Muhterem Okuyucularımız;
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz 16 Recep 1431, 28 Haziran 2010 tarihinde ahirete irtihal etmişlerdir.
Vefatlarının sene-i devriyesi olması hasebiyle bu ay dergimizde Zât-ı âlileri'nin "Kalblerin Anahtarı" külliyatından mühim ve elzem konular istifade için ele alınarak, ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Allah'ımız cümlemizi şefaatlerine nail eylesin.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Onlar şu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. O öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur.
Bu topluluk Allah-u Teâlâ'nın, kalplerine nuru akıtıp hakikati bildirdiği, Zât-ı akdes'ini duyurduğu ve hakikati bildirmek için gönderdiği kullardır.
O'nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, hakkı tebliğ eden ve halkı Hakk'a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a götürürler.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli'yi gönderir.
Hâtem-i enbiya olduğu gibi bir de Hâtem-i evliya vardır. Zira, velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Hâtem-i evliya, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Bugüne kadar yüze yakın Evliyâullah Hazerâtı, Hatem-i veli'den, ona verilen lütuflardan haber vermişler, onun yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, ezelde ona verilen mânevi makamlardan bahsederek eserler neşretmişler, şerhler yapmışlar, hatta talebelerine tarif ederek hakkında ders talim etmişlerdir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh-, Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi Evliyâullah Hazerâtı hususi kitaplar yazmışlar, İmâm-ı Rabbânî, Abdülkadir Geylâni, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri gibi daha birçok zevât-ı kiram eserlerinde Hatem-i veli'den bahsetmişler, ona biatın şart olduğunu, tâ o zamandan onun apaçık alâmetlerini, ilâhi vazifesini, makamını, ilmini, eserlerini, cihadını, yolunu haber vermişler ve sevgilerini, bağlılıklarını arz etmişlerdir.
Öyle ki bununla yetinmemişler, Cenâb-ı Allah tarafından ilhâm-ı İlâhi ile geleceği kendilerine bildirilen Hatem-i veli'nin hakikatinin anlaşılabilmesi ve bilinmesi için izah ve ispata çalışmışlar ve âhir zamanda gelecek olan Hatem-i veli'yi Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiği kadar ümmet-i Muhammed'e duyurmuşlardır.
Bu "Hâtem" meselesi gizlidir. Bu iki devir arasında birçok zevât-ı kiram geldi geçti, fakat bu vazife Hâtem-i veli'ye nasip oldu. Hazret-i Mehdi'nin faziletini herkes biliyor, fakat Hâtem-i veli'yi kimse bilmez. İnsan hafsalası almaz, ilmi de yetmez.
•
Bu ay içerisinde idrak edilecek olan mübarek "Miraç Kandili"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hakk'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
Halk arasında "Üç Aylar" diye adlandırılan;
"Recep, Şaban ve Ramazan" ayları Rabb'imizin af ve mağfiretinin,
feyiz ve bereketinin bol bol ihsan edildiği mübarek aylardır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Recep ayı girince:
"Allah'ım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan'a kavuştur." diye duâ ederlerdi. (C. Sağir)
Bu Ay'ın Sonunda Başlayacak Olan "Üç Aylar" ınızı ve "Regaip Kandili" nizi Tebrik Eder,
Tüm İslâm Âlemi'ne Hayırlara Vesile Olmasını Cenâb-ı Allah'tan Niyaz Ederiz.
"İnsan hakikaten dünya muhabbetini kalbinden çıkarırsa, gönlünü Hazret-i Allah ile doldurursa, Allah'a kavuşmak için ahireti tercih eder, hem de nasıl tercih eder, gönülle tercih eder. Zaten gönülle olmayan işlerin fazileti bile yoktur.
Gönülle tercih eder ve fakat mahlûk Hâlîk'ının emrine tabidir, ne "Beni al!" diyebilir, ne de "Bırak!" diyebilir. Çünkü onun iradesi elinde değil zaten. En hoşlandığı şey Hazret-i Allah'ın hükmü olur. Onda arzu yaşamaz. Hayat ve vefat arasında hiç fark kalmaz. Çıkacak hükm-ü ilâhiyeye peşinen râzı olmuştur. Hazret-i Allah'a râm olmuş, bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir."
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Onlar şu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. O öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur.
Bu topluluk Allah-u Teâlâ'nın, kalplerine nuru akıtıp hakikati bildirdiği, Zât-ı akdes'ini duyurduğu ve hakikati bildirmek için gönderdiği kullardır.
Bu ilâhî hüküm Asr-ı saâdet'ten kıyamete kadar geçerlidir ve müslümanlar için büyük bir müjdedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimden bir tâife, kıyamet gününe kadar Hakk için muzaffer bir şekilde mücadeleye devam edecektir." (Müslim)
Ümmet-i Muhammed'in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bir fırkanın kurtulacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Yani o vazifedarlar o bir fırkadan çıkacak, başka fırkalardan çıkmayacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Görülüyor ki bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş vazifedarlardır.
O'nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, hakkı tebliğ eden ve halkı Hakk'a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a götürürler.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli'yi gönderir.
Hâtem-i enbiya olduğu gibi bir de Hâtem-i evliya vardır. Zira, velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Hâtem-i evliya, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur."
Dikkat edilirse "Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz." buyuruyor.
Bu söz sadece Türkiye'yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur, değil Türkiye'ye, bütün dünyaya yayılıyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ adâleti onunla ayakta tutacak. Daha doğrusu Allah-u Teâlâ onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyât-ı İlâhiye Allah-u Teâlâ'nındır. Onu O öne sürmüş ve onda tecelli etmiştir.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.
Âl-i imran sûre-i şerif'inin 81. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere; Allah-u Teâlâ bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e, Hâtem-i nebi olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber vermişti.
"Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı: "Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek. Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. Onlar da: "Kabul ettik." demişlerdi. Allah da: "O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım." buyurmuştu." (Âl-i imran: 81)
İman edeceklerine ve ona sadâkat göstereceklerine dair Peygamber Efendilerimiz'den söz almıştı. Binaenaleyh hepsi de onun geleceğini biliyorlardı.
Aynı bunun gibi; ikinci bir hâtem olan Hâtem-i veli'nin gönderileceğini veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği birçok veli kulları, Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.
Böyle bir kimsenin geleceği halk için meçhul, fakat onlar için açıktı. Eserlerinde bu noktaya parmak basıp izahlı bir şekilde ayrı ayrı anlatıyorlardı.
Nitekim Hâtem-i veli'nin geleceği mevzusuna bin küsur sene önce yaşamış olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok eğilmiş, birçok vasıflarını olduğu gibi bir bir sıralamış, hatta sırf bu mevzuda "Hatmü'l-Evliyâ" isminde bir kitap yazmıştır. İlk ifşaatta bulunan da odur.
Allah-u Teâlâ peygamber ve veli kullarından her birine bir derece ve rütbe vermiş; ancak "Hâtemiyyet" lütfunu yalnız Hâtemü'l-enbiyâ olan Muhammed Aleyhisselâm'a ve Hâtemü'l-evliyâ olan zâta bahşetmiştir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'âm: 83)
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
Kullarından herhangi bir kulu insanlar arasından seçmeye ve dilediği rütbeye yükseltmeye kadir olan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bu hususu şöyle haber veriyor:
"Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin." (Âl-i imrân: 26)
Diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Allah kullarından dilediğine nimetini lütfeder." (İbrâhim: 11)
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
"O kimseler ki tâ ezelden haklarında tarafımızdan en güzel bir saâdet sebketmiş, iyilik fermanı çıkmıştır." (Enbiyâ: 101)
Nitekim Allah-u Teâlâ, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı Yahya Aleyhisselâm'a bizzat müjdeleyerek nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmişti:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'sinde hem yemin ediyor, hem de "Göndereceğim!" buyuruyor. Binaenaleyh çok kıymet vermiş, bizâtihi Allah'a ait. Onu Allah-u Teâlâ gönderdi, azmi veren de O, destekleyen de O. İrşadını yayan O, bunu bütün dünyaya sirayet ettiren O.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne duyurduğu "Âhir zamanda gelecek o topluluğa katıl!" Hadis-i şerif'inin bir noktasında şöyle buyuruyorlar:
"Ey Ebu Hüreyre! Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar." (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. nr.: 198/2, vr. 486a)
Bu lütuf O'nundur, O'ndandır. Mahlûk'un hiç hükmü yoktur. O dilemiş, sevmiş, seçmiş, tecelli etmiş, ileriye sürmüş o kadar...
Bugüne kadar yüze yakın Evliyâullah Hazerâtı, Hatem-i veli'den, ona verilen lütuflardan haber vermişler, onun yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, ezelde ona verilen mânevi makamlardan bahsederek eserler neşretmişler, şerhler yapmışlar, hatta talebelerine tarif ederek hakkında ders talim etmişlerdir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh-, Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi Evliyâullah Hazerâtı hususi kitaplar yazmışlar, İmâm-ı Rabbânî, Abdülkadir Geylâni, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri gibi daha birçok zevât-ı kiram eserlerinde Hatem-i veli'den bahsetmişler, ona biatın şart olduğunu, tâ o zamandan onun apaçık alâmetlerini, ilâhi vazifesini, makamını, ilmini, eserlerini, cihadını, yolunu haber vermişler ve sevgilerini, bağlılıklarını arz etmişlerdir.
Öyle ki bununla yetinmemişler, Cenâb-ı Allah tarafından ilhâm-ı İlâhi ile geleceği kendilerine bildirilen Hatem-i veli'nin hakikatinin anlaşılabilmesi ve bilinmesi için izah ve ispata çalışmışlar ve âhir zamanda gelecek olan Hatem-i veli'yi Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiği kadar ümmet-i Muhammed'e duyurmuşlardır.
Bu "Hâtem" meselesi gizlidir. Bu iki devir arasında birçok zevât-ı kiram geldi geçti, fakat bu vazife Hâtem-i veli'ye nasip oldu.
Hazret-i Mehdi'nin faziletini herkes biliyor, fakat Hâtem-i veli'yi kimse bilmez. İnsan hafsalası almaz, ilmi de yetmez.
Yalnız bu hususta gerek Hadis-i şerif'lerle, gerek geçmişte yaşamış Evliyâullah'tan bazı zevât-ı kiramın beyanlarının birkaçını teberrüken arzetmekle müslümanları tenvir etmiş ve hakikati duyurmuş olacağız.
Çünkü âhir zamanda geleceği haber verilen "Hâtem-i veli" ve "Bayraklılar ashâbı" hakkında bazı Hadis-i şerif'ler ve yüze yakın Evliyâullah'ın ifşaatları; "Hatmü'l-Evliyâ", "Cevâhirullah-1, Cevâhirullah-2", "Saadete Erenler Felâkete Kayanlar", "Sırrü'l-Esrâr Rütbe-i Bâlâ", "Sözler ve Notlar 10", "Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri" ve diğer kitaplara dercedilmiştir.
Bu hususta kitaplarda geniş bilgiler mevcuttur.
Hatem-i nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-in gönderilmesi kıyametin yaklaştığının en büyük delilidir.
Hatem-i velî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin zuhuru ise artık kıyametin iyice yaklaştığının bir delilidir. Zira artık Hatem-i veli'den sonra irşadla vazifeli bir veli gelmeyecek, gelse de kendi çapında olacak. Ondan çok kısa bir zaman sonra Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın devri başlayacak.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-Evliyâ" kitabı'nın son iki bölümünde, âhir zamanda zuhur edecek olan fitne ve kötülüklerden söz ederken; velîlerin "Hâtemü'l-velâye"liğini elinde bulunduran zâtın, bu devirde ilâhî hücceti ayakta tutup, kıyamet gününe kadar kendisinden önceki veliler ve Tevhid ehli üzerine bir hüccet olacağını haber veriyor. Mehdi Aleyhisselâm'ın bu devirde vazifedar kılınacağını; yine bu devirde yeryüzüne inecek olan İsa Aleyhisselâm'ın ise, ümmetin son gelenleri arasında, kendi havârilerine denk birtakım yardımcılar bulacağını haber vermiştir.
Binâenaleyh fitne ve fesadın son haddini bulduğu bu âhir zamanda, Hâtemü'l-veli'nin başlattığı iman kurtarma cihadını, onun hemen ardından gelecek olan Mehdi Resul Hazretleri ve İsa Aleyhisselâm tamamlayacak; bu surette birbirleriyle mütemmim olacaklardır.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şifâu'l-Alîl" isimli kitabında, Allah yoluna dâvet edenleri üç kısma ayırarak; bunların ilk ikisinin peygamberler ve veliler olduğunu belirtmiş; üçüncü sınıfın ise peygamberlerle veliler arasındaki tabakayı oluşturan, ferdâniyyet mertebesine çıkartılan ve mahşerde kendisine velîlerin saflarının öncülüğü verilecek olan "Bayraklılar ashâbı" olduğunu ifâde etmiştir.
