Bidayet ve nihayet. O zaman o lâzımdı, şimdi ise bu lâzım.
O zaman İslâm garipti, şimdi de garip duruma düştü. O zaman ikinci bir kandile ihtiyaç yoktu. İsmi vardı, kendisi yoktu. Şimdi o birinci kandilin vazifesi bitti, o nur bu kandile geçti, artık bu kandil iş görüyor.
Yani Allah-u Teâlâ nuru yaymak için birinci kandili çalıştırdı. Bu zamanda garip düşen İslâm'ı gariplikten kurtarmak için de o nurdan sonra ikinci kandili çalıştırdı.
Bu kandil; Resulullah Aleyhisselâm'ın halk tarafından bozulmuş olan sünnetini ıslah etmek, öldürülmüş olan sünnetini ihyâ etmek, bidatları kaldırmak ve nuru yaymak ve zulmânâtı kaldırmak için iş görüyor. Nitekim Cenâb-ı Hakk kaldırmadı mı? Ne idi ne oldu? Hani o fesatçılar ifsatçılar, hani o din kurucular? Hepsi de yok oldular!
Allah-u Teâlâ Hâtem-i enbiyâ'ya ne ki lütfetmişse velâyetinde lütfetmiş. Velâyet bâtındır. Verilen ona veriliyor. Ona verilen aynı şekilde ona intikal edince, zaten onundu, oraya intikal ediyor.
Oraya intikal edince o demektir. Bunlar çok gizli işlerdir. Fakat bunlar mahlûka âit değildir, hep murâd-ı ilâhîdir, öyle dilemiş, öyle olmuş.
Velâyetin hakikisi bu zamanda tezahür etti. Şimdi artık o irşadın yayılma zamanı gelmiş.
Böyle bir karanlık devir içinde Allah-u Teâlâ böyle bir nuru indirdi. Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını beyan buyuruyor ve yaydı.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "260. Mektub"unda:
"Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurlarıbütün âleme yayılır." buyurmuşlardır.
Diğer bir beyanları ise şöyledir:
"Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır." (260. Mektub)
Görüyorsunuz ki bu irşad dünyaya yayılıyor. Allah-u Teâlâ'nın murad ettiği yere kadar gidiyor. Öyle ki Amerika'ya, İngiltere'ye, hatta Avusturalya'ya kadar gidiyor. Almanya'daki kardeşler on devlete girip çıkıyor.
Bu ilim, bu mânevî yol, dünyaya hiçbir zaman bu kadar yayılıp ilerlemedi. Hâtem olma hasebiyle, gizli kalan ilmin izhariyle bu ilim açılmak ve yayılmak durumunda kaldı. Artık vakit saat gelmiş, Allah-u Teâlâ murat ettiği ana kadar bu nur yayılacak. Gizli kalan ilim budur işte.
Bugün zuhur eden bu gibi hâdisat da bu gizli ilimden doğuyor. Çünkü Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı kandil olarak yaratmış, onu da kandil olarak yaratmış. O küllî, bu cüz'î. Küllî cüz'îye geçince o da küllî oluyor. Velâyetiyle, nübüvvetiyle, risaletiyle hepsiyle küllî oluyor. Bugün hepsi var. Velâyet de var, nübüvvet de var, risâlet de var. Niçin? O mevcut olduğu için var. Fakat insanlar bunu bilmez, aklı da almaz.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"O resul ve nebilerin vekilidir, işte peygamberler bunu vekil etmişlerdir."(Fütûhü'l-Gayb)
Bu nasıl bellli olur? Hiçbir gün tahsilim olmadığı halde, hiçbir şey bilmediğim halde, hiçbir şey de olmadığım halde, bu icraatların meydana gelişinden anlaşılıyor ki; bu doğrudan doğruya ilâhî bir destektir, ilâhî bir lütuftur, ilâhî bir vergidir. Burada artık mahlûkun yeri yok, bunun bir mahlûkla hiçbir ilgisi yok. Bu ilâhî lütfun onda tecellî etmesi murad edilmiş. Ne zamana kadar? Murad ettiği zamana kadar.
•
Kemâleddîn Abdürrezzâk el-Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri, mühim bir hususa dikkati çekerek; âhir zamanda Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın bâtınıyla zuhûr edecek olan Hâtemü'l-evliyâ'nın, zâhir yönüyle de tıpkı kendisinden sonra gönderilecek olan Mehdi gibi, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın şeriatına kemâliyle tâbî olacağına işaret etmiştir.
