Hâtemü'l-enbiyâ'nın zâhir sıfatıyla izhar edemediği bu ilmi, onun bâtınıyla zuhur edecek olan Hâtemü'l-evliyâ'nın izhar etmesi mevzusuna gelince;
İzhar edilen ilim işte budur. Resulullah Aleyhisselâm'ın zuhur ettiği milâdî altıncı asırda her tarafı şirk ve küfür karanlığı kaplamıştı, karabulutlar her tarafı sarmıştı. O karanlık devirde vazife risaletle yürüdü. Vakit bulduğu zaman velâyeti ile yürüdü.
Bu hususu biraz daha açalım:
Daha önceki sohbetlerimizde arzedildiği üzere, bu ilâhî feyzin kaynağı bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. O bir "Resul" dü, "Nebi" idi, "Veli" idi. Yani onda hem hâtemü'r-risâlet, hem hâtemü'n-nübüvvet, hem de hâtemü'l-velâyet vardı. Fakat vazifesi itibariyle resullüğü ve nebiliği kullandı, velâyeti kullanmadı; kullandı ise de onun üzerinde fazla durmadı, tâlim etti. İrşadla meşgul olduğu için velâyeti tevdi etti, kendisi kullanmadı, çünkü vazifesi o değil. Vazifesi her zaman ve mekânda halkı irşad etmek, Hakk'tan geleni halka bildirmekti. Büyük işlerle güçlerle meşguldü, vazifesi çok ağırdı. O bununla vazifeli olduğu için, diğeri ile fazla meşgul olmamıştı. Yirmi sene gibi kısa bir zaman içinde bununla meşgul olacak durumda değildi. Amma her şey o idi ve onda idi, "Rahmeten lil-âlemîn" olduğu için bütün hakikatlerin özü ve menşei ona verilmişti. Şu kadar var ki onu kullanmamış, o kandile akıttırmış, intikal ettirmiş. "Bunu da o kullansın!" demiş.
Bunun sebebi, Allah-u Teâlâ'nın ikinci bir kandili halketmesidir. Evvelâ onu çalıştıracağına, ikinci kandili de zamanı gelince çalıştıracağına işaret eder.
Ve bunların aslı birdir, kaynak birdir. Müeyyedüddin-i Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurduğu gibi, her ne kadar beden iki ise de ruh birdir. Ahlâkı, icraatı, irşadı aynı ona benzer. Çünkü onu da ezelden yaratmış. O kandile o zaman vazife gördürmüş, bu kandile bu zaman vazife gördürüyor. O da hâtem, o da kandil.
Dolayısıyla o kandile de Resulullah Aleyhisselâm'ın intikali olunca, işte o zaman "iki bedende bir ruh" olmuş oluyor. Böylelikle her iki kandil iş görüyor. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş.
Hâtem-i nebi ikinci kandile nazar ediyor, tecellî ediyor. Amma ikinci kandil yürüyor, iş başında o bulunuyor. Çünkü ona da vazifeyi O vermiş, ona da vazifeyi O vermiş, Şu kadar var ki herşeyin özünü Rabbü'l-âlemîn Hâtem-i nebi'ye bahşetmiştir. Lâkin o kandile gelince bütün özler yine o ikinci kandile geçmiş oldu.
Onu ileriye sürmesi, imtihan etmek içindir. Bu vazifeyi hakkıyla yapacak mı, yapmayacak mı?
Çünkü emir:
"Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin." (Hacc: 78)
Şeklindedir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitaben Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ey Resul! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun." (Mâide: 67)
Zira o da aynı vazife ile muvazziftir, bu emr-i şerif ona da mahsustur. Bu böyledir. Amma kandil olma hasebiyle kandil birleşiyor. O zaman vazifeyi o yürütüyordu, şimdi ise "Hâtem" olduğu için vazifeyi o yürütmek durumunda oluyor. Amma onun lütuf desteği ile. Çünkü o küllîdir. Allah-u Teâlâ küllî tecelliyâtı ona bahşetmiş. Amma kandile çok değer verdiği için, bu kandil bu vazifeyi yapacağı için kandil oluyor. "İki bedende bir ruh" un daha açık mânâsı da işte budur.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı Ahzâb sûre-i şerif'inin 46. Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurulduğu üzere "Nur saçan kandil" mânâsına gelen "Sirâc-ı münîr" yaptığı gibi, Hâtem-i veli'de de tecellî etmiş; ona da Resulullah Aleyhisselâm'a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihata etmiştir.
O da sirâc-ı münirdi, bu da sirâc-ı münirdir. Çünkü Allah-u Teâlâ orada da tecellî etti, burada da tecellî etti. Oraya da nuru koydu, buraya da nuru koydu. O nur O'nun nurudur. Koyduğu zaman nur saçıyor.
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurduğu üzere:
"O Resulullah'ın halifesi değil, bizzat Allah'ın halifesidir."
