Muhterem Okuyucularımız;
Râbıta kelimesi lügatte iki şeyin birbirine bağlanması demektir. Tasavvuf dilinde ise mürşid ile mürid arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan mânevi bir bağdır. Bu bağ, Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerde bazen açık, bazen de zımnen işâret edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." buyuruyor. (Tevbe: 119)
"Sâdıkîn"den murad "Mürşidûn" olduğu "Bahr-ul Hakâyık" tefsirinde beyan buyurulmuştur.
Allah-u Zülcelâl Hazretleri ehl-i imanı bu Âyet-i kerime ile mükellef kılmış, vâris-i enbiya olan bir mürşid-i kâmilin maiyyetinde bulunmalarını emir ve vâcip eylemiştir.
Bir karpuz düşünün. Gıdasını alması için ipi var, sapı var. Aslında ne ipinde ne de sapında bir şey yok. O karpuz nasıl olgunlaştığını bilmiyor, yerlerde de sürünüyor. Fakat içini açtığın zaman lezzeti var, suyu var, kokusu ve rengi var, çekirdekleri sıra sıra dizilmiş. Ne sapında ne de ipinde hiçbir şey olmadığı halde o diziyi ona kim verdi? Hiç düşündün mü?
Yaratan, nimetlerle donatan yalnız Allah-u Teâlâ'dır.
İşte O'nun tayin ettiği kimse de, o ilk mânevî ip vasıtasıyla ona öylece akıtır ve onu olgunlaştırır.
Binaenaleyh o kimse nasıl tekâmül ettiğini bilmez, karpuzun bilmediği gibi.
Her meyve gıdasını sapından alır. Halbuki ne sapında ne de ağacında hiçbir hüküm yok. Amma her biri ne kadar güzel oluyorlar.
Bunun gibi, şeyh de bir perdedir, sen şeyhi görme, ötesine bak. O perdede O var.
Fenâfillâh'a çıkmış bir veli, Hakk'ta fâni olduğu için, onda bir şey aramak zaten yersizdir. O fâni olmuş, Hakk onda tecelli etmiş. Bir müridin ona merbudiyeti ise; "Hakk'tan nasibini alması" mânâsına geliyor.
Bir karpuzun suya ihtiyacı olduğu gibi, insanoğlunun da feyz-i ilâhî'ye ihtiyacı vardır. Kalbinden havâtıratın boşaltılarak nur dolması, bu nurun temini için "Râbıta" gereklidir.
Bir insan mânevî bir mürebbiye ihtiyacını takdir eder ve:
"Allah'ım! Lütuf deryandan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryasına, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryasından Mürşid-i kâmil'in deryasına, Mürşid-i kâmil'in deryasından da benim kalbime ilâhî feyzi ihsan buyur." diyerek Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulunur.
Mürşid-i kâmil'e râbıtasını bırakmıyor, oradan nasibini alıyor. Çocuğun annenin sütünü emdiği gibi, feyzini alıyor, tekâmül ediyor.
Râbıtası kuvvetli olan kişi Mürşid-i kâmil'deki bütün halleri çekebilir. Allah-u Teâlâ onun deryasına ne verdiyse o deryadan olduğu gibi çekebilir. Fakat teslimiyeti, ihlâsı, mahviyeti o nispette olacak. Mahviyet olmayan insanda daima engel vardır. Bu engel kendi nefsidir, kendi vücududur. Hakk'a yaklaşmasına mani olur.
Onun için fakirin daima mahviyetten bahsetmesindeki gayemiz budur. "Sen çık aradan, kalsın Yaratan."
İnsanda; sevgi, muhabbet, sadakat, teslimiyet, doğruluk, mahviyet, ihlâs, edep olursa sıdk ile yaptığı râbıtayla Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği nimeti çekebilir. Râbıtanın özü işte budur.
Onun için Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri burada işaret ederek şöyle buyuruyorlar:
"Şeriat infazından sonra en kestirme yol Râbıta ile alınır."
Râbıtayı çok kuvvetli tutmak lâzım, ne kadar kuvvetli tutarsak kalp o kadar sâlimleşir.
Bir de yalancı şeyhler vardır. Bu sahte mürşidler Hakk'tan almamış ki kişiye ne versin? Kendisi muhtaç, âleme vermeye çalışıyor.
Sıfat-ı hayvaniyede yaşıyor ve tuttuğunu ahırına bağlıyor. Ahıra kapattığı için o kimse hakikati göremiyor ve arayamıyor.
Ebedî hayatı katleden işte bu yol kesici şeyh şeytanlarıdır.
•
Bu ay başında idrak edeceğimiz mübarek "Kadir Gecenizi" ve "Ramazan-ı Şerif Bayramı"nızı tebrik eder, tüm İslâm âlemine ve memleketimize hayırlar getirmesini, af ve mağfiretimize vesile olmasını niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da ruhânîdir ki, bunu râbıta ile izah edebiliriz.
Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi bulunacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de artar.
Mürşid-i kâmil'in nazarına ne zaman mazhar olunacağı belli olmaz. Her zaman hazır olmak lâzım ki, bir defa isabet ederse kalbi ihyâ eder. Mevlâ dilediği kadar verir. Sen de nasibini alır ve o nasible yürürsün. Kendi başına senelerce katedemediğin mesafeyi bir anda aşırırlar. İç âlemin tamamen değişmiş olur. O feyz ve bereketle içindeki bakırı altına çevirirler. Eski yepyeni olur. Bütün vücud nûrlanır.
Ne zaman tecelli edeceği belli olmadığı için, kalbini oraya yasla ve ihlâsla sadâkatle hep orayı bekle. Bakma başka yere. Dış âlemden elini gözünü çek, iç âlemine dön.
Hakk'tan geldin, yine Hakk'a ulaşacaksın. Şu halde Hakk ile meşgul ol. Yılmadan, yıkılmadan, sebatla, azimle..."
Allah-u Teâlâ nasıl ki Arş-ı Rahman'dan bütün insanlara "Rahman" ism-i şerif'i ile vücud ve hayat dağıtıyorsa, mânevî hayat da yalnız ve yalnız Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudât olan Muhammed Aleyhisselâm'dan gelir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
"Rahim" ism-i şerif'inin sahibi olan Allah-u Teâlâ "Rahmeten lil-âlemin" olan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e mânevî hayat kaynağı bahşetmiştir. Mânevî hayat kaynağı da ancak oradan gelir.
Yani mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun vasıtasıyla verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş olmaz. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat bulunmaz. İman nuru ile münevver, İslâm şerefiyle müşerref olan müminlere ilâhî feyz; ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'nın Aziz'i, Halil'i ve Nur'u olan Resulullah Aleyhisselâm'dan gelir.
Allah-u Teâlâ onu kendi nurundan yarattı, o nurdan da mükevvenâtı donattı. Nereye baksan o nur. Ona verdiğinden ötürü bütün kâinat ona muhtaçtır.
O, Allah-u Teâlâ'nın nurudur, bütün âlemlerin gurur ve sürurudur.
•
Allah-u Teâlâ'nın lütuf deryasından Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in deryasına gelen ilâhî rahmet ve feyiz, oradan zamanın Mürşid-i kâmil'inin deryasına gelir, oradan da kâinata dağılır. Zira o, Nur'unun nurudur. O Nur'un vekâletini taşımaktadır.
Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." (K. Hafâ)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kâinata mânevî hayat verdiği gibi, vekilinin kalbi Arş-ı Rahman olduğu için nasipdar olanlara o arştan veriyor.
Hakk'ın tayini ile vazife verilen kimse, emirle o makama getirilmiştir.
Allah-u Teâlâ ona tasarruf vermişse, O'nun izni ile tasarruf eder. Tasarruf vermemişse Allah-u Teâlâ onda tasarruf eder, lâtifelerini yürütür.
Taksimat bütün kâinata "Maddî Arş"tan gelir. Mânevî bütün taksimat da "Mânevî Arş"tan gelir. Bu da insan-ı kâmil'dir.
O "Rahmeten lil-âlemîn" değildir amma "Rahmeten lil-âlemîn"in vekili olduğu için o nuru saçmaktadır.
Bilerek veya bilmeyerek mânevî hayat suyunu alanlar ondan alırlar. Bütün âlemlerin o kalpten alışı, aslında O'ndan alışıdır. Çünkü o depoya O vermiştir. "Mânevî Arş"a müridin nasibini ayırmış ve ona bağlamıştır.
Beşerden alınmayan, bizzat Allah-u Teâlâ'dan ve Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden alınan bir nur olduğu için beşerin hafsalası almaz, ilmi ve aklı yetmez. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O'dur müminlerin kalplerine huzur ve sükûnu indiren. Tâ ki imanlarını kat kat artırsınlar." (Fetih: 4)
Bir karpuz düşünün. Gıdasını alması için ipi var, sapı var. Aslında ne ipinde ne de sapında bir şey yok. O karpuz nasıl olgunlaştığını bilmiyor, yerlerde de sürünüyor. Fakat içini açtığın zaman lezzeti var, suyu var, kokusu ve rengi var, çekirdekleri sıra sıra dizilmiş. Ne sapında ne de ipinde hiçbir şey olmadığı halde o diziyi ona kim verdi? Hiç düşündün mü?
Yaratan, nimetlerle donatan yalnız Allah-u Teâlâ'dır.
İşte O'nun tayin ettiği kimse de, o ilk mânevî ip vasıtasıyla ona öylece akıtır ve onu olgunlaştırır.
Binaenaleyh o kimse nasıl tekâmül ettiğini bilmez, karpuzun bilmediği gibi.
Her meyve gıdasını sapından alır. Halbuki ne sapında ne de ağacında hiçbir hüküm yok. Amma her biri ne kadar güzel oluyorlar.
Bunun gibi, şeyh de bir perdedir, sen şeyhi görme, ötesine bak. O perdede O var.
Fenâfillâh'a çıkmış bir veli, Hakk'ta fâni olduğu için, onda bir şey aramak zaten yersizdir. O fâni olmuş, Hakk onda tecelli etmiş. Bir müridin ona merbudiyeti ise; "Hakk'tan nasibini alması" mânâsına geliyor.
Bir karpuzun suya ihtiyacı olduğu gibi, insanoğlunun da feyz-i ilâhî'ye ihtiyacı vardır. Kalbinden havâtıratın boşaltılarak nur dolması, bu nurun temini için "Râbıta" gereklidir.
Bir insan mânevî bir mürebbiye ihtiyacını takdir eder ve:
"Allah'ım! Lütuf deryandan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryasına, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryasından Mürşid-i kâmil'in deryasına, Mürşid-i kâmil'in deryasından da benim kalbime ilâhî feyzi ihsan buyur." diyerek Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulunur.
O deryadan feyiz almak lâzımdır. Kimi kişilerin borusu dardır, kimisi geniştir, kimisi daha geniştir. Muhabbet nispetinde boru genişler. Borunun genişliği ve kabiliyeti nispetinde feyiz ala ala, onun kalbi de havuz olur, gölcük olur, deniz olur. Çünkü mürşidin kalbinin deryasındaki sudan, muhabbet bağı sebebiyle, o vasıta ile kalbine aktarabilmektedir.
Bunu temin eden de; Allah-u Teâlâ'nın ezeli nasibi, zikir-fikir ve Râbıta'dır. Bu üç şey ile bu lütuf ve ihsana nâil olur.
Bu ilâhî feyz suyunu aktardıkça, o su ile içini nurlandırmaya, lâtifeleri geçmeye başlar.
Lâfza-i celâl başta olmak üzere, o nur ile; "Allah", "Yâ Allah!", "Yâ Hû!", "Yâ Hayy!", "Yâ Kayyum!" zikirleriyle gider.
Ondan sonra artık bağı nispetinde, çalışması neticesinde bu terakkiler olur.
Bunların sermayesi de Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği muhabbet ve teslimiyettir. Muhabbet ve teslimiyeti olmayana katiyyen vermezler, suyunu kesiverirler. Bunun da sebebi; sen bana itimat etmiyorsun ki, ben sana edeyim. Bu gibi kimselerin suyunu keserler, onun da artık işi biter. Bu ise, içine kurt giren güzel bir meyvenin çürümesine benzer.
Lâtifeleri bitiren bir kimse bir noktayı ihraz etmiştir. Fenâfirrasul'e çıkıldığı zaman artık ruh tekâmül etmiş, nefis tezkiye bulmuş, murakabaya hazırlanmış olur. O büyük deryaya dalmış, oradan feyiz almaktadır.
