Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
"Tarih"in Penceresinden... - Tarih "Gizli Materyalizm"e Odaklı Bir Bilim midir? - Ömer Öngüt
Tarih "Gizli Materyalizm"e Odaklı Bir Bilim midir?
"Tarih"in Penceresinden...
Hakan Yılmaz
1 Şubat 2017

 

Tarih "Gizli Materyalizm"e Odaklı Bir Bilim midir?

-Pozitivist Yaklaşımların Târih Üzerindeki Olumsuz Etkisi-

Tarihî konuları ele alırken dinî ve mistik figürler içeren tüm metinleri,"gizli materyalist algı"nın etkisiyle, önyargılı bir yaklaşımla "akıldışı" kabul edenler; kendilerinin "akl"ın ne kadar dışına çıktıklarını ne yazık ki fark edememişlerdir.

 

"Tarih" in içeriği itibariyle daha çok somut olayları inceleyen bir bilim dalı oluşu, çeşitli yol ve bahânelerle onun istismarını da beraberinde getirmiştir. Bu istismarın en çarpıcı yansıması, tarih metinlerinde sıklıkla rastlanan ve bilim çevrelerinde "Metafizik" terimiyle açıklanan mânevî ve mistik/tasavvufî öğeler içeren rivâyetlere karşı takınılan peşin yargıdır. Bilindiği üzere bunların biri İlâhî, diğeri beşerîdir ve bir zamanlar üzerinde büyük tartışmaların yaşandığı iki taraf arasındaki uzlaşmazlık, tüm bilim alanlarında az çok kendini gösterdiği gibi, algılama ve anlayış problemi dışında hiçbir şeye dayanmayan şüpheci yaklaşımlar, bu ilimlerden özellikle Teoloji, Siyaset ve Tarih'le ilgili olarak türetilen pek çok yersiz itirazın ve kalıplaşmış önyargıların da temelini teşkil etmiştir.

Dinin bilimle çatışıp çatışmadığı, bilimin dinle bağlantılı olup olmadığı ya da birinin diğerinin alternatifi ya da karşıtı olup olmadığı konuları, her iki taraf arasında uzun asırlardan beri tartışılagelmiş ve "Aydınlanma Çağı" tabir edilen dönemde büsbütün alevlenmişse de, bunu Osmanlılar üzerine odaklandırmak isteyenler, daha önce hakaret ve aşağılama maksadıyla yaptıkları birkaç seviyesiz girişim sert bir şekilde geri tepince, ister-istemez bu cihan devletinin ortadan kalkacağı ve bekledikleri uygun ortama kavuşacakları XX. asrın başlarını beklemişlerdir.

Pozitivist yaklaşımın temel felsefî anlayışını benimseyenler, "insan aklı" nın, bilimin ve gerçek bilginin olmazsa olmazı olduğu görüşünü savunarak, İlâhî ve mistik kökenli ne varsa hepsini "akıl dışı" bulup kendilerince "bilimin ve modernitenin temel ritüellerine aykırı" kabul ederken; basit örneklerle bile varlığı kanıtlanabilen ve inkâr edilmesi ihtimâl dahilinde bile olmayan mânevî realitenin ve metafizik âlemin varlığında şüphe etmeyenler, her şeyden önce İlâhî İrâde'nin mutlak otoritesinin gerekliliğini kabul etmişler ve her şeyin akıl yoluyla çözümlenemeyeceğini; İlâhî fiillerin ve mistik teâmüllerin birçoğunu insan aklının idrâk edemeyeceğini baz alarak, bunların inkârına yol açacak her türlü şüpheci ve inkârcı yaklaşımı reddetmişlerdir.