O, bu sınıfı temsil eden velî ile Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın vasıflarını birleştirerek, bu ifşaatı ile Resulullah Aleyhisselâm'ın Mehdi'den önce çıkacağını haber verdiği, Hadis-i şerif'te işâret edilen ve "Bayraklılar"ın öncüsü olacağı bildirilen "Ayağı sakat zât"ın aynı şahıs olduğunu açıkça ortaya koymuştur:
"Sonra bir de O'nun, velîlerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ'ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir 'Bayraklılar ashâbı' vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği 'Hassü'l-Has'; yâni 'Seçkinlerin de seçkini'dir. O kalplerini onların yolu üzere kendisine çekip de seyrettirdiği için, cezbe ile onları kendisine seyrettirir, sonra da onları nefsen bu yol üzerinde yürütür.
Onlar peygamberler ve veliler arasında, kendilerinden başkalarını ikâme ederler. Onlar, neredeyse peygamberlerin yakınına kadar ulaşmışlık üzeredir; diğer veliler de onun idrak ve anlayışı üzerindedir. Onların uykusu da, uyanıklığı da çok büyüktür. Onlar bu lütuf yoluyla seyrettikleri için peygamberlerin yolunu da görürler. İşte onlar, kalplerini kendi vahdâniyyet'inin içinde boğduğu ve kendilerini eşyâya karşı fertleştirdiği 'münferidler'in arasındadır.
Ayrıca onlar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in rivâyet ettiği muhaddes'lerdendir....
İşte bu, O'nun kendi dilemesinin bir karşılığı olarak kendilerini seçtiği; kendileri için bu kerâmeti bâriz kıldığı, peygamberlerle veliler arasındaki tabakadır. Onlar O'nun kabzasında (himâyesi içinde)dir; O'nunla işitir, O'nunla görür, O'nunla düşünürler, hâllerinde de O'nunla tasarruf ederler. O da onları kendi hâllerini görmekten, nefislerini hatıra getirecek şeylerden ve hevânın gölgesinden alıkoyarak hareket ettirir.
İşte Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in tâbileri de onlardır." ("Kitâbu Şifâu'l-Alîl"; Veliyyüddin, no: 770, 5a-6a yaprağı)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Nisâ Sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisâ: 59)
Bu Âyet-i kerime'de Hazret-i Allah'a itaat, Resul'ü Hâtemü'n-nebi'ye itaat, ulü'l-emre Hâtem-i veli'ye itaat emredilmiştir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hakikati açıkça ibraz ederek, "İlmü'l-Evliyâ" kitabında Hâtemü'l-evliyâ'ya itaatin Resulullah Aleyhisselâm'a itaatten farksız olduğunu şöyle beyan etmiştir:
"Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
'Allah'a itaat edin, Resul'üne itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de!' (Nisâ: 59)
Allah Azze ve Celle'nin kendisine itaati, üstünlüğü nedeniyle Resûl'üne itaatin içinde kılması da bundandır.
Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
'Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur.' (Nisâ: 80)
İşte bu, bu ümmete, O'nun diğerlerinden mükerrem kılındığını bildirmek içindir. Onun derecesi diğer Resul'lerin derecesinden daha yüksektir. Zira bu, O'nun bütün herkese 'Hatmü'n-nübüvve' ile gönderdiği kuludur. Ona hem nübüvvet vermiş, hem de onu kendisiyle hatmetmiştir. Nefsi, hevâsı ve hevâsının kendisine yol bulabilecek bir gölgesi yoktur.
İşte Allah onu da ona yükseltmiş; kendisine bir keramet vererek, onun ümmetinin içindeki halifelerden kılmıştır. Dolayısıyla onları da hevânın gölgesinden ve nefislerinin kendisini hatıra getirmesiyle ilgili alâkalardan tefrik etmiştir.
O, onu diğer Resul'lerden üstün yaparak, kendisine itaati Resul'e itaatin içinde kıldı. Diğer veliler üzerindeki üstünlükleri nedeniyle, bu halifelere itaati ümmete vâcip kılması da tıpkı bunun gibidir.
Onlar has veliler ve Allah'ın yeryüzündeki erleri olan öyle kimselerdir ki, peygamberler ve şehidler kıyamet gününde onların yerlerine ve Allah-u Teâlâ'ya olan yakınlıklarına gıpta edeceklerdir. Allah bilendir." ("Kitâbu İlmü'l-Evliyâ"; Haraççıoğlu, no: 806, vr. 45b-46a)
Bu zât-ı muhteremin bu beyanları bizim bu sözlerimizi teyid eder.
Hazret; "Diğer veliler üzerindeki üstünlükleri nedeniyle, bu halifelere itaati ümmete vâcip kılması da tıpkı bunun gibidir." buyuruyor. "Bu halifeye itaat vaciptir." diyor.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'yi tefsir ederken "Ulül emr"in Hâtem-i veli olduğunu beyan etmiş;
"Onlar, kendilerine itaat etmeleri halka vâcip kılınan emir sahipleridir." buyurmuştur.
İşte bu vacip kılınmasının sebebi bizzat kendi göndermiş, bu vazifeyi O tayin etmiş, ona bu lütfu O vermiş. O gönderdiği, O'nun vazifesiyle vazifeli olduğu ve bizzat O'nun halifesi olması hasebiyle tabi olmak, teslim olmak, tasdik etmek vacip kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Yahya Aleyhisselâm'a, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı müjdeleyerek nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmiş, Hadis-i kudsî'deki beyanlarının bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Dikkat ederseniz burada Allah-u Teâlâ yemin ediyor. O böyle buyurduğu için, O'nun yeminle gönderdiği bir kimseyi inkâr eden kimse kâfir olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş, bu esnada ağlamış ve Hadis-i şerif'inde şöyle buyurmuştur:
"Ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî"; Hâlet Ef. no: 198/2 486a yaprağı)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ona karşı gelenin durumunun ne kadar vahim olduğunu" haber veriyor.
Hem dünyada, hem ahirette.
Şeyh Ahmed Mûsâ -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle-i Hâtem-i Velâyet" adlı eserinde, hiçbir velînin işaret etmediği mühim bir sırrı ifşâ ederek, Hâtemü'l-evliyâ'nın âhir zamanda gizli bir kemâlle, güçlü bir velâyetle şeriata kadem basacağını, her kişinin Mekke'de nâzil olan hükümlere göre bir seyri olsun diye Resulullah Aleyhisselâm'ın şeriatı üzere vazifedar kılacağını, Medine'de nâzil olan hükümlere göre ise, velâyetin özünü görerek yürüdükleri halde, onun dâvetine inkârla karşılık verenlerin küfür batağına saplanacağını haber vermiştir:
"Bir velî, gizli bir kemâlle, yaratılışı güçlü bir velâyetle şeriata kadem basacaktır. Şu hâle göre başta olduğu gibi, Peygamber'in şerîatları (hükümleri) üzere, en sonda bir de Velî olur ki; her kişinin Mekke'de nâzil olan hükümlere göre bir seyri olsun. Medîne'de nâzil olanla irtibat ise şöyledir ki; velâyetin merkezini (özünü) görerek seyreder, belki eğer inkâr ederse kâfir olur.
Dolayısıyla Velî'nin velâyetinin başı, Nebî Aleyhisselâm'ın, kabul edilmesi ve mütâbaat gösterilmesi istenen şerîatlarının nihâyeti olur." ("Risâle-i Hâtem-i Velâyet", Konya Bölge Yzm. E. Ktp., no: 951/2, vr. 74b-75a)
Hazret burada iki husus üzerinde duruyor:
Birincisi; Hâtem-i veli'nin halkı şer'i şerife, İslâm'ın emir ve hükümlerine dâvet edeceğini, hak ile bâtılı karıştırmayacağını beyan ediyor.
İkincisi; Hâtem-i veli'yi inkârın küfre götüreceğini ilân ediyor.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de "Hatmü'l-Evliyâ" kitabının on ikinci bölümünde Resulullah Aleyhisselâm'ın Mekke ve Medine'de yaşadığı dönem gibi "Allah-u Teâlâ'nın emanetini yerine getirmek için te'dibe, terbiyeye ve süreye ihtiyacı olunca velilerin nasıl olmaz?" buyurur. Burada Hâtem-i veli'nin de Resulullah Aleyhisselâm gibi olacağını izâh eder.
Hâtem-i veli'nin ilâhi hükümleri tecdîd ve ahkâm-ı ilâhiyi te'yid etmek için gönderildiğini beyan eden Hazret;
"O, O'nun adaletini düzeltip dengeler. O'nun üstünlüğünü, lütfunu ve keremini açığa çıkarır ve bu halka O'nun tecdidini neşreder." (Kitab-u şifâu Alil)
Buyurarak şer'î hüccetleri de ayağa kaldıracağını haber veriyor:
"Allah, "Hâtemü'l-evliyâ"yı getirmedikçe dünya yıkılmaz. O ilâhi hücceti (Âyet ve delilleri) ayakta tutar." (Hâtmü'l-Evliyâ)
Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ'nın alâmetlerinin ve yapacağı vazifesinin Kur'an-ı kerim'deki bazı ayetlere yerleştirildiğini haber vermiştir. "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" kitabında şöyle buyuruyor:
"Âl-i imrân'daki dört Âyet'te ise; asıl vücudundan önce ona gösterilen itinâ, cismî yaratılışının öncesinde onun şerefinin kıvama erdirilişi, güzel eserleri ve müşâhade edilen fiilleri; nâkıslığa, hatalara ve aykırılıklara karışıp, onları iyice şiddetlendikten sonra çözmesi ve (neticeye) bağlaması, korku ve çekingenliğin hiç değişmediği evi, peşinden gidenlerin onu bilemeyişi, onu tasdîkin halka vâcip olduğu ve Şer'î vesikaların ona tevdî edildiği mevzu edilir." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-74)
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Allah-u Teâlâ'nın Kelâm-ı kadîm'i Âl-i imrân sure-i şerif'inde geçen âyetlerden birinde "Onu tasdik etmenin halka vacip olduğunu" buyurduğunu haber veriyor.
Üsküdârî Hâşim Baba -kuddise sırruh- Hazretleri de bu hususta:
"Nübüvvet'in bâtını olan "Velâyet-i kübrâ'yı; yani en büyük velâyeti dahi delilsiz ve tevilsiz, hakikata tâlip olanlara tasdîk ve ikrâr vâciptir." buyurmuştur. ("Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi", Süleymâniye Ktp. Reşid Efendi, no: 784, vr. 90b-91b)
Bunu bilenler, görenler söylüyor.
Onu tasdik vacip olduğuna göre, onu tasdik etmeyen emr-i ilâhi'yi yerine getirmemiş olduğu için helâkına vesile oluyor.
Kâdı Muhammed bin Mehmed -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ âhir zamana kadar, tâ ki Hâtemü'l-evliyâ ile birleşinceye dek, onu (şer'i hudutları) devam ettirecek ve onunla tekrar yerine oturtacaktır. Ki Allah, nübüvvet duvarını nasıl ki Hâtemü'r-rusül'ün nübüvvetiyle hatmetmişse, sonra da Hâtemü'l-evliyâ ile onun duvarının her iki tuğlasını tamamlamış olsun. Buna göre de umarım ki güneşin batıdan doğma saati artık iyice yaklaşacaktır." (en-Nâberât fî Beyânu Hatmü'l-Velâyeti'l-Muhammediyye; Düğümlü Baba, no: 283'de mahfuz. 26b yaprağı)
Burada ilim ve irşâdının kıyâmete dek uzandığına açıkça işâret edilmektedir.
Bu ilim bugün indi, kıyâmete kadar bâkîdir.
Ahmed Mûsâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, velâyetin merkezinden, özünden gelen bu ilâhi dâveti reddeden kimsenin "Eğer inkâr ederse kâfir olacağını" beyan buyurmasının sebebine gelince; Hâtemü'l-evliyâ'nın dâveti din-i mübinin ve ahkâm-ı ilâhinin kıyâmete kadar değişmeyecek olan hükümlerine dâvet olduğu için, ona karşı gelenler doğrudan doğruya onu bu sahaya süren Zât-ı kibriyâ olan Hazret-i Allah'a karşı gelmiş, dâvetini reddedenler de O'nun Kelâm-ı ilâhi'si olan Hazret-i Kur'an'ıreddetmiş olurlar. Bu ise küfrün ta kendisidir.