Mürşid-i kâmil'e râbıtasını bırakmıyor, oradan nasibini alıyor. Çocuğun annenin sütünü emdiği gibi, feyzini alıyor, tekâmül ediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in deryasına gider, o büyük deryada yüzmeye, oradaki feyz-i ilâhî'yi çekmeye başlar. Çektikçe mânen murakabalara ve Kelime-i tevhid'e geçer.
Kelime-i tevhid'in mânâları zannedildiği gibi değildir, çok değişiktir. Çünkü "Lâ"lar kalkmadıkça "İlâh" görülmez.
Sonra sıra ile murakabalara başlanır. Şeyhin yardımı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in himmeti ile murakabaları geçer geçer, nihayet o murakabalarla ruh tekâmül eder, nefis tezkiye bulur.
Böylece mânevî büyük deryada mânen hayli tekâmül etmiş olur. Balığın büyük denizde büyüdüğü gibi. Büyük balık küçük denizde, küçük havuzda yetişmez. Balinanın okyanus gibi büyük denizlere ihtiyacı var. Orada tekâmül eder, büyür.
Murakabalar nefisle beraber yavaş yavaş çıkar. Tâ ki Fenâfillâh'a erinceye kadar.
Orada:
"O'nun zâtından başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyâtı husule gelir.
Bir çocuk ana karnında iken Allah-u Teâlâ onu annesine bağladığı bağ ile tekâmül ettiriyor. Gerçekte hep O. Başka birşey yok. O bağı kessen çocuk ne olur? Ölür. Bu tekâmülden çocuğun da haberi olmaz, annenin de haberi olmaz.
Hepsi de aynı hücreden meydana geldiği halde, Allah-u Teâlâ çocuktaki bütün sistemleri bir bir teşekkül ettiriyor. Beyin, kalp, akciğer, karaciğer, böbrek... gibi en hassas organları yerli yerine yerleştiriyor. Hafızayı kuruyor. Deri bütün vücudu kaplıyor. Bunları kim yapıyor? Hazret-i Allah!
Allah-u Teâlâ çocuğu ana karnında tekâmül ettirdiği gibi, kimisini de dünya karnında tekâmül ettirir. O artık Âyân-ı sâbite mesabesine düşer. Allah-u Teâlâ onu yok iken var eder.
Allah-u Teâlâ onu dünyada ana karnında olgunlaştırdı. Dünya da ana karnıdır.
Kimisini de âlemlerde yetiştiriyor. Bu âlemlerde yetişen bizzat Resulullah Aleyhisselâm'ın hususi vekilidir. O âlemlerde yetişir, diğeri dünyada yetişir, diğeri de ana karnında yetişir.
"Rahmeten lil-âlemîn"in hususi vekili âlemlerde yetiştiği için âlemler onu tanır.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bu zâta melekût âleminde Azîm yani büyük kişi ismi verilir." buyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik." (En'am: 86)
Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'i bütün âlemlere duyurduğu, fazilet ve meziyetlerini bildirdiği gibi,ona da âlemlerin üzerinde meziyetler vermiştir.
Âlemler o peygamberi tanır, vekilini de tanır. Niçin tanır? Onların oradaki muhabbetleri de O olur.
Elma da karpuz gibidir. Ağaçta olgunlaşıyor, tekâmül ediyor, lezzetini alıyor, suyunu alıyor. Ağaçta bir şey yok, sapında bir şey yok. Fakat sapını koparsan ne olur? Çürür.
Elma gıdasını o sap vasıtasıyla aldığı gibi, mürid de kendisine ayrılan nasibini, bağı ve muhabbeti nispetinde mürşid vasıtasıyla alıyor. Zira onsuz ona gelmiyor.
Elmanın çürüdüğü gibi çürüyenler de kısım kısımdır.
Bazıları "Ben yükseldim." der. Kendisini beğenir ve ağaçtan düşer.
Bazısına kurt girer, çürütür ve onu düşürür.
Kimisini de hayvan koparır. Biz bunlara şeyh şeytanı diyoruz. Hayvan koparır, insan koparmaz.
•
Bir de yalancı şeyhler vardır. Bu sahte mürşidler Hakk'tan almamış ki kişiye ne versin? Kendisi muhtaç, âleme vermeye çalışıyor.
Sıfat-ı hayvaniyede yaşıyor ve tuttuğunu ahırına bağlıyor. Ahıra kapattığı için o kimse hakikati göremiyor ve arayamıyor.
Ebedî hayatı katleden işte bu yol kesici şeyh şeytanlarıdır.
Mukallid mürşid ile mutasarrıf bir Mürşid-i kâmil arasındaki fark, ölü ile diri arasındaki fark gibidir. Tasarruf sahibi bir Mürşid-i kâmil muallim gibidir. Öğretir, bildirir, tehlikeleri haber verir, yürütür, indirir, çıkarır, müride istediği şekilde biiznillâh-i Teâlâ tasarruf eder. O merdivene dayanır çıkarsın. Mukallid ise kendisi ölü olduğu için bunu yapamaz.
Râbıta kelimesi lügatte iki şeyin birbirine bağlanması demektir. Tasavvuf dilinde ise mürşid ile mürid arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan mânevi bir bağdır. Bu bağ, Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerde bazen açık, bazen de zımnen işâret edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." buyuruyor. (Tevbe: 119)
"Sâdıkîn"den murad "Mürşidûn" olduğu "Bahr-ul Hakâyık" tefsirinde beyan buyurulmuştur.
Allah-u Zülcelâl Hazretleri ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile mükellef kılmış, vâris-i enbiya olan bir mürşid-i kâmilin maiyyetinde bulunmalarını emir ve vâcip eylemiştir.
Hazret-i Allah'ın "Teklif-i mâlâ yutak" buyurmayacağı yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğini bildiğimiz halde; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı hem de bildirmeyi temin etmiş demektir.
Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da ruhânîdir ki, bunu râbıta ile izah edebiliriz. Bu şerefli kalpten kişinin kendi kalbine akıtması da râbıta ve murakaba sayesinde mümkün olur. Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi bulunacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de artar.
Bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyuruyor:
"İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın." (Mâide: 2)
Kişi için her ne kadar maddi yardım gerekli ise de, mühim olan mânevî yardımlaşmadır. Zirâ birincisi fânî, ikincisi ise bâkîdir.
Bir mürşid-i kâmilin, Rabb'i tarafından gönül deryasına akıtılan ilâhî feyzi; müridin kurumuş gönül bahçesine akıtıp, orada iman ağacının yeşermesine, dal-budak salmasına ve ibadet meyvelerini verip ebedî saâdete ulaşmasına vesile olmaktan daha güzel bir yardım mı olur?
Râbıta, işte bu emr-i ilâhinin gereği bir yardımlaşmadır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde de buyuruyor ki:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın." (Mâide: 35)
Dikkat edilirse bu Âyet-i kerime'de takvânın yanında kurtuluş için bir de vesile şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesileyi ulemâ mürşid-i kâmil olarak tefsir etmişlerdir. Çünkü mürşid-i kâmil, devrinde Peygamber vârisidir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e uymayanların kurtuluşu mümkün olmayacağı gibi, vârisine uymayanların da kurtuluşu zordur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'ın öyle velî kulları vardır ki, onların gönülleri ilâhî râhmet deryâlarıdır." buyurmuştur.
Bu Hadîs-i şerif'ten şu mânâ çıkıyor ki, velî kulların gönüllerinde deryâlar halinde bulunan ilâhi rahmetten, mânevi bir yol bularak kendi kalbinize akıtınız. Bu mânevi feyz ve rahmetin akışı Râbıta'dır
•
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz "Sizin satın alacağınız bellidir, ben size onu satarım." buyurmuştur. Yani, siz ancak muhabbet ve teslimiyetiniz nispetinde râbıta yapar feyz alabilirsiniz. Ben de size ancak o nasibiniz kadarını veririm. Çeşme akıyor, amma sen testini tutmuyorsun ki dolsun...
•
Şeyh Muhammed Es'ad Erbili -kuddise sırruh- Hazretlerimiz buyuruyorlar ki:
"Tarikat-ı âliye'de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evradın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samimi muhabbetin de büyük tesiri bulunduğu erbabına malum ve âşikârdır. Meşâyih-ı kiram'dan bazısı 'Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.' sözüne ilâveten, feyze nail olmak için mürşid-i kâmilin nûrlu nazarlarını da feyz ve terakki vesilesi kabul etmişlerdir." (30. Mektup)
"Bilindiği gibi, râbıtadan maksat feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenâb-ı Hakk'tan başkası olmadığı şüphesizdir. Şu kadar var ki, Allah'ın Habib'i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfâtının tecellî mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-den feyz almak, Cenâb-ı Hakk'tan feyz almak demektir.
"Allah'ın ve Resulullah'ın ahlâkı ile ahlâklanınız." şeklindeki peygamber emrine uyarak beşerî sıfatlardan çıkıp, arzulanan güzel ahlâk ile ahlâklananlar, yani tam bir fenâ duygusu ile Fenâfirresul ve daha doğrusu Fenâfillâh'ın üstün şerefine nail bulunanların da râbıtası:
"Ona yaklaşmaya yol arayın." Âyet-i kerime'siyle bütün müminlere emir ve ferman buyurulmuştur. (Mâide: 35)..." (13. Mektup)
•
İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretlerimiz ise Râbıta hususunda şöyle buyuruyorlar:
"Kendini zorlamaksızın râbıtanın kendiliğinden hasıl olması, mürid ile şeyh arasında tam bir yakınlık olduğunun alâmetidir. Bu yakınlık faydalı olma ve istifade etmeye yarar. Yollar içinde râbıtadan daha çabuk kavuşturanı yoktur.
Ne büyük bir saâdettir ki, o kimseye bu nimeti ihsan ederler.
Hâce Ahrar -kuddise sırruh- Hazretleri: "Râbıta, Hakk'ın zikrinden daha faydalıdır." buyurur.
Yani şeyhin hayali, mürid için zikirle meşgul olmaktan daha evlâdır. Çünkü müridin başlangıçta Allah-u Teâlâ ile tam bir yakınlığı yoktur. Bunun için zikir yolu ile çok fayda temin edemez." (187. Mektup)
"Bu Tarikat-ı âliye'ye sülûk edip ilerlemek, rehber olan şeyhin muhabbet râbıtasına bağlıdır.
O, murad olarak bu yolda seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu kemâlâta kavuşturulmuştur.
Onun nazarı kalb hastalıklarına şifadır, teveccühü mânevi hastalıkları giderir.
Bu yolda yetişmek ve başkalarını yetiştirmek in'ikas yolu iledir. Mürid, şeyhine karşı beslediği muhabbet bağı ile, her an onun gibi olmaktadır. Ondan akseden nûrlar ile nûrlanır." (260. Mektup)
"Onun bir nazarı kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü beğenilmeyen kötü huyları siler süpürür." (285. Mektup)
•
İmâm-ı Şârâni -kuddise sırruh- Hazretleri Nefehâtül-Kuds kitabında zikrin âdâbını tarif ederken râbıta, yani şeyhin şahsını tahayyül etmenin lüzumunu zikrin adabından saymıştır.
Allâme Seyyid Şerif Cürcâni Hazretleri dahi Şerh-i Mevâkıf'ın sonunda râbıtanın sıhhat-i zuhurunu ve müridin bu suretle feyz alabileceğini kaydederek hatırlatmıştır.
Şeyh Tâcüddin Osmânî Hazretleri Tâciye adlı kitaplarında Cenâb-ı Hakk'a kavuşma sebeplerini zikrederken kâmil bir şeyhe kalbi raptetmek kavuşma sebeplerinin üçüncüsü olmak üzere gösterilmiştir.
Abdulkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri'nden nakledildiğine göre, tarikât-ı âliye'ye sâlik olanların evliyâ-i kiram ile râbıta-ı kalbiyyede bulunmalarının lâzım geleceğini beyan etmişlerdir.
Ayrıca İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Süyûtî, Şeyh Halil, Ebul Abbas El-Mürsî, İbn-i Atâ, Necmüddin-i Kübrâ ve diğer pek çok âlimler aynı fikirde olduklarını eserlerinde beyan buyurmuşlardır. (Risâle-i Es'adiyye)
•
Hazret-i Allah'a ait olan ilâhî feyz Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- deryâsına gelir, oradan da zamanın mürşidinin deryasına gelir. Ezelî taksimâta dâhil olanların, nasipdar olanların, nasiplerini alabilmeleri için, o deryaya doğru kalblerini açık bulundurmaları lâzımdır. Su mütemadiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun. Testiyi çeşmeye tutmak demek, zikirden-fikirden de her şeyden kesilip râbıtada durmak, kalbi o deryaya bağlamak demektir.