Tarihî olayların çözümünde, sırf ideolojik saplantılarının öne çıkmasıyla, aslında kendi çarkını döndürmeye elverişli bulmadığı için "delil" den ve "belge" den yoksun olarak, kendi ütopyasından başka hiçbir kaynağa istinad etmeyen ve lâf kalabalığından öteye geçmeyen hipotezler ortaya atıp, bunları gerçek "tarih"in yerine koymaya kalkışan bir araştırmacının; başka bir zaman yine aynı amaç uğrunda, bu kez karşıt görüşün ruh dinamizmini besleyen ve özellikle erken Osmanlı tarih yazımında sık sık varlığını hissettiren mistik/tasavvufî öğelerden duyduğu rahatsızlıkla, bunların "tarihî delilinin olmadığını" ve "bilimsel anlamda önem arz etmediğini" savunarak, açıkça materyalist bir bakış açısını ön plâna çıkarmaya çalıştığı görülebilir. Dağınık bir zihinle düşünüldüğünde, çoğu zaman bir sorun olarak dikkati çekmeyen; ancak parçalar birleştirilerek, tek bir parçanın içinde boğulmadan, geniş bir perspektiften bakıldığında bu tavrın, bilim ve mantık kurallarını keyfî olarak ihlâl etmekten ve işine gelen ne ise o tarafa dönmekten başka bir açıklaması yoktur.

Osmanlılar'ın ortaya çıkışının bir tesâdüften ibâret olmadığı, onların İlâhî irâde tarafından seçilmiş, müjdelenmiş bir hânedan olduklarına dâir, Osmanlı'nın ilk asırlarına ya da Osmanlı klasik çağına kadar indirgenebilen çok sayıda önemli mistik argüman vardır. Meselâ Muhyiddîn İbnü'l-Arabî Hazretleri'nin Şeceretü'n-Nu'mâniyye adında bir risâle yazarak Osmanlılar'ın zuhûrunu şifreler ve rumuzlarla müjdelemesi, Ertuğrul Gâzî ya da Osman Gâzî'nin Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu müjdeleyen rüyâları; Siroz'daki Margarit manastırından Nücûm ilmini öğrenmiş birkaç keşişin Söğüt'e gelerek Osman Gâzî'den Rumeli'ni fethedecek oğullarının kendilerine dokunmaması için berat istemeleri, Rumeli'nin fethinde Osmanlılar'a yardıma gelen boz atlılar; Rumeli fâtihi Gâzî Süleyman Paşa ve Aydın-oğlu Gâzî Umur Bey'in, şehâdetlerinden sonra fethe devâm eden gâzîlere görünerek onlara yardım etmeleri; Akşemseddîn'in İstanbul'un fetih tarihini önceden bilmesi ve Fatih'e bildirmesi, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin kabir yerini keşfi, Şeyh'in duâsından sonra atlara binmiş ak abalı bir ordunun peydâ olup İstanbul surlarına doğru şiddetle yürümesi, Hâce Ubeydullâh Ahrâr'ın Fatih'in istimdâdı üzerine Osmanlı askerlerine imdâda yetişmesi, Fâtih'in Belgrad seferinden Otman Baba'ya hakâreti nedeniyle eli boş dönmesi, Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethedeceği tarihin yıllar öncesinden bilinmesi, Nûreddîn Bedahşî'nin ona Mısır'ı fethedeceği günü "Cifr ilmi" ne dayanarak haber vermesi ve Kemâl Paşa-zâde'nin bunu Enbiya Sûresi'nin 105. Âyet'i üzerinde izah etmesi... örneklerinde görüldüğü gibi.

Günümüz tarih yazarlarının pek çoğunun, "gizli materyalist algı" nın yol açtığı anlayış sapması yüzünden kuşkuyla yaklaştığı bu mistik öğelerin kuşkusuz en çok dikkat çekeni, Şeyhü'l-ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arabî'nin yazdığı Şeceretü'n-Nu'mâniyye fî Devleti'l-'Osmâniyye adlı esrârengiz risâledir. Risâlede daha çok gök cisimlerinin hareketleriyle yeryüzündeki olaylar arasındaki ilişkiyi ön plâna çıkaran İbnü'l-Arabî'nin, Rum Sûresi'nin ilk beş Âyet'inden, Osman Gâzî'den "Son Mim" e, yani Mehmed Vâhideddîn'e kadar gelmiş padişahlardan sekizinin savaşlarını ve başlarına gelecek önemli vak'aları Arapça baş harflerini rumuz olarak vererek net bir şekilde tasvir etmesi günümüz araştırmacılarını o kadar şaşırtmıştır ki, bunun "mutlaka uydurma olması gerektiği" ne kanaat getirmişler; ancak "uydurulma" gerekçesi diye öne sürdükleri iddiâlardaki çarpıcı çelişkileri bile fark edememişlerdir.

Nasıl mı?..

