"Osmanlı tarihine dair eserler veren Avrupa tarihçilerinin çoğu gibi Gibbons da olaylara Avrupa merkezinden bakar. Bu durumda Türkler dış kenarda kalırlar ve bir yere konumlandırılmaları çok zordur. Oysa onüçüncü yüzyılın büyük siyasî ve kültürel mücadelelerinin bir sonucu olan Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna Şark tarihinin merkezinden bakmak gerekir." (Friedrich Giese, "Das Problem der Entstehung des Osmanischen Reiches", Zeitschrift für Semitistik und verwandte Gebiete, II, Leipzig)
Ünlü Alman tarihçi Giese, Gibbons'un Osman Gazi ve Osmanlı Devleti'ni kuran Türkmenler hakkında ortaya attığı "sıradışı" iddialarını değerlendirirken böyle diyordu…
Osmanlı Devleti'nin yıkılışının üzerinden çok değil, sadece iki yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra, 1924 yılı gibi erken bir tarihte, Gibbons dahil Avrupa merkezli tüm tarih yazarlarının nazarında "Türkler'i bir yere konumlandırmanın zor olduğunu" büyük bir dürüstlükle dile getiren ünlü tarihçi, bu sözleriyle, Avrupa'da o tarihlerde birbiri ardınca ortaya atılan ve ne hikmetse büyük çoğunluğu "kuruluş devri" ne odaklandırılan pek çok "aykırı" görüşe imzasını atmış çok sayıda bilim adamının, tarihî bir konuyu tartışmaya yönelik olduğu bilinen çoğu iddiâsının altında, doğrudan "siyâsî" amaçların yattığını tüm açıklığıyla söylemekten çekinmemişti.
Üstelik o, neredeyse tüm batılı tarih yazarlarını bu kapsama dâhil etmiş; bu konuda istisnâ belirtme ihtiyacı dahi hissetmemişti. Bu konuda görüşleri en çok tartışılan isimlerden biri olan Gibbons, ona göre bu amaca hizmet eden sayısız isimden sadece biriydi…
Sahi, neler söylemişti Gibbons ve ulaşmaya çalıştığı asıl amaç neydi?
Ünlü Amerika'lı tarihçi Herbert Adam Gibbons (ö. 1934) 1916 yılında, yani I. Dünya Savaşı'nın ortalarında; Osmanlı Devleti hâlâ varlığını sürdürürken, Osmanlılar'ın kuruluş dönemini "yeniden şekillendirme" ye mâtuf The Foundation of The Ottoman Empire (Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu) adında bir kitap kaleme almış ve burada özellikle Osmanlılar'ın dinî altyapısı, kökeni ve ilk Osmanlılar'ın siyâsî ve sosyal statüleri hakkında muhâlif görüşler ortaya atmıştı.
Gibbons'ın bu çalışmasındaki iddiâsına göre; Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gâzi, Orta Asya'dan gelme bir "Şamanist" tir ve devletinin temellerini ancak, bölgedeki Rum unsurlarla birleşerek atmayı başarabilmiştir. Bu cür'etkâr iddiayı ortaya atmakta tereddüt etmeyen Gibbons, Osman Gazi'nin bir fakihin evinde misafir olduğu sırada, duvarda bir kitabın asılı olduğunu görerek: "Bu kitap nedir?" demesi, fakihin onun "Allâh'ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm" olduğunu söylemesi; bunun üzerine o gece Kur'ân'a saygısından dolayı odada ayaklarını uzatıp yatmaktan çekinmesi ve ardından sabaha karşı uyukladığı sırada saltanatla müjdelendiği meşhur rüyâsını görmesi rivâyetini, Osman Gâzî'nin bu rüyâdan sonra "ihtidâ" ettiği şeklinde yorumlamış; bu görüşünü rüyanın Edebâlî'ye anlatılması ve gazâya çıkması rivâyeti ile birleştirerek, Osman'ın elli yıl barış içinde yaşadığı Rum unsurlarına saldırmasının, kazandığı bu "misyoner eğilimli" fanatik dinî hislerden kaynaklandığını, önceki durumuna taban tabana zıt olan bu durumun, ancak ihtidâ etmiş yeni bir dinî kimliğe geçişle açıklanabileceği yönünde, o âna kadar bilinenlere zıt ve aykırı yönde yeni bir iddiâ ortaya atmıştır.
