın zaman o bağ çözülüyor.
Nefis en büyük düşman.
Hâdis-i şerif'te:
"En şiddetli düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir." buyuruluyor. (Beyhakî)
Onunla mücadele etmek gerek, o kâfirdir. Onu müslüman etmek zor amma yavaş yavaş dereceleri aşmak gerek.
"Mümin-i kâmil olanlar, Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." (İbn-i Mâce)
Nasıl oluyor? Nefsin sayesinde. Nefisle mücadele sayesinde insan melekleri de geçebilir.
İnsanda nefis var, şeytan var, dünya var, arzular var, bunların hepsi imanı tehdit ediyor. Allah'ım muhafaza buyursun! En büyük mücadele nefisle, onunla terakkiyat mümkün oluyor.
"Ben Rabb'ime hicret ediyorum." Âyet-i kerime'sindeki ledunî manaya gelince;
Hicret; küfür diyarından, İslâm diyarına olur. İnsan her şeyini bırakıp başka bir memlekete hicret ediyor da her türlü varlığından sıyrılıp Hazret-i Allah'a gitmek, O'na kavuşmak isterse, O da onu çekerse esas hicret bu oluyor.
Ahlâk-ı zemimeden, ahlâk-ı hamideye hicret; sıfat-ı hayvaniyeden, sıfat-ı insaniyeye hicret. İnsân-ı kâmile hicret. Varlıktan yokluğa, yokluktan hiçliğe, hiçlikten fenâya, Fenâfillah'a hicret...
Varlığını atacaksın ki Var'ı bulasın.
Varlığını ifna et ki, Var'a kavuşasın. Varlığından zerre kadar kalırsa Var'a manidir, perdedir. Hiç olduğuna, üzerindeki varlığın Sahib'ine ait olduğuna kendisi inanırsa ve inandırmaya çalışırsa mahviyet üzeredir. Her varlık Hakk'a perdedir. Gerçekten hem Hakk'a ulaşmaya hem de görmeye manidir.
Vücut denilen kafesten kurtulacaksın ki hiçliğe ulaşacak ve Hazret-i Allah'a varacaksın. Kalıp, vücut bir kafestir. Ruh ulvidir, sufli cesede kapanmıştır. Hazret-i Allah ruhu kendisine çektiği zaman dünyanın; aile, çocuk, vücut hiçbir hükmü kalmaz.
Yılanın derisinden soyunduğu gibi varlıktan soyunmak gerekiyor. Eğer sen soyunursan, Hazret-i Allah seni giyindirir. Takvâ elbisesi giydirir, edeb-hayâ elbisesi, ilim-irfan elbisesi giydirir. Artık sen, O'nun elbisesini taşırsın. Dünyada da o elbise ile, mahşerde de o elbise ile gezersin.
Madem ki bununla bu kadar saâdet elde ediliyor. Öyleyse bir an evvel varlık-benlik elbisesinden soyunmamız gerekiyor. O'nu bilmek, O'ndan bilmek. Fakat O'nu bilmek için O'na yakın olmak lâzım. O'na yakın olunca O bize daha yakın olur. Vaktaki varlığı atarsak altından O çıkar.
"Şu çıkar gayeyi gönülden taht-ı celil eyle."
İnsan varlıktan soyunursa, gönülde var olanları atarsa, Var'ı bulduğu zaman meğer O imiş. İyilik de O'ndan, ihsan da O'ndan, ikram da O'ndan, hepsi O'ndan. Şimdi bunun en büyük fazileti O'nunla olmak.
Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya, o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna olup, yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse O'nun göstermesi ile azâmet-i ilâhiyi görür. Azâmet-i ilâhi'yi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Rabb'imi Rabb'imle bildim." buyurmuşlardır.
Yaratılışı olan bir damla meniye indiği zaman, âyân-ı sâbitesini gördüğü zaman, Allah-u Teâlâ'nın tecellisi husule geldiği zaman bir de bakar ki yalnız O var. Vücud da O, mevcud da O...
Hazret-i Allah ile olmaya, Allah'tan gayrısını dünya bile olsa zerre kadar görmemeye "Firâr-ı ilâllah" denir. Hazret-i Allah'a doğru koşmak. Hazret-i Allah'a kaçmak, Hazret-i Allah'ı tercih etmek demektir. Allah-u Teâlâ ile olmak demektir. Başına gelen her şeyde Hazret-i Allah'a sığınıp, kimseye istinad edilmeyecek.
Bütün dünya bir elbise olsa, onu da ziynetiyle, her şeyiyle sana verip giydirmek isteseler, ondan aslandan kaçar gibi kaçıp Allah-u Teâlâ'ya sığınırsan "Firâr-ı ilâllah"tasın. Gönlün bir zerre dahi olsa orada kalırsa orada değilsin. İşin özü budur.
Bu ölçü, Yaratan ile yaratılanların bir mihengidir, kişinin derecesi burada belli olur. Bu husus lâf işi değildir, buraya hiçbir düşünce de giremez, hiçbir kimse de giremez. Hükümsüz olan şeyin ismi olmaz ki hükmü olsun.
Şimdi biraz daha izah edelim:
Dünya ve içindekiler cazibelidir, kişiyi cezbeder. Fakat Allah-u Teâlâ'nın nuru, lütfu daha caziptir. O cezbe ile çekerse ötekiler hükümsüz kalır. Yumurta çok kıymetlidir amma civciv çıkıncaya kadar. Civciv çıkınca geriye kabuk kalır. İşte, O cezbe ile çektiği zaman dünya ve içindekiler bir kabuk gibi kalır.
Civciv yumurtadan çıktığı zaman nasıl ki yumurtanın hükmü kalmıyor ise, Allah-u Teâlâ kişinin ruhunu kendisine çektiği zaman da dünyanın, ailesinin, çocuğunun, vücudunun dahi o anda hiçbir hükmü kalmaz.
