"Kitâbu't-Ta'rifât" adlı eserde nakledildiğine göre; Kemâleddîn Abdürrezzâk el-Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hâtemü'l-velâye"nin, "Hâtemü'n-nübüvve" nin bâtınından başka bir şey olmadığını ifâde ederek şöyle buyurmuştur:
"Kutbu'l-aktâb mertebesi, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in nübüvvetinin bâtınıdır. Bu makam ancak, Peygamber Aleyhisselâm'ın kâmil vârislerine verilir. Hâtemü'l-velâye de ancak Hâtemü'n-nübüvve'nin bâtını üzere olur." (Kitâbu't-Ta'rifât)
Kutbu'l-aktâb mertebesi her veliye mahsus değildir, ancak Resulullah Aleyhisselâm'a âittir. İntikal ettiği zaman Hâtem-i veli'ye geçebilir. Bu zât-ı muhterem çok büyük gizli işlere el atmış. Bugün bunlar böylece meydana çıkmış oluyor.
•
Abdürrezzâk el-Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Kâşânî" adlı eserinin başka bir noktasında, Hâtemü'l-enbiyâ'nın bâtın ve hakikatine vâris olan Hâtemü'l-evliyâ'nın, ilmini elde etme hususunda herhangi bir peygamber ya da velinin istimdâdına muhtaç olmadığını; aksine, bütün ilimlerin kaynağı olan bu has velâyeti elinde bulundurduğu için, bütün peygamberlerin ve velilerin onun imdâd ve istimdâdına muhtaç olduğunu beyan buyurmuştur:
"Onun (Hâtemü'r-rüsul'ün) velâyeti ile ilgili yönü, risâlet ve şer'î nübüvveti ile ilgili yönünden daha üstün olup; Hâtemü'r-risâle, hakikati yönünden Hâtemü'l-velâye'dir. O velâyetin Hâtem'i olması bakımından hem bu ilmin, hem de bütün velilerin ve peygamberlerin ilimlerinin kaynağıdır. O ise onun, kendisine gönderileceği 'Makâm-ı mahmûd'dur.
Bunu bil ki, onun ilminde başkasına muhtaç olduğu zannına kapılmayasın!"
("Şerhü'l-Kâşânî alâ Fusûsu'l-Hikem"; Ayasofya, nr.: 1901, 21a yaprağı.)
İlim kaynağı ilmullahtır. Yani onun hiç kimseye ihtiyacı yok. Ezelden öyle koymuş.
Bunun gizli sırrını daha evvel arzetmiştik. Kandilleri O yaratmış, O kandillere dilediğini O koymuş. Kaynak oradan geliyor. Allah-u Teâlâ bizzat kendi lütuf desteği ile desteklediği için böyle oluyor ve daha mühim oluyor. Mahlûk dediğin bir tulumdan ibarettir.
Zâhir buna vâris değildir, çünkü Hakk'ı dışarıda arar. Vâkıf olmadığı gibi bilmez de. Niçin? Hakk'tan geldiği için, gizli ilim olduğu için.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de buyurur ki:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?" (Hâkim)
•
Muhyiddin İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ilmin Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı kaynaktan aldığını beyan ederek şöyle buyurmuşlardır:
"Bir vakitte Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nebilik tuğladan yapılmış bir duvar şeklinde temsil olundu. O duvarda ancak bir tuğla eksik idi. Peygamber Aleyhisselâm da bu son tuğla oldu. Şu kadar var ki, Allah'ın Resul'ünün buyurduğu gibi, o ancak eksik olan bu tuğladan başkasını görmedi.
Hâtemü'l-evliyâ'ya gelince; onun için de bu rüyâ sahihtir. Binâenaleyh o da Peygamber Aleyhisselâm'a temsil olunan şeyi görür. Hatta o duvarda iki tuğla yerini görür ki, bunların biri altın, biri de gümüştendir. Duvarda eksik olan ve onun yerini tamamlayan tuğlanın birini altından, birini de gümüşten görür. Böyle olunca da onun kendi nefsini bu tuğlaların konulduğu yerde aksetmiş görmesi lâzımdır. Şu hâlde Hâtemü'l-evliyâ bu iki tuğlanın timsali olup, duvar tamam olur.
Hâtemü'l-evliyâ'nın onu iki tuğla görmesinin sebebi de, zâhirde Hâtemü'l-enbiyâ'nın şeriatına bağlı olmasıdır. O'na bağlılığının timsâli ise gümüş tuğladır; bu da zâhirdir vehükümlerde O'na tâbi olmasını gerektiren şeydir.
Nitekim o, zâhirde tâbi olduğu hükmü bâtında Allah'tan alır.
Çünkü o, emri olduğu hâl üzere görür ve böyle görmesi de zaruridir. Bu görüş ise bâtını temsil eden tuğlanın mahallidir. O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm'a vahiy getiren melekde aynı kaynaktan alır. Eğer işaret ettiğim bu nükteyi anlayabildiysen, senin için faydalı bir bilgi hâsıl olmuştur.
