Geçmişin gelecekle bağlarının oldukça sıkı ve iç içe oluşu, dinden felsefeye, siyasetten sanata ve edebiyâta kadar, her alanda sık sık "târih"e dönmeyi ve günümüzde var olan pek çok şeyin sebebini ona bakarak çözümlemeyi kaçınılmaz kılmıştır. Çünkü öyle ya da böyle, tüm ilimlerin bir şekilde "tarih"le bağlantısı vardır ve kimi problemlerin kökeni ve kaynağı başka bir yerde değil, illâ ki "tarih"in içinde aranır.
Bir de "tarih"in "tarihçi"ler tarafından değil, onunla doğrudan alâkalı olmayan eller tarafından yazılması söz konusudur ki, bu öteden beri eli kalem tutup farklı alanlarda çalışan pek çok sosyal bilimci ya da meslek erbâbının artık alışılagelmiş klasik teâmüllerinden biri hâlini almıştır.
Her alanın kendisine yakın farklı alanlarla işbirliği içinde olması ve her bilimin yardımcı diğer bilimlerden yararlanması elbette kaçınılmazdır, hatta mutlaka gereklidir; ancak bunun doğru ve söz konusu ilmin temel dinamiklerine riâyet edilmeyecek bir şekilde yapılması, o bilim adına ciddî ve telâfisi oldukça zor olan sonuçlar doğurur. Bizim burada "târih" adına üzerinde durmak istediğimiz konu da işte budur.
Her şeyin bir "târih"inin bulunması ve her alanda "geçmiş"in merak konusu olması, tarih ilminin cazibesini her zaman diğer bilim dallarından daha üst seviyelerde tutmuştur. Halkın tarihe olan merâkı ve geçmişini doğru olarak öğrenme konusundaki hassâsiyeti, tüm kalem erbâbını doğrudan ya da söz arasında da olsa "târih" hakkında bir şeyler yazıp söylemeye, hitap ettiği kitleyi "tarih" üzerinden bir şekilde yönlendirmeye ve şekillendirmeye teşvik etmiştir. Özellikle günümüzde tarih, farklı görüşlere mensup elit kesimlerin başkalarının bilinçaltını şekillendirmede yararlandıkları vazgeçilmez bir araç hâline gelmiştir. Edebiyatçısı yazar, İlâhiyatçısı yazar, felsefecisi yazar, siyasetçisi yazar, senaristi yazar; herkes yazar da yazar…
Ancak her şey bir kenara bırakılıp da konuya yalnız "târih" perspektifinden bakıldığında; ortaya konulan gerçekten "tarih" midir, yoksa "târih" adına -bilerek ya da bilmeyerek yapılmış- bir "tahrif" midir, ilmî anlamda asıl can alıcı mesele işte burada düğümlenir.
"Târih"i herhangi bir şiir, roman ya da hikâye yazarken edebî bir malzeme olarak kullanan bir edebiyatçı, kendi iç âleminde hâl-i hazırda alışkın olduğu kurgular dünyâsının içine dalarak, o deryâda kulaç atmanın verdiği rahatlıkla kendini dizginleyemeyip, somut başka bir bilimin içine dâhil olduğunu unutur da kontrolünü kaybederse, sonunda ne kadar büyük bir "edebî" eser ortaya koyduğunu iddiâ ederse etsin; tarihçinin gözünde sadece "kurgu"nun kol gezdiği, "tahrif"in "tarih"e tercih edildiği talihsiz bir girişimden başka hiçbir şey yapmamış sayılır.
Bir başka alana yönelik olarak düşünüldüğünde; milletimizin ruh dinamizmini hedef almak ya da canlandırmak adına yazılmış birbirine zıt senaryo metinlerinde bile, senaryonun yazarı kimi zaman amacı doğrultusunda kurgulara kendisini o kadar çok odaklandırır ki; yaptığı dizi, film yahut belgeselde ölçüyü elden kaçırması yüzünden, güyâ "târih"le ilgili olmasına rağmen "târih" ya en arka plâna atılır; ya da ortada "târih"e odaklandırılan, ancak içi tamamen boşaltılmış olan alâkasız bambaşka bir şey kalır.
Çoğu kasıt içermeyen bu küçük çaplı girişimler bile "tarih"in "tahrif"ine sebebiyet veriyorsa; sırf ideolojik saplantılarını dikte etme uğruna, bilinçli ve maksatlı bir şekilde tarihî gerçekleri çarpıtmaya çalışanların yaptığı tahribâtın büyüklüğünü varın siz düşünün…
Nitekim uluslararası platformda öteden beri "Türk nefreti ve önyargısı" üzerinden yürütülen siyâsî politikalar, Türk milletinin ezelî düşmanlarının da zaman zaman "tarih" bilimini bir istismar ve çarpıtma aracı olarak görmesine ve kullanmasına sebebiyet vermiştir. Meselâ günümüzde ortaya atılan "Ermeni soykırımı" iddiâları, tarihî gerçeklikle aslâ bağdaşmayan, sadece onu kullanarak siyâsî tavizler koparma amacına yönelik bu "tahrif"çi girişimin en çarpıcı örneklerinden birini teşkil etmektedir.