Kalıp, vücud bir kafestir. Ruh ulvî olup sufli olan ceset içine kapanmıştır. İşte firâr-ı ilâllah'dan gaye Hazret-i Allah olup O'na yönelmek, Hazret-i Allah'a kaçmaktır. Burada dünya, hanım, çocuk, kalıp, vücut, gaye değildir. Hiçbir şey görülmez. Görür gibi görünür amma gönül onlarda değil, O'ndadır. Artık onun Hakk ile irtibatı vardır; cesedi ile dahi olmaz, olmak da istemez. Ancak nefis ruhun bineği olduğu için, insan cesedini taşımak mecburiyetindedir. Taşımak için de rahata, istirahata, yemeye, içmeye ihtiyacı vardır. Yoksa ruh onlara da muhtaç değildir, nefis muhtaçtır. Şimdi burada nefis ile ruh ayrılmış oldu. Ruh bunların hiçbirisine muhtaç değildir, nefis muhtaçtır.
İşte nefis ile ruh, muhabbet-i ilâllah ile firâr-ı ilâllah ile ayrılmış olur.
Ledunî yolun içyüzü budur. Yani Hakk ile hallenmek demektir. Gönlün bir zerre dahi olsa orada kalırsa orada değilsin. İşin özü budur. Yaratan ile yaratılanların mihengidir.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur. Nefsin arzusu ile Hakk yoluna giderken dahi, kişinin arkadaşı nefistir ve şeytandır.
Nefis nuru çamurla örtmek ister. Uykudan uyanınca, çamur kalkınca kendisini görür.
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın. Size hidayet erişince, sapıklığa düşenlerin sapıklıkları size zarar vermez. Onların zarar ve mesuliyetleri sırf kendilerine âit kalır.
"Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir." (Mâide: 105)
Bu ilâhî beyan doğru yolu bulanlara bir mükâfat sözü, sapıklığı tercih edenlere bir tehdittir.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır." (Câmiu's-sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması; sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim mücahede ederse kendi öz nefsi için mücahede etmiş olur." (Ankebût: 6)
Ecel gelinceye kadar bu uğurda çalışıp çabalayan, fitnelere, imtihanlara göğüs geren kimse, sırf kendi hesabına ve kendi menfaatine çalışıp çabalar.
"Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnidir." (Ankebût: 6)
Kullarının itaatine ve cihad etmelerine ihtiyacı yoktur. Hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç değildir. Cihadı ancak onlara lütufta bulunmak ve bol mükâfat kazanmalarını sağlamak için emretmiştir.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
İnsan, tuzaktaki daneyi görüp ona yaklaşan kuşa benzer. Kuş danenin arkasında kendisini bekleyen tehlikeyi görmediği için tuzağa düşer. İnsan nefsinin arzularına uyarsa, sürüklenmekte olduğu cehennemi göremez.
Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2036)
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Bu noktada mühim bir incelik vardır. Ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun, kişi bu tecelliyâtı Allah-u Teâlâ'nın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazadadır. Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine ruhsat verir ve musallat eder. Ruhsat nispetinde musallat olur, müsâde edilmezse yine bir şey yapamaz. Bu noktada Allah-u Teâlâ'ya nasıl sığınmak ve merbudiyet kurmak gerektiğini, kişinin bırakıldığı anda düşmanın kendisini istilâya hazır olduğunu belirtmek istiyoruz.
Âyet-i kerime'de:
"Eğer Rabb'inden bir işaret görmemiş olsaydı, belki Yusuf da ona kastetmiş gitmişti. Böylece biz ondan kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik. Çünkü o bizim ihlâslı kullarımızdandı." buyuruluyor. (Yusuf: 24)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir duâları şöyledir:
"Beni nefsime bırakma! Eğer sen beni nefsime bırakırsan, nefsim beni kötülüğe yaklaştırır ve iyilikten uzaklaştırır."
Mücadele etmek suretiyle Allah-u Teâlâ'ya sığınmaktan başka kurtuluş çaresi yoktur. Kişinin son gayretiyle mücahede ve mücadelesini yapması, sonra da yapamadığını anlayıp Allah-u Teâlâ'ya sığınması gerekir. İşte nefisle mücadele budur.
Âyet-i kerime'de:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruluyor. (Yusuf: 53)
Nefsi size şöyle tarif edeyim:
"Nefsimin küçücük olduğunu gözümle görsem -ki Allah-u Teâlâ dilediğine gösterir-, bu küçük nesne bin parçaya ayrılsa, bir parçasından Allah'ıma sığınırım. Değil binde birinden, tozundan Allah'ıma sığınırım. Çünkü onun şerrinden ve hile-i desiselerinden beni ancak Rabb'im kurtarır."
İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı talim buyurmuştur:
"Ey Allah'ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru." (Tirmizî)
Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ'dan gelir. Kişi helâl lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya çıkmaya başlar. Tarikat merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhî lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın.
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer. İşimiz rızâ olsun, nefsimiz değil, ruhumuz doysun.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de nefsi şöyle tanıtıyorlar:
"Bütün fesadın kaynağı nefs-i emmaredir. O zâtî bir hastalıktır, öldürücü bir zehirdir. Kulluk makamına zıttır." (Mektubât. 440. Mektup)
"Şeytanın hilesi çok zayıftır. Ne yapıyorsa, düşman olan nefsin ona yardım ve yataklık yapması ile yapar. Gerçekte bizim belâmız ruhlarımızın da düşmanı olan nefs-i emmare'dir. Bu hasis düşmandan başka kendine düşmanlık yapan hiçbir şey yoktur. Hariste olanlar ne yapıyorsa onun yardımı ile yapmaktadırlar.
Öyleyse yapılması gereken şey nefsin başını kesmektir. Ona boyun eğmekten kaçınmaktır." (445. Mektup)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruyor. (Furkân: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
Tarikât-ı âliye'deki nefis terbiyesine en güzel misal, yünlerin halı hâline gelmesidir.
Çok uzak yerlerden getirilen kirli ve karışık yünler evvelâ kazanlarda yıkanıp temizlenir. Sonra çeşitli taraklardan geçerek didik didik olur, tel tel ayrılır ve iplik hâline gelir. Benliği tamamen gider, renk renk boyandıktan sonra istenilen şekilde yumak olur.