Kuruluşla ilgili Osmanlı rivâyetlerinin önemli bir kısmına şüpheyle yaklaşan Gibbons, bilinenlere muhâlif bu yeni tezini bir an önce bir kalıba oturtmanın verdiği acelecilik ve telâşla; rivâyetlerde yer alan, onların içinden âdetâ cımbızla çekip çıkardığı "Kur'ân-ı Kerim" le ilgili kısmın dışındaki aksi unsurları hesap edememiş; dolayısıyla farkında olmadan bu iki "rüyâ" rivâyetini de, büyük bir akıl tutulması ile aslında kendi aleyhine delil olarak getirmiştir.
Meselâ; Gibbons'un hidâyete ermemiş "Şamanist" bir "müşrik" e (!) ait olduğunu öne sürdüğü bu rüyâlar, içeriği itibariyle bu iddiâyı peşinen imkânsız kılacak ve kökünden yıkacak kesin kanıtlar içermektedir. Nitekim iddiâya göre başlangıçta müslümanlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı savunulan Osman Gâzî'nin, bu durumda müslümanlığın en güçlü temsilcilerinden olan bir "fakih" in evinde işi nedir? Hadi rüyâdan sonra Şeyh Edebâlî'nin huzuruna "ihtidâ" ettiği için gitti diyelim; peki müslüman olmayan birinin ayak basması ihtimâl dâhilinde bile olmayan bir tekkenin içine kadar girebilmesi nasıl gerçekleşmiştir? Durumu "fakih" açısından düşündüğümüzde; ya o Kur'ân-ı Kerîm'in asılı olduğu, bundan dolayı büyük bir saygı ve hürmet gösterilmesi gereken bir odada, misafir kalması doğru olmayan bir "Şaman" ı -Kur'ân'a saygısızlık olacağını umursamadan- nasıl olmuş da misafir edebilmiştir? Dahası; söz konusu rivâyetin Osmanlı kroniklerinde rastlanan tüm versiyonlarında Osman Gâzî'nin, fakih gittikten hemen sonra odada "gusl edip" veya "abdest alıp" saygıyla beklediğine işaret edilmiştir ki; bu durumda "henüz rüyayı görüp de hidâyete ermemiş" olduğu savunulan Osman, bir "müşrik" in değil, ancak bir "müslüman" ın bilebileceği "Abdest"i almayı nereden öğrenmiş; yâhut "Şaman" lığın hangi kriteri gereği müslümanların kitabı Kur'ân'a hürmet edip "gusl" etmek ihtiyâcı hissetmiştir? Rivâyet buna benzer daha pek çok çelişkiler içermekteyse de, sanıyorum bu kadarı bile Gibbons'ın, kendine uygun "tarih tezi" devşirme adına nasıl bir "saçmalığın" içine düştüğünü göstermeye yetmektedir.
Bu çarpık iddiâsında Gibbons'ın, Osmanlılar'ın dinî altyapısı kadar, devletin kuruluşunun Türk unsurlardan ziyade Rumlar'dan "ihtidâ eden" ya da "oğullarının devşirilip elinden alınmaması için ihtidâ etmek zorunda kalan" (!) bir kitleye dayandığı; bunların ister istemez Osmanlılar'a katılmaları sonucu, yerleşik hayattan habersiz bir göçebe olan Osman'a ve tebaasına yol göstererek, onlara devlet geleneğini aşıladıkları yönündeki yorumu da tamamen ideolojiktir. Yukarıda Osman Gazi'nin "müşrik" olduğunu iddiâ ederken, babası Ertuğrul'la birlikte "elli yıl o bölgede kaldığını" vurgulayan Gibbons, bu bölgede Selçuklular'a bağlı olarak yarım asır yaşadığını kendi ağzıyla söylediği bu Türkmenler'in, Selçuklular'dan devlet geleneğini zaten öğrenmiş olacaklarını acaba hiç akıl edememiş midir; yoksa böyle olduğunu savunmak "tarih" ten daha ön plânda tuttuğu "siyasî" amaçlarına daha mı uygun gelmiştir? Sözde "müşrik" olduğu öne sürülen Ertuğrul Gâzî'nin, oğlu Osman ve tebaası ile birlikte tam elli yıl boyunca, üstelik -bu durumda kendi dindaşları olması gereken- Moğollar'dan kaçarak, "müslüman" Selçuklu topraklarının içinde onlara tâbî "Şamanist" ler olarak yaşamaya devam etmelerinin tamamen saçma oluşu bir yana; zamanla onlara katılacak olan devşirme Rumlar'ın da, ileride beyliğin etnik yapısını değiştirecek kadar onlara baskın çıkmaları, mantıkî ve ilmî açıdan bakıldığında tam anlamıyla bir felâkettir. Kaldı ki, Bizans bile o dönemde sınırlarına yerleştirdiği Kıpçak asıllı Türkopol'leri hıristiyanlaştırmışken, Selçuklular Batı Anadolu sınırlarında bizzat kendi topraklarının en stratejik noktalarına, her an düşmanlarıyla birleşme riski bulunan ne idüği belirsiz "müşrik" (!) bir topluluğu, acabâ hangi akıl ve mantıkla alıp da yerleştirecektir?