Allah tarafından gönderildiği, Kur'an ve Sünnet ahkâmına dâvet ettiği için onu tasdik etmek halka vâciptir; ona itaat etmeyip muhâlefete kalkışanların ise er-geç hüsrâna uğramaları mukadderdir.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Ankâ-i Muğrib" kitabının girişinde yazdığı şiirinde;
"Tirmizî de onun Hatm'ine işâret etmişti
Görmese bile kalben onu tasdîk etmişti." buyuruyor.
Yâfiî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Ravdü'r-riyâhîn" isimli eserinde buyurur ki:
"Birtakımları da zamanında yaşayan evliyâyı tasdik eder, amma esas kaynak olan tek zâtı tasdik etmez. Böylesi ilâhi yardımlardan mahrumdur. O kaynak zâta teslim olmayan, ebedî hiç kimseden mânevî yardım göremez. Çünkü her şey ona bağlıdır." (İmâm-ı Şârânî, "Tabakâtü'l-kübrâ" c. 1, s.46)
Evliyâullah Hazerâtı böyle buyuruyor. Bu bir iman meselesidir.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri, tabi olup iman etmeye teşvik ediyor. Buyurur ki:
"Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz!" (Fusûsu'l-Hikem Şerhi, c. 1, s. 215'den naklen)
Demek ki Mustafa'yı yine gönderdi. Gönderen kim? O. Başkası için bu söz söylenilmemiştir. İşte bu bir intikal sırrıdır. Her şeyiyle o geldi.
Bu beyanı ile;
"Onun nuru geldi, onun vekili geldi, onun bayrağının taşıyıcısı geldi. Ona iman et! Çünkü o, onun vekilidir. Onun nâmına iş görüyor. Artık bırak bu ilâhları!" buyuruyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği feyiz deryasını ona da bahşettiği için bu isim verilmiştir.
Bu nasıl gerçekleşir?
Allah-u Teâlâ "Kudsî ruh" ile desteklediği zaman,
"Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nûrunu taktığı" zaman gerçekleşir.
Bu ise şahsa âit, beşere âit bir husus değildir.
Bu Zevât-ı kiram ona duyulan muhabbet ve sadakatin, ona yapılan itaat ve teslimiyetin, ona gösterilen saygı ve hürmetin Hazret-i Allah'a, Hazret-i Resulullah'a olduğunu duyurmuşlardır.
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Sana bu insan lâzım, bunu ara, bulunca muhalefet etme, sözlerine darılma, uzak kalmaktan hoşlanma."
Onu sev ve sözlerine bağlan, her nereye varsan böyle birini ara ve zihninde onu gezdir."
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri aramakla buldu ve ebedî saâdete erdi.
Kimi vardır bulmak için arar, kimi vardır bulmuştur ama nefsinin itirazlarını dinler de onun sözlerini dinlemez.
"Şunu bil ki: O ne söylerse selâmet ondadır. Helâk, bataklık başkadadır."
O Hakk'ın emriyle hareket ettiği için selâmettedir, iradesi elinde olmadığı için O hareket ettiriyor.
Başkasına vermemiş. O kapıyı bulan kurtuldu, o kapıyı bulamayan gitti. Ve Cenâb-ı Hakk, bu sevgililerine neler göstermiş, neler göstermiş...
Allah'ım onlarla beraber haşr-u cem eylesin...
"Allah'tan onu iste; yol bundan başkaya varmaz. Himmet başkalarında yoktur."
Niçin yoktur? Allah-u Teâlâ ona vermiş, başkasına vermemiş. Başka tarafta aramak boşuna harekettir.
"Mümin-i kâmil'in kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır."
Hadis-i şerif'inde beyan edilen Arşurahman'a koydu, kişi ondan alacak. Başkasına koymadığı için bütün çabalar boşa gider.
"Yolunu bu ülkeye vardırmayan kurtulamaz, amma Allah başka türlü emretmiş ise bir şey denemez. Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselere kimse şaşmaz." (Fütûhü'l-Gayb, 33. Makale)
Hazret, "Yolunu bu ülkeye vardırmayan kurtulamaz." buyuruyor. "Bilmiyordum!" diyememesi için. Bir kimse "Ben duymadım, bilmiyorum!" diyemez. Çünkü bir insan "Ben bilmiyordum!" demekle kurtulamaz.
Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtem-i veli'nin elini kabul etmekle emrolunmasının mânâ ve hikmetini ise şöyle açıklıyor:
"Hakk Teâlâ en büyük imamı vârettiği vakit, evvelkilerin de tâbi olduğu kimse olur.
Nitekim şöyle buyurmuştur:
'Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli, onların eli üzerindedir.' (Fetih: 10)
Bu makâma büyük seçkin Peygamber'den sonra, Hatmü'l-evliyâ'dan başkası erişemez." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ", Şehid Ali Paşa: 1287, 46byaprağı)
O ki Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği bir velisidir. Buna rağmen "Ben onun elini kabul etmekle emrolundum." buyuruyor.
Bu el alma emri yalnız Ekberiye'ye şâmil değildir, umuma şâmildir.
Görüldüğü üzere Hazret, biat Âyet-i kerime'sini ileri sürüyor. Bu Âyet-i kerime ilâhî bir emir ve hükümdür. Bu hükme riâyet edenler, Allah-u Teâlâ'nın emrine riâyet etmiş olur. Fakat bu emr-i ilâhîye uymayanlar, İblis'in karşı geldiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın emrine karşı gelmiş olur ve bu gibi kimselerin kurtulmaları da o nispette zordur.
"Evvelkilerin de tâbi olduğu kimse" beyanındaki hikmeti gerek Hatem-i enbiyâ ve gerekse Hâtem-i evliyâ, Âdem Aleyhisselâm halkedilmezden evvel halkedilmişlerdir. Onların nurunu o zaman koymuş, Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi etmekle de yaklaştırmıştır.
"Evvelkilerin de tâbi olduğu kimse" olması, mâlumunuz olduğu üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de evvelkilerin tâbi olduğu kimseydi.
Bütün imamları bir imama bağlaması ile ona biat edilmesini emretmiştir. Onun hikmetini O bilir.
Binaenaleyh, O'nun namına iş görene biat eden Hazret-i Allah'a biat etmiş, inkâr eden de Hazret-i Allah'ı inkâr etmiştir. Niçin? Hazret-i Allah namına çıktığı için. Daha doğrusu O çıkardığı için. Doğrusu budur. Allah-u Teâlâ çıkardığı için, bütün insanların mesul olduğu yer de burası. "Ben gönderdim!" diyor. Ama biz "İnanmadık!" "Ben gönderiyorum, benim âyetlerimi beyan ediyor." diyor, "İnanmadık!"
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinin 1. cildinin 436. sayfasında şöyle buyuruyor:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın."
O, onun vekili olduğu için, ona yapılan muhabbet Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan muhabbet gibidir. O şefaat ettiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın izniyle o da şefaat eder.
Nitekim Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temîmoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizi - İbn-i Mâce: 1443)
"Zirâ bu bir muhabbettir ki; adâvetleri ref eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)"
O, Hakk nâmına gönderilmiştir, Hakk'ı tebliğ eder. Ona muhabbet eden kimse, Hakk'a muhabbet etmiş olur. Ona buğz eden kimse ise, Hakk'a buğzetmiş olur. Bu buğzu kaldırmak isteyenlerin muhabbet etmesi gerekir.
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri de "Fütûhü'l-Gayb" isimli eserinde ise;
"Bu zât, Allah yolunda bir şâhtır.
Kulları Hak yola çağırır, kötülükleri onlara o gösterir.." buyuruyor. (33. Makale)
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resul" adlı eserinin "Yüz Yirmi Sekizinci Asl"ında Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra ashâbının önde gelenlerinin dini bid'at ve fitnelerden temizleyip aslını koruduklarını misallerle anlattıktan sonra, Hâtem-i veli'nin de dini ve onun ehlini buna benzer fitnelerden koruyacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
"O öyle bir kimsedir ki, bunun benzeri şeyleri (dinden) uzaklaştırıp defeder. Ondan temizleyip, kovup uzaklaştırması sâyesinde de artık onu giderir. O'nunla düşündüğü, O'nunla konuştuğu için O'nunla defeder. İşte o, Allah'ın halk üzerindeki hücceti, O'nun sürüsünün çobanı ve kullarının mânevî tabibidir. O'nu engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur." (c. 2, s. 225)
Niçin helâk olur? Onu Allah-u Teâlâ ileriye sürdüğü için, ona karşı gelen Allah-u Teâlâ'ya karşı gelmiş ve helâk olmuş olur.
Muhyiddin-i İbn'ü-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Fusûs'ul-Hikem adlı eserinde:
"O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah'tan alır." buyuruyor. (s: 45)
Bu yüzdendir ki ona itiraz etmek öldürücü bir zehirdir.
Bu zevât-ı kiram Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği öyle kullarıdır ki, "Hâtem-i veli"ye neler bahşedeceğini Allah-u Teâlâ göstermiş, görerek ve bilerek konuşmuşlar; ehemmiyetini, ciddiyetini ve faziletini ibraz etmişlerdir.
O, nice türemelerin ürediği, allahlık dâvâsında bulunan firavunların yine türediği, putların dikildiği, ilâhlık dâvâsında bulunulduğu, herkesin kendi bayrağını açtığı bir anda gönderildi.
Bu noktada Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
"Yeryüzü, ilâhî hükümleri ayakta tutan kimseden de hâlî kalmaz. ... Allah-u Teâlâ hüküm ve hüccetlerini onlarla korur. ... İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın kulları içinden seçtiği dostları, yeryüzünde dinine dâvet ve irşad için vazifelendirdiği kullarıdır." (Ebu Tâlib el-Mekkî, "Kûtu'l-Kulûb", c. 1, s. 134'den naklen)
Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki bu doğrudan doğruya bir lütf-u ihsandır ve bu lütf-u ihsânı tarif etmek de mümkün değildir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de bu Zât-ı âli'nin ve ihvanının durumunu şöyle ifade buyuruyorlar:
"O zâtı tanıyan ve ona karşı ihlâs sahibi olan bir tâlip, onu düşünür ona teveccüh ederse; veya o zât bir tâlibi sever, ona teveccüh eder, onun terakki etmesini isterse, o kimsenin kâlbine bir pencere açılır. Sevgisi, teveccühü ve ihlâsı nisbetinde anlatılan bu yol ile o deryâdan feyz alır.
Bir kimse Allah-u Teâlâ'nın zikrine müteveccih olur da; inkâr ettiği için değil de o zâtı tanımadığı için bu zâta hiç teveccüh etmezse, yine ondan feyz alır. Fakat birinci anlatılanın istifadesi, bu ikinci anlatılanın istifadesinden daha fazla olur.
Bir kimse o zâtı inkâr eder beğenmezse, veya o zât bu kimseye incinmişse; Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin zikri ile meşgul olsa bile, irşadın ve hidayetin hakikatından mahrumdur. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, bir set olur ve feyiz yolunu kapatır. O şânı büyük kutup onun istifade etmemesi için teveccüh etmemiş olsa bile, onun zararını istememiş olsa bile, hidayete kavuşamaz. Onda irşad ve hidayetin ancak sureti vardır, hepsi o kadar, faydası çok azdır.
Amma o zâta, o kutb-u irşâda inanan ve sevenler, ona teveccüh etmeseler de, Allah-u Teâlâ'nın zikrinden hâlî olsalar dahi, yalnız bu sevgileri sebebiyle irşad ve hidayet nûruna kavuşurlar." (260. Mektub)
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Fethu'r-Rabbânî" isimli eserindeki beyanı ise şöyledir:
"İşte Allah'ın hayır dilediği kimseler bu zâtı bulurlar. Hayır dilemedikleri de onu göremez, kör olurlar. Bulamazlar, kaybolurlar." (5. Meclis)
Oraya oraya bağlanır ve orada kalır. Bu neye benzer? Gerek âhir zaman âlimleri olsun, gerek sahte şeyhler olsun, gerekse Allah-u Teâlâ'nın tayin etmediği kimseler olsun; bu gibi kimselerin durumu şöyledir: Bir insan bir memlekette çalışır, kazanır, büyük bir sermaye toplar, bavulunu doldurur ve başka bir memlekete gider. Fakat bakar ki, götürdüğü paralar o memlekette geçmiyor! Dönüş de yok! O paraları kazanmak için bir ömür harcamış, fakat geçmiyor. Bunlar da böyledir. Çalıştı amma boşuna çalıştı. Para kazandı amma, orada o para geçmiyor. Yaptığı iş ind-i İlâhî'de geçmediği için hükümsüz kalıyor.