Size bunun böyle oluşunun sebebini ve hikmetini arzedelim:
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vazifede iken Allah-u Teâlâ'nın himayesi altında idi, O'nun emri ile desteği ile yürüyordu. Fakat ahirete irtihal edince artık onun dinlenme vakti gelmiştir. O vazifesini bitirmiş, istirahat hâlindedir. Dinlenmeye ve seyretmeye hak kazanmıştır, çünkü o çok çalıştı. Fakat o her şeye vâkıftır. Şimdi ise Allah-u Teâlâ onu değil de ikinci kandili çalıştırıyor, o kandile nazar ediyor, emrini ve hükmünü o kandilde yürütüyor. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ'nın halifesi olmuş oluyor. İşte görülüyor ki vazife de ayrıldı, hilâfet de ayrıldı, Resulullah Aleyhisselâm'ın durumu da ayrıldı.
Onun yaptığı her iş ve icraatlardan Resulullah Aleyhisselâm yetinir.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bizzat onunla yetinip karar kılar." (Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resul c. 1, s. 619)
Bu hallere nazar eder, yaptığı her iyi işten memnun olur, iyiliği için duâ eder, onu kötülüklerden muhafaza etmesi için Cenâb-ı Hakk'a niyaz eder. Fakat ona güvendiğinden ve memnuniyetinden ötürü hiçbir işine karışmaz, hiçbir icraatına müdahale etmez. Allah-u Teâlâ onu yönettiği için buna lüzum görmez. O şimdi seyir hâlinde bulunuyor. Her şeyden haberdardır, fakat hiç karışmaz.
Çünkü imtihan sahasında Hâtem-i veli var. Şimdi o imtihan sahnesindedir ve imtihanını vermek zorundadır. "İyi mi verecek, kötü mü verecek? Nasıl çalışacak?" İmtihanda olduğu için karışmaz işine. Niçin? İmtihanda olduğu için, başlıbaşına da bir kandil olduğu için ve Allah-u Teâlâ'nın da halifesi olduğu için, işine karışmaz. İşe karışsa onun halifesi olacak. İşe karışmaz ki Allah-u Teâlâ'nın halifesi olduğu belli olsun.
Bizzat O'nun halifesi olduğu için, zaten vazifeli idi; bunun üzerine bir de "Rahmeten lil-âlemîn" in bütün emaneti yüklenince, yaratılışı öyle olduğu için onun emaneti ile yürüdü, o vazife ile yürüdü.
Şimdi ise onun risaleti de velâyeti de her tarafı ihata etmiş durumda.
Nitekim Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sıruh- Hazretleri bir işaret veriyor ve "Fütûhâtü'l-Mekkiyye" isimli eserinde şöyle buyuruyor:
"İnsanların çoğu aynı zamanda onun, mutlak bir biçimde 'Hâtemü'n-nübüvve' olduğunu da bilmez."
Onun bütün vazifesi icraatı artık o ikinci kandildedir. Zira Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ihsan ettiği emanet olduğu gibi buraya intikal etmiştir. Dolayısıyla velâyet de nübüvvet de, risalet de o kandile geçmiştir.
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri ise eserinde nübüvvet ve velâyet mevzularını ele alırken, Hâtemü'l-evliyâ'nın Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'la bitiştiği ve onun velâyetiyle tahakkuk ettiği noktaya işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'l-evliyâ, hakikatte Hâtemü'l-enbiyâ'dan başka bir şey değildir." (el-Matlâu Husûsu'l-Kilem)
"Hatemün-nübüvve" nin sırrı bu oluyor, "İki bedende bir ruh" bu oluyor. Tıpkı ona benzeyişi bu oluyor. Ahlâkının olsun, gidişatının, icraatının olsun hep ona benzeyişinin sebebi ve sırrı işte budur.
Bu zât-ı muhterem çok mühim bir noktaya parmak basmış. Halkın bunu bilemeyeceğini söylüyor. Burası çok sırlı. Resulullah Aleyhisselâm Hâtem-i enbiyâ'dır, Allah-u Teâlâ'nın nuru âlemlerin gurur ve sürurudur. Lâkin Hâtemü'n-nübüvve'nin emaneti ona intikal ettiği için, Hâtemü'n-nübüvve'nin emanetini üzerinde taşıdığı için, Hâtem-i veli'nin nuru ayrı yaratıldığı için bir nevi Hâtemü'n-nübüvve olmuş oluyor.
Bu ise Resulullah aleyhisselâm'ın bütün emaneti o kandile olduğu gibi aktığı zaman olur. Resulullah Aleyhisselâm vazifede iken orada hiçbir şey yoktu. Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra o vazife o kandile aktığı zaman, o kandil de her şey olmuş oluyor.
Hâtem'in asıl mânâsı budur. Çünkü doğrudan doğruya o Hâtem'den bu hâtem'e intikal etmiştir. O da hâtem idi, bu da hâtem. O onun vekilidir, kaynak birdir. O zât-ı muhteremin "İki bedende bir ruh" dediği nokta işte budur. Hiçbir şekilde şahsa âit bir iş olmayıp, Allah-u Teâlâ'ya âit olan bir iştir.