Halı olabilmesi için de, bir dekoratörün kâğıda çizdiği dekorlar üzerinde renklerine ve ölçülerine göre yerleştirilmesi gerekir. Nihayet tezgâhlarda dokunarak bu ipliklerden en güzel halılar meydana gelir.
Daha önceleri üzerine bastığımız zaman ayağımıza dolaşan o kirli yünler, şimdi artık basmaya kıyamadığımız nâdide birer halı olmuştur. Hiç kimseyi incitmez.
İşte nefis de kirli yün gibidir. Ayrı ayrı bölümleri vardır. Temizlene temizlene, incele incele, taraklardan tezgâhlardan geçe geçe halı gibi olup, ayak altına serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmaz, tarikat mektebi de bitmiş sayılmaz. O ana kadar fırsat buldukça kişinin hep ayağını dolaştırır.
Evvelâ didik didik yapacaksın, halı gibi olduktan sonra onu yere sereceksin. Ayak altına serdiğin zaman rahat ayak basabilirsin. Yoksa hilekârdır, emniyet etmeye gelmez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu duâyı çok yapardı:
"Ey Allah'ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma." (Bezzâr)
Resulullah Aleyhisselâm böyle yalvarıyor.
Çünkü nefis, fırsat bulduğu anda "Ben!" der, hemen ilâhlık dâvâsı güder. Bu da gizli bir şirktir. Eğer insan bunun bastıra bastıra üzerine giderse, bu bir şirktir, o da olur bir müşrik. Bunu çok iyi bilelim. Allah'ımız bizi bunun şerrinden kurtarsın.
Bunu onlar biliyor ve yapıyordu. İnsan bilmiyor. Allah-u Teâlâ bir an bıraksa helâk olacağını da düşünemiyor.
Yâ Rabb'i! Muhtacım sana. Bir an bıraksan helakime vesile olur. İnsan bunu düşünemiyor. Ne kadar hassas.
İncecik bir ipe bağlamışlar ve salmışlar. Şimdi bırakırsa seni kim kurtarır? Nasıl sığınmak lâzım. İnsanoğlu bilmeyerek burada kayıyor. "Ben yaparım!" O da bırakıveriyor. Allah'ım beni bana bırakmasın! Bu gerçekten büyük bir korkunun, bir ciddiyetin ifadesidir. Bu hususu o nispette kavramamız ve o nispette Hazret-i Allah'a sığınmamız icap ediyor.
Çünkü bizi bize bırakırsa nefis hakim olur, o tahakküm eder, işler ona göre yürür. O ise rızâya mucip değildir. Onun için insanın hakikaten düşmanı; nefsi, şeytanı, şeytanlaşmış insanlardır.
Allah-u Teâlâ'nın dostluğu hepsinden yüksektir. Bir insan, kalben Allah-u Teâlâ'ya bağlanır ona o yeter.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir kulunu himayesine alırsa, o kulunu bırakmaz. Ona râzı olacağı işleri ilham eder, kötü işlerden men eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Vallâhi Allah, sevdiği kulunu cehenneme atmaz." (Münâvi)
Sebebi? Sevdiği için yakmaz. Fakat Adil-i Mutlak'tır. Kulunun yaptığının muhakkak ki cezasını verir. Yalnız onu sevdiği için cezasını dünyada verir, ahirette onu ateşte yakmaz. Yine sevdiğinden ötürü dünyada da onu kendi iradesiyle kullanır, idare eder. İrade-i cüziye'sini kullanarak nefsi kaçamak yaptığı bir zamanda, külli irade Hazret-i Allah da olduğu için yine ona fırsat vermez.
Allah-u Teâlâ'nın o lütuf sermayesine nail olmak ve lütfuna dahil olmak için sevgi lâzım. Bu sevgi de nasıl temin edilir? O'nun rızasına mucip iş ve harekette bulundukça O sever. Sevdikçe sermayesini artırır, kendisine yaklaştırır. Bir gün olur kendisine ulaştırır.
Zaten Tarikât-ı âliye'nin mânâsı budur. Ahlâk-ı zemimeden arınması, ahlâk-ı hamideye nail olması. Sıfât-ı hayvaniyeden çıkması, sıfat-ı insaniyeye nail olması. Ve insan olarak ahirete göçmesi. Bu şekildeki hareketler bize bunu sağlar.
Yani bir kul Hazret-i Allah'a kendisini sevdirirse Hazret-i Allah onu himaye eder ve kurtarır. Kurtulanlar böyle kurtuldu, sevgi ile kurtuldu. Fakat bu sevginin dışında kalanlar, çok çalışırlar ama âkıbetlerini O bilir. Onun için Allah'ımız bizi bize bırakmasın.
Bunu kimse anlamıyor, bu duâyı kimse çözemiyor. Halbuki beni tutuyor. Bıraktığı zaman ne oluyor. Kim tutar beni? Onun için O var mı, her şey var. İçinde O yok mu, hiçbir şey yok. İstersen allâme ol. Kâğıttan oku, ezberleyip ezberleyip söylersin; fakat içinde O olup muallimin de Allah olursa halkın bilmediğini bilmiş, görmediğini görmüş olursun. O'nunla olmak insanoğlu için kâfidir. Allah ehli halka muhtaç değil. Ne halka muhtaç ne de halkın verdiğine muhtaç. Onun için Allah ehli kimseden bir şey talep etmez. Sır da buradan geliyor.
Allah'ımız güzel hâl ile hallendirsin. O güzel hâl ile hallenmek için Hazret-i Allah'a gerçekten yaklaşmamız lâzım. Rızâsına mucip iş ve hareket yapmamız lâzım. İbadet ve taate yönelmemiz lâzım. Bu şekilde O'nun rızâsını kazanırsak O bizi hıfz-u himâyesine, tasarruf-u ilâhiyesine alır. "Benim kulum!" der.
Allah-u Teâlâ seni severse, seni kendisine çekerse, hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhiyesine alır.
Hıfz-u himâyesi ile kötülerden korur, muhafaza eder, nefsinden, şeytandan, şeytanlaşmış insanlardan, şehvetten korur. İmanını yok edecek şeylerden korur. Tasarruf-u ilâhiyesine alır, rızâ yolunda yürütür. Tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurduğu kimseyi O idare eder, lütfuyla doldurur.
