Ebu Abdullah -rahimehullâh- buyurdu ki:
"İşte bu, sevabı talep ettirip azaptan kaçındırarak Allah'ın kendi amelleriyle amel ettirdiği kimseleri beyan etmektedir. Hevâlarından kaçıp uzaklaşmak suretiyle amellerini arındırıp temizlemeyenler ise şehvet denizinde yüzmeyi talep etmişlerdir.
Sonra bir de Allah'ın -tebâreke İsmehû- yarattıkları arasından dileyip seçtiği biri vardır. Onu her cinsten arındırıp süzerek daha saf ve temiz kılmıştır.
Nitekim O, Arş'ı diğer mekânlardan arındırıp süzmüştür.
Adn'i, diğer cennetlerden arındırıp süzmüştür.
Kabe'yi, diğer beytlerden arındırıp süzmüştür.
Ümenâ (emin kıldıkları)nı, meleklerden arındırıp süzmüştür.
Peygamberleri, velilerden arındırıp süzmüştür.
Velileri, zâhidlerden arındırıp süzmüştür.
Zâhidleri, rağbet gören amel sahiplerinden arındırıp süzmüştür.
[186b] Rağbet görenleri ise âdemlerden (insanlardan) arındırıp süzmüştür.
Daha sonra aralarında akılları paylaştırmış, gönüllerini müslümanlık için açmış, onları kendi marifetinin Nûr'u ile hidâyete yöneltmiştir. Hepsi de mümindirler ve her biri kendi derecesinin üzerinde bekler.
•
Rağbet sâhipleri sevâbıyla ve ikâbıyla, O'na karşı halis iman sahibidirler. Ne var ki hemen sonra rağbetleriyle, şehvetleriyle ve meyilleriyle hevâlarını birbirine karıştırırlar. Böyle böyle onlar sersemleşir ve sarhoşlaşırlar. Nitekim dünya muhabbet ve şehvetleriyle dolu olan kaseyi yudumlarlar.
Amel sahipleri göz kamaştırıcı ilâhi bir nurla zafer kazanırlar. Onlar onunla onların sarhoşluğundan çıkarlar. Kuvvet bulduklarında ise sarhoş olanları görerek, sağı-solu yerine yerleştirip düzene sokarlar. Meyillerini kesip atarlar. Kötülük sahibi birini gördükleri vakit onu oturtup biata yöneltir; ilâhi korkudan ve O'nun âfâkından kendilerine miras kalan bu nur sayesinde üstün olurlar. İtâat ve masiyyeti terk ile amellerine kuvvet kazandırırlar. Nefisleri ilâhi huzurda kâim olur; ikâbdan necât bulup sevaba nâil olma yolu üzere, kalpleriyle, tâ ki içleri itminâna erişinceye dek Allah'ı bilir ve tanırlar. Onlar sebât halinde oldukları için sarhoşluklarından ayılmış bir topluluktur.
Onlar o kimselerdir ki, Allah onları sena etmiş ve kendilerinden söz ederek şöyle buyurmuştur:
"Korku ve ümit ile Rabb'lerine duâ ederler." (Secde: 16)
Sonra Allah'ın, onlardan kaplerinin içine kendi Nur'unun şulelerini yerleştirdiği bir topluluk daha vardır. Onların sadırları genişlemiş ve açılmıştır. Engellerden sıyrılıp çıkarak Celîl olan Allah'ın işiyle şeref ve itibar kazanır. Artık o, şânı pek büyük ve yüce olan Hâliku'l-Bârî'ye karşı uyanıklığının derinliğiyle vasıflanır. Azîm'in azameti, Celîl'in celâleti ve Azîz'in izzeti arasındaki farkı kalbiyle tefekkür eder. Bu hevâyı, O'nun emri ve nehyi hakkındaki tüm çaba ve gayretinden ayırıp kurtuluş buluncaya kadar kalbinden tefrik edip kaçırır.
Sonra başka bir dereceye yükselir. Ardından (bu) yükselmesi nedeniyle, nefsini birdenbire hevânın içinde bulur ve şehveti bâkî kalır; nitekim hareketten düşer. Nihayet O, gaybda kibriyâsını ve hükümranlığını ona gösterdiği zaman ölür.
Sonra daha başka bir dereceye yükselir; nefsinin içinde düşük halde olan şehvetin ve hevânın sıfatlaşmış ve aksetmiş bir biçimde kalıntısını bulur.
O'nun Cemâl'i, Behcet'i ve Bahâ'sı gaybda kendisine gösterildiği vakit, ardından bambaşka bir dereceye yükselir. Bu kez de içinde şehvetinin arta kalanını mevcut bulur, bilgi ve mârifeti güçlenir.
O'nun Ferdâniyyet'inin mülkü gaybda kendisine gösterildiği zaman, burada kalbine içindeki her şeyle eşyayı tanıyarak müşâhede etmek vâki olur ve onda cennete ve cehenneme karşı bir itibarsızlık hâsıl olur. Bunların her ikisi de artık nefsin sevâbı ve ikâbı (azâbı) olmuştur.
Görmez misin ki cennet zikredildiği vakit şöyle buyurulmuştur?
"Canlarınız neyi isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!.." (Fussilet: 31)
Yine şöyle buyurulmuştur:
"Canlarının çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey orada vardır." (Zuhruf: 71)
Peki hangi kalp Azîz, Mâcid, cömertlik ve lütuf sahibi olan Allah'a yakınlığa ulaşıp, birbirinin peşi sıra onun iyiliklerine nâil olur? O'nun lütuflarını peşpeşe tâkip ederek, Vahdâniyyet mülkünde O'nun muhabbetiyle vuslata erişip, O'nda ferdleşen… Zira O'nunla meşgul olan, nefis, dünya ve âhiret hallerinden sakınma hususunda dağınık olmaz; ikisi hakkında da fikrini O'nda dağıtıp, yalnız O'nunla meşgul olur. Bunun O'na kavuşmasından dolayı olduğunu da bilir, ancak mahremiyetinden dolayı bunu gizler ve [kendisini] bu dereceden daha düşük gösterir; zira bu derece Allah'ın ona minnetlerinden bir minnettir."
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Bâbu fî Beyânü'l-Müferridîn adlı eserinde "Vahdâniyyet mülkü'nde O'nun muhabbetiyle vuslata erişip, O'nda ferdleşen" velîyi anlattığı kısım. Beyazıt Devlet Ktp. Veliyyüddin, nr.: 770, vr. 186b-187a.