Kimisi böyle bir risâlenin ortada olmadığını, kimisi Fâtih devrinde uydurulup İbn Arâbî'ye atfedildiğini, kimisi Yavuz Sultan Selim döneminde meydana getirildiğini, kimileri ise ortada olmayan eserin mevcut "Şerh" lerinde Yavuz Sultan Selim sonrasına ait rumuz ve keşiflerin "isâbetsiz" olduğunu öne sürerek, mevcut "gizli materyalist içerikli" tarih felsefesiyle bağdaşmayan bu mistisizm içerikli eseri, kendilerince "çürütmeyi" ya da literatürden kaldırmayı denemişlerdir.

Tarihî meselelere "akılcı" yaklaştıklarını iddia ederek çeşitli hezeyanlar savuranların, bize göre önce yorum üretip tenkide girişmeden önce, "akıl" ve "mantık" denilen mefhûmu kendi benliklerinde devreye sokmaları ya da onu, başkasının müdahalesine gerek kalmadan nasıl kullanacaklarını öğrenmeleri gerekir. Bu sözümüz ilk bakışta işitenlere belki ağır gelebilir. Ancak önce eldeki verilere, sonra yukarıdaki iddialara bakıp, onları -herkeste olduğu kadarından aslâ fazlasına sâhip olmadığımız- bu "süzgeç" ten geçirdiğimizde ilginç ve rahatsız edici düzeyde bir "akıl tutulması" ile karşılaşıyoruz.

Eserin "ortada olmadığı"na yönelik iddiâları şimdilik bir kenara bırakıp, "varlığı" üzerinden yorum yapanların iddiâlarını ele alalım:

Böyle bir mistik tasavvuru "tarih" e aykırı bulan; "bilim" den dem vurarak onu kendilerince "hurâfelerden arındırdıklarını" sanan müstesnâ(!) şahsiyetler, bu metnin "uydurma" olduğunu iddiâ etmeden önce, zahmet edip de eseri üslûbu, içeriği ya da ifadelerin ayniyeti yönünden İbn Arabî'nin diğer eserleriyle karşılaştırmış da mı bu "bilimsel" sonuca ulaşmışlardır? Tabii ki hayır… Spekülasyonlar türetip de onlar üzerinden güyâ "tenkid" de bulunmanın adı ne zamandan beri "bilimsellik" ya da "objektif tarihçilik" olmuştur?.. Ortalıkta sürüyle dolaşan bu basit girişimleri "tarihçilik" ten ziyade, "kendi ütopya âleminde türettiklerini bilim diye yutturma çabası" şeklinde nitelendirmek, bizce çok daha samimi ve çok daha tutarlı bir yaklaşımdır.

Ez-cümle; Şeceretü'n-Nu'mâniyye' nin Fâtih devrinde uydurulduğunu öne sürenler; hiç düşünmemişler midir ki, madem ki durum öyledir; o halde bunu "uyduran" kişi -sözümona- "kerâmeti kendinden menkul" o metinde, adının baş harfi "Sin" le anılan Yavuz Sultan Selim'in hilâfeti devralacağını ya da yapacağı diğer icraatlara ilişkin bilgileri nasıl olmuş da isabet ettirmiştir? Aynı şekilde; risâlenin Yavuz Sultan Selim devrinde uydurulduğunu ve -isabetsiz bir şekilde yalnız "Şerh" lerine bakarak- devamındaki bilgilerin "tutmadığını" iddiâ edenlerin, sorunu eserde veya onun sahte olup-olmayışında değil, tamamen kendi anlayış yetersizliklerinde aramaları gerekir.