Hakk yolu senin zan yoluna benzemez. Hakk yolu Allah-u Teâlâ'nın hüküm yoludur. Amma sen öyle zannetmişsin, orada kalmışsın, kimin kabahati var? Yol kesici yol kesmiş, ötekisi de bağlanmış! Nedamet çok, faydası hiç yok!
"O günde ki, bütün gizli sırlar meydana çıkarılır." (Târık: 9)
Âyet-i kerime'si ile haber verildiği gibi, gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar ortaya serilir.
İhlâs ehli az, dalâlet ehli çoktur. Onlar da müslümanım diyor amma İslâm'ı yaşamıyor, onun içindir ki bir fırka üzerinde toplanıyor.
Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ımız Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri kullarına en büyük öğütlerinden birisini vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa O'na yaraşır şekilde öylece korkun.
Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imrân: 102)
Böyle bir kalbe girmek bu kadar büyük saâdet olduğu gibi, o kalpten düşmek de o kadar büyük felâkettir.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'miz "Fethü'r-Rabbânî" isimli eserinin "5. Meclis"inde şöyle buyuruyorlar:
"Yakınlık buradan başlar. Mülk burada, ün, saltanat bu ufukta. Beylik yine bu yolda. Köşkünü buraya kuranın, zerresi kocaman dağ olur..."
Oraya kuran Hakk'ta kuruyor. Köşk dediği bir isimdir. İsmi kaldırdığın zaman altından Hakk çıkar. Hiçbir zaman Hakk; "Meydanda ben varım!" demez de bir robotu sürüverir. Çünkü öyle. İnsanları irşad etmeye vazifelidirler ve insanların iman edip etmeyecekleri onunla, o gönderilenle belli olacak. Peygamberi sürüyor ama onu O sürüyor. Yani Hazret-i Allah elçisini ileri sürüyor. Sürdüğü irşad memurları da böyledir. O'nun namına iş gördüğü için... Ve fakat nefis namına iş gören böyle değildir.
Ben hükümsüz ve değersiz olduğuma göre hüküm ve değer Hazret-i Allah'a aittir. O kalbe girenler Hazret-i Allah'ın köşküne kuranlar oluyor.
Münbit bir araziye bir şey ekilirse verimi çok olur. Allah-u Teâlâ o araziyi münbit kılmış. Onun için oraya ekim yapanın nasibi çok verilir.
Allah-u Teâlâ kimi o münbit araziye ekerse, o fâni olduğu için ve onu Hakk ileriye sürdüğü için, köşkünü Hakk'ta kurmuş oluyor. O fânî olduğuna göre, onun gönlünde de bâki olan Allah-u Teâlâ var. O bir maskedir, bir perdedir, hükümsüzdür. O araziye köşkünü kuruyor amma, gerçek mânâda Hakk'ta kurmuş oluyor.
Ben bir zerreyim, köşkünü kuran O'nda kuruyor, halk ise beni görüyor. Mülk O'nun, hüküm O'nun. Hükümdar O, başka hükümdar yok. O var ediyor, O yok ediyor. Vücud O, mevcud O...
Feyiz ve bereket, lütuf ve ihsan hep burada tecelli ediyor. Onlar da o tecelliyâtın mirasçılarıdır. Resulullah Aleyhisselâm'ın mirasçıları yani.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir ifşaatlarında bu hususta şöyle buyuruyor:
"Bunun gibi onun ilmine, velâyetine ve sanatına varis olan talebeleri, canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerdedir." (Fütuh'ul-Gayb, 33. Makale)
Yetişenlere, gönüle girenlere ne mutlu. Bu bir saadet-i ebediyedir. Yanında bulunmak marifet değil, gönlünün içine girmek marifettir. "Girdim!" demekle girilmiyor.
Sevgi kalben ve devamlı olacak. İnsanın hayatı, vefatı bu sevgiyi değiştirmez ise hayatta da vefatta da beraberdirler. Mühim olan bunu yakalayabilmek.
Muhabbet var mı? Tamam. Kaynak tutmuş. Fakat illa muhabbet. Muhabbetsiz hiçbir şey olmuyor.
İş muhabbettedir, kalıpta değil. Her şey sevgiyle kâim. Kimin kalbinde muhabbet varsa, çok uzaklarda olsa bile o yanındadır.
Nitekim Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde; Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın ashâbı ile Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın ihvanını aynı noktada birleştiren zamandan da sözederek şöyle buyurmuştur:
"Seniyye ameline ve en ulu tecellî'ye göre, Peygamber'in sahâbesinden herhangi bir kişiyi öne geçirmiş olan şey, sana has kılınan zamanda, senin ihvânın arasında da meydana gelince; senin zamânın onların zamânıyla birleşir ve artık onların yoldaşı cümlesinden olursun." (15b yaprağı.)
Bu durumda ihvana ne düşer? İlâhî emir ve hükümlere tâbi olması, Resulullah Aleyhisselâm'ın izinde yürümesi ve Hâtem-i veli'ye teslim olması.
Bu dairede yürüyenler bu dâirenin içine alınır.
Bu nimetin kıymetini bilelim, şükrümüzü artırmak için vesile arayalım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bayraklı" demedi, "Bayraklılar Ashâbı" buyurdu.
İşte bu fazilet umuma âittir, şahsa âit değildir. Şu kadar var ki şahıstan umuma doğru gidiyor.
Bu bayraklılar o gönüle nasıl girdi? Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar. Aynı iman, aynı izan, aynı cihad... Onlar onun yolunda yürür, onun yolunda olmaya gayret eder, rızâ-i İlâhi'yi ararlar, istikamet, ihlâs ve mahviyet üzeredirler. Tesanüd ile kardeşlik, uhuvvette birlik, ihlâs üzere mahviyeti yaşarlar. Teslimiyet ve sadâkat üzeredirler...
Evet birçok çalışan zümreler var, görünüşte herkes çalışıyor, amma kabuğunda. Kimisi koltuk için, kimisi cep için, kimisi mevki için çalışıyor. Rızâ çalışanlara kaldı.
Bunlar kabukta değil. Bunlar biiznillâh-i Teâlâ, Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu üzerinde bulunuyor.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i aliyyü'l-âlâ peygamber yaparken, onun ümmetini de ümmetlerin en efdali yaptı.
Ümmetinin efdal oluşu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in efdal oluşundan gelir.
Fatih Sultan Hazretleri de o zamanın faziletlisi idi. Onun faziletinden dolayı askeri de faziletli olmuştur.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir." (Ahmed bin Hanbel)
O bu millete neler miras bıraktı...
Hâtem-i veli'nin faziletinden dolayı ihvan faziletli olmuştur. Bu faziletin sebebi de budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayat-ı saâdetinde iken Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne bu ordunun askeri olmasını tavsiye ediyor. İspat olarak bu Hadis-i şerif'i gösteriyorum.
Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi ve bugün size bu ilmi yaydırdığı için, bu zamanın en faziletli insanlarısınız.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bayraklı" demedi, "Bayraklılar Ashâbı" buyurdu.
İşte bu fazilet umuma âittir, şahsa âit değildir. Şu kadar var ki şahıstan umuma doğru gidiyor.
İşte size izahı ve ispatı.
Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bunu teyid etmiş ve parmak basmış, bunun böyle olduğunu beşeriyete duyurmuş.
"Emirdağ Lâhikası" adlı eserinde buyurur ki:
"Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevi ordusu, yalnız ihlâs ve sadâkat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." (sh. 259)
O mânevî ordu, az olmasına rağmen Allah-u Teâlâ'nın desteği ile çok kuvvetli olacaktır.
Üç kelime ile beyan etmişler:
"İhlâs, sadâkat, tesanüd."
Binaanaleyh bunlara çok dikkat ederek, böylece tutunalım.
İhlâs çok mühim. Sadâkatin özü Allah'a bağlanmak. Bu iki cümle hayati bir ders.
Birbirinizi sevin, muhalefet etmeyin. Muhalefet edeceğinize, ortaya Allah-u Teâlâ'nın kitabını, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'ini koyun oradan halletmeye çalışın.
Ama şeytanın, nefsin arzusu ile halletmeye çalışmayın. Hele böyle bir zamanda birlik ve beraberliğe çok ihtiyaç var. İşte ihvanda bu ihlâs ve tesanüd olacak, bize Allah yeter!
Bu tesanüdle beraber Hazret-i Allah'a sığınıp çıktığın zaman önünde hiçbir kimse duramaz. Çünkü seni O korur. Bu yol cihad yoludur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Kardeşler! Kıymetini bilin, yola sarılın, ihlâs, sadakât, mahviyetle yol alın.
Ahkâm-ı ilâhi içerisinde, istikamet üzere yürüyün.
Şu duâyı yapıyorum: Yâ Rabb'i! Senin meclisine oturan bütün ihvanı hesapsız geçiriver, hesaba çekme.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete gireceklerdir. Onların kalpleri bir adamın kalbi üzerindedir." (Buhârî, c. 8, 124; Müslim, İman 371-372)
Gayeleri bir. Ne idi gaye? Allah! Hedef O olduğu için, o hedefe göre yönelmişlerdir. Yetmiş bin kişi amma, bir kişinin yönelmesi gibi yetmiş bin kişi yönelmiş.
Bu bir gönül işidir. Muhabbet erbâbının işi başka. Bunlar hesaplarını dünyada verenlerdir. Dünyada hesaplarını bitirmişler, Allah-u Teâlâ defterlerini kaldırmış, orada onlara hesap sormayacak.
O öyle murad etmiş, hep oradan geliyor. Sermayedir o işi yaptıran. O lütfetmedikçe kuldan hiçbir şey husule gelmez.
Çünkü O Ganî'dir, biz fakiriz. O bir kişiye tecellî eder amma, binlerce kişi istifade eder.
Onun için fakir der ki: "Hakk ile olalım, Hakk ile ölelim!.."
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-veli hakkında:
"Hiç şüphe yok ki o, herkesin kendisine muhtaç olduğu bir Seyyid'dir." buyuruyor. (Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib)
Emanet-i ilâhi onda olduğu için, O koyduğu için...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Hadis-i şerif'lerinde hiç kimsenin yapamadığı cihadı yaptıklarını haber verdiği cihadı; bu mücâhidlerin nasıl yaptıklarını, dünyaya bu nuru nasıl yaydıklarını, Hâtem-i veli'nin cihad durumunu Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri "Fethu'r-Rabbânî" adlı eserinin 60. Meclis'inde şöyle beyan buyuruyorlar:
"Kim ki bu hâle ererse, artık Azîz ve Celîl olan Allah'ın kapısından onu hiçbir engel alıkoyamaz. Bayrağı indirilemez. Askeri mağlup edilemez. Hakk'ı haykıran sesi susturulamaz. Tevhid kılıcı için bir hudud çizilemez. İhlâs adımları yürümekle yorulmaz. Hiçbir iş ona güç gelmez. Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz. Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır. O Hakk Teâlâ'nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez." (60. Meclis)
Bu ifşaatında üç nokta var:
O, Hakk tarafından gönderilmiştir, Hakk onu destekliyor. Onun içindir ki onu hiç kimse mağlup edemez.
Ona öyle bir bayrak verilmiştir ki, o bayrak nübüvvet bayrağıdır. Onu o taşıyor.
Hadis-i şerif'te Hazret-i Mehdi'den evvel Siyah Bayraklılar'ın çıkacağı beyan buyuruluyor. Siyah bayrak Resulullah Efendimize âittir, o bayrağı o taşıyor.
Allah-u Teâlâ onu desteklediği gibi, askerini de ordusunu da destekliyor.
Bu husus şu Âyet-i kerime'nin şümulüne girer:
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete büyük bir lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm, şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı. Kısa zamanda muvaffak oldu. Beşeriyet uyandı, gönüller nurlandı.
O'nun öne sürdüğünü kimse engelleyemez.
Bu kadar topluluklar vardı, her tarafı istilâ etmişti. O'nun kudreti hepsini yok etti, sildi ortadan.
Bu neye benzer?
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'ı Firavun'u imana dâvet için vazifelendirdiği zaman, henüz işin başında:
"Seni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, onlar size aslâ erişemeyecekler. Âyetlerimizle, siz de size uyanlar da üstün geleceksiniz." buyurmuştu. (Kasas: 35)
Üstün gelmedi mi?