O zaman ne olmuş olur? Bizi bize bırakmamış olur. Nefse fırsat vermemiş olur. Dolayısıyla kulunu çekmekle kurtarmış olur.
Mühim olan mahlûkun Hâlik'ına kendisini sevdirmesidir. Sevdirmeye amil olan da emrini tutmak, nehyinden kaçmak, cihad etmek, üç kelime...
Binaenaleyh bu yola alındıktan sonra Cenâb-ı Hakk kulundan sadakat bekler, teslimiyet bekler, ihlâs bekler. Bu üç noktayı temin ettiğin zaman o hıfz-u himâye ile Hakk'ın lütfuyla yürür. Onun yürümesi, O'nun yürütmesi olduğu için çok güzel yürür, şaşmaz.
Allah'ım yolundan, rızâsından, istikametinden bizleri ayırmasın.
Yakın olan kulların Hazret-i Allah'tan en çok istedikleri nedir bilir misiniz? Ölüm...
Nefsin kendisini beğenmesi korkusundan bir an evvel göçmeyi isterler. Kendini beğenme derdi bu kadar tehlikelidir. Beğendiği an helâk eder Hazret-i Allah.
Kişide bir iyilik bir güzellik husule geliyorsa, O'nun koyduğu sermayenin eseridir. Kötülükler ise zaten nefsimizin mahsulüdür.
Hazret-i Allah bir kulu bırakmadıkça bu hale düşmez. Bir de bırakıverirse, kendini beğenir, helâk olur gider. Kılıçla biçilir gibi biçilir.
İnsan yalnız içki içmekle sarhoş olmaz. Hırs, hased, riyâ, kin, kibir, şehvet, yalancılık… gibi ahlâki zemimelerin herhangi biri insanda bulunursa onu sarhoş yapar ve böylece asliyetinden uzaklaşır. Artık o kimseyi hakikate çekmek çok zor olur. Çünkü o, sıfat-ı hayvaniye icraatı yapar. O hayvan ne yaparsa, o sıfattaki insan da o surette icraat yapar.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister. Kişiyi tanımaz. "Benim!" der. Hazret-i Allah'ın hükmüne karşı gelen bu mahlûk, düşman. Bundan ötürü insanda hayvanî sıfat doğuyor.
Hangi sıfatla öldüysen öyle haşrolunursun. Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesiyle insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur, lafla değil.
İhvanda o nispette edep, mahviyet, tevâzu olacak ki rızâya yönelsin ve Hazret-i Allah da onu sevsin.
Hakk'a yönelen bir insan, iradesini "Nefsini ıslah etme" yönünde kullanırsa;
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım eder (sarılırsanız) Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)
Âyet-i kerime'si mucibince Allah-u Teâlâ'nın yardımına erer.
Nitekim Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi:
"Ey Allah'ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin." (Müslim: 2722)
Şu halde vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ azmi nispetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir." (Ankebût: 69)
Bütün bu lütuf iyilikleri Allah-u Teâlâ'nın desteğinden ileri gelmiştir. Niyetini değiştirdiği an hepsi hükümsüzdür.
Kişi: "Bana bu sermayeyi koyana, bunları bana sevdirene ve yaptırana sonsuz şükürler olsun." diye şükrünü artırırsa ve içten içe hizmeti ve ibadeti arzu ederse, Allah-u Teâlâ ziyadesini ihsan buyurur.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiç korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (En'âm: 48)
Lâyık oldukları mükâfatlara er geç kavuşacaklardır.
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar var; şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar büyük harpler var. Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın. Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, sonraya kalanlar donakalır. O zaman herkes inanacak amma, iş işten geçmiş olacak.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
Ortalık çok karışık. Bunu tarif için şöyle bir örnek verelim. İnsan denize baktığı zaman sessiz, sakin olarak görür. Ama denizin içi, altı kaynıyor.
Dünyanın bugünkü durumu budur. Herkes hareket halinde ama kapak altında, kapalı. Yarın bu kapak patladığı zaman, patlayan yanardağ misâli dünyayı alev saracak.
Bugün akıllı olan kimse Hazret-i Allah'a sığınmalıdır.
Allah-u Teâlâ:
"Allah'a kaçınız." buyuruyor. (Zâriyât: 50)
Evet bu Âyet-i kerime de vardır amma ayrıdır, bu âyetin manası; siz Allah'a kaçınız, sizin yardımcınız O'dur, ihsan ve ikramı bol olandır.
Bir de;
"Sen Allah'a sığın!" (Mümin: 56)
Âyet-i kerime'si vardır ki çok daha mühimdir. Bugün Hazret-i Allah'a sığınma günüdür. Yarın ne olacağını bilmiyoruz. Çünkü o sığınmanın sayesinde, halkın sıkıntılı, telâşlı olduğu zamanda dilerse O seni kurtarır.
Tevbe edip Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a yönelenlere ne mutlu! O dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saadet, ahireti selâmet olur. Çünkü o Hakk ile idi, halk ile değil.
Hazret-i Allah'a yönelelim, bize O yeter! Kalsak yolunda, gitsek yolunda ölelim inşaallah. Bizim için fayda getirecek budur: Yolunda olalım, yolunda ölelim.
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
Kitapları daima okuyun ve böylece bu devirleri aşmaya bakın!
Ey kardeş! Sakın ilâhi hükümleri arkaya atıp, nefis arzusunun peşinden gidenlerden olma. Öğüt ve nasihatten fayda gören müminler sınıfına dahil ol!
Hazret-i Allah ve Resulullah'a gönülden bağlı ol. İbadet ve taata devam et. Mahviyyetten ve hiçlikten ayrılma. Yolu bunlarla alın... Ölçü budur.
Hazret-i Allah kendisine yönelen, ibadet eden kulunu seviyor.
Namazla, ibadetle, zikirle, fikirle, salât-ü selâmla çok meşgul olalım. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in günlük sığınma duâlarını okuyalım...