Her şeyden dikkatler kesilmek suretiyle gözler kapatılır. Baş hafif sağa çevrilir, gönül penceresi açılır ve oraya raptedilir. Böylece on beş, yirmi dakika veya daha fazla beklenir. Mürşid-i kâmil'in nazarına ne zaman mazhar olunacağı belli olmaz. Her zaman hazır olmak lâzım ki, bir defa isabet ederse kalbi ihyâ eder. Mevlâ dilediği kadar verir. Sen de nasibini alır ve o nasible yürürsün. Kendi başına senelerce katedemediğin mesafeyi bir anda aşırırlar. İç âlemin tamamen değişmiş olur. O feyz ve bereketle içindeki bakırı altına çevirirler. Eski yepyeni olur. Bütün vücud nûrlanır. Ne zaman tecelli edeceği belli olmadığı için, kalbini oraya yasla ve ihlâsla sadâkatle hep orayı bekle. Bakma başka yere. Dış âlemden elini gözünü çek, iç âlemine dön. Hakk'tan geldin, yine Hakk'a ulaşacaksın. Şu halde Hakk ile meşgul ol. Yılmadan, yıkılmadan, sebatla, azimle...
Muhammed Es'ad Erbili -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bilindiği gibi tarikatımız in'ikas yani karşılıklı hallerin birbirine tesiri esasına mebni bulunduğundan, beşer tabiatını teşkil eden on letâifin zikrullah ile uyanması ve bütün cesedin şeriat adabıyla nurlandırılması ancak Cenâb-ı Hakk'a teslim olmuş, Fenâfillah'a ermiş bir mürşidin feyz ve bereketi sayesinde mümkün olabilir." (21. Mektup)
"Sufiye Hazerâtı'nın ilmel-yakin'e gösterdikleri ve bir sâlikin hakikat yolundaki seyr-ü sülükünü kolaylaştırıp ilerlemesine imkân hazırlayan aynel-yakîn'i lüzumlu gördüklerini şüphesiz bilirsiniz. Bunun ise cismâni olarak görüşme ve mânevi râbıtaları sağlamlaştırmakla meydana geleceği sizce de mâlum olsa gerektir." (51. Mektup)
Muhammed Masum -kuddise sırruh- Hazretleri ihvanına muhabbetin çoğalmasını sağlayan râbıtayı tavsiye buyurmuşlardır.
Bunun hikmeti ise, sâlikler için râbıtanın büyük bir amil olduğunu ifade etmekten ibarettir.
Tarikata ilk girenler bütün feyizlerini zikirden bekleyip râbıtaya lâyıkıyla ihtimam etmedikleri takdirde beklenen gayeye vâsıl olamayacakları, ancak "Sâdıklarla beraber olun!" Âyet-i celile'sine uyarak râbıtayı feyz kaynağı kabul edenlerin pek yakın bir zaman içinde zikir nuruyla nurlanacakları galip ihtimali Muhammed Masum Hazretleri'ni bu kanaata sevketmiştir. (56. Mektup)
"Kötü havadan vücud sağlığı zarar göreceği gibi, kalp de gaflet ve kasvet ehli ile bir arada bulunmak ve onlarla görüşüp konuşmaktan müteessir olur. Zamanımızda ise bundan tamamıyla kurtulmak mümkün olamayacağından, vakitlerin çoğunda râbıtaya dikkat etmek lâzımdır.
Râbıtanın hafif ve kolay şekli de vardır. İnsanın fikren ve zihnen mürşidini hatırlayarak bu şekilde maiyyetinde bulunduğunu düşünmek de râbıtadır.
Râbıta muntazam olduktan sonra, letâifin zikri, onun düzenini bozmaz ve adeta insana mürşidinin vazifesini yapar. Yani tarikat sâlikini irşad edip, şer'an güzel ve çirkin şeyleri ilham eyler." (86. Mektup)
"İlâhi marifetlerin nurlarını sâliklerin kalplerine tevdi etmek, sırlı hakikatleri gerçeğe tâbi olanların gönüllerine boşaltmak, kalbi râbıta ve mânevi irtibatın gücüne bağlıdır.
Tarikatta ve mânevi terakkide feyz almak isteyen bir sâlikin mürşidinin râbıtasına olan itimadı, ilim öğrenmek isteyen bir talebenin hocasının şifâhi ifadelerine olan bağlılığından üstün olmalıdır. Bu kadar ehemmiyetli olan râbıtaya sıkı sıkı sarıldıktan sonra sâlikin kalbinde Allah-u Teâlâ'yı zikretme ve bu zikirle ürperme kendiliğinden zorlamaksızın meydana gelir. Hâlik-i Zülcelâl ile mahlûk olan kulu arasında yakınlık ve sevgi ortaya çıkar." (68. Mektup)
"Fakiriniz manen ihvan-ı kiramımdan uzak olmadığım gibi, muhterem ihvanımızda istedikleri bir zamanda fakirinizi şereflendirebilirler. Bu arada mahrum olan yalnız beden kalıbıdır." (113. Mektup)
"Tarikât-ı âliyye-i Nakşibendiyye'nin kurtuluşa götüren dâire-i saadetine dahil olan ve gösterilen minval üzere evrâd ve zikirlerine başlayan sâdık bir talip için gayet mühim bir keyfiyet daha vardır. O dahi,
"Sâdıklarla beraber olunuz." (Tevbe: 119)
Âyet-i celile'sine uyarak şeyhini hatırda bulundurmaktan ibarettir.
Bunun hikmeti ise:
Mâlum olduğu üzere nefis ve şeytan gibi iki amansız düşmana karşı müdafaada bulunabilmek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Görüyoruz ki bu düşmanlar milyonlarca müminleri iğfâl ederek, Cenâb-ı Hakk gibi bir Hâlîk-i azimlerine bir Râzık-ı kerimlerine bir Veliy-i nimet-i müstedimlerine asi ederek azab ve ikâba müstehak eylemekten hali kalmıyorlar ve bir kuvvete istinad etmedikçe sayısız şekâvetlerinden kurtulamıyorlar. Binâenaleyh sâlik bu kuvveti Aleyhisselât-ü vesselâm Efendimiz'e ulaşan meşâyıh silsilesinden aramalı ve şeyhinin Cenâb-ı Hakk'ın sâdık bir kulu olduğuna inanarak kendisine mürşid edindiği bir kimseye mânevi irtibât, kalbî muhabbet ve rûhâni beraberlikten beklemelidir.
Rûhâniyet nurlar çeşidinden olduğu için güneş ışığı gibi yakınlık ve ıraklık tesirinden uzaktır.
"Eğer Yemen'de olsan, benim ile isen yanımdasın. Yok bensiz isen, yanımda olsan, Yemen'de gibisin."
Farsça şiiri dahi bu hakikati izah için âdil bir şâhiddir.
Ne hâcet! Zikr olunan Âyet-i celile'deki ilâhi fermana sarılarak Cenâb-ı Hakk'ın sâdık bir kulunu peder-i mânevi edinip rûhâni himayesine girenlerin say-ü gayretleri ve tarikât-ı âliyyeye itaatları nispetinde nefis ve şeytanın taarruzundan kendilerini kurtardıklarını ve geleceklerinin ise şeriat-ı mutahhara ve tarikât-ı münevverenin emniyeti altında bulunduklarını her zaman memnunlukla görüp durmaktayız.
Cenâb-ı Hakk bil cümle Ümmet-i Muhammed'in gözlerindeki hata perdelerini zâil ve bir hayli Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler ile aydınlanmış olan nurlu hakikat güneşinin müşâhedesine nâil buyursun. Âmin." (7. Mektup)
Râbıtası kuvvetli olan kişi Mürşid-i kâmil'deki bütün halleri çekebilir. Allah-u Teâlâ onun deryasına ne verdiyse o deryadan olduğu gibi çekebilir. Fakat teslimiyeti, ihlâsı, mahviyeti o nispette olacak. Mahviyet olmayan insanda daima engel vardır. Bu engel kendi nefsidir, kendi vücududur. Hakk'a yaklaşmasına mani olur.
Onun için fakirin daima mahviyetten bahsetmesindeki gayemiz budur. "Sen çık aradan, kalsın Yaratan."
Daha ikinci notta şu geçmişti. Varlık elbiseni giyersen, sensin; onu çıkarırsan O var.
Şimdi bu mevzuat derinleşiyor, inceleşiyor ve sizce idrak ediliyor.
"Sâdıklarla beraber olunuz." (Tevbe: 119)
İnsanda; sevgi, muhabbet, sadakat, teslimiyet, doğruluk, mahviyet, ihlâs, edep olursa sıdk ile yaptığı râbıtayla Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği nimeti çekebilir. Râbıtanın özü işte budur.
Onun için Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri burada işaret ederek şöyle buyuruyorlar:
"Şeriat infazından sonra en kestirme yol Râbıta ile alınır."
Râbıtayı çok kuvvetli tutmak lâzım, ne kadar kuvvetli tutarsak kalp o kadar sâlimleşir.
Râbıta ile kendinizi, kalbinizi toplamış oluyorsunuz.
Boşluğa düşen bir insanı toparlayacak olan râbıtadır. Mânevi irtibattır. İç âleme geçiştir, muhafaza kabıdır.
Kişi ahirette, dünyada sevdiği ve peşinden gittiği kimseler ile beraber haşrolunacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kişi, sevdiği ile beraberdir." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir insan bir insanı hakikaten Allah için severse, onunla olmak isterse, onun hayatını yaşamak isterse, bu Hadis-i şerif'in sırrına mazhar olur. Yoksa ben sevdim demekle olmuyor.
Sevgi kalben ve devamlı olacak. İnsanın hayatı, vefatı bu sevgiyi değiştirmez ise hayatta da vefatta da beraberdirler. Mühim olan bunu yakalayabilmek.
Muhabbet var mı? Tamam. Kaynak tutmuş. Fakat illa muhabbet. Muhabbetsiz hiçbir şey olmuyor.
İş muhabbettedir, kalıpta değil. Her şey sevgiyle kâim. Kimin kalbinde muhabbet varsa, çok uzaklarda olsa bile o yanındadır.
Mühim olan mürşidinin yanında olmak değil, yolunda olmaktır.
"Râbıta-i şerif" mürşid ile mürid arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan mânevi bir bağdır.
İnsan râbıta yaptıkça Allah-u Teâlâ kalbine huzur indirir. Mânevi damarlarını açar. Kalbe feyzin girmesine vesile olur.
Bu "Râbıta" hakkında da Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde buyurur ki:
"Sâdıklarla beraber olunuz!" (Tevbe: 119)
Bu beraberlik nasıl olur?
Hazret-i Allah'a ait olan ilâhî feyz, mânevî kanal ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryasına, oradan da zamanın mürşidinin deryasına gelir.
Bir müridin o deryadan nasibini alabilmesi için, zikirden de fikirden de her şeyden kesilip o deryaya doğru kalbini açık bulundurması lâzımdır. Gözler kapatılır, huzur almak için baş hafif sağa eğilir, gönül penceresi açılır ve oraya raptedilir, karşısında imiş gibi tefekkür eder ve şöyle denir:
"Yâ Rabb'i! Senin lütuf deryandan akan feyzi Habib'inin deryasına, Habib'inin deryasından zamanın mürşid-i kâmil'inin deryasına, onun deryasından, kalbinden de benim kalbime akıt!.."
Böylece on, on beş, yirmi dakika veya daha fazla beklenir. Zikir-fikir hiçbir şey yapılmaz. Mürşid-i kâmil'in nazarına ne zaman mazhar olunacağı belli olmaz. Her zaman hazır olmak lâzımdır ki, bir defa isabet ederse, kalbi ihyâ eder. Allah-u Teâlâ'nın o ilâhi feyzinin kalbe akmasına bakılır.
Göğsünüze açılan pencereden mânevî oluk vasıtası ile feyz-i İlâhi'nin gelmesini bekleyin. Tâ ki kalbiniz sakin, sâlim oluncaya kadar.
Meme emen çocuk gibi, kalp o mânevî feyzi alır. Hakk'tan geldiği için çok kıymetli, çok tesirlidir. Her zaman gelmez, fakat geldiği zaman da kalbi ihyâ eder.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Mümin-i kâmil'in kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır."