Plânlı-programlı bir şekilde yürütülen bu "tarihi tahrif" girişimleri, siyâsî alanda ilk kez Osmanlı Devleti'nin yıkılışa sürüklendiği dönemde başlamıştı. XIX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde kendileri için uygun bir zemin elde ettiklerini düşünenler, yâni daha önce Osmanlı'yı ölümün eşiğine gelmiş bir "hasta adam" olarak nitelendirenler, hastalığının iyice şiddetlendiğine kanaat getirdiklerinde, onu yıkmayı başarsalar bile küllerinden doğabilecek herhangi bir yeni oluşuma karşı, peşinen kendi keyiflerine ve isteklerine göre şekillenmiş yeni bir "tarih" algısı inşâ etmeyi ihmâl etmediler.
XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusunun karşısına subay olarak çıkan kimi isimlerin, Devlet-i aliyye'nin yıkılışının ve kısa bir süre sonra tekrar yenilgiye uğratılışlarının ardından, bu kez "şarkiyatçı" kimliği ile ortaya çıkıp Osmanlılar'ın tarihî meselelerini tartışmaya başlamaları şüphesiz bir tesadüf değildi.
Başta kuruluş meseleleri olmak üzere pek çok konuda, bilinen en kesin tarihî gerçeklere bile "hücûm" ettiklerini söylemekten çekinmeyen bu sözde bilim adamları; Osman Gâzî ve efrâdının gülünç bahânelerle "Müslüman olmayıp, şamanist olduğunu", ya da "Gazâ etmeyip, yağma akınlarına gazâ kılıfı giydirdiklerini" savunurken, Türk-Arap nefretinin tohumlarını yeni yeni ekip filizlendirdikleri ve İslâm coğrafyasını paramparça ettikleri bir dönemde, arka plânda İslâm dünyâsı ile bağları kökten koparılmış bir "Türk milleti" modelini inşâ etmeyi hedefliyordu.
Aynı şekilde; saf "Türk milleti" diye bir oluşumun mevcut olmadığını; Osmanlılar'ın Oğuzlar'dan olmadığını ya da Osman Gâzî'nin soyunun belli olmadığını iddiâ edenler de, aslında bu taraflı yaklaşımlarıyla yalnızca kimliksiz ve nereden geldiğini, kim olduğunu bilmeyen, istenildiği yönde şekillendirilmeye elverişli şuursuz bir "Türk toplumu" meydana getirme amacı güdüyordu.
Teknolojinin henüz fazla gelişmediği zamanlarda, sadece basın-yayın yoluyla yürütülen bu tahrif ve yeniden şekillendirme girişimi; teknolojinin gelişmesiyle birlikte diziler, filmler, belgeseller ve bilgisayar oyunlarında "vahşi, saldırgan, medeniyetsiz, aklını kullanmayan barbar Türk" imajının bilinçaltına işlenmesi yönünde servis edildi. Bu tahrif ve dejenere bombardımanına mâruz kalan yeni Türk nesli, zamanla ne olduğunu bilmez, atalarını sevmez, geçmişinden utanır bir millet hâline geldi. Durumun farkına varıp yükselen muhâlif birkaç cılız ses ise çeşitli ithamlar ve küçük düşürme yöntemleri ile bertaraf edilmekteydi.
Bu gibi gizli amaçlar yüzünden Osmanlı tarihi, herkesin istediği yönde birbirinden uçuk fanteziler türetebildiği bir spekülasyon alanı hâline geldi; yetişen akademisyenlerin çoğu da tek bir delile dayanmayan bu gibi spekülatif iddiâların baskısı altında, "Osmanlı rivâyetlerinin uydurma olduğu" jargonu içinde yetiştirilmeye ve düşünmeye mahkûm edildi; bilinçaltlarına bundan başka bir yol tutmanın "bilimsellikten uzaklaşmak" anlamına geleceği önyargısı yerleştirildi.
Yaşanmış olayları incelemeye ve tespit etmeye yönelik bir bilim dalı olan "tarih"in, doğası gereği vazgeçilmez en temel iki unsuru "bilgi" ve "belge" olmasına rağmen; onun bu iki ana esâsını göz ardı ederek belli maksatlar uğrunda mesnedsiz iddiâlar türeten herkes, akıl ve iz'an sâhiplerinin karşısında aslında gizlediğini sandığı "maksad"ını daha da âşikâre etmekten başka hiçbir şey yapmadığını iyi bilmelidir.
Tarihî gerçekleri saptırmak ve siyâsî amaçlarına uygun bir şekle sokmak için, uluslararası çevrelerde şu veya bu gizli teşkilât bünyesinde, göstere göstere "akademik masa" lar kurmak pişkinliği de, aynı şekilde kuranların "Bilimi çarpıttığını ve sömürmeye kalkıştığını" açıkça ilân etmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Sözün özü; "tarih"in toplumları etkilemede, bilinçlendirmede, kimliklerini şekillendirmede ve yönlerini tâyin etmede ne kadar önemli ve belirleyici bir bilim olduğu tüm çevrelerce çok iyi bilinmektedir. Bu nedenle millî kültür ve bilincimizin muhâfazası ve sürekliliğinin sağlanması için, hangi yol veyâ yöntemle olursa olsun "tarih"in hiç kimse tarafından "tahrif" edilmesine meydan vermemek gerekir.