Hevâzin kabilesi, Arabistan'ın en büyük kabilelerinden biriydi. Mekke'nin fethi üzerine Kureyş'in çoğu İslâm'a geldiği gibi, onların taraftarı olan kabileler de İslâm'a meyletti. Fakat Mekke'nin güneydoğusundaki dağlarda yaşayan ve Araplar'ın en büyük kabilelerinden olan Hevâzin; Mekke'nin müslümanların eline geçmesinden, Kâbe'deki putların yıkılmasından memnun olmadı. Çevredeki putların devrilmesini bir türlü hazmedemediler. Aynı durumun kendi başlarına da geleceğini, Resulullah Aleyhisselâm'ın kendilerinin üzerine de yürüyeceğini düşündüler. Daha fazla bekleyecek olurlarsa, muhakkak silinip gideceklerine kanaat getirdiler.
"Muhammed harp usulünü bilmeyen Mekkeliler'i yendi. Bizi de onlar gibi mi sanıyor?" diye müslümanlara karşı hücuma geçebilmek için önemli hazırlıklara başladılar.
Hevâzin kabilesi'nin reisi Mâlik bin Avf, otuz yaşında bir delikanlı idi ve askerinin başına geçip ateşli hitabeleriyle onları savaşa sürüklüyordu. Tâif şehrini idare eden Sakif kabilesi de Hevâzin ile birleşti. Hevâzin ve Sakîf gibi Araplar'ın en büyük ve kuvvetli iki kabilesi birlik olmakla kalmayıp Resulullah Aleyhisselâm'ın süt annesi Halîme -radiyallahu anhâ-nın kabilesi olan Sa'd oğulları gibi diğer birtakım küçük kabileleri de ittifaklarına aldılar. Yirmi bin kişilik büyük bir kuvvet Huneyn vâdisinde toplandı. Hareketlerine ölüm-kalım süsü verebilmek ve cesaretle çarpışmak için kadınlarını, çocuklarını, koyunlarını, sığırlarını da yanlarına almışlar, savaş meydanına getirmişlerdi. Ya savaşı kazanıp müslümanlığı ortadan kaldıracaklar, ya da bu uğurda hepsi öleceklerdi.
Düşmanın bu hareketlerini duyan Resulullah Aleyhisselâm, bu kuvvetleri dağıtmak için on iki bin kişilik bir kuvvetle Mekke'den harekete geçti. Bu kuvvetin iki bini Kureyş kabilesi'nden, yeni müslüman olan Mekkeliler'dendi. Ebu Süfyan da bunların içinde bulunuyordu. Ayrıca orduda seksen kadar da müşrik vardı.
Huneyn savaşı için Mekkeliler, Resulullah Aleyhisselâm'a asker verdikleri gibi birçok harp malzemesi de sağladılar.
Halid bin Velid -radiyallahu anh- Mekkeli askerlere ve Süleym oğulları kabilesine kumandan tâyin edilip öncü olarak ileri gönderildi.
Muhâcirler'in iki sancağı vardı. Birisi Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-de diğeri Hazret-i Ali -radiyallahu anh-de idi. Ensâr'dan Evs kabilesi'nin sancağı Üseyd bin Hudayr -radiyallahu anh-ın elinde, Hazrec kabilesi'nin sancağı da Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anh-a verilmişti. Huneyn vâdisi dar olduğundan askeri birlikler, ayrı ayrı yollardan gitmek zorunda kalmışlardı.
Resulullah Aleyhisselâm Kureyş'in eşrafından Attâb bin Esîd -radiyallahu anh-i Mekke'de vekil bıraktı. Kendisi de "Düldül" adındaki beyaz katırına binip başında miğfer bulunduğu halde ordusuyla birlikte Huneyn'e doğru hareket etti.
Huneyn, Mekke ile Tâif arasında bir vâdi olup, Tâif'e daha yakındır. Huneyn vâdisi'nin yanında Araplar'ın Zül-mecaz adıyla meşhur panayırı kurulurdu.
Ordu Huneyn'e yaklaştığında müslüman süvarilerden birisi gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben sizin önünüzden ilerledim, hatta falan falan dağa çıktım ve birdenbire Hevâzin kabilesi'ni toptan karşımda buldum. Bütün kabile olduğu gibi savaşa gelmişler. Kadınları, çocukları, deve ve koyunları da beraberlerinde getirmişler." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm tebessüm ederek:
"İnşaallah yarın bunlar müslümanların ganimetidir." buyurdu. (Ebu Dâvud: 2501)
Müslümanları savaşa teşvik etti. Sadâkat ve bağlılık gösterirler, güçlüklere sebat ederlerse fetih ve zafere kavuşacaklarını müjdeledi.
İslâm ordusunun sayıca çok, malzemece mükemmel oluşu birçoklarının kalbine gurur getirdi. "Artık bu ordu mağlup edilemez!" diyenler bile oldu.
Müslümanlar, Huneyn savaşı'ndan önce yaptıkları savaşlarda, kendilerinin üç, dört hattâ on misli düşmanlarını yenmişlerdi.