Gözünü kapar, kalbini açar oradan gelecek feyz-i İlâhi'ye bakar. Allah-u Teâlâ'nın ona verdiğinden râbıta vasıtasıyla nasibi kadar almaya çalışır. O arşa inen feyz-i İlâhi, onun kalbinden, senin kalbine akıtılır.
Nasıl ki evlerde çeşmelerden su dağılıyorsa; nur da çeşmelerden kalplere dağılır. O zaman insan şöyle kalbini açar, o feyz-i İlâhi'nin gelmesine bakar. Allah-u Teâlâ'nın deryasından gelen ilâhi feyz suyu, nurdan oluk vasıtasıyla kalbe gelir. Feyiz suyu aktığı zaman kalbi ihyâ eder, pür nur eder.
Boş bir testiyi çeşmeye koyup, tuttuğun zaman dolarsa bu şekilde kalbine raptedilen nurdan bir oluk vasıtasıyla o kalpten o kalbe akıtır. Testiye su doldukça hava kalktığı gibi kalbe de feyz-i İlâhi girdikçe havâtırat kalkar. İnsanın vücudu nur olur.
Râbıta öyle bir merbudiyet, öyle bir bağlılık husûle getiriyor ki; ihlâslı bir kalp, kuvvetli bir teslimiyet ile kişi Râbıta sayesinde şeyhteki bütün hasletleri üzerine geçirebilir ve güzel halleri çeker. Kalbindeki muhabbet bağlı ile onun boyasına girer. An be an onun gibi olur. Ondan akseden nurlar ile nurlanır.
Diyeceksiniz ki; "O zât dünyanın bir ucunda bulunuyor." Onlarla beraber olmak Râbıta sayesinde kolaylaşır. Râbıta'nın mesafesi yoktur. Güneş de dünyaya uzaktır amma, her yeri aydınlatıyor. Mümin-i kâmil'in kalbi ise güneşten daha büyüktür, Arşurahman mesâbesindedir.
Evliyâullah -kaddesallahu esrârahüm- Hazerâtı, Râbıta üzerinde çok durmuşlardır.
Bize gönül yakınlığı gerek, kalıp yakınlığı gerekmez. Bizim yolumuz gösteriş yolu değildir. Bizim yolumuz Allah yoludur, kalp yoludur. Kalpten kalbe yol vardır amma kalıptan kalıba yol yoktur. Bunu kavrarsanız çok şey kavramış olursunuz.
Gönül fethedilmedikçe hiç kimse zannetmesin ki, ben Allah yolunda yol alırım. İstediği kadar seneler katetsin, hakiki manada kapılar ona açılmaz.
Bunu biraz daha açık edelim.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde şöyle fermân buyuruyor:
"Habib'im onlara söyle, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olun ki Allah da sizin sevsin." (Âl-i imran: 31)
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yolunda yürüyen bir kimse, o kişiden râzı olmadıkça; hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz o kişiden râzı olmaz. Çünkü onun vücudu yoktur, onda ifnâ olmuştur. Onun namına iş gördüğü için, o ondan râzı olmadıkça, o da ondan katiyyen râzı olmaz.
Şu kadar var ki; o kimsenin aldandığı zan noktası olursa Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu bilir ve onu oradan geçirir. İnsan ne kadar istikamette olduğunu zannetse, nefsin hilesi ile aldandığı nokta olabilir. O bilinerek ona yol verilir. Fakat aldanılan yer olmadıkça ona yol da verilmez, râzı da olunmaz. En gizli bir sırrı size buradan açmış olduk.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin lütuf, ihsan, rahmet deryaları vardır. Bu derya su değildir de, anlayabilmeniz için su diyelim. Hazret-i Allah'ın bu deryası o kadar büyüktür ki, hiçbir beşerin havsalası idrak edip anlayamaz.
Bu mânevi su, Hazret-i Allah'ın deryasından Habib'inin deryasına gelir. Onun deryası da hiçbir mahlûkun idraki dahilinde değildir. Çünkü zerreden kürreye kadar yaratılan her şey onun nurundan yaratılmıştır. Bunu Cenâb-ı Hakk gözümüzle gösterdi, size olduğu gibisini tarif ediyoruz.
Bu su oradan zamanın mürşidin deryasına gelir. Onun deryası da uçsuz bucaksızdır.
Râbıta yapıldığı zaman muhabbet, teslimiyet ve itimat nispetinde, gönüllere yerleştirilen mânevi borular büyür ve kişi o depodan o nispette çokça su alır. Çok muhabbet eden, edeplere çok riayet eden, çok itimat eden çok alır. O feyiz suyunu aldıkça ve o su orada durdukça varlık erimeye başlar. Tâ ki sıfıra indiği zaman mürşidi meydana çıkar, onda tasarruf etmeye başlar. Fenâfirresul de böyledir, Fenâfillah da böyledir. Bu birinci merhaleyi anlarsak, ötekiler de kendiliğinden anlaşılmış olur.
Onun için kalp itimadı çok mühimdir. Allah'ımız bizi bize bırakmasın. Ancak O'nun tutması ile duruyoruz. Bıraksa, zaten meyyâliz, hemen helâk oluruz.
Çünkü ilâhi feyz kalbe girdikçe kalbi nurlandırır. Yolun yürünmesi kolaylaşır. O feyz-i İlâhi insanın gönlüne, gözüne her yere dağıldıkça ona göre bir hayat oluyor; mânevi hayat...
Hülâsa olarak râbıta, Cenâb-ı Hakk'ın onun kalbine indirdiğini alıp yürümen içindir. O verecek ki yürüyeceksin, O vermedikçe hiçbir şey olmaz! Sana yol verecek. Bu yolda terbiye lâzım, mürşidin nazarı lâzım, tefekkür lâzım. Râbıta bunun için veriliyor. Râbıta ile kendinizi, kalbinizi toplamış oluyorsunuz.
O sığınma ile, o yönelme ile, insanı hıfz-u himayeye, tasarruf-u ilâhiyeye alırlar.
Abd-i acizin kanaati şu ki, niyet-i halisa ile çok da hata yapılsa af ediliyor. Hazret-i Allah kudret elinde bulundurduğu kalbi çevirmediği için muhabbet dönmüyor, râbıta kesilip yine bağlanabiliyor. Fakat kasd-ı mahsusa ile küçücük bir hata yapılsa çok büyük oluyor. Hazret-i Allah kalbi çeviriyor, Râbıta'nın teminine imkân kalmıyor. Kalp bir kere çevrilmesin, o artık hep ters görür.
Her şey sevgi ile kâimdir. Sevgi bir sermayedir, alış veriş onunla kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin mânevi parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, mürebbinin nazar ve teveccühünü o nispette kazanır. O sevgi sayesinde terbiye görür, o sevgi sayesinde terakki eder.
Mânevi terakkinin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün evliyâullah ittifak etmişlerdir.
Muhabbet Hakk'tan gelir, halktan gelmez. O bir sermayedir.
"Yâ Rabb'i! Ne olur, kalbime muhabbet ihsan eyle, senin ihsanınla muhabbet edeyim." diye niyaz edilecek.
Mevlâ muhabbet ihsan buyursun. o sermaye ile O'nunla veyahut O'nun sevgilisi ile alış verişe kabul edilir.
Râbıtanın kuvvetli olması için muhabbetin olması lâzım. Onlar vermeyi murad edecek, sen oraya yönel, testini tut, su akıyor, nasibini al.
Mühim olan nokta şu ki; Hazret-i Allah bir kulunu severse sevdiğini buldurur, ona ulaştırması ile de ezeldeki gizli nasibini verir, bunu kimse bilmez. Nasibini aldıkça Hakk'a tekarrüb eder. Tekarrüb ettikçe kendisini bilmeye, ne derece değersiz ve günahkâr olduğunu öğrenmeye başlar.
Bu ezeli nasibini alırken, Hazret-i Allah şeyhine karşı çok muhabbet verir. Çünkü o muhabbet, o kaynaşma sebebi ile o nasip intikal edecek. Daha doğrusu o muhabbet sayesinde öyle yaklaşır ki, şeyhinin yolundan gider ve her haline intikal eder, bürünür.
Meselâ telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin bulunması gerekmektedir. Binaenaleyh deryâdan kalbe ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.
Yol uzun, ömür kısa. Eğer Allah-u Teâlâ lütfederse aşı tutar ve böylece kestirmeden yol alınmış olur.
Râbıta itimat edilene yapılır. Çok yapan çok alır. Yapa yapa şeyhinin halini kendisine intikal ettirir. Bu itimat ve bu merbudiyet sebebiyle kimseye açılamayan kutular açılır. Bu sevgi sayesinde az çalışılır, çok yol katedilir. Aynı muhabbeti taşımayanlar çok çalışır az yol katederler.
Kişi bu sayede muhafaza da edilir. Bu, onun tasavvuru haricinde bir muhafazadır. Mânevi imtihanları da, zamanında doldurdukları için kolayca aşar.
O aştım zanneder, halbuki aşırılmıştır. Onun geçeceği geçitleri daha iyi bildikleri için, onu doldurmuşlardır. Buna o muhabbet o merbudiyet vesile olmuştur.
İmtihanlar anidir, insanın ne ile imtihana çekileceği belli olmaz. Her imtihanın bir geçiti vardır.
Nihayet şeyhte fâni olduktan sonra muhabbet Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize geçer, Fenâfirresul tahsiline başlanır. O zamana kadar Lâfza-i Celâl çekiliyordu. Lâfza-i Celâl "Cezbe-i zâtiye" husule getirir. Fenâfirresul'e geçtiği zaman Kelime-i Tevhid verilir ki "Cezbe-i kayyumiye" husule gelsin. Hazret-i Allah'ın lütfu tecelli edip şeyhteki muhabbet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e geçtiğinden, teslimiyeti kadar Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu sever, onu muhafaza buyurur. Kur'an-ı kerim'in emir ve nehiyleri ile Sünnet-i seniyye ona sevdirilir. Onun yolu üzerinde yürümeye azim ve gayreti çoğalır. Daha ince hâl üzerinde dikkati artar.
Artık birinci mektep bitmiştir, diğer beş mektepten ikincisi yani orta tahsil başlamıştır. Ne kadar muhabbeti varsa, o kadar kalın borudan feyz-i ilâhiye alır. Aldıkça kalbi inşirah bulur. Çekilemeyen birçok dertleri çekmeye birçok gizli hallere nail olmaya, birçok hakikatlere vakıf olmaya başlar. Fakat bunların hepsi kendisine hiçliğini öğretmekten ibarettir. Daha önce bir şey bildiğini zennederken, hiçbir şey bilmediğini öğrenmeye başlar. Fakat bu cidden çok mühim bir süzgeçtir.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Dosdoğru bir yol üzerindesin." buyurarak, Habib'ini Sırât-ı müstakim üzerinde bulundurduğunu beyan ediyor. (Yâsin: 4)
Şu halde bizim, Habib'inin yolunda olduğumuzu bilmemiz için Sırât-ı müstakim üzerinde bulunmamız gerekiyor. "Bulunuyoruz." demek kâfi değildir, bizzat bulunmamız gerekiyor. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne demişse, ne yapmışsa yapmamız, hangi adımı atmışsa o adım üzerinde hareket etmemiz lâzım. Ne aşağı ne yukarı, ne fazla ne noksan.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"Eğer peygambere itaat ederseniz doğru yolu bulur hidayete erersiniz." buyuruluyor. (Nûr: 54)
Sünnet-i seniyye'sine ittibâ edersek, o yolda yürümüş oluruz.
Yetmiş üç fırkanın ancak birisi kurtuluyor. Herkes aynı iddiada bulunur. Fakat bu incelikte bu gidişatta ayrılmaktadır. Şayet hâl ve hareketlerimiz o iz üzerinde değilse dalâlete gitmişizdir. Biz istediğimiz kadar fırka-i naciyede bulunduğumuzu iddia edelim.
"İslâm'ım." demek var, İslâm'ı yaşamak var. İslâm'ım diyenin, İslâm'ı yaşaması şart.
Bize ekseri, başkasına doğru yolu tarif etmek kolay gelir, kendimiz ise o yaldan gitmeyiz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz." (Bakara: 44)
"Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?" buyuruyor. (Saff: 2)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur'an-ı kerim'de:
"Biz Âdem'de azim bulamadık." buyuruyor. (Tâhâ: 115)
Çok korkutucu bir Âyet-i kerime. Bizde de azim arandığı apâşikar. "Sizden de azim bekleniyor, ona göre hareket edin." manası çıkıyor.
