Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ'ya nispet edilen "Hasene" nin, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a vaadedilen "Makâm-ı Mahmûd" dan ve "Vesîle" den ibâret olduğunu ifşâ ederek şöyle buyurmuştur:
"Velâyet'in Hâtem'i, Hâtemü'r-rüsul'ün hasenâtıyla ilgili derecelerden bir derecenin sûreti ve onun mazharlarından bir mazhardır. Bu hasene ise, 'Vesîle' diye isimlendirilen cennet mertebelerinin en yükseği ve Peygamber Aleyhisselâm'a vaadedilen 'Makâm-ı Mahmûd'dur."
("l-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Meânî Fusûsu'l-Hikem" Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 30b vr.)
Bütün bu lütuflar hep ezelde konulan iki kandil sebebiyledir.
Allah-u Teâlâ ezelden öyle yaptığı için ebedî de öyle olacak demek istiyor. Bu bir mahlûkun idrakinin haricindedir.
Nitekim Abdülkerim-i Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri "El-İnsanü'l-kâmil" isimli eserinde Hâtemü'l-evliya'nın makâmının, Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan buyurulan Makâm-ı mahmud'dan başka bir şey olmadığını ve bu makama ondan başka hiçbir velinin erişemeyeceğini ifâde ederek şöyle buyuruyorlar:
"Her kim bu yakınlık makâmına vâsıl olursa, o kimse Hâtemü'l-evliya olup, hitam (hatemiyet) makâmında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in vârisidir. Çünkü bu yakınlık makamı, 'Makâm-ı Mahmud' ve 'Vesîle makâmı'dır. Oraya kadar vâsıl olan velinin vardığı yer, kimsenin erişemeyeceği bir makamdır."
(El-İnsanü'l-kâmil, sh. 455. çeviren:A. Mecdi Tolun)
İşte ispatı bu!
Bu zât-ı muhterem en ince sırlardan bahsetmiş; gerçek vuslattan, Hakk'a yakınlığın, Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiğini ihsan etmekle mümkün olacağını, yani ona ne bildirirse ona da onu bildirmekle mümkün olacağını ifşâ etmiştir.
"Kimsenin erişemeyeceği bir makam." buyuruyor.
Hâtem-i veli'ye ezelden neler ihsan edeceğini Allah-u Teâlâ ona duyurmuş.
Şeyh Sadreddin Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri de; "O kul gibi cem edici kimse yoktur ve kendisinden sonra hiç kimse onun vâris olduğu şeyi elde edemeyecektir." buyurarak, ona verdiği ilmi bir daha da kimseye vermeyeceğini ifşâ etmektedir. Ona vereceğini başkasına verecek değil. Halkı Hakk'a dâvet edecek onun gibisi olmayacak. Onunla bitiyor. Yani Allah-u Teâlâ ona öyle bir tecellî etmiştir ki; artık bundan sonra o tecelliyâtı kimseye vermeyecek, Tecelliyât-ı ilâhî onda sona erecek.
•
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-velâye'nin ilâhî isimler hususunda herhangi bir istimdâda muhtaç olmadığını, onun mânevî kemâlâtını tümüyle Allah'tan aldığını beyan buyurmaktadır:
"İlâhî vergilerin kendisine tertip edildiği ilâhî isimler, nebilerin ve velilerin dem'inin evlâtlarından bir oğul olan Şit Aleyhisselâm'a tahsis edilmiştir. Ancak, Hâtemü'l-velâye bundan müstesnâdır; zira o, kemâlâttan yana zuhur eden şeylerin tümünü Allah'tan alır."
("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Meânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 34a vr.)
Allah-u Teâlâ bu zevât-ı kiram'a neler duyurmuş, neler bildirmiş! Onları çok büyük sırlara vâkıf ettirmiş, olmuş ve olacaklara mazhar etmiş.
Kemâlâttan yana zuhur eden şeylerin tümünü Allah-u Teâlâ'dan almasının mânâsı; ona O karışır, ona başka kimse karışamaz. Ona Allah-u Teâlâ veriyor, başkasına muhtaç değil.
Nitekim Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Veliliğin tam zuhuru da 'Velilerin sonuncusu' ile olacak. İki âlem de onunla tamamlanacak, onunla kemâl bulacak. Bütün velilerin varlıkları, son velinin âzâsına benzer. O küldür, öbürleri cüz. Onun 'Peygamberlerin sonuncusu'yla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder. İki âlem de ona uyar, Âdemoğulları içinde Allah'ın halifesi odur." (Gülşen-i Râz)
O da bir "Sirâc-ı münir"dir. Dünyaya değil âlemlere şâmildir. Maskede hüküm yok, hüküm Hazret-i Allah'ındır.
•
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin selis bir beyanını arz edeceğiz.
"Sırru'l-Esrâr" isimli eserinin 8. kısmında "Zikrin şartları" nı izah ederken şöyle buyurmaktadır:
"Mârifet üzerine şu Hadis-i şerif'i anlatmak yerinde olur:
'İlim tahsili içinde iken ölen kimseye, Allah kabrinde iki melek memur eder. Onlar tâ kıyamet gününe kadar mârifet ilmini öğretirler. O kimse kabrinden kalkarken âlim ârif olarak kalkar.'
Burada iki melekten maksat, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in rûhâniyeti ile velâyet nûrâniyetidir. Çünkü melek mârifet âlemine giremez.
Bu hususta bir Hadis-i şerif yine zikredelim:
'Birçok kimseler ölürken câhil ölür, amma kabrinden âlim ve ârif olarak kalkar. Birçok kimseler de âlim olarak ölür amma, kabrinden câhil ve müflis olarak kalkar.'
Bu durumu şu Âyet-i kerime bize daha iyi anlatır:
'Siz bütün zevklerinizi, lezzetlerinizi, sizin için güzel olan her şeyinizi dünya hayatınızda yaşayıp bitirdiniz. Artık bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız.' (Ahkâf: 20)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yukarıdaki mânâyı bir Hadis-i şerif ile şöyle anlatır:
'Ameller niyete bağlıdır. Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. Fâsıkın niyeti amelinden şerlidir.'
Niyet amelin binasıdır. Bunu da Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle anlatır:
'İyi işin, iyi bir şey üzerine yapılması iyi olur. Kötü şeyin kötü şey üzerine yapılması fesat olur.'
Yeri gelmişken bir Âyet-i kerime daha anlatalım:
'Kim ahiret ekimini dilerse, onun ekimini artırırız. Kim de sadece dünya ekimini isterse, ona da yalnız bundan veririz. Ahirette ise onun hiçbir nasibi yoktur.' (Şûrâ: 20)
Gerekli olan telkin ehlini bulup uhrevî hayatını kazandıracak kalbi ondan almaktır. Bunu vakit kaybetmeden dünyada iken yapmalıdır. Çünkü dünya ahiretin ekim yeridir. Burada ekim yapamayan öbür âlemde bir şey toplayamaz.
Burada ekim yerinden murad, âfâkî ve enfüsî varlık olarak anlatılabilir." ("Sırrü'l-Esrâr" s. 64,65 trc. Abdülkadir Akçiçek)
Münâfığın niyetinin amelinden şerli olması, niyetinin bozuk olmasından dolayıdır. Amelini işleyebildiği kadar işler, fakat niyeti bozuktur, her niyeti icraata tatbik edemez. Niyete riyâ girmez, amele girer.