Gibbons'ın, Osmanlı Devleti'nin kurucularını "Şamanist" yapmasına gerekçe gösterdiği bir başka dayanak noktası, ilk Osmanlı hükümdarlarının İslâmî değil de hep kavmî isimler taşıyor oluşudur. Giese yıllar önce sağlam mantıkî gerekçelerle bu iddiâyı çürütmüşse de, bize göre Gibbons'ın bu iddiâsının -bilimsellikten öte- mantıksızlığını görebilmek için aslında ne dahi olmaya, ne de uzak bilimsel veriler üzerinde durmaya gerek yoktur. Özetle; değil Osmanlılar'ın göç ve yerleşim zamanı, içinde bulunduğumuz XXI. yüzyılda, asırlardır müslüman bir millet olduğunda şüphe olmayan Türk milletine mensup biri olan bu makalenin yazarının adının, İslâmî bir isim olmayıp, etnik kökenli bir isim olan "Hakan" olması nasıl ki mümkün olabiliyorsa; Osmanlılar'ın atalarının asırlar önce benzer kavmî isimler taşımalarının da onların "müslüman olmadığına" veya "başka bir dine mensup olduklarına" delil sayılamayacağı aşikârdır. Örneklendirmeyi daha fazla uzatmadan sözü burada kesmek sanırım en doğrusu olacaktır; çünkü Gibbons'un akıl mefhumuna aykırı olarak ortaya attığı bu gibi sözde "tarih tezleri" ni daha fazla ciddiye almak, bize göre zekâ sınırlarını fütursuzca zorlamaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
İddiâların şekil ve içeriğini bir kenara bırakıp, ondan daha önemli olan "amacı" üzerine eğilecek olursak; bu konu, XX. yüzyılın başlarında Osmanlı tarihini "yeniden yazma" girişiminde bulunan pek çok Avrupa'lı tarihçinin, Giese'nin sözlerini tamamen doğrulayacak şekilde "bilimsel kaygı" dan ziyâde "siyasî içgüdü" lerle hareket ettiklerini bize gösterecektir.