İslâm ordusu Huneyn vâdisi'ne doğru ilerlemekteydi. Gece biraz istirahatten sonra sabahın alaca karanlığında yine hareket ettiler. Hevâzinliler daha önce gelmiş, en müsait yerleri tutmuş, aynı zamanda pusu da kurmuştu.
Halid bin Velid -radiyallahu anh- kumandasındaki İslâm ordusunun öncü kuvveti, düşmanın tertibat ve harekâtından habersiz olarak dar boğazdan geçerken pusuya düştü. İki tarafta siperlenmiş olan düşman, Mâlik bin Avf'ın baş işareti üzerine İslâm ordusunun üzerine sağnak halinde ok yağdırmaya başladı. Hevâzinliler ok atmada usta idiler. Etraf alaca karanlıktı. Ayrıca boğaz da gayet dar olduğu için serbest askerî manevraya elverişli değildi. Mücâhidler neye uğradıklarını anlayamadılar. Bozulup kaçmaya başladılar.
Bu bozgun hâli arkadan gelen ikinci hattaki askerî birliklere de sıçradı ve yayıldı. Müslüman ordusunda hiç yoktan umumi bir panik başladı. Herkes kaçıyor, Hevâzin ve Sakîf kabileleri de müslümanları takip için tepelerden aşağıya iniyordu.
Böylece o yenilmez denilen mükemmel ordu, daha savaş başlamadan dağılmaya başladı. Kimse kimseyi dinlemiyor ve beklemiyordu.
Bu bozgun esnasında henüz müslüman olmayan Kureyşliler'den Resulullah Aleyhisselâm'ın hayatına kastetmeyi düşünenler bile oldu.
Hiçbir müşkül durumda aslâ acele ve telâş etmeyen, vakarını ve ciddiyetini bozmayan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz soğukkanlılığını muhafaza ediyor, Düldül'ü daima ileriye doğru düşmana karşı sürüyordu. Sağında amcası Abbas -radiyallahu anh-, solunda amcazâdesi Ebu Süfyan bin Hâris -radiyallahu anh- beyaz katırın dizginini tutuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm'ın daha ileri gitmesine mâni oluyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm'ın yanında Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas, Ebu Süfyan bin Hâris, Üsame bin Zeyd -radiyallahu anhüm ecmaîn- olduğu halde yüz kadar sahabe kalmıştı.
İslâm ordusunda görülen bozgunluk alâmeti, imanı zayıf olan yeni müslümanlardan bir kısmının fikirlerinde kararsızlık husule getirdi. Bu panik üzerine yüreklerinde henüz iman pekişmemiş olanlar:
"Bugün artık sihir bozuldu!" ,"Bu bozgunun denize kadar önü alınmaz!" gibi lâflar etmeye başladılar.
Durum çok vahimdi. Düşmanın hakim tepelerden yağdırdığı şiddetli ok yağmuru yüzünden ordu çekilmeye mecbur kalmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Allah'ın kulları! Buraya geliniz! Ben Allah'ın Peygamber'iyim, bunda yalan yok! Ben Abdülmuttalip soyundanım!" diye sesleniyordu.
Amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-da daha gür sesiyle Ashâb-ı kiram'a hitap etti:
"Ey Akabe'de biat eden Ensâr! Ey Şecere-i Rıdvan altında söz veren Ashâb! Muhammed burada! Ona doğru gelin!" diyordu.
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-ın sözlerini işiten Muhâcirler ve Ensâr hemen cevap verdiler ve:
"Lebbeyk, Lebbeyk!" sesleriyle geri döndüler.
Her taraftan koşuştular. Bozulmuş olan ordu, Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafında tekrar toplandı. Savaş bütün şiddetiyle yeniden canlandı.
Resulullah Aleyhisselâm bir taraftan:
"Allah'ım bize yardımını gönder!" (Müslim)
Diyerek Allah-u Teâlâ'dan yardım diliyor, bir taraftan da Ashâb'ına hücum emrini veriyordu. Eline bir avuç toprak alarak düşmanın üzerine attı.
"İşte şimdi fırın kızdı, harp kızıştı!" buyurdu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- onların bayraktarlarını öldürdü. Bozulmuş olan ordu, öyle hızlı bir şekilde derlenip toparlandı ki, atları koşamayanlar inip koşuyorlardı, kısa zamanda müminlerin hepsi Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafında toplandılar ve savaş düzeni aldılar. O korku ve telâşı bir yana bırakıp bütün gayretleriyle cenge giriştiler. Şiddetli hamlelerden sonra düşman darmadağın olup kaçmaya başladı. Müslümanlar da kaçanların arkalarına düşüp yetiştiklerini ya öldürüyorlar veya esir alıyorlardı. Müşriklerden ölenlerin sayısı yetmişi bulmuş, müslümanlardan ise dört şehit verilmişti. Müşrikler kadınlarını, çocuklarını ve sürülerini savaş meydanında bırakarak kaçmışlardı. Böylece müslümanlar savaşın başında yenilmelerine rağmen savaşı kazanmış oldular...