Dünyaya değil, ahirete özenin. Dünyada özenilecek yer yok. Hele şimdiden sonra ne harpler, ne felâketler var...
Tevekkül; Hakk'tan gelen her şeye boyun bükmek, maddi-mânevi her işi O'na bırakıp O'ndan istemek, yalnız O'na güvenmek ve aradan çıkmaktır.
Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, Zât-ı akdes'ine tevekkül etmeyi de emretmiştir:
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah'a tevekkül et." (Furkan: 58)
Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O'dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.
•
Tevekkül; Hâlik ile mahlûk arasında üstün bir sırdır. Hakk'a tam itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmaktır. İmanın esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir. Bedeni kulluğa, kalbi rubûbiyete bağlamak, Hakk ile mutmain olmaktır.
Tevekkül nefsin arzularını terketmek, gönülden mâsivâyı silip atmaktır. Tevekkül söz değil, hâldir.
Her işte Hakk'a tevekkül etmek iman icabıdır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." (Mâide: 23)
Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ'sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe: 129)
"Ve yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler." (Enfâl: 2)
Büyük bir azimle işe sarılırlar, çalışır, çabalarlar, ellerinden gelen her şeyi yaparlar, sonucunu da Allah-u Teâlâ'dan beklerler. O'na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.
"Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb: 3)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Allah-u Teâlâ'ya tevekkül etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.
•
Tevekkülün de zâhiri ve bâtınisi vardır. Zâhiri olan, işe teşebbüsten sonraki tevekküldür. Bâtıni tevekkül, işi Hakk ile yapmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah kendine tevekkül edenleri (kendisine bağlananları) sever." (Âl-i imran: 159)
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah-u Teâlâ'ya hakkıyla tevekkül etseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır." (Tirmizî: 2345)
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabiî bir sonucudur.
Ashâb-ı kiram'dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik.
Sonra bize şöyle buyurdu:
"Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız.
Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır." (İbn-i Mâce: 4165)
Her şeyin Allah-u Teâlâ'nın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki mânâda tevekkül eden bir mümin; O'na itimat edip, her işini O'na havale etmekle, her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk'tan gelen her şeye severek boyun büker. O'nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri yaratana bağlanır. Arzu da beslemez. Her hâliyle O'na sığınır ve herşeyi ancak O'ndan bekler. O'ndan başkasına aslâ iltifat etmez, meyletmez. Her hâlinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)
Elbette kâfidir!
Çünkü O'na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.
Bir kimse Allah-u Teâlâ'dan korkar, emredilen ve nehyedilen hususlarda takvâya riâyet eder, sebepleri yerine getirdikten sonra tam bir tevekkülle Rabb'ine yönelirse; Allah-u Teâlâ onu sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtarır, tahmin edemeyeceği, aklına gelmeyen yerlerden rızık kaynakları verir, onu başkasına muhtaç etmez.
Tevekkül makamına yükselen takva ehli, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime'lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
"Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir." (Talâk: 3)
Gerçekten bir insan gönlüne Allah korkusunu yerleştirdiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter." (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah'a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhî'dir.
Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hal imkânı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ'nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyültür.
"Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir." (Talâk: 3)
Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi yürütür.
"Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir." (Talâk: 3)
Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.
Hazret-i Allah'a kül olana mahsustur, kul olana değil. Kulluğun içinde benlik var, külün içinde hiçbir şey yok. Kul olmak başka, kül olmak başka.
Yalnız desteklenen insanlar kimlerdir? Bir insan kendisini resimden ibaret görürse, resimden farksız görürse onun destekçisi Hazret-i Allah'tır. Fakat kendisinde varlık görende "Var" olan tecelli etmez ve desteklemez. Bunu katiyetle bilin. Bunun için insan evvela kendini ifna edecek ki Var olan Hazret-i Allah ona lütfu ile tecelli etsin, onu lütfuyla desteklesin. Onun işinin yardımcısı olsun. Yardımıyla yollarını açıversin. O yollarını açtımı iş kendiliğinden gider.
Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hadiseleri yaratan, bilen, dilediğini dilediğine verip dilediğini dilediğinden alan, ezelî ve ebedî hayat ile bâki olan, zât ve kemâl sıfatları ile her şeye hâkim olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri'dir.
Bütün her şey O'nun izn-i iradesine bağlıdır. O'nun izni ve iradesi olmadan ağaçtan bir yaprak bile düşmez. Zerreden kürreye kadar kâinatta her şey Allah-u Teâlâ'nın varlığına şehadet etmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bizi, yarattıklarını görmeye davet ediyor:
"De ki; Göklerde ve yerde neler var, baksanıza!" (Yunus: 101)
Yerleri, gökleri, dağları, denizleri, içindeki çeşit çeşit canlıları yaratan da, rızıklandıran da O'dur. Her şeyi yaratan, rızıklandıran, yöneten hep O'dur. En güzel dilek makamı, sığınma makamı O'dur. Ezelî ve ebedî, gerçek vekil, gerçek dost ancak O'dur. Tevekkül O'nadır. O kendisine sığınanı yalnız bırakmaz, kendine yönelenin, sığınanın duâsını ve dileğini kabul makamı O'nun makamıdır.
Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"İşte Rabb'iniz Allah budur, O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır, öyleyse O'na ibadet edin. O her şeye vekildir." (En'am: 102)
Madem ki Kur'an-ı azimüşan'ında Âyet-i kerime'sinde "Ben her şeye vekilim." diyor, onun için Hakk'tan gelen her şeye boyun bükülecek, maddi mânevi her iş O'na bırakılacak, O'ndan istenecek, yalnız O'na güvenilecek ve aradan çıkılacaktır. Sen çık aradan, kalsın Yaradan. O en güzel vekildir.
"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" (Âl-i imrân: 173)
Tevekkül Hazret-i Allah'ın elli dört farzından birisidir, ilâhi bir emirdir. İlâhi bir emir olduğu için de O'na tam teslimiyetle inanmak bir iman meselesidir.