Hazret-i Allah lutfetmezse, itimat edin yapılacak hiçbir şey yok. Allah'ımız lutfederse olur. Çünkü içeride korkunç bir nefis, onun da bitmez tükenmez arzuları var.
Bütün arzularını toplasan bir fındık kabuğunu doldurmaz. Fakat kişinin ebedî hayatını kaybettiriyor. Diyelim ki bütün isteklerine nail oldu, bunun bir faydası var mı? Şu halde Allah'ımıza sığınalım, nefsin boş arzularından bizi kurtarsın. Hakk ve hakikatle bizi meşgul ettirsin.
•
"Çalıştığı yerde çok açık-saçıklar olduğunu söyleyen bir kardeşe sözleri:
Cama bir çamur sıçradığı zaman leke yapar. Devamlı sıçrayacak olursa cam kirlenir, görünmez olur. Göz de gönlün aynasıdır. Gönül parlak olduğu zaman, göz hiç harama bakmak istemez. Fakat göz bir-iki bakışta kirlenmeye başlar. Kirlendikçe ayna da kirlenir. Sonra rahat rahat bakmaya başlar. Bu bakışlardan anlarız ki gönül aynası kirlenmiştir.
Şimdi bunun tedavi şekillerini arz edelim:
Kirli bir cam, su ile silindiği gibi, bunun çaresi de istiğfardır. Gönül aynasını gözyaşı parlatır. Bir de Râbıta-i şerif'ten husule gelen feyz-i ilâhi...
Dikkat ederseniz râbıtada çok oturduğunuz zaman gönlünüz yıkanır, gözünüz de hemen nurlanır. Gayet huzurlu ve hafif olursunuz. O anda katiyyen kadın görmek istemezsiniz. Görmemek için gözünüz gayr-i ihtiyari yana döner. Fakat maalesef, bir-iki bakışla gönül kirleniyor. Az evvelki sakınma yerine, bakmak husule geliyor.
Feyz-i ilâhiye öyle bir sudur ki, kalbe aktığı nispette içerideki karartıları, boşlukları giderir. Bunun için çok çok feyz almaya gayret sarf edelim.
Tasavvur buyurun ki ilim insanı hiç zaptedemiyor. Her şeyi biliyoruz, fakat nefsimize gem vuramıyoruz, bizi sürükleyip gidiyor." (Sözler ve Notlar 1 s. 306-307)
Bu yolda tık etti mi biter. Başını kaldırdı mı başını indirirler. İtimat edin, Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetine girerken iki parmak üzerinde girer gibi girerdik, emir ve hareketlerine bakar, "Otur!" derlerse oturur, "Otur!" demezlerse oturmazdım. Otururken saniyeleri hesap eder, "Kalk!" dedikleri zaman kalkardım, ama kalbimi çok muhafaza etmeye çalışırdım. Küçücük bir hareketin, senin çakılmana vesile olur. Bir daha terakkiyat mümkün değil.
Görünüşte çalışıyor, ediyor. Ama boş, hep boş. Ancak alırlarsa, yetiştirirlerse, çekerlerse kurtarıyorlar. Başka türlü mümkün değil.
Efendi Hazretleri'ni size bildirmek hakikaten güçtür. Ama o hayatı yaşadığım için ona tek kelimeyle "Sultanım!" diyorum. Başka bir şey demiyorum. Niçin? Yaşanan hayatı gördüğüm ve bildiğim için. Onun durumunu şöyle anlatayım:
Birgün biri geldi. Düzce'ye gitmek istedi. Git dedim. Bir veya bir buçuk saat sonra aklıma geldi. Düzce'ye Efendi Hazretleri'ne bir teveccüh edeyim dedim. Efendi Hazretleri bir kızmış, bir kızmış. Hayatta ikinci defa kızmasıydı. Orada yetiştiğim için her şeyi anlıyoruz. Bir defa daha kızmıştı birine. O kızmasıyla her şeyi anlıyorum. Ne demek istediğini biliyorum, görüyorum. Çünkü orada yetiştirdi Cenâb-ı Hakk. Anladım ki işleri bitmiş. Onun için onların hem iç durumlarını, hem vehametlerini, hem de onların hayatta olduğunu görmüş oluyorum. Onun için tek kelimeyle "Sultanım!" diyorum.
Cenâb-ı Hakk lütuf ve ihsan buyurmuştu yeni intisap etmiştik. Üç veya dört gün sonra yatsı namazı için abdest alıyorum. Bakıyorum ki Efendi Hazretleri'nin gece evine girip çıkan var. Tabi hiçbir şey bilmiyorum. Hem çocuğum, hem yeniyim. Ne var bir bakayım dedim. Meğer Adapazarı'ndan Cevdet Hoca gelmiş, birçok kimseler gelmiş ziyaret ediyorlar. Ben de gideyim dedim. Gittim ama oda tıklım tıklım dolu. Bir yer bulamadım. Kapının arkasında bir yer buldum orada oturdum. Bir râbıta yaptım hiçbir şey alamadım. Halbuki Efendi Hazretleri karşımda. Bir râbıta daha yaptım yine bir şey alamadım. Üçüncü defa da 1 Fâtiha 3 İhlâs-ı şerif okuyup râbıta yapınca birdenbire bütün vücudum Efendi Hazretleri'nin yanına gitti. Bir anda Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerine uzanmış olduk, bu uzanış hâlledir, kal ile tarifi imkânsızdır. Ellerinde bir kılıç ile tecellî ettiler. Uzanmamızla kılıçlarını çekmeleri bir oldu. Biz de boynumuzu uzattık. Boynuma bir damla kadar kaldı. O bir damla miktarı kalınca çekti kılıcını o kadar.
Misafirler elini öpüp yavaş yavaş ayrıldılar yatsı namazına, gittiler. Ben en sona kaldım. Efendi Hazretleri'nin elini öptüğümde elimi tuttu. Uzun zaman bırakmadı. Bu hayatımın ilk imtihanı. Daha üç günlüktüm. Benim ilk imtihanım hayat vermekle başladı. Hamd-ü senâlar olsun. Böyle kendiliğinden boynumu uzattım, kılıcı çekti bir damla kaldı. Kesilmesi adeta kıl mesabesindeydi. Bu ilk imtihanım hayatla, ölümle oldu. Kıl kadar kaldı, orada durdu. Allah'ım! Bu uzattığın boynu bir daha geri çektirme. Bu boyun senin, bu kafa senin, onu rızânda kullan diyorum.
Yani orada büyük bir can imtihanı geçmiş oldu.
Tasarruflarını kullandılar ve imtihana tâbi tuttular. "Acaba boynunu uzatacak mı çekecek mi?" diye.
Allah-u Teâlâ evvelden ikramda ihsanda bulunduğu için boynumuzu uzattık, onlar da kılıcını kaldırdılar. Bu artık kulun yapacağı bir iş değildi, orada zuhur eden Allah-u Teâlâ'nın ezelî ikramı ve ihsanı idi. Kıl kadar kalınca kaldırdılar, bunun büyük bir imtihan olduğunu anladık.
Henüz bir haftalık iken canımızı verebileceğimiz, o teslimiyet lütfedildiğinden, aynel-yakîn husule geldi ve boynumuzu uzatmış olduk. Gizli bir noktadır.
İmtihan an içinde an oluyor, aklın çalışmasına yer kalmıyor. İmtihan olduğu bilinsin yahut bilinmesin. An içinde âna tâbi olduğu için, orada ancak Allah-u Teâlâ'nın ezelî lütfu husule geliyor, meydana çıkmış oluyor.
Râbıta-i şerif'ten önce okunan Fâtiha-i şerif ve İhlâs-ı şerif'ler oradan kalmadır.
1. Hazret-i Allah ile iftihar edenlere yapılır. Zira onlar Hakk'ta fânî olmuştur. Varlığından bir eser kalmamıştır.
Nefsi ile iftihar edenlere gelince; o doğrudan doğruya kendini putlaştırmıştır, râbıta edenler nefis putuna râbıta eder. Bu, bu kadar hassas ve ince bir mevzudur ve fakat bilinmiyor.
Âyet-i kerime'de:
"Sâdıklarla beraber olunuz." buyuruluyor. (Tevbe: 119)
Bu sâdıklar kimdir?
"Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olanlar sıddıkiyet makamına alınırlar.
Râbıta yalnız bunlara yapılır, başkasına değil. Onlar dünyada nâdirdir.
•
2. Yalnız ve yalnız kendisini bir maskeden ibaret olduğunu bilene ve görene râbıta yapılır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlmi ile amil olan âlimin yüzüne bakmak ibadet makamına kaim olur." (Münâvî)
Çünkü o bir maskeden ibarettir. Onun içinde gerçekten Hakk vardır. Onun içindir ki, ona nazar eden, tecelliyat-ı ilâhî'ye mazhar olur.
•
3. Vücudu da bir elbiseden ibaret olduğunu bilen ve görene râbıta yapılır. Bunlar Hazret-i Allah ile bakar ve bunları görür.
Hani Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurmuyor mu?
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
İşte Hazret-i Allah'ın içte olduğunu gören ve bilen yalnız bunlardır. Bu sırra yalnız bunlar mazhardır. Râbıta ancak bunlara yapılır, başkasına şâmil değildir. Bu surette Hazret-i Allah'a ulaşmak için köprü mesabesindedir, bir vasıtadır, hem de en mühim.
Bunlar "El-fakru fahrî" nin sırrına erenlerdir. Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve ikram ettiği sonsuz nimetlerin karşısında, bir zerrenin dahi idrâkinden âciz olduğunu bilirler. Amma o görüyor da âciz düştüğünü biliyor. Hem biliyor hem görüyor.
Onlar kendilerini bir maskeden ibaret görürler. İçinde Hazret-i Allah'ı görürler. Var ile övünürler, kendi varlıklarından utanırlar. Onları yoktan var edeni, nimetlere gark edeni bilirler ve O'nun namına iş görürler. Onlar "El-fakru fahrî" Hadis-i şerif'ininsırrına erenlerdir. Hiçbir şey olmadıklarını bilirler. Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleri onlardır, fakirlikleri ile övünürler. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm da bununla övündü.
Allah yolunun memurlarını Allah-u Teâlâ kendisi tayin eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın arşıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
Bütün kâinata taksimat "Maddî Arş"tan gelir. Mânevî bütün taksimat da "Mânevî Arş"tan gelir.
Allah-u Teâlâ o Arş'a kimin ne kadar nasibini indirdiyse, nasibini o Arş'tan alır ve terbiyesini görür. Kişinin o Arş'ta nasibi varsa, bu nasip Hakk'ın mirasıdır, nasibini oradan alır.
Allah-u Teâlâ nasiplerini daha cenin halindeyken ayırmıştır ve dehalet edecekleri yere koymuştur. Oraya girdiği zaman, çocuk annesinden süt emdiği gibi, ilâhî feyzi eme eme tekâmül eder.
Daha sonra Fenâfişşeyh'ten Fenâfirresul'e geçer ve murakabaya başlar.
Hiç şühpesiz ki Fenâfişşeyh'e kadar birçok yol kesiciler bulunur.
Onlar şeytan ehli ve mukallidlerdir. Onlar nefsi ile, putu ile övünürler. Halkın vereceği nasip ile, mânevî mirastan kişinin mahrum kalacağı da kesinlikle bilinmelidir. Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Kişiler nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın.
Herkes baygın, ayılmayı hiç düşünmüyor. Nereye baygın? Yoluna baygın.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Müminun: 53)
Fakat ahirete varınca uykudan uyanacak, bulunduğu yeri görecek, nedameti çok olacak, faydası da hiç olmayacak.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Mümin müminin aynasıdır." (Ebu Dâvud)
Bu tecelliyât-ı ilâhîye kimler mazhardır? İtiraz edenler niçin itiraz ediyor?
Âyet-i kerime'de:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" buyuruluyor. (Zâriyat: 21)
Bu tecelliyat; Hazret-i Allah'ı içinde görenlere, içinde Hazret-i Allah'ın olduğunu bilenlere mahsustur.
Kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu bilir, vücudun da bir elbiseden ibaret olduğunu görür, içinde yalnız ve yalnız Hazret-i Allah olduğunu bilir.
Hazret-i Allah tecelli ettiği zaman o kişinin kalbinde yalnız ve yalnız kendisini görür.
