Allah ehline niçin büyük ibtilâlar veriliyor? Sen O'nu sevdiğini iddia ettiğin için. Senin O'na karşı sevgi dereceni sana göstermek için.
Bir genç düşün, sevdiği kız uğruna canını dahi fedâ edebiliyor. Bir ehl-i dünya ki, dünya kazancı için icabında geceleri uykusuz kalıyor. Durup dinlenmek bilmeden sağa-sola koşuyor. Topladığı malın mülkün muhafazası için de, canını bile ortaya koyuyor. Sen Hakk için neyini fedâ ettin? O'nun yolunda nelere katlandın?
Şayet canını dahi veremezsen, değil malını; o zaman bu iddiâdan vazgeç, bu sahada kusurunu itiraf et ve çekil.
Mihnet, meşakkat, eziyetlere tahammül ve kusurları affetmek... Bunlar ancak ehline âit işlerdir.
Hakk'ın sevgilileri niçin bu kadar takip ediliyor, eziyet edilip öldürülmek isteniyor? Böyle azılı düşmanların yanında niçin bu kadar da sevenleri var? Çünkü onda bir Dürr-i yektâ var, başka hiç kimsede bulunmayan. Sevenler onun için seviyor onu. Dostu onun için ona âşık. Düşmanı da onun için ona hased ediyor.
Onlar yaratılışta bir istidat üzerine yaratılmışlar-dır. Ruhları pek büyük, çok yüksektir, kimsede bulunmaz. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın ârifleridir. Bu Dürr-i yektâ'ya sahip olanları ehil kimseler hemen tanırlar.
Allah ehli bu dünya âleminde zindan hayatı yaşarlar, gariplik çekerler. Ömürleri mihnet ve şiddetle, gam ve kederle geçer.
"Dünya müminin zindanıdır." Hadis-i şerif'i bunların hâlini anlatır. (Tirmizî)
Allah-u Teâlâ gülü izzetinden, hüsn-i ziynetinden yarattığı halde üzerinde birçok pirecikleri de halketti.
Eğer Mevlâ onun açmasını murad ettiyse açar ve gönüllere neşe saçar. Haşereler ona zarar vermez.
Allah-u Teâlâ'nın indinde kâinatın gülü vardır, o da insan-ı kâmildir. Üzerinde kuvve-i beşerin haricinde bir çok ibtilâlar mevcuttur. Allah-u Teâlâ açmasını murad etmişse, ibtilâları ona zarar vermez.
Allah-u Teâlâ'nın bütün sevgilileri yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.
İbrahim Aleyhisselâm bu rahmeti ateşin içinde buldu.
Yakub Aleyhisselâm Kenan illerinde evlât hasretiyle ah ederken buldu.
Yusuf Aleyhisselâm kuyuda buldu, zindanda buldu.
Yunus Aleyhisselâm balığın karnında, karanlıklar içinde buldu.
Eyyub Aleyhisselâm hasta iken buldu.
Ashâb-ı Kehf saraylarda bulamadıkları bu rahmeti mağarada buldular.
Allah-u Teâlâ'nın biricik Habib'i -sallallahu aleyhi ve sellem- Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- ile beraber sığındıkları mağarada buldular.
Ey kardeş! Onlar burada buldular, sen nerede arıyorsun?
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz, şeyhi Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kapısına yalın ayak, dikenler batmış, yorgun olarak varıp içeriye girdiği zaman: "Kim o gelen?" diye sordular. "Bahaüddin" denince, "Atın dışarıya!" buyurdular. Dışarıya atıldı ve kapı da yüzüne kapatıldı.
Sultanımız buyururlar ki:
"Nefsim bu durumdan üzülerek serkeşlik yapmak istedi. Ben de onun kulağını çektim ve dedim ki 'Ey nefis! Şeyh ne yaparsa haklıdır, ben bu yolu Allah için kabul ettim." Başımı eşiğe koydum, sabaha kadar kaldırmadım. Ertesi günü Şeyh Hazretleri sabah namazına çıkarlarken ayaklarını uzattılar, boynuma bastılar. 'Kim bu?' dediler. 'Bahaüddin' denince, ellerini uzattılar, beni kaldırdılar, içeriye götürdüler. Su ısıttılar, dikenleri bir bir elleriyle çıkardılar. Sonra üzerlerindeki hil'at-ı şerif'i çıkarıp sırtıma giydirdiler ve: 'Oğlum bu hil'at sana yakışır.' buyurdular.
Şeyhimin o hali ile benim o halim hiç gözümün önünden gitmiyor. Şimdi biz de her sabah evden çıkarken böyle mürid arıyoruz amma, şimdi zaten mürid kalmadı ki, hepsi şeyh halife oldu."