Tabii ki o yüce Yaratan her şeye kâfidir, her şeye gücü yeter, her şeye kâdirdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Herkesten kuvvetli olmasını arzu eden kimse, Allah'a tevekkül etsin." buyuruyor. (C. Sâğir)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif'lerinde nefisten, şeytandan ve insan şeytanlarından Allah'a sığınmışlar ve bunu tavsiye buyurmuşlardır.
Bazı duâlarında, cinlerden, sihir ve büyüden, nazardan Hazret-i Allah'a sığınmışlardır.
Yine âhir zaman fitnelerinden, Deccal'den, münafıklıktan, insanı fesada düşüren her türlü fitnelerden, kabir azabından, cehennem azabından, hıyanetten, açlıktan, acizlik, korkaklık, tembellik gibi birçok hususta Hazret-i Allah'a sığınmışlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hazret-i Allah'a sığınması Ümmet-i muhteremesine bir numune-i imtisaldir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir çok Hadis-i şerif'lerinde istiâze duâları mevcuttur:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyururdu:
(Eûzü, biızzetikellezî lâilâhe illâ entellezî lâ yemûtu vel-cinnü vel-insü yemûtûn)
"Senin izzetine sığınırım. Sen o izzet sahibisin ki, senden başka ilâh yoktur, yalnız sen varsın. Sen ebedî hayat sahibisin. Cinler ve insanlar ise ölür giderler." (Buhârî. Tecrid-i Sârih: 2181)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- buyururlar ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in duâsından birisi de şu idi:
(Allahümme innî eûzü min zevâli ni'metike ve tehavvüli âfiyetike ve fücâeti nikmetike ve cemîi sehatike)
"Ey Allah'ım! Nimetin zevâlinden, âfiyetinin (belâya) dönüşmesinden, azabının ansızlığından, gadabını celbedecek bütün davranışlardan sana sığınırım." (Müslim)
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- duâlarında şöyle söylerdi:
(Allahümme innî eûzübike min şerri mâ amiltü ve min şerri mâlem a'mel)
"Ey Allah'ım! Bütün yaptıklarımın şerrinden de yapmadıklarımın şerrinden de sana sığınıyorum." (Müslim)
Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh- buyururlar ki:
Size ancak Resulullah Aleyhisselâm'ın söylediği gibi söylüyorum. O şu duâyı yapardı:
(Allahümme innî eûzübike minel-aczi vel-keseli vel-cübni vel-buhli vel-heremi ve azâbil-kabri. Allahümme âti nefsî takvâhâ ve zekkâhâ ente hayrun men zekkâhâ. Ente veliyyehâ ve mevlâhâ. Allahümmi innî eûzübike min ilmin lâ yenfeu vemin kalbin lâ yahşeu vemin nefsin lâ yeşbeu vemin da'vetin lâ yüstecâbü lehâ)
"Ey Allah'ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, düşkünlük derecesine varan ihtiyarlıktan ve kabir azabından sana sığınırım.
Ey Allah'ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.
Ey Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefisten, kabul olunmayan duâdan sana sığınırım." (Müslim)
Şekel bin Humeyd -radiyallahu anh-in "Yâ Resulellah! Bana bir duâ öğretiver." demesi üzerine ona şöyle duâ etmesini söylediler:
(Allahümme innî eûzübike min şerri sem'i vemin şerri basarî vemin şerri lisânî vemin şerri kalbî vemin şerri meniyyin)
"Ey Allah'ım! Kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden, tenasül uzvumun şerrinden sana sığınırım." (Ebu Dâvud)
Sa'd bin Ebi Vakkas -radiyallahu anh-den rivâyete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle duâ edilmesini tavsiye ederdi:
(Allahümme innî eûzübike minel-buhli ve eûzübike minel-cübni ve eûzübike en eradde ilâ erzelil-umuri ve eûzübike min fitnetit-dünyâ ya'nî fitnetet-deccâli ve eûzübike min azâbil-kabri)
"Allah'ım! Cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan da sana sığınırım, perişanlık veren uzun ömürden sana sığınırım. Dünya fitnesi olan Deccal'den ve kabir azabından da sana sığınırım." (Buhârî. Tecrid-i Sârih: 2153)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle duâ ederlerdi:
(Allahümme innî eûzübike minel-aczî vel-keseli vel-cübni vel-heremi vel-buhli ve eûzübike min azâbil-kabri ve eûzübike min fitnetil-mahyâ vel-memâti)
"Ey Allah'ım! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten sana sığınırım. Kabir azabından sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım." (Buharî)
Abdullah bin Abbas -radiyallahü anhümâ-dan:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hasan ve Hüseyin'in üzerine şu duâyı okur ve onlara "Ceddiniz İbrahim de bu duâyı oğulları İsmâil ve İshak'ın üzerine okurdu." buyururdu:
(Eûzü bikelimâtillâhit-tâmmeti min külli şeytânin ve hammetin ve min külli aynin lâmmetin)
"Allah'ım! Bütün insanların, cinlerin, şeytanların ve zararlı şeylerin ve kem gözlerin şerrinden şifâ veren kelimelerine sığınırım." (Buharî. Tecrid-i Sârih: 1384)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyurur ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanı sıra uyumakta idim. Geceleyin uyandığımda yatakta yoktu. Karanlıkta elimle yokladım, elim ayağının altına rastladı.