Âdem çağından son Nebi'ye varıncaya kadar tıyneti bakımından olan varlığı gecikse de, nebilerden hiçbir fert yoktur ki, ilmini sonuncu peygamber olan Muhammed Aleyhisselâm'ın ışığından almış olmasın.
Çünkü o hakikatiyle mevcuttur ve bu da Peygamber Aleyhisselâm'ın;
'Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamber idim.'
Meâlindeki sözü ile sâbittir. Başka peygamberler ancak ümmetlerine gönderildikleri zaman Nebi olmuşlardır. Kezâ velilerin sonuncusu Hâtemü'l-evliyâ da, Âdem su ile toprak arasında iken veli idi. Diğer veliler, ancak ilâhî ahlâk cümlesinden olan velilik şartlarını kazandıktan, Allah'ın Veli ve Hamîd isimlerinin feyzine mazhar olduktan sonra veli oldular.
Şu hâle göre sonuncu Peygamber'in veliliği yönünden sonuncu Veli'ye nispeti, Resul ve Nebi'lerin ona nispeti gibidir.
Bu itibarla Resul'lerin sonuncusu hem Veli, hem Nebi, hem de Resul'dür.
Hâtemü'l-evliyâ ise irfanı aslından alan Vâris'tir, mertebeleri müşâhade eder. Ve o şefaat kapısının fethinde Âdemoğlu'nun seyyidi ve cemaatin mukaddimi olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hasenâtından bir hasenedir."
(Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'lîkat aleyhi, s. 63-64, Ebu'l-A'lâ Afîfî'nin ta'lik ve tahkikiyle. Beyrut, 1946)
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin daha önce arzedilen bu beyanı şimdiye kadar anlaşılmamıştı. Afîfüddîn et-Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin açmasıyla anlaşılmış oldu.
Hazret: "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem li'l-Afîfüddîn et-Tlimsânî" adlı eserinde yer alan bir beyanında; Hâtemü'l-enbiyâ'nın zâhiri olan "Hâtemü'n-nübüvve"nin gümüş, bâtını olan "Hâtemü'l-velâye"nin ise altın bir tuğla olarak temsil edilmesine işaret ederek; buradaki "Altın tuğla"nın müstakil olarak ancak Hâtemü'l-evliyâ'ya nispet edilebileceğini, "Gümüş tuğla"yı temsil eden Hâtemü'l-enbiyâ'nın ise yalnız zâhirî temsil ettiği için, ancak onunla alâkalı olmakla vasfedilebileceğini beyan buyurmuştur:
"Hâtemü'l-veli, velâyeti nedeniyle, iki kerpiçten birini gümüş olarak görür. Bu ise onun, hakkındaki tâbîliğe kendisiyle eriştiği nübüvvet makâmını görmesinin zaruretinden ileri gelir. Bu da gümüş bir kerpiçtir. Başka bir kerpiç yeri daha görür ki; o da (onun), vasıtasız olarak Allah'tan almasını sağlayan şeydir.
Ancak, (Hâtemü'r-rüsul'ün) velâyet makâmı nübüvvet makamından daha yüksek olunca; ona tahsis edilen nübüvvet'le ilgili kerpicin gümüş bir kerpiç, diğerinin ise altın bir kerpiç kılındığı söylendiği gibi; Hâtemü'l-evliyâ'ya teslim edilen velâyetin, altın kerpici ziyadelik kılan şeyin aynısı kendisine teslim edildiği için, Resul için de aynı şekilde altın olduğu söylenemez.
O (Hâtemü'r-rüsul) ancak, kendisine onu hâsıl kılan şeyle alâkalı olmakla vasfedilebilir."
("Şerhü'l-Fusûs li'l-Afîfüddîn et-Tlimsânî"; Şehid Ali Paşa, nr.: 1248, 26a-26b yaprağı.)
Demek ki o tuğla Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyetinin tuğlası imiş. Bir de gümüş tuğla arzediliyor, o da risâletin tuğlası. Onun velâyeti altın olduğu için, o altın da oraya intikal ettiği için oradan geliyor.
Altınlığın husule gelmesi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyetinin nübüvvetinden üstün olmasından dolayıdır.
O velâyet de intikal ettiği için, o altınlık oraya da intikal ediyor. Bu üstünlük, Resulullah Aleyhisselâm'a verilen velâyetin intikal etmesinin bir neticesidir. İntikal ettiği için bu fazileti üzerinde topluyor.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel iki hâtem halketmiş ve nurunu lütfunu bu iki hâtemde yerleştirmiştir.
Ezelden iki hâtem halketmesinin gizli sebep ve sırları da budur. Bu ise bilinecek, çözülecek bir iş değildir. Niçin? Hakk'tan geldiği için...