Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin Hayat-ı Saadetlerinden İnciler ve Hatıralar (80) - İman Sahibi Olan Aklını Emirlere Uydurur - Ömer Öngüt
İman Sahibi Olan Aklını Emirlere Uydurur
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin Hayat-ı Saadetlerinden İnciler ve Hatıralar (80)
Dizi Yazı - İnciler ve Hatıralar
1 Ekim 2017

 

Muhterem Ömer Öngüt
-kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin
Hayat-ı Saadetlerinden İnciler ve Hatıralar (80)

 

Hakk İçin Sabretmek:

Fakir çok yorulduğum zaman şöyle derim:

"Allah'ım beni kabre bırak."

Onun için hayat güzel bir hayâlât. Bugün üstte yarın altta. Mühim olan ebediyât, fakat ebediyât için hakikaten yorulmak lâzım. Ola ki Sahibimiz dinlendirsin. Ama burada dinlenelim dersek orada bizi kim dinlendirecek?

Çok sene evvel bir gün Ankara'dan bir zât geldi:

"Ben kitapta bir yer gördüm, onu sormak için geldim. Diyorsunuz ki denizde dalgalar olur, dalgaların içine girme seyirci ol. Ben bunun iç yüzünü anlayamadım. Bunu sormak için geldim."

Hayat ibtilâlıdır, dalga dalga ibtilâlar gelir, fakat sen bu ibtilâların içine girmeyip karşıdan sabırla seyredersen o dalgalar gelir, gelir, gelir sana bir şey yapmaz. Çünkü girmedin içeriye, o hadisatın içine girmedin, dalgalar sana kadar geldi ama seni boğmadılar. Lâkin herhangi bir maksatla karışayım dersen dalgalar seni alır götürür.

"Peki aldım, gidiyorum!" dedi.

Binaenaleyh şimdi burada Hakk'ı bilmek ve Hakk için sabretmek. Sabretmek başka, Hakk için sabretmek başka. Allah'ım bize bu lütfu ihsan ve ikram etsin.

"Yâsîn, Elif, Lâm, Mîm gibi müstakil harfler olarak kullanılan âyetlerin cevapları ne zaman belli olacak" diye soran bir kardeşimize şöyle buyurdular:

Evvelâ kendimizi bulalım, sonra onları bulalım. Biz kendimizi kaybettik, her şeyi öğrenmek istiyoruz ama kendimizi bilmiyoruz. Hatta birinci kitapta şöyle bir yer var:

"Ey mücahit! Cihat için kuşanmışsın. Cihat için gidiyorsun ama işgal olmuşsun farkında değilsin. Nefis seni çoktan işgal etmiş, kendin işgaliyet altına girmişsin, işgal etmeye gidiyorsun."

Ne kadar acayip halimiz var değil mi? Allah'ım kurtarsın. Onun için Allah'ım ne olur Zât'ına has bir kul yap. Yani senin beğendiğin gibi bir kul olayım. Habib'ine has bir ümmet, onun beğendiği gibi olayım ve bana sermaye ihsan et sermayenle icraatımı yapayım.

 

İman Sahibi Olan Aklını Emirlere Uydurur:

Allah'tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur. Haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça da verâ ve takvâ sahibi olur.

İman kemâle ermezse, insan Allah-u Teâlâ'nın emirlerini akıl süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil iman sahibi olan aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez.

Hakikat, mânevi zevk ve mânevi hâl ile anlaşılır. Seyr-ü sülûk ve mânevi zevkten nasip alamayanlar hakikatin ne olduğunu bilemezler, ancak ismini bilirler.

İman, ibadet ve infak; birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.

Birincisi; küfür ve nifaktan kurtarır, sadakat kapısını açar.

İkincisi; Hakk'a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.

Üçüncüsü; ilâhi rahmete erdirir, Hakk'ın sevgisine vesiledir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş, kurtulmuştur." (Şems: 9)

Buradaki temizlenmekten murat, ahlâk-ı zemime adı verilen "Şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, hased..." gibi kötü huylardan temizlenmektir.