Dervişlerin durumu böyle olursa, avamın ve âhir zaman ulemasının durumu ne olacak?
Öyle kimseler de vardır ki, ilim-irfan mektebine dehalet etti. Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh'a ulaştı. Gayesine, maksadına nâil oldu.
Ve fakat bunlar çok azdır. Hacı Bayram Veli -kuddise sırruh- Hazretleri'nin binlerce müridi vardı, fakat imtihana çektiği zaman bir buçuk müridi çıktı.
Hicrî ikinci asırda yaşayan İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri Belh şehrinde dünyaya geldi. Başlangıçta Belh sultanı idi.
Bir gece sarayında yatarken damın üzerinde bir gürültü duydu. "Kim var damda?" diye bağırdı. Bir ses: "Yabancı değil, develerimi kaybettim de onları arıyorum!" diyordu. Kızgın bir şekilde: "Ey insan! Kaybolan develeri sarayın damında mı arıyorsun?" diye sordu. Yine aynı ses, bu defa şöyle diyordu:
"Ey gafil! Sen de Allah'ı atlas yataklar içinde mi arıyorsun?"
İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri'nin içine bir ateş düştü, hemen adamlarını çağırdı, her tarafı arattı, hiç kimseyi bulamadılar. Sabaha kadar uyuyamadı.
Sabah divan kuruldu, erkân ile memleket meselelerini görüşüyorlardı. İçeriye birdenbire heybetli bir adam girdi, tahtın yanına kadar geldi.
Onunla şöyle konuştular:
– Ne istiyorsun, sen kimsin?
– Yolcuyum, bu handa konaklamak istiyorum.
– Çekil git! Burası han mı? Benim sarayımdır!
– Senden evvel burada kim vardı?
– Babam.
– Ya ondan evvel, ondan evvel?..
– Dedelerim.
– Onlar ne oldular?
– Öldüler.
– İşte benim dediğim. Birinin göçüp öbürünün konduğu yer han değil de nedir?
Ve o heybetli adam hızla geriye dönüp divan odasından çıktı. İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri hızla peşinden koştu, fakat nereye baktıysa bulamadı.
Can sıkıntısıyla bir gün de maiyyetiyle beraber ava gitmişti. Bir avın izini takip ederken onlardan ayrıldı. Tam avını vuracağı sırada gaiplerden bir ses duydu. "Ey İbrahim! Vallahi sen bu işler için yaratılmadın!" diyordu. Bu ses üç kere tekrarlandı.
Bu üç hadise arka arkaya gelince içi titredi, intibaha geldi. Artık ne saray, ne taht, ne de mal mülk!
Bir çobana rastgeldi. Çobanın yünden yapılmış kepeneği ile kendi elbisesini değiştirdi ve memleketinden ayrıldı. Nasuh bir tevbe ile tevbe etti.
Memleketini, dostlarını, her şeyini terk ettikten sonra diyar diyar gezdi. Helâl kazanç ve nefsini tezkiye için dağlardan sırtıyla odun toplayıp pazarlarda sattı. Hamamlarda müslümanların kirlerini yıkayacak kadar nefsini alçalttı.
Daha sonra Mekke-i mükerreme'ye gitti. Orada Süfyân-ı Sevrî -kuddise sırruh- ve Fudayl bin İyaz -kuddise sırruh- gibi zâtlarla görüştü, sohbetlerde bulundu. Bir mürşidin rehberliğinde Allah yolunda mesafeler katetti.
Oradan Şam'a geçti, vefatına kadar orada kaldı ve elinin emeği ile geçindi.
Bir sultan iken, ulvî hayata nâil olmak için, dünya sultanlığından vazgeçti, Allah-u Teâlâ'yı tercih etti.
Birisi ona kabul etmesi ricasıyla bin altın takdim etmişti.
Buyurdu ki:
"En hakir bir şeyle adımızı dervişlik kütüğünden kazımak mı istiyorsun?"
Bir gün hamama gitmişti. Çıkarken para istediler. "Param yok." dedi.
"Paran yoksa hamama niye girdin?" dediklerinde vecde geldi ve bayıldı. Kendisine gelince, niçin bu hâle büründüğünü sorduklarında:
"Boş el ile şeytan evine koymuyorlar, Rahman evine amelsiz nasıl girebiliriz?" cevabını verdi.
İşte süflî hayatı bırakıp ulvî hayatı tercih edenlerin âkıbeti budur.
Dikkat edilirse büyük zâtlar hep böyle büyük imtihanlardan geçtiler.