"Mümin müminin aynasıdır." (Ebu Dâvud)
Hadis-i şerif'inin sırrına mazhar olan yalnız bunlardır, başkasına şâmil değildir. Zira Allah-u Teâlâ hiç kimseye bahşetmediğini bunlara bahşetmiş, kendinden bir ruh ile desteklemiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Varlığını içinde hissettirmiş ve Var'ı görüyor, biliyor, amma kendisini görmüyor.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
•
İşte Râbıta yapan, bu içindekine yapmış olur. Râbıtaya mezun olanlar da ancak bunlardır. Neden? Çünkü o, kendi varlığını var olan Hazret-i Allah'ta ifnâ etmiş. Zira Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır.
İtiraz edenler bu Âyet-i kerime'lerin, bu Hadis-i şerif'lerin tecelliyatından mahrum kaldıkları için bilmeyerek itiraz ediyorlar. Amma bu itirazları ile gerçekten cahil olduklarını ortaya koyuyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifetullah ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
İşte bu faydalı ilimden mahrum kaldıkları için itiraz ediyorlar, bilmedikleri için inkâra kalkıyorlar.
Size ölçü veriyoruz.
1. Zâhirde kalanlar; âlim olduğunu bilir, "Ben âlimim." der.
2. Tarikat ilmini tahsil edenler; cahil olduğunu bilir ve itiraf eder.
3. Hakikat ilmini tahsil edenler; hiç olduğunu bilir.
4. Mârifetullah'ı tahsil edenler; Onlar Hazret-i Allah'a ulaşmışlardır, Hakk'ı bulur ve bilir, kendisini bilmez.
•
Zâhirde kalanlar "Ruh nedir?" bilmez, "Ruhâniyet nedir?" bilmez, "Latîfeler nedir?" bilmez. Aslında kendini dahi bilmez.
Neden bilmez?
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (K. Hafâ)
Hadis-i şerif'inin sırrına mazhar olmadığı için bilmez. Cahil olduğunu bilmez, hiç olduğunu bilmez. Mârifetullah'a varamadığı için Hazret-i Allah'ı da bilmez. Bir de bunlar tasavvuftan bahsederler. Halbuki bunlar sahtedirler.
Kendilerini o kadar büyük, o kadar kibirli görürler ki, kendilerini âllame zannederler.
İşte bunların kibirleri dağ gibi, âlim olduğunu zannediyor câhil olduğunu bilmiyor.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Size ilimden az bir şey verilmiştir." (İsrâ: 85)
Ve bunların âfâtlarını arz edelim:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kim ki ben âlimim derse bilin ki o câhildir." (Münâvî)
"Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır."
"Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder." (C. Sağîr)
•
Kalbini Allah-u Teâlâ'nın dostuna raptetmek emr-i ilâhî olduğu halde, bu emr-i ilâhî'yi inkâr edenlerin ellerinde ne gibi deliller var?
Dilinizi göstereceğinize delil gösterin!
Zira bunların dilini, önlerine sürdüğümüz Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle kesmiş oluyorum.
Allah-u Teâlâ'ya ubudiyet niyetiyle Beytullah'a secde ediyorsun da şirk kabul etmiyorsun!
Kâbe-i muazzama'nın yapılması için Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm'a emretti ve bütün ruhların dâvet edilmesi emrolundu. Bu kıyamete kadar devam eder, umuma şâmildir.
İbrahim Aleyhisselâm'a yapımını ve dâvetini emreden Hazret-i Allah, sâdıklarla olmayı emreden de yine Hazret-i Allah'tır.
İnsan binâsını kendisi inşâ etti ve içinde olduğunu beyan etti.
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
"Sâdıklarla beraber olunuz." dan murad Râbıta'dır. Şu kadar var ki Beytullah umuma şâmildir, sâdıklarla beraber olma ise hususa aittir.
Nasipdar ettiği kimseler o vâsıta ile tekâmül eder. Aynı zamanda "Kalbül-mümin arşur-rahman" olduğu için; Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve tevdî ettiği emâneti, ezelî nasibini, Râbıta ve muhabbet sayesinde almış olacak.
Bütün kâinâta taksimat maddi arş'dan gelir. Mânevi bütün taksimat da, mânevi arş'dan gelir. Bu da insan-ı kâmil'dir. Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk taksim etmişse nasibdar olanlar nasibini oradan alırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"O'na yaklaşmaya yol arayın" buyurarak kendisine yaklaşmaya yol aranmasını emrediyor. (Mâide: 35)
Vesile ise tam bir muhabbetle Râbıta'ya devama bağlıdır.
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki, felâha erebilesiniz." buyuruyor. (Âl-i imran: 200)
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz buyururlar ki:
"Bu Âyet-i kerime'yi bu mânâya kullanırsam, zâhir âlimleri tarafından hatalı görülmemeliyim. Çünkü;
"Kur'an'ın bir zâhiri bir de bâtını vardır. Bâtını da yedi dereceye kadar gider." gibi Hadis-i şerif'ler tefsir dairesini genişletmişlerdir." (45. Mektup)
Kâbe-i muazzama'ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, Râbıta'dan murad olunan:
"Sâdıklarla beraber olunuz." (Tevbe: 119)
Emr-i ilâhî'sini neden şirk olarak kabul ediyorsun? Halbuki o da Allah-u Teâlâ'nın emri, bu da Allah-u Teâlâ'nın emri.
•
Zâhirî âlimlerin Allah-u Teâlâ'nın varlığından ve birliğinden beyanda bulunmaları zâhirdedir. İsm-i şerif'ini bilirler ve tarife çalışırlar.
Zâhirî ulemâ neden Hakk'ı bilmez?
Mârifetullah ilminden mahrum kaldığı için bilmez. İlimleri satır ilmidir, akılları ise akl-ı meaş ve akl-ı mead'dır.
İrfan ehli ise bizzat Hazret-i Allah'ı bildirmeye ve duyurmaya çalışır.
Ve der ki: Vücud O, Mevcud O... Bütün varlıklar vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahallidir.
Aslında O'ndan başka hiçbir vücud yoktur. Birisi Hakk iledir, bunun için Hakk'ı tarife çalışır. Zâhirde kalanlar ise nefis iledir, onlar gerçekten Hazret-i Allah'tan gafildir. Ve kendilerinin Hazret-i Allah'tan ayrı olduklarını da zannederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah-u Teâlâ'dan gafil olanlar anlamazlar." (Erbaîn)
İşte bunun içindir ki bilmediklerinden itiraz ediyorlar, ilimleri ve akılları yetmiyor.
Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"İnsanların çoğu bilmezler." (Mümin: 57)
"Onların çoğu akıllarını kullanmazlar." (Ankebût: 63)
İrfan ehlinin ilmi ise sadır ilmidir. Hazret-i Allah ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den gelir. Akılları ise Akl-ı kül'den sonra Ulül-elbâb'a vardırılmışlardır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
"Allah kime dilerse ona kat kat verir." (Bakara: 261)
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birisinde Hazret-i Allah bulunsun ve diğerinde Allah'tan gayrı şeyler bulunsun. Eğer o kalpte Allah varsa Hakk iledir, masivâ girmişse mâsiva iledir.
Bu makama alınanlar, yüzlerinin maskeden ibaret olduğunu bilirler. Vücudunun da elbiseden ibaret olduğunu hem görürler hem bilirler. Neden? Onlar kudsî ruhla desteklendiği için. Ve onlar gerçek mürşid-i hakiki'nin Hazret-i Allah olduğunu bilirler. Ama yalnız bunlar bilirler.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in bir beytini arz edelim:
"Ne ilm-ü mârifet verdin, ne de câh-ı menkabet yâ Rabb!
Bihamdillâh ki bir zerre medâr-ı iftihârım yok.
Benî nev-i beşer resminde ancak bir heyulâ var."
Paçavra olan gerçek mürşid-i kâmiller işte bunlardır. İşte râbıta ancak bunlara yapılır, başkasına şâmil değildir.
"Âlem, Hazret-i Allah'ı bilir; âlim, nefsini bilir; yazar da cebini bilir." Bütün bunlar bu sırların içindedir.
•
Kâbe-i Muazzama'ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, Râbıta'dan murad olunan "Sâdıklarla beraber olunuz!" emri ilâhisini neden şirk kabul ediyorsun? Halbuki o da Allah-u Teâlâ'nın emri, bu da Allah-u Teâlâ'nın emri.
İnsan-ı kâmil bir perdeden, bir maskeden ibarettir. Kâbe-i muazzama'da ne ki varsa İnsan-ı kâmil'de hepsi mevcuttur. Onda öyle bir bina var ki, onu O yarattı. Onun özünde Hakk var. Kâbe-i muazzama'da Hacer-ül esved.
Onda Altınoluk var. Ezelden nasibdar olanlar o oluktan alırlar. O gördüğün İnsan-ı kâmil bir maskeden, bir perdeden ibarettir. İçinde yalnız ve yalnız O olduğunu hem bilir, hem görür.
Âyet-i kerime'de:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" buyuruluyor.(Zâriyat: 21)
Gören yalnız bunlardır. Onun içinde yalnız O olduğu için, O Kâbetullah oldu. İşte Râbıta ancak Kâbetullah'a yapılır.
•
Hülasâ-i kelâm:
Yalnız o bir perdeden ibarettir. Bu hale koyduğu kimseye ancak Râbıta yapılır. Bunlar dünyada tektir, yüz senede bir gelir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Resulullah'ın nûrunu ve velâyetini taşırlar, yardımcıları da bulunabilir. Bu başka birine şâmil değildir. Herkesin haddini ve hududunu bilmesi gerekir.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)
Ve fakat insan putuna değil. Nefsini ilâh edinen ise bir puttur. O kendisini putlaştırmıştır. Râbıta'yı ona yapan da onu putlaştırmış olur. Hani o kendini beğenen var ya, Hazret-i Allah onu bir nutfeden yarattı, kudretini izhar etti. Onu zâhir eyledi ve sahne-i imtihana koydu. Hemen biraz sonra varlığını çekecek, kabre koyacak, bir avuç gübre olacak. O zaman anlayacaksın amma hükmün aleyhine tecelli etmiş olacak. Nefis putunla beraber cehennemde yanmaya mahkûmsun.
İbtidâmız, zaaf ve fücur.
İntihamız, mevt ile kubur.
Bu bir sahne idi, denenmek için gönderilmiştik. Allah-u Teâlâ kimseye zulmetmez ve fakat gerçekten insan zâlim ve câhildir.
"Çünkü insan çok zâlim ve câhildir." (Ahzâb: 72)
Ve Cenâb-ı Hakk bunlara soracak. "Bunlar size mi tapınıyorlardı?" buyurduğunda nasıl kaçacaklarını, ne söz söyleyeceklerini bilemeyecekler.
Bunlara tapanlara da soracak. "Siz bunlara mı tapınıyordunuz?" Onlar da şaşıracak, hakikati görecek ve fakat önderleriyle, imamlarıyla birlikte cehennemi boylayacaklar.
"Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis'in bütün askerleri de." (Şuarâ: 94-95)
•
Tasavvuftan gaye "Koca bir adam olarak girdim, zerre hâkir olduğumu bildim."
Tasavvuf sırf bunu bilmek, bu hale ermek içindir. Bu ise bir başlangıç oluyor.
İnsan varlığını ifnâ etmedikçe Yaratan'ını bulmak şöyle dursun bilemeyeceği de anlaşılıyor. "Men arefe"nin sırrı burada tecelli eder. Ancak nefsini bilen Rabb'ini bilmiş olacak.
Nefsini bilmek için hılkiyetin olan bir damla kerih suya inmek gerekir. Onu da O yarattı. Sen busun. Kerih suyu yaratan O. Halden hale geçirip seni yaratan, nimetleriyle donatan, azaları yerli yerine koyan, üstelik seni bir sıfatla gösteren de O. Şu halde Var'ı bilebilmek için varlığı ifnâ etmek şart. Bu ise tasavvuf yolunun yolcusuna âit olan hususlardır.
Amma İnsan-ı kâmil'e gelince, mürşid-i pâk-i nihad'ın âlem-i ekber oluşu:
"Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım."
Kudsî Hadis-i şerif'inde beyan buyurulmaktadır.
Mümin kulun kalbine sığmaktan maksat, "Kalbine tecellî eder." demektir. Yoksa Allah kulların kalbine girer demek değildir.
Artık onun kalbi bir perdeden ibarettir. Yani onun varlığı bir perdeden ibarettir. Hüküm Hazret-i Allah'a aittir. Çünkü içinde O var. Bunun için mânen bir Kâbe oluyor.
Daha evvel "Dağların özünde elmas, Kâbe'nin özünde Hacer-i esved, insan-ı kâmil'in özünde Hazret-i Allah olduğu" izah edilmişti.