Nitekim eserin varlığını söylentiden ibaret zannedip, "nüshasının mevcut olmadığını" ya da "Yavuz Sultan Selim'den sonrasına ait bilgilerin tarihî seyre uygun olmadığını" savunanların ne kadar yanıldığını uzun uzadıya izaha gerek yoktur; çünkü biz yıllar önce bu dergide kaleme aldığımız önemli bir makalede, eserin Millet Kütüphanesi Ali Emîrî Efendi Arapça eserler koleksiyonu, nr.: 2801'de kayıtlı olan Ta'lik hatlı, 6 varaklık yegâne nüshasını bilim dünyâsına tanıtmış ve ismi açıkça zikredilen Osman Gâzî'den sonra, içinde baş harfleri ve rumuzları verilen "Mim", "Sin", üç farklı "Ayın" ve "Son Mim"(Mîmü'l-hâtime) ile; açıkça Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Abdülmecid, Abdülaziz, II. Abdülhamid ve VI. Mehmed (Vâhideddîn)'e (ayrıca ilâveten, o zamanlar dikkatimizden kaçan "Dördüncü Mim" yani "Murad"a) işaret edildiğini açıklamış ve şifrelendirilen vak'alardan çözebildiğimiz kadarını delilleriyle ayrıntılı olarak göstermeye çalışmıştık. Mevcut fiziksel özellikleriyle on yedinci yüzyıldan daha ileri gitmesi mümkün gözükmeyen bu nüshayı -güyâ- "uyduran" kimse; hadi bu asırdan önceye ait olanları bildi diyelim; o zamana kadar "Osman" dışında adı "Ayın" la başlayan herhangi bir padişah zuhur etmediği hâlde, bahsettiği devletten "İslâm unsurunun kaldırılacağı" nı söylediği bir zamanda cülûs edecek üç "Ayın" ın padişah olacağını nereden bilmiş; hattâ daha da ileri giderek, devletin Altıncı ve "sonuncu Mehmed", yani "Sultan Vâhideddîn" olduğu aşikâr olan "Son Mim" le yıkılacağını nasıl olmuş da çözebilmişti?.. Materyal saplantılı ilmî ritüeller ve bilimsel mantık şimdi bunu, "Uydurmuş ama nasıl olmuşsa tutturmuş..?" gibi basit bir gerekçeyle izah edebilir mi? Etmeye çalışsa bile bu kadarına artık kim inanır?..

Üstelik sınırlı kapasiteleriyle ürettikleri basit ve sıradan gerekçelerle, "aklî" ve "ilmî" normlar açısından hiçbir aykırılık içermeyen bu Risâle' nin içeriğine hadi kulp takmaya çalıştılar diyelim; Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki Hazret-i Davud'un kılıcının 888/1483 tarihinde, yani Mısır'ın fethinden otuz yıl kadar önce yazılan levhasının: "Devleti'l-'Osmâniyye'nin Mısır'a gireceğini" ve "ardından bunu Hicaz, Şam, 'Irâkeyn, Fâris (İran) ve Deşt (Kıpçak), Benî Asfer (Hıristiyan) ve Efrenc (Frenk & Avrupa) topraklarını fethedeceğini, ne var ki Osmanoğulları'nın nihâyete ereceğini ve bundan sonra bir boşluk olacağını; en sonunda 'İmam Mehdî'nin zuhur vaktinin geleceğini" haber veren satırlarla, yani Şeceretü'n-Nu'mâniyye' nin son kısmıyla tıpatıp aynı şekilde nihâyete ermesinin açıklaması nedir? 1488'den beri müzede duran bu levhadaki hattın sahibi, şimdi bir Allah'ın, bir de geçmişe dönüp baktığımızda bizim görebildiğimiz bu "tarihî seyr" in bu şekilde ilerleyeceğini nereden bilmişti?..

Kaldı ki Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun mistik çevrelerce bilindiğine dair, kuruluştan sadece yirmi dört yıl sonrasına ait olan, dikkate değer ikinci bir delilimiz daha var:

130 yıl ömür sürmüş Bağdat'lı büyük bir sûfî olan Seyyid Kâsım el-Bağdâdî (ö. 1350) son Abbâsî halifesi Musta'sım'ın ölümüne tanıklık etmiş ve Moğol zulmünün artması sonucu manevî bir işaretle Doğu Anadolu, Mısır ve Suriye dolaylarına gitmiş büyük bir mutasavvıftı. Abdülkadir Geylânî silsilesine mensup olan bu büyük sûfî, son hastalığında seyahat notlarını oğluna teslim ederek ona muhtasar bir seyahatnâme yazdırmıştı.

Seyyid Kâsım'ın Seyahatnâme'sinde dikkati çeken en önemli nokta; 1323 sonlarında Mısır'a gidip oradaki ulemâ ile görüştükten sonra, ilginç bir şekilde oradan kalkıp çok uzak bir noktaya giderek, bulunduğu coğrafyadan fersah fersah ötelerde bulunan Sultan Orhan'ı Bursa'daki sarayında ziyaret etmesidir. Onun hayatı boyunca gittiği en uzak yer olarak, başka bir Türkmen beyliğini değil de, özellikle Bursa'yı seçmiş olması mânidârdır. Neticede Bağdâdî, daha Beysarayı'nın bahçesinde göründüğü an Orhan Gâzî tarafından büyük bir tâzim ve hürmetle karşılanmış ve onun sarayında tam altı ay boyunca misafir olarak kalmıştı.