Secdede idi ve şöyle duâ ediyordu:
(Allahümme innî eûzü birızâke min sehatike. Ve eûzü bimuâfâtike min ukûbetike ve eûzübike minke, lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike)
"Ey Allah'ım! Rızânı şefaatçı kılarak gadabından sana sığınıyorum. Affını şefaatçı yaparak vereceğin cezadan sana sığınıyorum. Senden sana sığınıyorum. Sana lâyık olduğun senâyı yapamam. Sen kendini senâ ettiğin gibisin." (Tirmizî)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre bir zât Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelerek "Yâ Resulellah! Dün gece beni sokan akrepten neler çektim." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm;
"Eğer sen akşama erişince:
(Eûzü bikelimâtillâhit-tâmmâti min şerri mâ haleka)
'Yarattıklarının şerrinden Allah-u Teâlâ'nın tam kelimelerine sığınırım.' diye duâ etseydin, o akrep sana zarar vermezdi." buyurdu. (Müslim)
Diğer bir rivayette Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir kimse bir yere indiği zaman bu duayı okursa, oradan ayrılıncaya kadar kendisine hiçbir şeyin zarar veremeyeceğini beyan buyurmuşlardır. (Müslim)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
(Allahümme inni eûzü bike mineş-şikâki ven-nifâki ve sûil-ahlâki)
"Ey Allah'ım! Ayrılık yapmaktan, münafıklıktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım." (Ebu Dâvud)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
(Allahümme inni eûzü bike minel-cûi feinnehu bi'seddacîu ve eûzü bike minel-hiyaneti feinnehâ bi'setil-bitânnetü)
"Ey Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım, çünkü o pek fena yatak arkadaşıdır. Hiyanetten de sana sığınırım, çünkü o ne kötü huydur." (Ebu Dâvud)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemizden rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu duâlarla duâ ederlerdi:
(Allahümme feinnî eûzübike min fitnetin-nâri ve azâbin-nâri ve fitnetil-kabri ve azâbil-kabri vemin şerri fitnetil-ğınâ vemin şerri fitnetil-fakri. Ve eûzübike min şerri fitnetil-mesîhid-deccâli. Allahümmeğsil hatâyâye bilmâi vesselci vel-beredi. Ve nakki kalbî minel-hatâyâ kemâ nekkaytes-sevbel-ebyeda mined-denesi. Ve bâid beynî ve beyne hatâyâye kemâ bâadte beynel-meşrıki vel-mağribi. Allahümme feinnî eûzübike minel-keseli vel-heremi vel-me'semi vel-mağrami)
"Ey Allah'ım! Cehennemin fitnesinden ve cehennemin azâbından, kabrin fitnesinden ve kabrin azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden, fakirlik fitnesinden, mesih-i deccal fitnesinin şerrinden sana sığınırım.
Ey Allah'ım! Günahlarımı kar ve dolu suyu ile yıka. Kalbimi beyaz elbiseyi kirden pakladığın gibi günahlardan pakla! Benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır.
Ey Allah'ım! Tembellik, ihtiyarlık, günah ve borçtan sana sığınırım." (Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Güçlü bir iman ve yakîn duygusu ile bu zikr-i şerifin tekrar ve tilâvetine devam olunsa, mal ve can üzerine gelmesi muhtemel olan musibet ve tehlikelerden insanı korur.
(Hasbiyallahu ve ni'mel-vekîl)
"Allah bana yeter. O ne güzel vekildir." (C. Sağir)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bir tehlikeye düştüğün zaman bu duâya devam etmeli. Allah-u Teâlâ bunların şerefiyle belâ ve musibetlerin her türlüsünü kaldırır."
(Bismillâhirrahmânirrahîmi velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm)
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile. Güç ve kuvvet ancak ve ancak pek yüce, azamet sahibi Allah'ındır." (Nevadir-ül usûl)
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemizden rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz evinden çıktığı zaman şöyle duâ ederdi:
(Allahümme innî eûzü bike en edılle ev ezille ev azlime ev uzlame ev echile ev yüchele aleyye.)
"Allah'ım! Ben dalâlete düşmekten, ayak kaymasından, zulüm etmekten, bana zulüm edilmekten, câhilce davranmaktan ve aleyhimde câhilce davranılmaktan sana sığınırım." (İbn-i Mâce: 3884)
•
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurmuşlardır:
(Allahümme innî es'elüke minel-hayri küllihi mâ alimtü minhü ve mâ lem a'lemu ve eûzübike mineş-şerri küllihi mâ alimtü minhü ve mâ lem a'lem)
"Allah'ım! Senden bildiğim ve bilmediğim bütün hayırları dilerim. Bildiğim ve bilmediğim bütün şerlerden de sana sığınırım." (Taberânî)
Ebu Ümâme -radiyallahu anh- buyurur ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- çok değişik duâlar yapardı. Biz bu duâlardan hiçbirini ezberleyemiyorduk.
"Yâ Resulellah! Çok değişik duâlar yapıyorsun. Biz bunlardan hiçbirini ezberleyemedik." dedik.
Buyurdular ki:
"Bunların hepsini içine alan öz bir duâyı size haber vereyim mi? Şöyle duâ edersin:
(Allahümme innî es'elüke min hayri mâ seeleke minhu nebiyyüke Muhammedün sallallahu aleyhi ve sellem ve eûzü bike min şerri mesteâze minhu nebiyyüke Muhammedün sallallahu aleyhi ve sellem ve entel-müsteânu ve aleykel-belâğu ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâh)
"Ey Allah'ım! Peygamberin Muhammed'in senden dilediği hayırlardan ben de dilerim. Peygamberin Muhammed'in sığındığı şeylerden ben de sığınırım. Yardımına sığınılacak ancak sensin ve ancak senin yardımınla hayırlara ulaşılır. Güç ve kuvvet ancak Allah iledir." (Tirmizi)
Muhammed bin Vâsi -rahmetullahi aleyh- her gün sabah namazından sonra şu duâyı okurdu:
(Allahümme inneke sellatte aleyna adüvven basîran biuyûbinâ yerânâ hüve ve kabîlühü min haysü lâ nerâhüm. Allahümme feeyyishü minnâ kemâ âyestehü min rahmetike ve kannithü minnâ kemâ kannettehü min afvike ve bâid beynenâ ve beynehü kemâ bâadte beynehü ve beyne rahmetike inneke alâ külli şey'in kadîr.)
"Ey Allah'ım! Sen bize öyle bir düşman musallat ettin ki, o ve maiyyeti bizim tarafımızdan görülmediği halde bizi ve kusurlarımızı görür.
Allah'ım! Onu rahmetinden mahrum ettiğin gibi, bizden de mahrum et. Affından ümidini kestirdiğin gibi, bizden de ümidini kestir. Rahmetinle onun arasını uzaklaştırdığın gibi, bizimle de onun arasını uzaklaştır.
Şüphesiz ki senin her şeye gücün yeter."
Bu zât bir gün mescide giderken şeytan kendisine göründü ve "Beni tanıdın mı?" diye sordu.