"Temizleyen kurtulmuştur."

Beyân-ı ilâhisi bu mânâdadır. Yoksa zâhiri temizlik ya da "Oruç tuttum, temizlendim!" gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır.

İnsan tarikât-ı âliyeye girmekle nasibini aldıkça kötü şeyleri üzerinden atmaya çalışır. "Hased, riyâ, kibir, gadab, şehvet, kin, yalancılık" gibi sıfatları kendisinden uzaklaştırabilirse ancak o zaman insan olur. Ama inanın ki çoğu insanın ömrü buna yetmiyor.

Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağzının tadının yerine gelmesi, hastalığının tedavisine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmareye mağlup olup masiva bataklığına dönen bir kalp hastadır, ibadet ve taatlardan lezzet alamaz. "Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb..." gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izale etmek gerekmektedir.

Ben noksanını itiraf edenden korkmuyorum, "Ben biliyorum!", "Bana sor!" diyenden korkuyorum. Noksanını bilen Hazret-i Allah'a sığınır, "Biliyorum!" diyen o ihtiyacı hissetmez.

Âlimin veliye ihtiyacı çoktur, velinin ise âlime ihtiyacı yoktur.

Âlim cahil insanları, veli ise âlimleri terbiye eder.

Veliyi terbiye eden de bizzat Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'dır.

Nitekim Âyet-i kerime'de:

"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." buyuruluyor. (Bakara: 282)

İlmin en yüksek derecesi kalbe tecelli eden bilgidir. Allah-u Teâlâ'nın koyduğu bilgi esastır. Marifetullah'a en kestirme yoldan ulaştıran, en efdâl en makbul ilim, hakiki ilim de budur. Bizâtihi aranan ilmin ta kendisi bu ilimdir. Çünkü marifet-i ilâhinin fevkinde hiçbir marifet yoktur. İnsanlar bu ilimle ebedi saadete ererler. Diğer bilgiler zandan ibarettir.

Tecelliyât-ı ilâhiye akıl ile bilinmediği gibi ilim ile de bilinemez ve çözülemez. Yakınlık âleminden coşar gelir. Hakiki ilim de budur. İlim içinde ilimler olduğu gibi yollar içinde de yollar vardır.

Zâhiri ilim halktan bahseder, Allah dilindedir ve hep halka hitap eder. Çünkü o öğretmek için öğrenmiştir.

Bâtıni ilim ise Hazret-i Allah'ın öğrettiği ilim olup, kendisini öğretmek için öğretir. Gizli sır buradadır.

Her şeyin Allah-u Teâlâ'nın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki mânâda tevekkül eden bir mümin; O'na itimat edip, her işini O'na havale etmekle, her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk'tan gelen her şeye severek boyun büker. O'nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri yaratana bağlanır. Hiçbir arzu da beslemez. Her hâliyle O'na sığınır ve her şeyi ancak O'ndan bekler. O'ndan başkasına aslâ iltifat etmez, meyletmez. Her hâlinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)

Elbette kâfidir!

Çünkü O'na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.

Bir kimse Allah-u Teâlâ'dan korkar, emredilen ve nehyedilen hususlarda takvâya riâyet eder, sebepleri yerine getirdikten sonra tam bir tevekkülle Rabb'ine yönelirse; Allah-u Teâlâ onu sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtarır, tahmin edemeyeceği, aklına gelmeyen yerlerden rızık kaynakları verir, onu başkasına muhtaç etmez.

Tevekkül makamına yükselen takvâ ehli, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime'lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)

Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Allah size herhangi bir zorluk vermeyi istemez. Fakat O, temizlenmenizi ve üzerine olan nimetini tamamlamak ister." (Mâide: 6)

Allah-u Teâlâ'nın emirlerine riâyet bir zorluk değil, bir nimet ve bir temizlenme vesilesidir. Bunu böyle bilmek lâzımdır.

Nefsimize ağır gelmesi ise nefsimizin kötüye ve küfre meyyâl olmasındandır. Nefis ve şeytan insana; kötüyü, pisi temiz göstermeye çalışır.


  Önceki Sonraki