Saraya girer girmez henüz ayağının tozuyla, kendisine tahta çıkıp oturmayı teklif eden Sultan Orhan'a bu İslâm sûfîsinin verdiği cevap ilginçtir: "Sen İslâm dîni uğrunda mücâhid olduğun için o tahta çıkıp oturmaya benden daha lâyıksın. O taht, âhir zamâna dek sana ve senin evlâtlarına mübârek olsun!.." (Rulo Seyahatnâme nüshası, 149-150. satırlar)

Seyahatnâme'sinin 749/1350'de oğlu Haydar tarafından yazılmış orijinal nüshası, şimdi hâlâ soyundan gelenlerin ellerinde bulunan Seyyid Kâsım'ın bu sözlerinde, günümüz tarihçilik anlayışının altında yatan "gizli materyalist algı" nın bizlerden esirgemeye ve peşinen üstünü örtmeye çalıştığı önemli bir vurgu var: Kuruluşundan 24 yıl sonra, kurucusu henüz birkaç ay önce vefat etmiş bir devletin daha ikinci hükümdarını ziyaret eden Seyyid Kâsım, onun ve soyunun "âhir zamana dek o tahtta oturacağını" ve bu uzun süre boyunca "gazâ kılıcını hep elinde tutacağını" acabâ nereden biliyordu?..

Günümüz tarihçilik anlayışının cevap bulmakta zorlanacağı bu gibi önemli ayrıntılar, yalnız materyalist yaklaşımın eğri ve mâneviyat tanımaz kuramlarını kökünden söküp atmakla kalmaz; İslâm tasavvufunda asırlardır var olduğu tekrarlanan "keşif" olgusunun da "tarihî delillerle kanıtlanabilir bir gerçek" olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koyar.

Osmanlılar'ın kuruluşu ve şahlanışına ilişkin gizli sırların, Nücum ilmine -şüphesiz İslâm tasavvuf kaynaklarının etkisiyle- bir şekilde vâkıf olmuş kimi keşişler tarafından da bilindiği ve kuvvetle sezildiği konusunda, yine kuruluş dönemine yakın yazılmış Osmanlı kaynaklarında işaretler bulunduğu görülür. Sultan II. Murad döneminde bir Oğuz-nâme yazmış olan Yazıcı-zâde Ali'nin bize anlattığına göre, Siroz'daki Margarit Manastırı keşişlerinden, her nasılsa Nücûm ilmini öğrenmiş ve ondan geleceğe dair bazı bilgileri elde etmiş bir grup, bu ilim sayesinde Söğüt'ten bir kimsenin çıkıp Rumeli'ni fethedeceğini çözer ve bir gün kalkıp Osman Gâzî'nin yanına gelirler. Ona altınlar ve gümüş akçalar hediye edip: "Soyundan gelenler Rumeli'yi fethettiklerinde, manastırlarının keşişlerini ve vakıf köylerini vergiden muaf tutsunlar" diye kendilerine geleceğe dönük bir "berat" vermesini isterler. O da bir danişmend bulup istedikleri hükmü yazdırır: "Eğer Hakk Teâlâ bize lütf u inâyetinden pâdişahlık verip Rumeli feth olunacak olursa, Margarit manastırının keşişlerini ve vakıf köylerini haraçtan ve diğer vergilerden muaf tutarız." diye… Üstelik Yazıcızâde'nin dediğine göre, Siroz alındıktan sonra Murad Hüdâvendigâr'dan beri gelen üç padişah da Osman Gâzî'nin bu beratını görüp her defasında onu yenilemişler. Hattâ müellifin açık izlenimlerine bakılırsa, zamânın padişahı Sultan II. Murad da bizzat o hükmü yeniletmiş ve atasının onlara verdiği bu muâfiyeti devam ettirmiş!.. (Metnin Osmanlıca aslı için, bk. TSMK, Revan: 1391, vr. 453b-454a)

