Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Meânî Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde; Hâtemü'l-evliyâ'nın tıpkı resul, nebi ve velilerle Hakk arasında bir vâsıta olması gibi, kendisinin "Hâtemü'l-evliyâ" olduğuna inanan ve nazar ve tasarrufu altında bulunan diğer kimselerle de Hakk arasında bir vâsıta olacağını beyan buyurmuştur:
"Risalet ve nübüvvet zamanla ilgili olan kevnî sıfatlardandır; nübüvvet ve risalet devrinin bitmesiyle birlikte kesilmiştir. Velâyet ise ilâhî bir sıfattır.
Bunun içindir ki O, kendisini 'Veli' ve 'Hamîd' diye isimlendirerek;
'Allah iman edenlerin velisidir.' buyurmuştur. (Bakara: 257)
Dolayısıyla o ezelî ve ebedî olup, hiçbir şekilde nihayete ermez. Peygamberlere ve ilâhî hazîreye ulaşan herhangi bir kimseye, nübüvvet'in bâtını olan velâyet dışında vusûl de mümkün olmaz. İşte bu mertebe, İsm-i a'zam'ı kendisinde toplaması nedeniyle Hâtemü'l-enbiyâ'nın; müşâhade sâyesinde, (onun) tamâmıyla kendisinde zuhûr etmesi nedeniyle de Hâtemü'l-evliyâ'nındır. Onu elinde bulunduran kimse bütün peygamberler, veliler ve Hakk ile peygamberler arasında vasıta olan bir meleğin yerini tutacak bir biçimde; onun velilerin Hâtem'i olduğunu kabul etmek kendisine güç gelmeyen, nazar ile yardım ettiği herhangi bir kimse ile Hakk arasında vasıtadır. Zira o, toplayıp birleştirici olan ismin bâtın mazharıdır ve onun mertebesi onlarla Hakk arasında vasıta olan meleklerinkinden daha âlâdır."
("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 28b vr.)
Çünkü o doğrudan doğrudan doğruya Hakk'dan alıyor, melek de Hakk'tan alıyor, vasıta oluyor.
Allah-u Teâlâ'nın tecellî edip bildirdiği şeyleri bilidirmeye memurdur. O'nun öğrettiği, bildirdiği şeyleri ister bildirir ister bildirmez.
Nazar Hakk'tan gelirse, nazar ettiği kimsenin üzerinde büyük tesiri olur. Çünkü Hakk'tan geliyor.
Bu vasıta hakkında Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"O Resul ve nebilerin vekilidir, işte peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (Fütûhü'l-Gayb)
Onların vazifesi ne ise, onların vazifesini o yapacak.
Velâyet'in ilâhî bir sıfat olmasının mânâsı; resullerin ve nebilerin vazifesi de intikal ettiği için hem velâyetinin, hem nübüvvetinin, hem risaletinin icrâatını yapar. Niçin? Peygamberler onu vekil ettiği için. Hâtemü'l-velâye, Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyetine vâris olduğu için.
İlâhî destek olduğu için, velâyet hepsinin üstündedir.
Tek kelime ile, onun desteği doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dır. O sıfatı ona vermesi, onun desteği demektir. Sıfatı nerede ise o da oradadır. O ezelde nasıl takdir ettiyse öyle olur. Ezelî yapar, ebedî yapar, dilediğini yapar. Çünkü o O'nun hükmünün içindedir, kendi arzusunun içinde değil.
Allah-u Teâlâ tecellî edince gerek kendi varlığı, gerek bütün yaratıklar bir kabuk olarak görülür. O görüldüğü için, ötekilerin hiçbir hükmünün olmadığını gözü ile görür. Bu o mânâya geliyor. Yarattığı bütün âlemlerin hükmü, bir nohut kabuğunun hükmü kadardır. Hazret-i Allah'ı gören kimse için bu böyledir.
İsm-i âzam da orada doğuyor. O'nu görüyor, O'ndan başka hiçbir şey görmüyor.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem'ül-evliyâ olan zâtın, Allah-u Teâlâ'nın emri ve hükmü ile yürüyeceğini bin sene öncesinden haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'l-evliyâ, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yolunda, onun nübüvveti ve Allah'ın mührü ile yürür." (Hatmü'l-evliyâ)
•
Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Nusûsu'n-Ni'em fî Şerh-i Fusûsu'l-Hikem" isimli eserinde Şeyhü'l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Ankâ-i Muğrib" kitabındaki beyanları doğrultusunda, Hâtemü'l-evliyâ'nın batı tarafından zuhur edecek bir kimse olduğunu haber vermektedir:
"Hâtemü'l-velâye, Şeyh'in 'Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib' adlı kitabındaki bir açıklamasına göre; İsa Aleyhisselâm'ın devri dışında zuhûr edecek bir tahsis iledir. Zira Hâtemü'l-velâyeti'l-Muhammediyye batıdan bir kimsedir. Zikri geçen şahıs, diğer peygamberlerin velâyetinden farklı olarak, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e mahsus olan velâyet'le zuhur edecektir. Nitekim Ankâ'da ona da işaret edilmiştir. Şu hâle göre, onun Hâtemü'l-velâye'liği herkes için geçerlidir."
("en-Nusûsu'n-Ni'em fî Şerh-i Fusûsu'l-Hikem"; Âtıf ef. no: 1442, 52b yaprağı.)
Bazı zevât-ı kirâm her ne kadar İsa Aleyhisselâm'dan sonra mutlak bir sûrette veli gelmeyeceğini ve bu nedenle "Hâtemü'l-velâye" nin ona tahsis edildiğini ileri sürmüşlerse de, Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri burada ciddî bir ayırım noktası ortaya koymuş ve bu zât-ı muhteremin İsa Aleyhisselâm'ın nüzul edeceği devirden farklı bir devirde, Muhammed Aleyhisselâm'a has kılınan velâyet'le, batı tarafından zuhur edeceğini haber vermiştir. Böylelikle o, daha önce "Ankâ-i Muğrib" kitabında; Hâtemü'l-velî, Mehdi Resul ve İsa Aleyhisselâm'ın zuhuru hususunda üç farklı devirden sözeden Şeyhü'l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanlarını tasdik edip, bilinmesi gereken hakikati gözler önüne sermiştir.
•
Müeyyedüddin-i Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri ilâhî ilimleri insan hafsalasının alamayacağını, bu gibi esrâr-ı ilâhî'yi ancak Hâtemü'l-evliyâ'nın ve ona vâris olan diğer velilerin bilebileceğini haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Bunları anlamak ve kavramak, işiten ve dinleyenlerin işitme ve anlama gücünün pek ötesindedir. Bir kimse, bunları ayrıntılı olarak öğrenmek ve görmek istiyorsa, Hâtemü'l-evliyâ'nın ve onun vârislerinin yoluna sâlik olsun, elini bu büyüklere teslim etsin." (Nefhatü'r-Ruh ve Tuhfetü'l-Fütûh, s. 143)
Niçin? Çünkü onu O yürütüyor, O'nun yürüttüğü esastır.
Aldananlar burada aldanıyor. Nerede aldanıyor? Bu ilâhî lütfu hafif tutuyor, elindeki ebedî hayatı ilgilendiren ruhsatı kaçırıyor. Ancak Allah-u Teâlâ kime duyurursa, işi sağlam tutuyor işin içyüzünü kavrıyor.
Kim ki ucuz tutarsa ucuz olarak gider. Kıymet verdiği nispette de kıymete dahil olur.