Halbuki o emri aldığı zaman karşısında azgın bir Firavun ve büyük bir ordusu vardı. Kendisi ise zayıf ve nahif idi. Fakat Allah-u Teâlâ'nın destek vaadi üzerine Firavun'dan da ordusundan da kuvvetli oldu.
Ona da Allah-u Teâlâ öyle geniş, öyle hudutsuz bir irşad ihsan buyuracak ki, kılıcını her tarafa sallayacak.
Lütfu ile onu öyle hallendirmiş ki, kendi lütuf tecelliyâtından başka içindekileri hep atmış ve attırıyor. Zahirî kılıç kâfiri keser, İslâm neşv-ü nemâ bulur, bu kılıç ise yabanîleri keser, hakikat neşv-ü nemâ bulur.
O, O'nun tecelliyâtı ile yürüyor. Hakk'tan gelen azim onu yürütür. Allah-u Teâlâ onda rızâ-i İlâhî'den gayrı ne gaye, ne maksat, ne menfaat, hiçbir şey bırakmamış.
Allah-u Teâlâ ona öyle bir azim ve irade vermiş ki, Allah-u Teâlâ onu desteklediği için, o azamet ile her güç iş kolay geliyor.
Nitekim bu ilmin dünyanın her tarafına yayılışının sebebi ve sırrı budur.
Allah-u Teâlâ öyle tecellî etmiş, azimle yöneldiği zaman, hangi kapı olursa olsun açılıyor. Hiçbir kapı kapalı kaldı mı? Ecnebi devletleri de kapıları açtı. Bunu kim yapabilir? Milyarlar sarfetsen buna muvaffak olabilir misin? Bu O'nun lütfudur. Hiçbir kapı kapalı kalmıyor, her kapı açık.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onların gönüllerini birleştiren Allah'tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Azîz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Enfâl: 63)
İlâhî bir lütuf bu, başka bir şey değil. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i hiç kimse durduramadığı gibi; onu da kimsenin durduramayacağının ifşaatıdır.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in son hastalığında ruhunu teslim ederken şöyle duâ ettiklerini Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz haber vermişlerdir:
"Ey Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce dosta kavuştur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Onun arkadaşı O idi ve ahirete intikal ederken de son kelâmı bu oldu.
Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ ile arkadaşlık yaptı ve en çok sevdiği arkadaşına kavuştu. Onu kendisiyle hemhâl eyledi, O'nun muhabbetiyle O'na gitti.
Görünmeyen bilinmeyen bir kişiyle arkadaşlık olmaz. Göreceksin, bileceksin, tanıyacaksın ki sana arkadaşlık yapsın. O sana duyuracak, O sana duyurmadıkça duyamazsın.
O'nunla arkadaşlık ne demek? O içeride olup onu idare eder, sen O'nu göremezsin!
Allah-u Teâlâ'dan daha yakın bir dost olamaz, Vallâhi olmaz! O'nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter! Benim dostum O'dur, yâr olarak O'nu seçmişim. Çünkü biz bazen O'nunla arkadaş gibi konuşuruz, kimse bilmez.
En mühim sır: O doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile arkadaş olur.
O'na döndüğün zaman yüzün O'na doğru olmalıdır. Artık O'ndan başka bir şey görmeyeceksin. Bütün yaratıklar O'nun yaratığıdır. O'na ibadet edeceksin, O'na muhabbet edeceksin, O'nun emrine tâbi olacaksın, O'nun rızâsı mucibince hareket edeceksin. Yüzünü O'na çevirmişsin, başka bir şey görmüyorsun ve görmek de istemiyorsun.
Allah muhabbeti öyle bir muhabettir!
Allah-u Teâlâ ona bin tane can verse, bin tane de cânân verse, o Allah-u Teâlâ'yı tercih eder, bin canından da bin cânânından da vazgeçer. Görülmeyen Allah'a bu yapılmaz. Has odanın sırları buna derler işte!
Sen Hazret-i Allah ile olursan arkadaşın da O, refikin de O, saadetin de O, selâmetin de O... Dünya saadeti de Hazret-i Allah ile olmak, ahiret selâmeti de Hazret-i Allah ile olmaktır. Dünyada da O'nunla, ahirette de O'nunla...
Bizim için gitmekle kalmak arasında hiç fark yoktur. Niçin? O'nunla mısın? Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de O'nunlasın. İşte bu sebeple onun yaşamasıyla ölümü arasında hiçbir fark yoktur. Dünyada da O'nunla, ahirette de O'nunla... Hazret-i Allah ile olana ölüm yok...
Hüküm Sahib'ime âittir. Sahib'im beni yürütüyor, gösteriyor, bildiriyor. Hep O yapıyor, beni gösteriyor. Ne mutlu size ki bu zamana çattınız. O'nun taht-ı tasarrufunda, idaresindesiniz. Niçin?
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Onun iradesi kendi elinde değildir." buyurmuyor mu? ("Mektûbât"; 260. Mektûb)
Onu O kullanıyor. Dolayısıyla siz de o kullanma içinde bulunuyorsunuz. Bu ne büyük bir lütuf. Bugün olmuş bu, başka zaman yok.
"Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf: 196)
Bu Âyet-i kerime en kâmil şekliyle onda tecelli etmiştir.
Hazret-i Mevlânâ'nın oğlu Bahaeddîn Sultan Veled -kuddise sırruh- vefatından önce şu beyiti okumuştur:
"Bu gece mutluluğa erdiğim ve kendi benliğimden kurtulduğum gecedir."
Yani; "Ben bu akşam varlığımdan sıyrılacağım!" buyuruyor. Çünkü en büyük kesafeti yapan vücuttur. Ruhum bugün vücuttan ayrılacak ve hürriyete kavuşacak demek istiyor. Şu beden ruhun elbisesidir, bir elbiseden farksızdır. İnsan gece yatarken elbisesini çıkarır ve uyur. Hiç elbiseyi düşünür mü? İşte bu da bundan farksızdır.
İşte Hazret-i Allah'a âşık olan Hazret-i Allah'a kaçar.
Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Veliler Allah-u Teâlâ'nın gelinleridir." buyurmuşlardır.
Buradaki veliden murad, O'nun sevip seçtikleri manasındadır. O gelinler O'na kaçar. O'na kaçan gelin, dünyanın çalısından kurtulmuştur.
Dünyadan ve dünyanın her şeyinden; malından, çoluk çocuğundan, ailesinden, vesaireden hiçbir diken kalmaz ise O'nun gelinidir. O'nun gelini olan; hiçbir dikene takılmayan, O'na varan, dünyayı hiç görendir. Dünyadan geçen neyi ister? O'nu ister...
O sevdiğini bulmuş, sevdiğine kavuşmuş.
Hazret-i Allah bütün nimetlerini has kulları için yaratmıştır. Onlar ise bu nimetlere hiç iltifat etmezler.
Meselâ; bir gelinle bir güvey düşünün. Üzerlerine para, şeker gibi şeyler serpildiği halde dönüp bakmazlar. Çünkü maksutları onlar değil. Onları çocuk olanlar kapışır. Onlar da toplamaya kalksalar ne kadar acaip olur değil mi?
Hakk ehli de böyledir. Üzerlerine serpilen şu sayısız dünya nimetlerine dönüp de bakmazlar. Ne kadar serpilirse serpilsin, gönülleri onlara akmaz. Çünkü gayeleri Serpen'dir, serpilen değil. Onlara serpilen nimetlerden başkaları istifade eder.
Abdülkadir Geylani -kuddise sırruh- Hazretleri; "Dünya önünde yüzük kaşı kadar küçülür." buyuruyor. (F. Rabbani, 5. Meclis)
Bunun iki mânâsını arz etmiştik:
Birincisi; o dünyaya hiç değer vermez. İkincisi; onu manen büyütmüştür, dünya yanında küçük kalır.
Bir diğer mânâsı ise Hazret-i Allah ona dünya ve ahirette öyle tasarruf yetkisi vermiştir ki dilediği yerde olur. Bazen haberi bile olmaz. Bu da rûhâniyet ile olur.
Bandırmalı-zâde Seyyid Mustafa Hâşim el-Üsküdârî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurduğu:
"Bir anda hem doğuda, hem batıda, hem Mekke'de ve hem cesedlerin rûhu olan pâk cesedinin olduğu yerde görünür; belki her anda ve her zamanda, her mekânda bir sûret ile hazır olur ve zuhûr eder."
Tayy-i mekân budur.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y" isimli eserinde;
"Velileri ve peygamberleri seçtiği gün onu kendi hizmetinde kılması..." buyuruyor. ("Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y", s.191, bas.:Beyrut, 1992)
Kendi hizmetinde kılması, burada da olur, kabirde de olur. Öyle ki Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm zamanında da olur, mahşerde de olur. Dünyada iken kendi hizmetinde bulundurduğu için ahirette yine kendi hizmetinde bulunduracak çünkü onun cennetle ilgisi yok, o hizmetçi...
Dünyada da hizmetçi, ahirette de hizmetçi.
Cennet-i alâ başkasının olsun, kulluk bizim olsun. Bu şeref başka, o şeref başka...
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri ifşaatının devamında; "Ve benzerini hiçbir kulağın işitmediği bir senâ ile onu kendisiyle konuşturmasıdır." buyuruyor.
Sevdiği için yaklaştırmış, kendi hizmetinde bulunduruyor. Yaver, amma Hakk'ın yaveri, halkın değil.
O Hakk ile hemhâl, halk ile değil. Çünkü Hakk onu kendisi için yaratmış.
"Seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Hazret-i Allah'ın misafirleridir onlar. Onlar O'nun konuğudur, O'nun mahreminde yaşarlar.
Şimdi size çok özel bir sır vereceğim; Bir gün dersteydim, o anda Ruh-i sultan'la görüştüm. "Gitmek istiyor musun?" dedim. "Evet!" dedi.
Hayatımda ilk olarak ruhumla görüştüm. "Ahirete gitmek istiyor musun?" diye sorunca; "İstiyorum!" dedi. Elhamdülillâh!
Onun için biz her yönden hazırız gitmek için. Emir bekliyoruz. Vakit geldiyse gideceğim.
Benim için ölüm bir şey değildir, zaten dünyada iken ölmüşüm. Ruhu ayırmış, cesedi ayırmış. Ruh O'nunla kaim olursa cesedin ne hükmü var?
Elhamdülillâh. Niçin dünyada durmak istemez? Çünkü dünya sufli bir yer, orası ise ulvi bir yerdir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Andolsun söküp çıkaranlara!
Andolsun yavaşça çekenlere!
Andolsun yüzüp yüzüp gidenlere!
Andolsun yarıştıkça yarışanlara!" (Nâziât: 1-4)
Bazısının ruhunu söküp çıkarır, bazısını yavaş çıkarır. Bazısını da dalar da çıkarır, koşa koşa gider. Bu çok gizli. Bazısını deryaya dalar, çıkarır. Çünkü artık o kimse şahıs değil deryadır. Melek deryaya dalar ve onun ruhunu çeker. Derya çok derin olduğu için Cenâb-ı Hakk onlara koşa koşa dönün der. Ondan sonra koşa koşa o ruhu götürürler. Bu insân-ı kâmil olanlara aittir. Onun ruhunu alırken melek o deryaya dalacak, o deryaya daldıktan sonra onun ruhunu deryasından çeker ve "Onlar koşa koşa, uça uça giderler." buyuruluyor.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Ruh ile Hazret-i Allah'a aşık olan ise yalnız Hazret-i Allah'ı sever. Onların aklına ne huri gelir ne de gılman gelir. Onlar Hakk ile olmayı, O'nunla hemhâl olmayı, O'na ibadet etmeyi, daha doğrusu O'nunla yaşamayı sever.
Orası buradan çok güzel... Orası çok güzel, çok çok çok güzel... Bir hayat var, bir hava var, bir rahatlık var, bir huzur var, sonsuz bir hayat!..
Hülasâ-i kelâm ahiret dünyadan çok hayırlı...
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Bu Âyet-i kerime orada tecelli ediyor. Hayat orada var.
Sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin, severek gidin, orada yabancılık çekilmiyor.
Siz ihvansınız, ashâbsınız, ölümden korkmayın. Hem ihvansınız, hem ashâbsınız, ölümden kormayın. Bu yetmez mi size! İhvan, ashâb vazifesi görüyor.
Ölüm mahlûkunu Hâlîk'ına kavuşturan en güzel bir vasıtadır. İnsanın irkilmemesi, çekinmemesi, korkmaması lâzımdır.
Sen sevdiğine gidiyorsun, Hâlîk'ına kavuşuyorsun. Bıraktığın ne, nereye gidiyorsun? Bir düşünsene! Kümesten kurtulup saraya gideceksin. Niye irkiliyorsun?