Gibbons'ın yaşadığı dönemdeki siyâsî algıya ve bilim çevrelerindeki ideolojik yapılanmaya bakıldığında, dünya gündeminde genel anlamda milliyetçiliğe, sömürgeciliğe ve özellikle Türk milletine yönelik olarak; geçmişle tarihî ve kültürel bağların kesilip dinî altyapının asimile edilmesine, henüz Osmanlı topraklarından yeni koparılan Arap coğrafyasındaki sömürgeler arasında milliyetçilik duygularının körüklenip, Türk kin ve nefretinin yerleştirilmesine ve bu yolla İslâm coğrafyasının bir daha birleşmemek üzere parçalanmasına yönelik politikaların yer aldığı dikkati çekmektedir. Ortaya attığı muhâlif iddiâların bilimsel ya da tarihî bir nitelik taşımadığı, yukarıda serdettiğimiz bir-iki örnekten bile açıkça anlaşılan Gibbons'ın, Osmanlı Devleti'ni kuranların "Türk olmadığı" iddiâsıyla, henüz işgâli yeni plânlanan Anadolu'nun ve özellikle Batı Anadolu'nun asıl sahiplerinin zaten Türkler olmadığı algısını bilinçaltına yerleştirmeye çalıştığı; Osmanlılar'ın "müslüman olduktan sonra fanatikleştikleri ve komşularını yağmaladıkları" sözde târih teziyle de, Osmanlı entellektüelleri arasında o yıllarda yeni yeni popülerleşen anti-İslâmî anlayışı kalıcı bir zemine oturtmayı ve din uğrunda cihad çabasını ortadan kaldırmayı amaçladıkları gözle görülür şekilde bellidir. Onun bunların dışında kalan diğer tüm iddiaları ise peşinen kültür asimilasyonu kapsamına dâhil edilmelidir. O dönemde cephelerde askerî alanda yürütülen savaşlar, bu gibi gerekçelerle ilmî sahalarda da kalemle yapılmaya çalışılmış; sömürgecilik ve emperyalizmi siyâsî birer politika aracı olarak benimseyenler, tarih üzerinde de onun temel ritüellerine uymayan bu keyfî alt yapıyı bilinçli bir şekilde kurarak, bir taşla sayısız kuş avlamayı arzulamışlardır. Dolayısıyla XX. yüzyıl başlarında hiçbir tarihî materyale dayanmadan, sözde "tarihi yeniden yazma" yönündeki pek çok girişimin ilk kez bu siyasî asimilasyon projesinin birer parçası olarak ortaya çıktığı ve günümüzdeki bâzı gizli teşkilâtların akademik masalarının yaptığına benzer bir görevi, Gibbons ve benzeri şarkiyatçıların da, çeşitli bahane ve gerekçelerle o dönemde yapmış oldukları yadsınılamaz bir gerçektir.
Pek çok farklı konuda kendilerine birer "çarpıtma" ve "istismar" zemini kurmaya çalışsalar da, Osmanlı tarihinin en bâriz gerçeklerini bile ortadan kaldırmaya çalışan Avrupa'lı tarih yazarlarının büyük çoğunun dillerinden düşürmedikleri temel gerekçe hep aynıdır; o da, gizli hedef tahtasına oturttukları o tarihî gerçeğin "Siyâsî sebeplerle sonradan uydurulduğu" iddiâsıdır. Akıllarını sanki peynir-ekmekle yemişçesine, sıkıştıkları her konuda dört elle sarıldıkları bu bahaneyi "tahrif" lerine malzeme yapmaya çalışanların, işin temeline inildiğinde iddiâlarında hemen göze çarpan iki büyük çelişki vardır:Bunlardan ilki, tarih "bilgi" ve "belge" ye dayanan bir bilim olmasına rağmen "lâf kalabalığı" ndan başka ortaya somut bir şey koyamamaları; diğeri ise, tarihî gerçekleri sudan bahanelerle ortadan kaldırmaya çalışan bu sözde bilim adamlarının, "Şecaat arz ederken sirkatini söyleme" misâli, arka plânda aslında kendilerinin o iddiâyı "siyâsî maksatlarla uydurmuş" olduklarının aşikâr olmasıdır. Söz gelimi; Gibbons'un hayatının önemli bir kısmında sömürgeci politikalarla yakından ilgilenmesi ve uzun süre üzerine eğildiği siyâsî faaliyetleri, Giese'nin onun hakkındaki tespitlerinin ne kadar isabetli olduğunu anlamamız için yeterlidir. İşin en ilginç ve vahim tarafı; bu tür istismarcılar, dıştan ilmî bir amaca hizmet ediyormuş gibi gözüktüklerinden, ne yazık ki uzun süre karşılarında kendilerine itiraz edebilecek tek bir Türk bilim adamı dahi bulamamışlardır.
Giese'nin tespitlerinden hareketle, XX. yüzyılda "şarkiyatçılık" görüntüsü altında siyasî amaçlarla "tarih" adına yürütülen ve Avrupa'nın her yerinde benzer pek çok örneği görülen bilimsel çarpıtmaları Gibbons örneği ile masaya yatırmaya ve bu girişimlerin gerçek amacını sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde çözümlemeye çalıştık. Bilimle uğraştığını iddiâ eden kimse, hangi durum ve şartlar içerisinde olursa olsun, bilimsel meseleler karşısında objektif yaklaşım ve tavrını mutlaka korumalı; onu siyâsî ya da başka amaçlar uğrunda istismara çalışmamalıdır.