Taştan yapılmış olan Kâbe-i muazzama'ya karşı secdeye kapanmayı emreden Allah-u Teâlâ, "Sâdıklarla beraber olunuz!" Âyet-i kerime'si mucibince içinde yalnız O olana Râbıta yapılmasını emreden de Allah-u Teâlâ'dır.
Onun vücudu bir perdedir. Fakat perde biliyor ki; hem perdedir, hem de bir maskeden ibarettir. Çünkü içindekini görüyor. Kendisinin maske olduğunu görüyor. Yani hem görüyor, hem biliyor. İşte Râbıta yapan ancak içindekine yapmış oluyor, perdeye değil. Ama perdeyi O koymuş ve ileriye O sürmüş.
•
Kâbe-i muazzama'da Altınoluk var. Fakat Allah-u Teâlâ ona öyle bir oluk ihsan buyuruyor ki feyiz deryasından Resulullah'ın deryasına gelir, oradan da Mürşid-i kâmil'in deryasına gelir. Kâinat o deryadan alır, o Altınoluk'tan alır. Yani ona yönelen Hakk'a yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhiye'dir. Hazret-i Allah'tan Resul-i Ekrem'ine, Resul-i Ekrem'inden ona, ondan da O alınmakla feyzi ilâhî olur.
Meselâ:
"Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım."
Hadis-i kudsi'si ile;
"İçinizde... Görmüyor musunuz? (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerimesi'nin tecelliyatına mazhar oldukları için içindekini görüyor, maske olduğunu görüyor, biliyor. Gerçek mürşid olan Hazret-i Allah'tan feyiz alacağını da o biliyor. Çünkü Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır.
Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Onların kalblerinde yalnız Allah-u Teâlâ bulunur.
Ve fakat hakikatten mahrum olup, kalbi mâsîva ile dolmuş bir kimsenin varlığı Var'ı bulmaya hem mânidir, hem de en kalın perdedir. Görmeye de, bilmeye de en büyük mânidir. Allah-u Teâlâ onu bu hâle koymamıştır. Bu gibi kimselere Râbıta yapanlar, ancak onun nefis putuna yapmış olur.
"Selâm olsun hidâyete tâbi olanlara." (Tâhâ: 47)
•
"Sual:
Bir sâlik ne zamana kadar râbıtaya muhtaçtır?
Cevap:
"Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin!" (Ahzab: 41)
Âyet-i celile'sindeki mümin şüphesiz iç ve dış dünyası ile kâmil bir mümindir. Zikir ile emrolunan da bu zâhir va bâtın, iç ve dış âzâlarıdır. Yani yalnız dil veya kalp gibi bir cüz değildir. Binaenaleyh insanın bâtınında bulunan kalp, ruh, sır, hafâ, ahfâ ve nefs lâtifelerinin zikreder hâle gelmesi lâzımdır. Bu zikre nâil olmak ise yol gösterici ve gönül doktoru bir mürşidin zâhir ve bâtınından feyz ve mânevî yardım almasıyla müyesser olabileceğinden, bir sâlik bu zikirleri temin edinceye ve murakaba derslerine ulaşıncaya kadar Râbıta'dan uzak kalamaz. Murakabalara muvaffak olduktan sonra ihtiyaç duyarsa Râbıta yapar, duymazsa yapmaz." (M. Es'ad Erbili -kuddise sırruh- 11. Mektup)
Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselerdir. Râbıta yapan onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar. Bu böyledir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)
Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak, hem de tasavvuftan bahsedecek.
Bu mümkün değil!...
Bunlar ancak sun'i mutasavvıflardır. Gerçekten hakikatten mahrumdurlar. Bütün işleri zandan ibarettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)
Onlara yazıklar olsun! Kendisini bilmez, hakikati görmez. Vahdet-i vücud'dan dem vurur. İsmini duymuştur, olduğunu sanmıştır. Bunlar sahte olan tasavvuf ehli ve sahte olan Vahdet-i vücud'çulardır.
Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ederler. Hem ahkâma aykırı hareket ederler hem de bunu kendi büyüklüğüne verirler. Müridleri de öyle düşünür. "Efendim o zât çok büyük olduğu için şeriata aykırı işler işleyebilir." der. Ahkâm haricindeki bir hareketi kişinin büyüklüğüne değil, kişinin zındıklığına vermek lâzımdır.
Ahkâma ters düşen haller zuhur ediyorsa o mürşid mukalliddir, sahtedir.
Gökte uçtuğunu dahi görseniz, ahkâma mugayir iş işlediği zaman o keramet değil, istidrac'tır, o hükümsüzdür, şeyh şeytanıdır. Bugün sahanın çoğunu onlar istilâ etmişlerdir. Zanlarıyla amel ederler ve zan ile amel etmeyi öğretirler. Zanla konuşurlar, dayandıkları nefis putudur. Gidişatları hiçbir esasa dayanmaz.
Hakiki bir mürid atılırım korkusundadır. Sahte mürşid ise müridim kaçar korkusundadır. Çünkü onun şeyhliği müridlerinedir.
Müridleri ona şeyh diyor, o da ben şeyhim diyor. Bu neye benzer bilir misiniz? Bir şehrin valisi varken biri de "Ben bu memleketin valisiyim." der, vali makamına oturursa, derhal onu oradan alırlar ve gereken cezayı verirler. Tasavvur buyurun Allah yolunda tayin edilmeyen bir kimsenin o makamı işgal etmesinin cezasını!
Âyet-i kerime'de:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." buyuruluyor. (A'raf: 86)
Allah ehlini Hazret-i Allah tayin eder. O bir emânet-i ilâhidir. Kimi murad etmişse ona verir. Bu noktada arzu ile hareket edilmesini tasvip etmiyoruz.
Bunlar ise ya kendi kendisini seçer, ya annesi babası seçer, ya halk seçer. Bunlar mukalliddir, şeyh suretinde şeytandır. Halk onları büyütür. "Şu daha büyüktür, şu daha büyüktür!" diye. Haddi zatında bunlar bir yol kesicidir, birer deccaldir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir." buyururlar. (Münâvî)
Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.
Çünkü onları Hakk seçmedi. Kendini büyük gören gerçekten küçüktür.
Mukallidler zan ile hareket ederler, hiçbir hakikate isnad etmezler, etraflarını da böylece hakikatten uzaklaştırırlar. Gidiş yerleri cehennemdir, etraflarını da cehenneme sürüklemiş olurlar. Onlara tâbi olanlar, dünyada olduğu gibi, ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle olacaktır.
Âyet-i kerime'de:
"İnsan sınıflarından herbirini biz o gün imamları ile beraber çağıracağız." buyuruluyor. (İsrâ: 71)
Hakikat ehli azdır, onlar Hazret-i Allah'ın hükmünce hareket ederler. Onlar Hakk iledir. Verdikleri beyanlar, söyledikleri sözler de hakikattır. Her şeyi açık söylerler. Sakınmazlar, çekinmezler. Onlar Hakk'ın boyasına boyanmışlardır.
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'raf: 181)
Mukallid ise kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına boyanmıştır. Birisi Hakk'ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk iledir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur.Şeytanın askerleridirler. Zira onlar sahtedirler.
Ey nankör İnsan! Hiç yakışır mı bunca kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ'ya isyan? Sen olmaz mısın müslüman?
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Bir kimse Hacceder, ondan sonra kabrimi ziyaret ederse, hayatımda beni ziyaret etmiş gibi olur." (Câmiüssağir)
Yani; "Ben ölü değilim!" buyuruyor.
Burası çok mühim. "Beni öldü demeyin!" buyuruyor.
Ravzâ-i mutahhara'dayız. Bir kardeş dedi ki:
"Resullullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i nereden ziyaret edeyim?"
Kabr-i şerif'in yanındayız.
Kardeşim, içindeyse içinde ziyaret et. Dışındaysa nereden ziyaret edersen et!
Mahşer günü bütün sırlar açığa çıktığı zaman Hâtem-i veli'nin muhteşem halinden Resulullah Aleyhisselâm şöyle bahis buyurmuşlardır:
"Onlar benim ümmetimden, âhir zamanda gelecek bir topluluktur ki; kıyamet gününde, tıpkı peygamberlerin haşrolunduğu gibi haşrolunacaklardır. İnsanlar, durumları gösterilip de onları gördükleri zaman, onların peygamberler olduklarını sanacaklar. Tâ ki ben, 'Ümmetimdir, ümmetimdir!..' deyip de kendilerini tanıtıncaya kadar... Nihayet halk onların peygamber olmadıklarını anlayacak. Şimşek ve rüzgâr misâli geçip gidecekler, nurlarından mahşer ehlinin gözleri kamaşacak!" (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. no: 198/2, 486ayaprağı)
Bunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyurmaktadırlar:
"Peygamberler ve şehidler kıyamet gününde onların yerlerine ve Allah-u Teâlâ'ya olan yakınlıklarına gıpta edeceklerdir. Allah bilendir." ("Kitâbu İlmü'l-Evliyâ"; Haraççıoğlu)
Gıpta etmeleri ona verilenden ötürüdür.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri de: "Onu tanıyıp itibar gösteren kimseye, ondakinin benzeri gibi bir elbise giydiriliyordu." buyuruyorlar.
Daha evvel de arz ettik ki; bu elbise ilâhî bir nurdur. Bu lütuf yalnız sâdık ihvana âittir. Allah-u Teâlâ ona giydirdiğini yakınlarına da giydirecek, üzerlerinde o elbise olduğu halde mahşere çıkılacak. Mahşer halkının arasında en büyük şerefi taşıyacak. Dikkat ederseniz ona giydirilen elbise ihlâslı ve sâdık olan hakiki ihvana da giydiriliyor. Bu ise sadakat ile bütün gönlü ile bağlı olan kimseye âittir, başkasına âit değildir. O elbise öyle bir elbisedir ki, mahşerde de o elbise ile çıkılacak. Bugün dahi böyledir. Şöyle ki:
Hazret-i Allah'ın zikir meclisini arayan melekleri vardır. Onları Allah-u Teâlâ'ya arz ederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ'nın yollarda dolaşıp zikir ehlini arayan melekleri vardır. Onlar Azîz ve Celîl olan Allah'ı zikreden bir topluluğu bulunca: 'Aradığınız buradadır.' diye birbirlerini çağırırlar. Hepsi orada toplanıp onları dünya semâsına kadar kanatları ile çepeçevre kuşatırlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2161)
Kalplerindeki râbıta, bağlılık, gönüllerindeki sadakat ve teslimiyet, içlerindeki muhabbet, sevgi onları ayan eyler. Ona muhabbet ve sadakatleri ile ayrılıyor, yaptıkları bu cihad ile tanınıyorlar...
Biz size demiştik ki; "Göktekiler aşağıdaki nurlara bakar, seyreder, gıpta ederler." İhvan böyledir.
Niçin? Çünkü onun hakkında Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Velilerin ve âriflerin efendisi, yer ehlinin emniyeti, gök ehlinin nazar yeri, Allah-u Teâlâ'nın has kulu ve O'nun nazargâhı olur." buyuruyor. ("Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdisü'r-Resûl"; c. 1, s. 479-480)
Verilen ona verildiğinden veriliyor, alan da ondan alıyor.
Allah-u Teâlâ onu sevdiği için, o kimse de O'nun sevdiğini sevdiği için, Allah-u Teâlâ da onu sever.
Râbıta ile öyle bir merbudiyet husule gelir ki mürşid-i kâmil'deki bütün hasletleri bir mürid üzerine geçirebiliyor. Kalbindeki muhabbet bağı ile onun boyasına giriyor. An be an onun gibi oluyor, ondan akseden nurlar ile nurlanıyor. Nura baktıklarından o nur onlara aksediyor.
Şu kadar var ki sadık ihvan; ihlâs, istikamet, mahviyyet ve cihad üzere olan ihvandır.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun ruhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın ruhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Allah-u Teâlâ o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun.
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz, Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir, isterse bildirmez.
"Gözlerim uyur kalbim uyumaz." (Buharî)
Hadis-i şerif'inde rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel olarak öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
Rûhâniyet nurlar çeşidinden olduğu için güneş ışığı gibi yakınlık ve ıraklık tesirinden uzaktır.
"Eğer Yemen'de olsan, benim ile isen yanımdasın. Yok bensiz isen, yanımda da olsan, Yemen'de gibisin."
Farsça şiiri dahi bu hakikati izah için âdil bir şâhittir.