"Hayır, tanıyamadım, sen kimsin?" dedi.
Şeytan "Ben İblisim!" diye kendisini tanıtınca "Ne istiyorsun?" diye sordu.
Şeytan dedi ki:
"Senden isteğim, her gün sabah namazından sonra okuduğun şu istiâze duâsını hiç kimseye öğretmemendir. Ben de bunun karşılığı olarak bundan böyle sana karışmayacağım."
Bunun üzerine Hazret şöyle söyledi:
"Vallahi ben bu istiâzeyi herkese öğretirim. Sen de elinden geleni yap!" (İhyâu ulûmi'd-dîn)
"Hatmü'l-Evliyâ" kitabının müellifi Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle söylemiştir:
"Allah-u Teâlâ'yı rüyâmda gördüm ve O'na;
'Yâ Rabb'i! Ben imanımı kaybetmekten korkuyorum.' dedim.
O da bana; sabahın farzı ile sünneti arasında bir kere şu duâyı okumamı emretti:
(Yâ Hayyu yâ Kayyûm, yâ bedîussemâvâti vel-ard, yâ zel-celali vel-ikrâm, es'elüke en tuhyiye kalbî binûri mağrifetike ebeden. Yâ Allah! Yâ Allah! Yâ Allah!)
"Ey Hayy! Ey Kayyûm!
Ey göklerin ve yerin yaratıcısı!
Ey Celâl ve ikram sahibi!
Senden, kalbimi marifetinin nuruyla ebediyyen diriltmeni isterim. Yâ Allah! Yâ Allah! Yâ Allah!"
Biz bu duâyı sabah namazının sünnetinden sonra secdeye giderek secdede okuruz. Onun için bu duâ seçkinlerin duâsıdır. Nihayeti fenâya bağlanır. Fenâ olan bâki olur. Bâki olan Hazret-i Allah bâkidir, amma sen hiçsin.
Seçkinlerin seçkininin bu âlî zâtın bu duâsınının izahını arzedeyim:
"Ey Hayy! Ey Kayyûm!"
"Hayy" da "Kayyûm" da Allah-u Teâlâ'nın İsm-i şerif'idir. Bu ne zaman tecelli eder? Hayy; Yaratıcı O'dur, "Kayyûm" her şey O'nunla kâimdir. Hazret-i Allah ile kaim olan bir kul, varlığını Hazret-i Allah'ta ifnâ ederse, hiç olursa, kendisinden zerre kalmadığı zaman, Bâki olan Allah kalır. "Yâ Bâki ente'l-bâki" çıkar. Bâki olan O'dur, başka bâki olan yok.
Allah'tan başka eser kalmadığı zaman onu mahviyet bürür, artık o insan Allah'ta yok olmuştur. Onda varlığını koyacak yer kalmaz. En mühim nokta burasıdır.
Farz-ı muhal ki bir yaprak toprağa düştü, çürüdü, eridi, artık hiçbir şey kalmadı. Ne oldu? Toprak oldu. Var olan bir insan Allah'ta düştü, Allah'ta yok oldu. Artık o yok, Bâki olan Allah var.
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı!"
Kul mahvoldu burada, kulda artık nefis kalmadı, yok oldu. Şimdi Hakk ile konuşuyor. Artık o fânî oldu.
"Ey Celâl ve ikram sahibi! Senden, kalbimi marifetinin nuruyla ebediyyen diriltmeni isterim."
Mârifetullah'a boyanmış bir kalbi yerine yerleştir. O kalp ile seni zikredeyim, o kalp ile sana hitap edeyim.
O kalp şimdi başka bir kalp oldu. Artık eski kalp değil, eski kalp mahvoldu.
"Ya Allah, ya Allah, ya Allah!"
Çünkü Allah'tan başka hiçbir şey yok. Ne yer var, ne gök var, ne insan var, ne hayvan var. "Kün feyekün". "Ol!" diyor oluyor, görünüyor, "Öl!" diyor ölüyor.
Osman bin Affân -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:
"Bir kul her günün sabahında ve gecenin akşamında üçer kere şu duâyı okursa kendisine hiçbir şey zarar vermez."
(Bismillâhillezi lâ yedurru meas-mihi şey'un fil-ardi velâ fissemâi vehüvessemîul-aliym)
"O Allah'ın adıyla sığınırım ki, yerde ve göktekilerinden hiçbir şey zarar veremez. O işitendir ve bilendir." (Ebu Dâvud)
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in oğlu Eban -radiyallahu anh- kısmî felce uğramış idi. Babasından bu Hadis-i şerif'i rivayet ettiğinde, orada bulunanlardan bir kimse ona bakmaya başladı. Bunun üzerine şu sözü söyledi:
"Ne bakıyorsun? Dikkat et, Hadis-i şerif sana anlattığım gibidir. Fakat ben, Allah kaderini bana geçireceği için o gün bunu söyleyemedim." (Tirmizi)
•
Şeytan ve cinlerin şerrinden korunmak için Allah-u Teâlâ'ya sığınmalı, sabah-akşam şu Sûre-i şerif ve duâları okumalıdır:
• Bir Fâtiha Sûre-i şerif'i,
• Bir Âyet-el kürsi,
• Bir Âmener-resulü... (Bakara: 285-286),
• Üç İhlâs-ı şerif,
• Beş Felâk Sûre-i şerif'i,
• Altı Nass Sûre-i şerif'i.
(Euzü bikelimâtillâhit-tammâti min şerri mâ halâkallâhu.)
(Euzü bikelimâtillâhit-tammâti min şerri mâ halâka ve zeraa ve berae.)
(Euzü bikelimâtillâhit-tammeti min külli şeytânin ve hammetin ve min külli aynin lâmmetin.)
"Allah'ın yarattığı şeylerin şerrinden Allah'ın şifâ veren kelimelerine sığınırım.
Allah'ın yarattığı, ektiği ve var ettiği şeylerin şerrinden Allah'ın şifâ veren kelimelerine sığınırım.
Bütün insanların, cinlerin, şeytanların, zararlı şeylerin ve kem gözlerin şerrinden Allah'ın şifâ veren kelimelerine sığınırım."