İnsan hakikaten dünya muhabbetini kalbinden çıkarırsa, gönlünü Hazret-i Allah ile doldurursa, Allah'a kavuşmak için ahireti tercih eder, hem de nasıl tercih eder, gönülle tercih eder. Zaten gönülle olmayan işlerin fazileti bile yoktur. Gönülle tercih eder ve fakat mahlûk Hâlîk'ının emrine tabidir, ne "Beni al!" diyebilir, ne de "Bırak!" diyebilir. Çünkü onun iradesi elinde değil zaten.
En hoşlandığı şey Hazret-i Allah'ın hükmü olur. Onda arzu yaşamaz. Hayat ve vefat arasında hiç fark kalmaz. Çıkacak hükm-ü ilâhiyeye peşinen râzı olmuştur. Hazret-i Allah'a râm olmuş, bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir.
Gönül hep oraya akıyor. Çünkü orası kurtuluş yeri, onun için gönül durucu değil.
Ona cennet müjdesi, kurtuluş müjdesi gibi şeyler hiçtir. Onun gayesi Hakk'tır. Müjdelenecekmiş, Cennet-i âlâ'ya girecekmiş, bunlar hikâye gibi gelir. Çünkü onun gayesi bu değildir. Onun gayesi Hakk'tır, Hakk'a varmaktır. Onun müjdesi de O, her şeyi de O'dur.
Cennet müjdesi dahi Hakk ile onun arasına perde olur. Dünya varlığı perde olur, kendisi perde olur, müjdesi perde olur.
Bir kız yabancı bir erkeğe aşık olur, anne babasını bırakıp; aslını neslini bilmediği halde onun arkasından gider.
Gözü hiçbir şeyi görmez ve aşık olduğunu görmek ister. Peki ya Hazret-i Allah'a aşık olan cenneti ne yapsın?
Onun için bunun en üstünü Hakk'la yaşamak, Cemâl-i bâ-kemâl'ini müşahade etmektir. Bu ona her şeyi unutturur. Binaenaleyh nurun karşısına geçtiğin zaman zaten kendinden geçiyorsun. Şu halde cennet güzeldir ama Cemâlullah hepsinden güzeldir. Yaratılanlara nail olmak güzeldir ama Yaratan'a kavuşmak hepsinden güzeldir.
Çektiği zaman Rabb'isine misafireten gider. Zaten dünyada da O'nunlaydı.
Onun iradesi Sahib'inde olduğu için Sahib'isi onun hükmünü verir, hükmüyle hareket eder ama onda hüküm ve arzu yaşamaz.
İşte bu hale gelmemiz için, ahirete yaklaşmak için vesileler lâzım.
Bu vesilelerin en güzeli bir tanesini Cenâb-ı Hakk bize şöyle buyuruyor:
Siz:
"Sâdıklarla beraber olun." (Tevbe: 119)
Bunun manası; onlar beni biliyor, beni size onlar tarif eder, sizi bana ulaştırır, başkası ulaştıramaz. Başkası nefis putuna yaklaştırır, fakat onlar fâni olduğu için Hakk'a yaklaştırırlar.
Allah'ım rızâsına nail, lütfuna dahil ettiği kullarından etsin!
Ruh için ölüm yok. Fakir ruhu kafesteki kuşa benzetir. Kuşun kafesi var. Kafese değer veren içindeki kuştur. Kuş alınırsa kafesin hükmü kalmaz. Ruh bedende bir nefes mesabesinde, hiçbir farkı yok.
Hissiz, hareketsiz, kafes. Ona bütün icraatlarını yaptıran ruhtur. Ruhun icraatını da Hazreti Allah yaptırıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İnsan ibadet, taati ile O'na yaklaşırsa, ruh Mevlâ'sıyla irtibat kurarsa kafese hiç değer vermemesi lâzım. Nihayet onu O koydu, onu O alacak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara: 156)
Âyet-i kerime burada tecelli ediyor. "Allah'tan geldi, Allah'a gitti." Ne kadar güzel bir şey yahu. Fakat öleceğiz diye titriyoruz. Fakir daha birinci kitapta demişti ki: "Ölüm ne güzeldir. Hâlîk'ına kavuşturur." Nedir bu korku? Bu korku neden geliyor? Nefis galip, yaşamak arzusunda. Öleceğim, bu nimetler kalacak diye düşünüyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın sana hazırladıklarını bir bilsen!
Allah-u Teâlâ'nın kendisine verdiği malı, kişinin rızâ-i Bârî yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde "Güzel Bir Borç" mânâsına gelen "Karz-ı hasen"olarak vasıflandırmaktadır:
"Kim Allah'a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır. Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır."(Hadîd: 11)
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iâde edeceğini vadetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir. Ahirette ise mükâfat olarak birçok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat artırır.
Allah-u Teâlâ'nın cömertçe vereceği mükâfatın büyüklüğü bizim tasavvurumuzun haricindedir. Bu gibi kimseler cennetlere ve ilâhî tecellîlere ereceklerdir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil olunca Ensar'dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh-:
"Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?" diye sordu.
"Evet" cevabını alınca: "Yâ Resulellah! Elini bana göster." dedi ve Resulullah Aleyhisselâm'ın elinden tutarak:
"Bahçemi Rabb'ime borç olarak veriyorum." buyurdu.
Bahçesinde altı yüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı.
Yanlarına gelerek: "Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabb'ime borç verdim." dedi.
Âilesi ise sevincini belirterek:
"Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!" cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
"Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor." (İbn-i Kesir)
Bunu göz önüne getirerek diğerlerini siz kıyaslayın. Oranın nimetlerinin durumu budur.
Bakınız burada ağaçtan hurma verdi, ama oradaki hurmalar elmastan, inciden onu bekliyor. Ve tasavvur buyurun o elmastan, inciden olan hurmanın tadı, lezzeti nasıldır? Fakat insan hâlâ dünyadan kopacağım, gideceğim korkusuyla, endişesiyle titriyor. Fakat hakikaten o kuş Mevlâ'sıyla hallenirse, onu O koydu. "Benim sahibim beni ne zaman alacak?" diye O'nu beklerse O'na yönelmiş olur. O'nu çektiği zaman kafesi nereye koyarsa koyar. Fakat insan kafes olduğunu bir türlü idrak edemiyor. Zavallı insan kendisinde bir varlık görüyor ve o varlığı Var'ı görmesine mani oluyor.
Afiyet-i ebedi çok güzel bir şeydir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi lütfundan, ulviyetinden ruh bahşetmiş.
Eğer ulvî ruh Allah-u Teâlâ'nın ikazını, irşadını, lütfunu unutmazsa tekâmül eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk ondan "Kâl-u belâ"da söz aldı.
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" buyurdu. (A'râf: 172)
İşte bu ulvî ruhun bazı meleklerden efdâl oluşu süflî olan nefse galebe çalışındandır. Fakat bunlar çok nadirdir. Nefis vücudu işgal ederse, ruhu esir alırsa, hükümsüz hale getirirse artık o hangi hayvani sıfatla mütenasip ise o sıfatın icraatını yapar.
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur; lâfla değil...
Nefsin hoşlanmadığı şeyi yap da hoşlandığı şeyden kaçın. Yani nefsinin sevdiğini yapma, sevmediğini yap. Ruhun hoşlandığı şeyi yaparsan kurtuluşa vesiledir.
İnsan olarak ölebilmek, insan-ı kâmil olarak ölebilmek, sıddık olarak ölebilmek. Bunlar için ölüm yok.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Mümin-i kâmil olanlar ise ayrıdır.
Bir kümesten bir saraya gider. Oranın saraylarının kerpiçleri altın ve gümüşten, inciden olan da var. İşte ruhu'l-hakiki tekâmül ettiği zaman, bu hale erdiği zaman o insan ölmüyor. Buna hayat-ı ebedî denir. Yalnız kuş kafesteydi çıkamıyordu. Uçtu, makam-ı asliyesine gitti. Kafesi bile unuttu. Çünkü o kafeste yerleşmişti. Nefisle mücadele ediyordu. Ona galebe çaldı. Nihayet, makam-ı asliyesi çok güzeldi oraya uçtu.
İnsanda ruhu'l-hakiki öyle bir yükseliyor ki, melekleri dahi geçebiliyor. Melekler ona hayran.
Kabir bir perdeden ibarettir. Biz onları göremediğimiz için "Öldü, çürüdü!" deriz. Halbuki onlar âlem-i berzahta mükemmel bir hayat sürerler.
"O Lâtif'tir, Habir'dir." (En'âm: 103)
"Lâtif" olan, "Habir" olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O rûhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O rûhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ'nın tecellileridir. O rûhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Kişi, sevdiği ile beraberdir." (Buhârî)
Bu en büyük müjdedir. Bu köprüyle ahirete intikal ettiği zaman, orada bizi rızâsında haşr-u cem ettiği zaman işte en güzel bayram yeri orasıdır.
Bilhassa bu "Siyah Bayraklılar"ın zirvesinden kime müşerref eylediyse gerçekten bahtiyar kılmıştır. Onun için bu dünya tanışmadan ibaret. Fakat sevişme, kaynaşma hepsi orada.
İşte yol bu yol, bunu bilin. Gaye yok, maksat yok, menfaat yok, gösteriş yok, hiçbir şey yok. Neden? Temizlemiş. Kim temizlemiş? O'nun yolu olduğu için Rabbü'l-âlemin temizlemiş.
Kendi yolu olduğu için, kendisine muhabbet etmeyi ve O'nun için muhabbet edilmeyi lütfetmiş. Binaenaleyh fakir der ki: "Yol hiçbir şeyle kâim değil ama gönül sevdiğini görmek istiyor."
Kardeşleri hakikaten seviyoruz.
Kardeşler, gönlünüz burada, ben bunu biliyorum; fakat şunu çok iyi bilin ki ben sizi daha çok seviyorum, daha çok özlüyorum.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruyor:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Onun için demek istiyorum ki, siz gerçekten geliyorsunuz, gidiyorsunuz gönlünüz burada kalıyor ama itimat edin, düşünüyorum ve bakıyorum gönlüm hep kardeşlerle. Niçin? Kardeşlik bağları mevcut olduğu için.
Kalpten kalbe yol vardır. Bu muhabbetler böyle sirayet eder gelir. Bu öyle bir uhuvvet ki Hazret-i Allah gayeyi, maksatı, menfaati kaldırmış, rızâyı koymuş. Hepsinin üstünde de bu var, yani rızâ-i ilâhi. Bu yetmez mi bize?
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, (sen) Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah'ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
Bu ilâhî emir, onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ'nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm'a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.
Enes -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah Aleyhisselâm'a bir zât gelerek:
"Kıyamet ne zaman kopacak Yâ Resulellah!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona: "O gün için ne hazırladın?" diye sordu. "Farz namazlardan, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul'ünü çok seviyorum." deyince şöyle buyurdu:
"Sen sevdiğinle berabersin." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i rivâyet eden Enes -radiyallahu anh- der ki:
"Biz Resulullah Aleyhisselâm'ın bu sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmemiştik. Ben de Resulullah Aleyhisselâm'ı, Ebu Bekir'i ve Ömer'i seviyorum ve bu sevgim sebebiyle onlarla beraber olacağımı umuyorum."
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girersem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Allah'ım ayırmasın kapısından. Allah'ım ayırmasın. Ne büyük lütuf. Ahirette belli olacak. Bir defa demiştim:
"Ey âlemlerin Rabb'i olan Allah'ım! Beni ve bana bağladıklarını hesaba tutma. Yâ Rabb'i! Sen Kâbe-i muazzama'yı kaldırıp cennete götüreceksin. Beni o Kâbe'nin halkasına tuttur; bütün ihvanı da bana bağla, uçurduğun zaman bizi de beraber uçur. Bize sıratı gösterme, bize hesap sorma, bizi muhasebeye tabi tutma!"
O'na her şey kolay... Bir düşünün, Süleyman Aleyhisselâm'ın yanındaki Hızır Aleyhisselâm bir anda Belkıs'ın tahtını oradan oraya getirdi.
Allah-u Teâlâ için Kâbe-i muazzama'yı, yüz binlerce kişiyi bir anda taşımış, Kâdir-i mutlak O... Hiç mesabesinde... Zira her şeye kâdir O'dur. Güç, kuvvet ve kudret O'nundur. Onun için derim:
"Allah'ım bize sıratı, hesabı gösterme, Kâbe-i muazzama'yı kaldırdığın gibi bizi de kaldır, muhasebeye tâbi tutma."
Şimdi sizlere gizli bir hususu arz edelim:
Allah-u Teâlâ'nın izin verdikleri şefaat edebilir. Allah-u Teâlâ'nın şefaat için yetki verdiği kul, ilk önce en sevdiği yakınına bunu kullanır. Allah-u Teâlâ ona yine ruhsat verir, bu sefer yakınına yakın olanı çeker. Allah-u Teâlâ yine ruhsat verir, bu sefer de samimi selâm verenleri de çeker.
"Allah-u Teâlâ lütuf ihsanda bulunursa, muhabbetle selâm verenden dahi geçmeyiz." sözümüzün sırrı işte budur.
Bundan sonra dördüncü bir şefaat daha vardır ki; yana yana kömür haline gelmiş olanlara kullanır. Artık kömür olmuş; kömür olduğu halde kim olduğu bilinecek, tanınacak. Sen onu simasından tanıyorsun. Bugün bu et yüzüne suret veren Hazret-i Allah, o kömür halindeki kimseye de aynı sureti verecek. Böylece o kişi tanınacak ki şefaat edilebilsin. İşte Allah-u Teâlâ ruhsat verirse; o onları da toplar ve rahmet deryasına koyar. O derya hayat verici bir deryadır. Onlar da orada çiçek biter gibi biterler. Cenâb-ı Hakk onlara da ruhsat verdiği zaman artık onlar da Cennet-i alâ'ya girerler.
Allah-u Teâlâ onları bitki bitirir gibi bitirir ve Cennet-i âlâ'ya girerler. Bu gizli bir ifşaattır. Şimdiye kadar bu sırrı açmamıştım.
Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmiş bin veya yedi yüz bin kişi girecek, öyle ki sondakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf halinde girecekler) Yüzleri ayın on dördü gibi olacaktır." (Buharî. Tecrid-i Sârih: 1344)
Öyle kimseler vardır ki, öndekileri sokmadan cennete girmez.
Yani bütün sevdiklerini sokacak, sonra kendisi girecek.
İhvan için hep şunu isteriz:
"İhvanı boynuma assın da öyle yürütsün beni. İhvanı öne, akrabalarımı arkaya asarak yürütsün ve Mevlâ onları cennete koysun. Beni orada bıraksın, beni yalnız kendisiyle meşgul ettirsin."
Bu sevilmek o kadar mühimdir ki, onlar sığınma kılıfının içine girerler. Muhabbet bu kadar mühimdir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı kimi insanlar işitir, kimisi bilir, kimisi de bulur. Nasibi olan işitir, işitmesini derinleştiren bilir, kimisi de onu bulur. Nerede bulur? Muhabbetiyle gönlünde bulur. Amma bulanlar çok nadirdir.
Daha evvel arzetmiştik ki;
"Hazret-i Allah'ı aradım, hiçlik içinde buldum.
Resulullah'ı aradım, Allah-u Teâlâ'nın nûrunun içinde buldum."
Bu nuru size tarif etmem mümkün değildir. Zira irfan anlatmakla, okumakla husule gelmez. Allah-u Teâlâ'nın dilemesiyle, göstermesiyle husule gelir.
O herhangi bir beşer gibi değildir. O nur olduğu için; rûhâniyeti ve nûrâniyeti her zaman aramızdadır. Onun rûhâniyeti âlemleri ihata etmiştir. Bu bâtının da bâtını bir mânâdır.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime'sinden, o Nur'un kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. "Aramızda" olan onun rûhâniyeti ve nûrâniyetidir.
Şüphesiz ki bu Âyet-i kerime'lerde sizin anlayamadığınız birçok mânâlar vardır. Fakat ehli olanlar bunu hem bilir, hem görür, onun tasarrufunu da âşikâr olarak görür. Bütün bu gizli mânâlara âşina olanlar vardır.
O "Sirâc-ı münîr"in vekili olan mürşid-i kâmil'ler de o nuru taşıdıkları için, hem Nur'u bilirler, hem de o nur sayesinde esrâr-ı ilâhiyi çözerler. Kudsî ruh ile desteklendikleri için birçok şeylere vâkıftırlar. Çünkü onların muallimi Allah-u Teâlâ'dır.
İnsanın cesedi yani cismâniyeti ayrı şeydir, ruh ayrı şeydir, Kudsî ruh ayrı şeydir, rûhâniyet ayrı şeydir, lâtifeler de ayrı şeydir. Bunların her birinin hârikulâde büyük vazifeleri vardır. Mükerrem olarak yaratıldığı içindir ki, insana bu lütuflar bir ikram ve ihsan olarak bahşedilmiştir.
Cismâniyet; nefis ve ruhun birleştiği bir binadır. Bu binanın içinde ulvî ve süflî kuvvetler vardır, ayrı ayrı mücadeleleri bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz sizi yarattık. Sonra size şekil verdik." buyuruyor. (A'raf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi "Ahsen-i takvim" olan insan şekline koyduk.
Bu öyle bir cismâniyet ki, kâinatta yarattığı her şeyi o cismin içine sığdırmıştır.
Daha sonra ruh verilerek yaratılış kemâle ermiştir. Ruh bir emr-i ilâhidir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruyor. (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ulvî ruh, şekillendirilmiş balçığa inince her tarafına sirayet etti, cesette hayat ve hareket başladı. O basit gibi görünen cesede o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde de buyurur ki:
"De ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu cesedi meydana getirmiş ve insanı en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hâle getirmiştir.
Kudsî ruh'a gelince; Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruhla desteklediği kimseler ayrıdır. Onlar kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullardır. Kimin kalbine imanı yazarsa, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
İşi gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur. Dolayısıyla bu bilgi de kimsede yoktur.
Onlar Kudsî ruh'un desteğiyle, dirayetiyle, yardımıyla gider.
"Biz onu Kudsî ruhla destekledik." (Bakara: 87)
"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imrân: 13)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
"Allah'ım! Onu Kudsî ruh'la destekle!" diye duâ buyurmuştur. (Buhârî)
Kudsî ruh'la desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Rûhâniyet âlem-i emir'dendir.
Rûhâniyet nurânidir, melekîdir, felekîdir, rûhânidir.
Rûhâniyet yemez, içmez, gaflete düşmez, daima uyanıktır.
Rûhâniyet Hakk iledir, Allah-u Teâlâ'nın emrindedir.
Rûhâniyet daima ibadet, taat ve takvâ iledir.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır. Yani Kudsî ruh'u o kimseye bahşeden Allah-u Teâlâ rûhâniyeti de halketmiştir. Rûhâniyet o vekilin veya velinin mânevî yardımcısıdır, destekçisidir. O ceset gibi değildir. Allah-u Teâlâ onu nasıl yaratmışsa onu da öyle yaratmıştır ve ona o vazifeyi vermiştir. Aslı nurânîdir, görünüşte insan şeklindedir, her şeyi ile aynı o kişiye benzer, yanında hep durur, fakat kimse onu göremez.
Nasıl ki bir ordu kumandanının yanında ayrı ayrı maiyeti varsa, kiminin yanında bir kişi, kiminin yanında beş kişi bulunuyorsa, bu lâtifeleri de o rûhâniyetten dilediği kadar halkeder.
Bu lâtifelerin her biri imdada yetişmeye vesile olduğu gibi, aynı zamanda rûhâniyetle beraber murakabaya da sıçrar. Onun çıktığı makama kadar çıkarlar. Ondan husule geldikleri için, o askerler de vazife görür ve aynı makama ulaşırlar.
Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilerse ayrı ayrı da çalıştırır.
Meselâ; birisi bir iştedir, birisi de bir memlekettedir, aynı lâtifelerdir. Onları o anda ister toplar, ister dağıtır. İsterse on eve birden girdirir. Meselâ bir adam; "Efendim ben gördüm!" der, diğeri de "Ben de şurada gördüm!" der. Halbuki onlar lâtifelerdir.
Birisi bir başka yerde de görür. On yerde, yirmi yerde, otuz yerde birden görünür. Aynı o şahıstır, onu görenler kendisidir sanırlar. Aynen gördükleri için söyledikleri doğrudur, çünkü bunu kimse ayıramaz.
Bazen de Kudsî ruh'u Allah-u Teâlâ emri ile çalıştırır, kişi bunu hatırlamaz. Çünkü bunların hepsi zaten Hazret-i Allah'ın izni ile olur. İnsan dediğin bir küp, bir çuvaldır. O çuvalın ne hükmü var?
Fakat insanın, Allah-u Teâlâ'ya varıncaya kadar bunlardan haberi yoktur.
Hiç olduğun zaman, perdeler aralandığı zaman, O'nun nuruyla O'nu gördüğün zaman ve O'ndan başka bir mevcut olmadığını gördüğün zaman ancak bunlar tecelli eder.
Nitekim Muhyiddin İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Onun, ismi 'Diri' olan bir yardımcısı vardır. Aslı nurânî, görünüşü insanidir." buyurmuştur.
Görülüyor ki burada rûhâniyete işaret edilmiştir. Onun yanında onlar durur, amma sizin haberiniz yok. Kendisinden zuhur eden hârikulâde haller bu sebeple husule geliyor. Zira o da bir beşer amma, Allah-u Teâlâ ona Nur'unun nurunu takmış, Kudsî ruh ile desteklemiş, yardımcı olarak rûhâniyet vermiştir.
Melekût âleminden gelenleri o karşılar. Gayb âlemindeki insanlarla oturup kalkar, görüşür ve konuşur. Bu lâtifelerden bazen kişinin haberi olur, bazen haberi bile olmaz. Bir yerde değil, kırk yerde, dilediği yerde bulundurur.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Bu ilâhî beyan ispat için size yeter.
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Resulullah Aleyhisselâm böyle olduğu gibi, onun vekili de işte böyle destekleniyor.
Daha önceleri arzetmiştik ki; her zamanın mürşidinin yanında ricâl-i gaybden Kudsî ruhla desteklenen kimseler bulunur. O; onların desteği ile, yardımı ve ilhamı ile yürür, ona işlerini kolaylaştırırlar.
Çünkü büyük işleri vardır önünde. Başaramayacağı ve kaldıramayacağı işlere onlar destek verirler. Çünkü gerçek mürşid-i kâmil, peygamber vekili olduğu için nübüvvet vazifesi görür.
Allah-u Teâlâ, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i her hususta desteklemişti.
İnşirah sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Üzerinden yükünü atmadık mı? Ki o yük, ağırlığından dolayı belini bükmüştü." (İnşirah: 2-3)
Nitekim bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Allah beni dört yardımcı ile güçlendirdi.
İkisi gök ehlinden yani Cebrâil ve Mikâil, ikisi de yeryüzü halkından yani Ebu Bekir ve Ömer'dir." (Tirmizî)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur.
O ölmüş amma, burada ölen nefistir. Çünkü her canlı ölüme mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 185 - Enbiyâ: 35 - Ankebût: 57)
Onlar ayrı kimselerdir. Allah-u Teâlâ onlara bir ruh verdiği gibi, bir de hiç kimsede bulunmayan kudsî ruh vermiştir, rûhâniyet vermiştir, lâtifeler halketmiştir. Onlar diğer insanlardan ayrıdır. O rûhâniyet dünyada da onunladır, kabirde de onunladır, mahşerde de onunladır, Cennet-i âlâ'da da onunladır. Çünkü Allah-u Teâlâ onu onun için yaratmıştır. Onlar beşeriyetin görmediği mânevî yardımcılardır, destekçilerdir.
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Onlar her ne kadar berzah hayatına geçmişlerse de, onlar cennettedirler.
Allah-u Teâlâ peygamberlerinin ve has kullarının cesetlerini toprağa haram kıldığı gibi, onun vekili olan velilere de, dilediğine haram kılar. Onun vücudunu da çürütmüyor. Değil vücudun çürümesi, kefeni dahi solmuyor.
Ten elbisesi içindekine yapıştığı nispette Allah-u Teâlâ'nın nuru tene akseder. O ten nur olur, artık onu ne toprak çürütür, ne de ateş yakar.
Bunların cesedi orada durur. Rûhâniyeti çıkar, gezer, konuşur, birçok işler yapar. Demek ki onlar ölü değil, dünyada da vazife görüyor. Bir tek şu fark var ki, onların gölgeleri olmaz. Rûhâniyettir çünkü. Ricâl-i gaybden olduğu buradan bilinir. Amma onu kim görecek?
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun.
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz, Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir, isterse bildirmez.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği, tasarruf sahibi kullarda olur, başkasında tecelli etmez. Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekili oldukları için Resulullah Aleyhisselâm'ın nazarı ve tasarrufu onların üzerindedir. Yani ona gelen bu hâlât Resulullah Aleyhisselâm'dan gelmektedir.