Buyurur ki:
"Âhir zamanda yaşayacak olan Mehdi gibi, onun (Hâtemü'l-evliyâ'nın) da, hükümde Hâtemü'l-enbiyâ'nın şeriatına tâbi olacağına işaret etmek gerekir. O gerek şer'î hükümlerde, gerek ma'rifette, gerekse hakikat ilimlerinde Muhammed Aleyhisselâm'a tâbi olur. Bâtını Muhammed Aleyhisselâm'ın bâtını olduğu için, bahsettiğimiz şeye kıyasla bütün peygamberler ve veliler de, bizim bir velimiz olarak ancak ona tâbi olurlar. Bunun içindir ki ona, 'Seyyidü'l-mürselin'in hasenâtından bir hasene' denilir.
Onun, bütün peygamberlerin ve velilerin ilimlerinin kaynağı olması hususunda ona tâbi olması, kendisi için bir noksanlık da değildir. O, ilâhî incelikler ve Allah'ı bilme ilminde (diğer peygamberlerden) yüksek olduğu gibi; şeriat ve ahkâm hususunda da (onlardan) düşük olur." ("Şerhü'l-Kâşânî alâ Fusûsu'l-Hikem"; Ayasofya, nr.: 1901, 21a21byaprağı.)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-evliyâ" kitabı'nın son bölümünde, Alâüddevle es-Semnânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'l-Urve" isimli eserinde, İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri ise "Tuhfe-i Âliyye" risâlesinde beyân ettikleri gibi; Abdürrezzak Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri de burada Hâtemü'l-evliyâ ile Mehdi'yi ayrı ayrı zikredip, ikisinin birbirinden farklı kimseler olduklarını açıkça beyan etmiştir.
Bu beyanlar, Hâtemü'l-evliyâ olan zât ile Hazret-i Mehdi'yi birbirine karıştırarak, hakikati bulandırmak isteyen kimseler için apaçık birer delildir. Evliyâ-i kirâm Hazerâtı'nın apaçık beyanları varken zan ile konuşmak çok yersizdir ve veballidir. İnsan bilerek konuşmalı. "Bilmiyordum!" demek insanı kurtarmaz. "Öğrenseydin de konuşsaydın!" denilir.
Hâtemü'l-evliyâ'nın zâhir yönüyle de tıpkı kendisinden sonra gönderilecek olan Mehdi gibi, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın şeriatına kemâliyle tâbî olmasının mânâsı; o da ona tâbi, o da ona tâbi. İkisi de Resulullah Aleyhisselâm'ın şeriatına tâbidirler.
Hâtemü'l-evliyâ'nın bâtınının Muhammed Aleyhisselâm'ın bâtını olmasından ötürü Allah-u Teâlâ'nın desteği hüküm sürer. Çünkü velâyet doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğidir.
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin:
"O Resulullah'ın halifesi değil, bizzat Allah'ın halifesidir." buyurması, bu noktayı ayırır.
Bu kandil o kadar mühimdir ki, Allah-u Teâlâ onu da Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yaratmış. O değer vermiş, değer O'ndan geliyor. O zaman yarattığı için onda bilinmeyen bir sır var. Resulullah Aleyhisselâm bilinmeyen bir varlık, o da bilinmeyen bir varlık. Amma, bu zevât-ı kirâm açıyor. Bunu en çok Hâkîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bir noktada açmış. İçinde Oolduğu için, yani O'nun desteği ile yürüdüğü için, sır işte bunda diyor. Başka veliler buraya değinmemiş. En derin noktayı o görmüş. Bunun en derin noktasını da şu sözü ile ifâde etmiştir:
"O, O'nun emînidir, kulları arasındaki 'Bir'idir. O öyle bir kimsedir ki, ona yeryüzünde 'Ey Vâhidî!' diye nidâ eden doğru söylemiştir." (Nevâdirü'l-Usûl)
Yani onun içi O'dur, cismi bedenîdir, görünüşte kabuktur. Onun içindir ki bir tarafı âlimdir, bir tarafı câhildir.
Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri yukarıdaki beyanlarında Hâtem-i veli'nin ilâhî incelikleri ve Allah'ı bilme ilminde en yüksek olduğunu beyan buyuruyor. İlim de bu ilimdir. İlmin özü kaynağı budur. Nedir? Allah-u Teâlâ'yı bilme ilmidir. Bu ilim ancak Allah-u Teâlâ'nın öğretmesiyle mükündür. Başka türlü mümkün değildir. Onun için de O'nun öğretmediği hiç kimse bilmez. Herşeyin bir hududu var, bunun hududu yok.
Nitekim Şeyh Mahmud Şebüsteri -kuddise sırruh- Hazretleri:
"O, vahdet sırrına mazhar olarak Allah'ı hakkıyla tanır, Allah'ın hakikati onda görülür." buyurmuştur. (Gülşen-i Râz; Beyit no; 394)