Yukarıdaki materyalist algının yol açtığı dikkat tutulması, bu rivâyeti okuyan pek çok tarih araştırmacısını şu inceliği yakalamaktan men eder: Yazıcı-zâde önceki pâdişahların ve zamanın Sultân'ının bu hükümleri yenilettiğine şâhidlik ettiğine ve Osmanlı bürokrasisine göre bir önceki hüküm görülmeden yeni bir hüküm verilemeyeceğine, bu da verilen beratlar zincirinin gerçekten Osman Gâzî'ye kadar ulaştığını gösterdiğine göre, demek ki Osman Gâzî ve neslinin yapacakları fetihler, "Keşif" yoluyla ve "Nücum ilmi" sayesinde gerçekten de "bilinebiliyor"muş…

Üzerinde duracağımız üçüncü ve son örnek, Fatih'in kalabalık bir ordu ile savaşırken Semerkand'da bulunan Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri'nden istimdad dilemesi ve onun da gazâda bulunup Fâtih'e yardım etmesidir. Hoca Sâdeddîn Efendi'nin bizzat Fatih'in ağzından naklettiği bu rivayete göre; Sultan Mehmed istimdad dilediği an bir anda Hâce Ahrâr zuhur etmiş ve Fatih'e yeninin içine bakmasını söylemiş; Fatih Sultan Mehmed oraya baktığı an, ansızın bir ordunun çıkıp tekbirler getirerek düşman ordusunun üzerine hücum ettiğini müşahede etmiştir. Hoca Sa'deddîn'in aktardığına göre II. Bayezid, padişahlığı döneminde onun, huzuruna gelen torunu Muhammed Kâsım'a bu olaydan sorduğunda, Ubeydullah Ahrâr'ın bir gün Zuhur namazını kıldıktan sonra ata binip şehrin dışına çıktığını, "Deşt-i Abbâs" adlı bir çölde atını ileri-geri sürüp gerçekten savaşır gibi hareketler yaptığını söylemiştir. Yine Sultan'ın annesi Gülbahar Hâtun, Şeyh'in halifelerinden Abdülhâdî Efendi İstanbul'a geldiği zaman, ona Ubeydullah Ahrâr'ın üzerindeki kıyafetlerin nasıl olduğunu sormuş; Abdülhâdî Efendi de Şeyh'in, Fatih'in vâlide sultana anlattığı kıyafetlerin tıpatıp aynısını giydiğini söylemiş ve ayrıca o gün çölde atıyla yaptığı garip hareketleri Muhammed Kâsım'ınkiyle örtüşen ifâdelerle Gülbahar Hâtun'a nakletmiştir (Ayrıntılı bilgi için, bk. Hoca Sâdeddîn Efendi, Tâcü't-Tevârîh, c. II).

Yukarıda sıraladığımız örneklere ilâveten, burada dikkati çeken en önemli nokta ise, vak'anın olaydan sadece 70-80 sene gibi kısa bir süre sonra kayıt altına alınması ve sıhhatinin tespit edilerek, II. Bayezid devrinde görgü şâhidlerinin ifadeleriyle doğrulanmasıdır. Bu vak'anın da diğerleri gibi "uydurma" olduğunu iddia etmenin temel şartı; bilimsel meselelere "akılcı" yaklaştığını iddiâ ederek "akıl" mefhumunu aradan çıkarmak ve "materyalist algı" yı körü körüne her şeyin üstünde tutmaktır.

Tarihî konuları ele alırken dinî ve mistik figürler içeren tüm metinleri, modern tarihçiliğin içine yerleştirilen "gizli materyalist algı" nın etkisiyle -ne olduğunu bile anlayamadan-, önyargılı bir yaklaşımla "akıldışı" kabul etmeyi bilim adına "külyutmazlık" zannedenler, bu materyal ve rivâyetlere taktıkları gülünç kulplarla kendilerinin "akl" ın ne kadar dışına çıktıklarını ne yazık ki fark edememişlerdir. Hele hele bunu "objektif tarihçilik" ve "tarafsız yaklaşım" perdesi altında yapanların bu konudaki samimiyetsizlikleri nedeniyle "ava giderken avlandıkları", herhangi bir ideolojik taassuba kapılmadan basit bir mantıkla bile bakan herkesin görebileceği bir gerçektir.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR