“Şu kadar var ki, O’nun cennetine ehil olanlar; kölelikten hürriyete kavuşanların heyeti içinde O’nun irâde ve dileklerini ellerinden çekip aldığı kullar; Mennân (Minnet ve kerem sahibi olan)’ın civârında O’nun arşının kılavuzları olanlardır.
O’nun ateşine ehil olanlara gelince; tutsaklık ve esârete sımsıkı sarılanların heyeti içinde, bedenleri kendilerini tutsak ettiği halde, Cebbâr olan Hükümdâr’ın zindanları içinde gazâba müstehak olarak O’nun azâbına uğrayanlardır.
Bunun içindir ki ismi mübarek olan Allah, onları yaratışından haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Ben cinleri ve insanları ancak beni bilsinler, bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât: 56)
Ve yine buyurmuştur ki:
“O halde yalnız bana kulluk edin!” (Ankebut: 56)
Ayrıca şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar!
Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize ibâdet ediniz ki korunasınız.” (Bakara: 21)
Ubûdet, yani kulluğun özeti; hevâyı terk etmek, nefsi dünya ve âhiretle ilgili işlerin hepsinde kullanılan bir binek edinmektir. Ubûdet, çözülme ve hürriyet, emir ve nehiy olmak üzere iki konum üzeredir. Nihâyetinde kul nehy edilen şeye karşılık emredilen şeyi yerine getirir; çözülmesi gereken şeyi yayar ve haram olan şeyden kaçar. Ancak hevâyı tefrik edemez, verilen emri hevâ ile birlikte yerine getirir. Aynı şekilde, nehyedilen şeyi nihâyete erdirirken de hevâ ile birlikte nihâyete erdirir; O’nun emrinden yana bir şeye muvaffak kılınıp, verilenler hakkında şehvetten bir türlü yakasını kurtaramaz; yasaklanmasına rağmen karıştırmaktan ve hatayı tekrarlamaktan hâlî olamaz. Nefislerinin içinde gizlediklerine sahip olamayan kullar hataya düşmekten hiçbir zaman kurtulamazlar.
Nitekim şöyle buyurulmuştur:
“Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir yük ile mükellef kılmaz.” (Bakara: 286)
Onları yaratmış ve içlerine bu şehveti yüklemiştir. Onları sağa ve sola çevirmiş; hata ve mâsiyetlerin içine koymuştur. Onlara rahmetini işlemek istediği vakit ise, kendisine tevbe ettirecek nusret ve yardımını sunmuştur. İçlerine ubûdeti yerleştirip şehveti bıraktırmış; âzâlarında onun ışıltısını, gözkamaştırıcılığını ve tadını zayıflatıp sönük kılmış, böylece küllerin altında gizlenen kor gibi yapmış, damarlarını ve âzâlarını şehvet ateşi içinde bırakmamıştır. Kalp alevleri dinmiş ve lavları sönmüş bir fırın gibi; bu şekilde tam dinmemişse de, adeta soğumak üzere olan sıcak bir kül olmuştur. Öyle ki, kendisinden zevk almak istediğinde kuvveti düşer; ondan herhangi bir zevk alamaz ve kıpırdayamaz.
Sadr da böyledir; o da şehvetin sıcaklık ve ateşinden emin olduğu vakit, artık onun içinde onunla ilgili hiçbir şey yürümeyip sessiz kalır ve hiçbir şekilde ona ilişemez.
Her fırın çok ısınıp hararetlendiği zaman, herhangi bir şey mutlaka ona yapışır ve süratle pişip olgunlaşır. Onun da sıcaklığın gücüyle şehveti parlayıp alevlenerek kalbinin üzerine doğru gelir; o gelen şeye karşı ancak tevbe ile zafer bulur. Bu, Allah’ın kuluna olan rahmetinden bir nûrdur; onun çözemediği parıldayan o şeyi söndürmesi yönünden bir rahmettir. Bu şehvetin parıldaması meydana geldiğinde, ateşin yakıcı ışıltısını da beraberinde getirir. Kul ise, ancak sakındırıldığı vakit ondan sakınabilir. İşi başaramazsa, bu noktada kendisini hevâsının şehvetinden sıyrılamamış olmakla isimlendirir ve o artık ona ‘hevâ’ der. İş görebilir olduğunda ise içindeki gizli şehvete karşı muvaffak olur ve içindeki şehvet ne kadar ağır olursa olsun ona muhâlefet eder, ona tekrar hile ile yol bulsa bile o şey artık nihâyet bulur. Bu şekilde şehvetinden sakınmaya muvaffak olsa da sonunda ondan korkar; geriye kalan bu şehvetini onların bu yapabileceklerine karşı kullanır.
Onların bu minvâl üzere hatırlayışları, daha yaratılışlarından önce nimetler ve ikramların yerini de, yokluk ve alçaklığın yerini de yaratmış olan Allah tarafından bilinmektedir. Nitekim nefislerin paslanıp körelmesi ile ilgili olarak, onlar hakkındaki bu haberi Resul’ünün -salavâtullâhi ve selâmuhû aleyhim- dilinden ifşâ etmiştir. Bu, onların içindeki şehvet ve bu şehvetin yer tutması ile ilgilidir. Onların heveslerini bu şekilde temsil etmiştir; isyancılar yarın İlâhî huzurda:“Rabb’imiz! İçimizde taşıdığımız bu şehvetler şüphesiz sana [malûm]dur; bize yol verme, mahrem şeylerimizi yüzümüze vurma!” diyeceklerdir.
O -Azze ve Celle- ise onlar üzerine bir hüccet olarak buyurur ki:
‘Ben kendisinden sakınmanız konusunda, bunu dileme belâsına sizi düşürmeyecek nimetlerin içinde bir yer yarattım; sonra ondan şikâyet edenler bu yere şevk duysunlar diye, nefislerinize karşı bir hüccet kılmak için bu haberi Resul’ümün diliyle size gönderdim. Gözlerinizi diktiğiniz bu şey sizin için hazırdır. Bir süreye kadar gâib olsa da, bunu beşer ilminin hesap edemeyeceği, aralarında farklılıklar bulunan bir Nûr içinde kıldım. Yoksa nefislerinizin şehveti ve ondaki rağbetin harekete geçmemesi nasıl mümkün olabilirdi? Bunun dışında bu aşağılık şehvetle sizin şehvetiniz, veya kulaklarınıza kadar nüfuz eden parıltısı nasıl sönebilirdi? İşte iki yurdun da işlerine dair bu haberler Resul’ün dili üzeredir. Yoksa kalplerinizde nasıl kurtuluş mümkün olabilirdi? Kullarım bir gün huzurumda bunun için toplanıp benimle mukâbil olacak; onlar sizinle birlikte ancak, kalpleri hakkındaki bu haber ve sadırları hakkındaki bu tasavvur sayesinde kurtulacak, tâ ki kalplerinin gözlerini diktikleri şey onlar için hâsıl oluncaya kadar, onlar dünyalarına umumen rağbet etmeyi bırakacaklardır…” (Devam edecek)