Onun vekili dahi istimdat edildiği zaman, hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa, izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişiyor. Kabirden gelen onun rûhâniyetidir, ceset değil. O da ancak Allah-u Teâlâ'nın emriyle izniyle yürür.
Onlar için ölüm yoktur.
Cesetleri yerdedir, rûhâniyetleri emrolundukları yerdedir.
Allah-u Teâlâ rûhâniyetle, kudsî bir ruh ile desteklediği zaman, o adamın yanında bir adam daha vardır. Diyelim ki; o adam yatıyor, uyuyor, bir zuhurat oldu mu, Allah-u Teâlâ rûhâniyeti harekete geçiriyor, ona o mukâbele ediyor. Misafir gelince, birisi mânen istimdat edince o karşılıyor.
O uyuyanın bundan haberi bile olmaz. Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir, isterse bildirmez.
Rûhâniyet budur.
İşte bütün bu hareketleri gerçekleştiren, kişinin imdadına yetişen, gelen misafirlere mukabele eden bu "Rûhâniyet"tir. Hazret-i Allah onu o kula göre halkeder.
Bu mühim sırlardan birisini beyan eden:
"Gözlerim uyur kalbim uyumaz." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i işte buna aittir. Burada rûhâniyet ile cismâniyet ayrılıyor. "Ben uyuyorum amma yanımdaki uyumuyor."
Bu Hadis-i şerif'in izahı budur.
Fakat, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Kalbim" buyuruyor.
Hiçbir şeyi açmıyor. Çünkü başkası bunu anlamaz. Her Hadis-i şerif'in zâhiri, bâtınî ve ledûnî manaları vardır.
"Süleyman kuş dilin bilir dediler,
Süleyman var Süleyman'dan içeri."
İşte bunun sırrı budur.
Bunlar:
"Ben değilim ben, bir benliğim var benden içeri!" diyenlerdir.
Nitekim Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Orada kişi diye bir şey yok!
Bu Hadis-i kudsî'nin sırrını da açabilirsem, işte o zaman sizin mektebiniz tamamdır.
Ceset toprakta, ruh cennette, rûhâniyet iş başındadır. O gittikten sonra rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın izniyle iş başına geçer. Allah-u Teâlâ onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askerleridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır. Hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa, izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir. Daha önce kişi iş başında iken, o gittikten sonra rûhâniyet iş başına geçer. Onu Allah-u Teâlâ idare eder. O anda elli kişi müracaat etse ve dünyanın bir ucunda olsa, hepsine birden yetişir. Yetişen, onun emrinin altında bulunan lâtifelerdir. Rûhâniyet de lâtifeler de aynı o kişiye benzer. O, amma o değil. O toprakta yatıyor.
Hayatta iken insanda nefis, şeytan, ihtiyaçlar ve meşgaleler olduğu için, basireti bağlanabiliyor. Amma orada bunlar yok. Rûhâniyet kınından çıkmış kılıç gibidir, keskin bir şekilde icraat yapar.
Bu durum beşeriyetin ilmi dahilinde değildir, ancak ehline mahsustur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Ruh cennet-i âlâ'ya gitti amma, rûhâniyet yine iş görüyor. Onda iken de iş görüyordu, o ahirete gidince Allah-u Teâlâ'nın izniyle yine iş görüyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakîkîye geçmişlerdir. Hayat-ı hakîkî de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u Teâlâ'nın takviye ettiği rûhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat edenlere yetişen işte bu rûhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-Hafâ)
Çünkü onlar ölü değil.
O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ'nın izniyle muradlarına erdirir.
Çünkü ölmediler. "İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana." buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü, amma rûhâniyet ölmedi.
Bir gün Şam-ı şerif'te geziyorum. Yolum bir türbeye uğradı. O zâta Pamuk Dede diyorlar. Merak ettim, içeri girdim ve sordum: İki kişi konuşuyorlarmış. Birisi demiş ki; "Bu zat velidir, Allah-u Teâlâ'nın sevgili kuludur." diğeri; "Yahu bundan veli mi olur?" demiş. O mübarek de ayağını kaldırıvermiş. Ayak şimdi olduğu gibi duruyor, rengi bile değişmemiş. Üzerini pamukla örtmüşler. Herkes gelip ziyaret ediyor.
Demek ki vücudunu nurlandıran bir kimseyi toprak çürütmüyor.
Çünkü rûhâniyeti ölmemişti, rûhâniyeti ölmediği için ayağını kaldırdı.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar." buyuruyor.
Ölmediğini ayağını kaldırmakla hem o ispat etti, hem de bu Hadis-i şerif bunu canlandırıyor.
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyururlar:
"Kıyamet gününde sırat köprüsünden geçilirken cehennem ateşi:
"Geç yâ mümin! Senin nurun benim ateşimi söndürüyor.' diyerek mümin-i kâmile hitap eder." (C. Sağir)
Niçin? Kalbi nurdur, vücudu nurdur, kefeni nurdur, kabri nurdur, nurun alâ nurdur.
Onların hâlâtı bambaşkadır. Toprak çürütemediği gibi, ateş de yakmaz.
"Aslıhu nûr, cismuhu Âdem!"
Üstündeki kabuktur, elbisedir. Beşeriyet onun cismini görüyor amma aslını görmüyor. Yalnız o nur o tene geçirilmiş. O nur tene geçtiği için toprak çürütmüyor, ateş yakmıyor, hiçbir şey olmuyor. Bu da bir sırdır.
Kabir yalnız bir perdeden ibarettir. Ahirete intikal edenlerle dünya arasında incecik tül kadar bir perde vardır. Senin geldiğini, niçin geldiğini, ne yaptığını, ne söyleyeceğini, ne okuduğunu bilirler ve her şeyi duyarlar.
İmanla göçen kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeylerden haberdar ettiğini bilmemiz lâzım.
Bir zât-ı muhterem Allah dostlarından bir zâtın kabri başına gelmiş; "Yâ Rabb'i, Araplarda bir âdet var, köle azâd edecekleri zaman bir sevgilinin kabri başında azâd ederler. Ben senin aciz bir kölenim, ne olur bu zâtın yüzüsuyu hürmetine beni affet, beni azâd et." demiş.
Bu hâl Hazret-i Allah'ın o kadar hoşuna gitmiş ki, ilham vasıtası ile kendisine; "Bu duâyı yalnız kendin için mi yapıyorsun?" denilmiş.
Bu bakımdan ehl-i kemâl kimselerin ziyaret edilmesinden büyük menfaatler husule gelir, oradan boş dönülmez.
Bandırmalı-zâde Seyyid Mustafa Hâşim el-Üsküdârî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyuruyorlar:
"Hâtem-i evliyâ Hazretleri'nin mübârek unsûrları, cümle cesetleri ve kuvvetleri, cümle rûhları kuşatmıştır ve her biri bir anda hem serâyı hem süreyyâyı seyreder ve dilediği sûret ve cesetlerle istediği zamanda ve mekânda tayy-ı amel (uçarak amel) eder. Bir anda hem doğuda, hem batıda, hem Mekke'de ve hem cesetlerin rûhu olan pâk cesedinin olduğu yerde görünür; belki her anda ve her zamanda, her mekânda bir sûret ile hazır olur ve zuhur eder."
Demek ki rûhâniyet ona yardımcı olduğu gibi, aynı zamanda ölmüyor da.
Sıkıştığınız zaman hatırlayınız ki, ola ki Cenâb-ı Hakk yardım eder.
Bir keresinde de demiştik ki; "Sıkıldığınız zaman kitaplara sarılın, rûhâniyet gelir, sizi teselli eder."
Binaenaleyh; Hızır Aleyhisselâm'ın vazifesi ile muvazzaf olmak ancak Hâtem-i veli'ye mahsustur.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri onun hakkında; "Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir." buyuruyor. ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Cenâb-ı Hakk yürütecek onu. Ona muvakkaten bir ölüm var. Cenâb-ı Hakk onu dilediği şekilde kullanacak, kullanıyor. Evet ceset bir anda toprağa girmiştir amma Cenâb-ı Hakk ona dilediği şekilde tasarruf eder.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta; "Her iki âleme de iştirak etme ve ikisinden herhangi birine hükmetme yetkisi ona verilmiştir." buyuruyorlar.
Hazret-i Mehdi'nin ruhâni yardımcısı olacağını da İsmail Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri haber vermişlerdir. (Tuhfe-i Aliyye, sh: 229)
Cemâleddîn Mahmûd Hulvî -kuddise sırruh- Hazretleri de:
"Onun tasarrufu Hakk'ladır, kendisinden değildir." buyuruyor. (Câm-ı Dil-nüvâz)
•
Yine İsmail Hakk Bursevi -kuddise sırruh- Hazretleri; "Havvas zâtlar o dergâha sürünerek gelir" buyuruyor.
Fakir de öyle diyorum:
"Allah'ım sevdiklerinin rûhâniyetini lütfet, onların vasıtası ile af ve mağfiret et."
Onun için onlar geliyorlar, burası manen doluyor. Ola ki Rabb'im mağfiret eder, Allah-u Teâlâ bu lütfu buraya bahşetmiş, yok başka yerde...
Onlar zâhiri geliyorlar, bâtında gelenler kim bilir neler neler geliyor?
Halid-i Bağdadî -kuddise sırruh- Hazretleri, Taha'l Hakkari -kuddise sırruh- Hazretleri'ne hitaben;
"Allah-u Teâlâ yardımcın, Sadât-ı kiram'ın ruhları sığınağın olsun" buyurmuşlardır.
Bunları arz etmekteki maksadımız; onların rûhâniyetleri ölmez, sıkışana yetişir, bunu duyurmaya çalışıyoruz.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de, Hâtem-i veli hakkında;
"Kendisine sığınılan bir sığınaktır, elde edilmek istenen şeylerin kaynağıdır." buyuruyorlar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'ne karşı bir kusur işlediğim zaman affeder diye ümidim olur. Fakat Habib'ine karşı bir kusur işlersem, cidden beni affetmez diye korkarım.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tazim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tazim lâzımdır.
Her hâl ve ahvalde hürmet vecibesini korumak gerekir. Ziyaretine giderken de;
"Allah'ım, lâzım gelen tâzim ve edebi bana lütfet, senin lütfunla gideyim, bunu bana kolaylaştır ve kabul buyur."
"Rabb'im! Habib'ine karşı nasıl tazim etmem ve teslim olmam gerekiyorsa sen bu hâli bana lütfet.
Senin lütfedeceğin bu sermaye ile Habib'ine öylece tazim edeyim ve teslim olayım!" diye niyaz ederim.
Hayat boyunca böyle kıymetli zevât-ı kiram'a giderken de, onlara karşı işlenecek küçük bir hatanın büyük olacağını düşünüp Hazret-i Allah'a sığınmak ve öylece gitmek lâzım.
Biz onlara menfaat olsun diye değil, onlardan menfaat için gideriz.
Padişah dilenciden bir şey beklemez, dilenci padişahtan bekler...
Kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeyden haberdar ettiğini bilmemiz lâzımdır.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Ölenler hayvan imiş, aşıklar ölmez!" buyuruyorlar.
Bu sözün aslı burada tecelli eder.
Bu bakımdan ehl-i kemâl insanların ziyaret edilmesinden büyük kârlar husule gelir, oradan boş dönülmez. En güzel ziyaret gönülle yapılandır. Uzaklık, yakınlık fark etmez...
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, sh: 436)
Bununla şunu demek istiyor. O öyle bir tecelliyât-ı ilâhiye mazhar olmuş ki; kim ki o tecelliyata yönelirse istifade eder, her kim ki meylederse o tecelliyatın ziyasına nail olur. Hayatta olsun vefatta olsun.
Bunun da sebebi; varlığı ifna edildiği için…
Hazret-i Allah içinde olduğu zaman vücud elbisesi de o nurdan nur alır.
Vücud elbisesi nur olursa, kefeni de nur olur. Kefeni nur olursa kabri de nur olur. "Nûrun alâ nûr" olduğu zaman artık o, ne ölür ne de çürür.
Hayatında iken bereket umulan bir zâtın, vefatından sonra kabrini ziyaret etmekle de bereket umulacağı şüphesizdir.
Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir. Çünkü tasarruf devam eder.
Ammâr-ı Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri; "Bütün tasarrufu Allah iledir." buyuruyor. (Behcetü't-Tâife Billâhi'l-Ârife)
Allah-u Teâlâ onu kullanacak, ruhaniyyet iş görecektir. Tasarrufu devam edecektir. Kınından çıkmış kılıç gibi olacaktır.