Rûhâniyet dünyada seninle olduğu gibi, kabirde de seninle, mahşerde de seninle, cennet-i âlâ'da da seninle arkadaştır.
Bunun delili şu Âyet-i kerime'dir:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Ahlâk-ı zemime ile meşgul olanlar, nefis ve şeytana uyanlar, dünyada o kötü arkadaşla oldukları gibi, kabirde de, mahşerde de, cehennemde de onunla arkadaştırlar.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği, tasarruf sahibi kullarda olur, başkasında tecelli etmez. Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekili oldukları için Resulullah Aleyhisselâm'ın nazarı ve tasarrufu onların üzerindedir. Yani ona gelen bu hâlât Resulullah Aleyhisselâm'dan gelmektedir.
Onun vekili dahi istimdat edildiği zaman, hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişiyor. Kabirden gelen onun rûhâniyetidir, ceset değil. O da ancak Allah-u Teâlâ'nın emriyle izniyle yürür.
Peygamberler ve veliler öldükten sonra da Hazret-i Allah'ın ihsan ettiği kadar dünyada dolaşırlar. Çünkü onlar dünyaya bağlı kalmadıkları için Allah-u Teâlâ da onları ahirete bağlamamıştır. Gelirler, giderler.
Cesetleri yerdedir, rûhâniyetleri emrolundukları yerdedir.
Ceset toprakta, ruh cennette, rûhâniyet iş başındadır. O gittikten sonra rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın izniyle iş başına geçer. Allah-u Teâlâ onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askerleridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır. Hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa, izn-i İlâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir. Daha önce kişi iş başında iken, o gittikten sonra rûhâniyet iş başına geçer. Onu Allah-u Teâlâ idare eder. O anda elli kişi müracaat etse ve dünyanın bir ucunda olsa, hepsine birden yetişir. Yetişen, onun emrinin altında bulunan lâtifelerdir. Rûhâniyet de lâtifeler de aynı o kişiye benzer. O, amma o değil. O toprakta yatıyor.
Hayatta iken insanda nefis, şeytan, ihtiyaçlar ve meşgaleler olduğu için, basireti bağlanabiliyor. Amma orada bunlar yok. Rûhâniyet kınından çıkmış kılıç gibidir, keskin bir şekilde icraat yapar.
Bu durum beşeriyetin ilmi dahilinde değildir, ancak ehline mahsustur.
Demek ki rûhâniyet ona yardımcı olduğu gibi, aynı zamanda ölmüyor da.
Sıkıştığınız zaman hatırlayınız ki, ola ki Cenâb-ı Hakk yardım eder.
Bir keresinde de demiştik ki; "Sıkıldığınız zaman kitaplara sarılın, rûhâniyet gelir, sizi teselli eder."
Binaenaleyh; Hızır Aleyhisselâm'ın vazifesi ile muvazzaf olmak ancak Hâtem-i veli'ye mahsustur.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri onun hakkında: "Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir." buyuruyor. ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, no: 2058, vr. 206a-206b)
Cenâb-ı Hakk yürütecek onu. Ona muvakkaten bir ölüm var. Cenâb-ı Hakk onu dilediği şekilde kullanacak, kullanıyor. Evet, ceset bir anda toprağa girmiştir amma Cenâb-ı Hakk ona dilediği şekilde tasarruf eder.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta: "Her iki âleme de iştirak etme ve ikisinden herhangi birine hükmetme yetkisi ona verilmiştir." buyuruyorlar.
Hazret-i Mehdi'nin ruhâni yardımcısı olacağını da İsmail Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri haber vermişlerdir. (Tuhfe-i Aliyye, s: 229)
Cemâleddîn Mahmûd Hulvî -kuddise sırruh- Hazretleri de:
"Onun tasarrufu Hakk'ladır, kendisinden değildir." buyuruyor. (Câm-ı Dil-nüvâz)
•
Yine İsmail Hakkı Bursevi -kuddise sırruh- Hazretleri: "Havvas zâtlar o dergâha sürünerek gelir." buyuruyor.
Fakir de öyle diyorum:
"Allah'ım sevdiklerinin rûhâniyetini lütfet, onların vasıtası ile af ve mağfiret et."
Onun için onlar geliyorlar, burası manen doluyor. Ola ki Rabb'im mağfiret eder, Allah-u Teâlâ bu lütfu buraya bahşetmiş, yok başka yerde...
Onlar zâhiri geliyorlar, bâtında gelenler kim bilir neler neler geliyor?
Halid-i Bağdadî -kuddise sırruh- Hazretleri, Taha'l Hakkari -kuddise sırruh- Hazretleri'ne hitaben: "Allah-u Teâlâ yardımcın, Sadât-ı kiram'ın ruhları sığınağın olsun." buyurmuşlardır.
Bunları arz etmekteki maksadımız; onların rûhâniyetleri ölmez, sıkışana yetişir, bunu duyurmaya çalışıyoruz.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de, Hâtem-i veli hakkında; "Kendisine sığınılan bir sığınaktır, elde edilmek istenen şeylerin kaynağıdır." buyuruyorlar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'ne karşı bir kusur işlediğim zaman affeder diye ümidim olur. Fakat Habib'ine karşı bir kusur işlersem, cidden beni affetmez diye korkarım.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tazim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tazim lâzımdır. Her hâl ve ahvalde hürmet vecibesini korumak gerekir. Ziyaretine giderken de, "Allah'ım, lâzım gelen tâzim ve edebi bana lütfet, senin lütfunla gideyim, bunu bana kolaylaştır ve kabul buyur."
"Rabb'im! Habib'ine karşı nasıl tazim etmem ve teslim olmam gerekiyorsa sen bu hâli bana lütfet. Senin lütfedeceğin bu sermaye ile Habib'ine öylece tazim edeyim ve teslim olayım!" diye niyaz ederim.
Hayat boyunca böyle kıymetli zevât-ı kiram'a giderken de, onlara karşı işlenecek küçük bir hatanın büyük olacağını düşünüp, Hazret-i Allah'a sığınmak ve öylece gitmek lâzım.
Biz onlara menfaat olsun diye değil, onlardan menfaat için gideriz. Padişah dilenciden bir şey beklemez, dilenci padişahtan bekler...
Abdülkadir Geylani -kuddise sırruh- Hazretleri: "Dünya, önünde yüzük kaşı kadar küçülür." buyuruyor. (F. Rabbani, 5. Meclis)
Bunun iki mânâsını arz etmiştik:
Birincisi; o dünyaya hiç değer vermez. İkincisi; onu manen büyütmüştür, dünya yanında küçük kalır.
Bir diğer mânâsı ise; Hazret-i Allah ona dünya ve ahirette öyle tasarruf yetkisi vermiştir ki dilediği yerde olur. Bazen haberi bile olmaz. Bu da rûhâniyet ile olur.
Bandırmalı-zâde Seyyid Mustafa Hâşim el-Üsküdârî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurduğu:
"Bir anda hem doğuda, hem batıda, hem Mekke'de ve hem cesedlerin rûhu olan pâk cesedinin olduğu yerde görünür; belki her anda ve her zamanda, her mekânda bir sûret ile hazır olur ve zuhûr eder."
Tayy-i mekân budur.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y" isimli eserinde;
"Velileri ve peygamberleri seçtiği gün onu kendi hizmetinde kılması..." buyuruyor. ("Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y", s.191, bas.:Beyrut, 1992)
Kendi hizmetinde kılması, burada da olur, kabirde de olur. Öyle ki Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm zamanında da olur, mahşerde de olur. Dünyada iken kendi hizmetinde bulundurduğu için ahirette yine kendi hizmetinde bulunduracak çünkü onun cennetle ilgisi yok, o hizmetçi... Dünyada da hizmetçi, ahirette de hizmetçi.
Cennet-i alâ başkasının olsun, kulluk bizim olsun. Bu şeref başka, o şeref başka...
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri ifşaatının devamında:
"Ve benzerini hiçbir kulağın işitmediği bir senâ ile onu kendisiyle konuşturmasıdır." buyuruyor.
Sevdiği için yaklaştırmış, kendi hizmetinde bulunduruyor. Yaver, amma Hakk'ın yaveri, halkın değil.
O, Hakk ile hemhâl; halk ile değil. Çünkü Hakk onu kendisi için yaratmış.
"Seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Hazret-i Allah'ın misafirleridir onlar. Onlar O'nun konuğudur, O'nun mahreminde yaşarlar.
Kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeyden haberdar ettiğini bilmemiz lâzımdır.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri, "Ölenler hayvan imiş, aşıklar ölmez!" buyuruyorlar.
Bu sözün aslı burada tecelli eder.
Bu bakımdan ehl-i kemâl insanların ziyaret edilmesinden büyük kârlar husule gelir, oradan boş dönülmez. En güzel ziyaret, gönülle yapılandır. Uzaklık, yakınlık fark etmez...
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Ve bu türbeye kubbedir ki; seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, s: 436)
Bununla şunu demek istiyor. O öyle bir tecelliyât-ı ilâhiye mazhar olmuş ki; kim ki o tecelliyata yönelirse istifade eder, her kim ki meylederse o tecelliyatın ziyasına nail olur. Hayatta olsun vefatta olsun.
Bunun da sebebi; varlığı ifna edildiği için…
Hazret-i Allah içinde olduğu zaman vücud elbisesi de o nurdan nur alır. Vücud elbisesi nur olursa, kefeni de nur olur. Kefeni nur olursa kabri de nur olur. "Nûr alâ nûr" olduğu zaman artık o, ne ölür ne de çürür.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurduğu;
"Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olma" nın manası:
Allah-u Teâlâ onu kullanacak, ruhaniyyet iş görecektir. Tasarrufu devam edecektir. Kınından çıkmış kılıç gibi olacaktır.
•
Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî" isimli eserinde şöyle buyurmuştur:
"Onun sûreti de hem ezelî, hem ebedîdir." (142a yaprağı.)
Ezelî oluşu; Allah-u Teâlâ ruhunu ezelden halketmesinden, Âyân-ı sâbite'de onu oraya koymuş olmasındandır.
Ebedî oluşu ise; o, O'nun hıfz-u himâyesinde olacak, yok olanlarla yok olmayacak. O, vazifesini velâyet sebebiyle yapıyor, yapacak.
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyurmaktadırlar:
"Dolayısıyla o, ezelî ve ebedî olup, hiçbir şekilde nihayete ermez." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 28b vr.)
Onun desteği doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dır. O sıfatı ona vermesi, O'nun desteği demektir. Sıfatı nerede ise O da oradadır. O, ezelde nasıl takdir ettiyse öyle olur. Ezeli yapar, ebedi yapar, dilediğini yapar. Çünkü o, O'nun hükmünün içindedir, kendi arzusunun içinde değil.
Hülâsa olarak arzetmek gerekirse, bu Zevât-ı kiram'ın ifşaatlarının ortak noktası şudur:
"Onun için ölüm yok. Onun hayatı da vefatı da birdir. Onun ölümü ölüm değil, aynı tasarrufu devam edecek. Onun için endişeye lüzum yok." demek istiyorlar.
Yok, yol kesilmiş, yol bitmiştir. Yalnız Hâtem-i veli'nin tasarrufu devam eder. Râbıta yaptığınız zaman Cenâb-ı Hakk mukabele eder.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Artık o, O'nunla kalkar, O'nunla oturur ve hâllerinde O'nunla tasarruf eder." buyuruyor. (Nevâdirü'l-Usûl fî Marifeti Ehâdîsü'r-Resûl)
Cemâleddîn Mahmûd el-Hulvî -kuddise sırruh- Hazretleri ise;
"O'nun tasarrufu Hakk'ladır, kendisinden değildir." buyuruyor. (Câm-ı Dil-nüvâz)
Ziyâüddîn Ammâr el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyuruyorlar:
"Bilâkis bütün tasarrufu Allah iledir. Bütün fiillerinde, tasarruflarında, hareketlerinde ve makamlarında Allah'ı görür, bütün fiillerinde O'nun vâsıtasıyla tasarruf eder; Allah vâsıtasıyla tasarrufta bulunan odur." (Behcetü't-Tâife Billâhi'l-Ârife)
Râbıtanızı hiç kesmeyin. Artık yol kesiliyor. Bundan sonra Hazret-i Mehdi geliyor, başka mürşid gelmeyecek. Allah'a emanet edip öyle gideceğiz. Fakirden sonra bu mektep devam edecektir.
Yakup Aleyhisselâm; "Bu benim tedbirimdir. Takdir O'nundur." buyurdu.
"Bununla beraber ben, Allah'ın hükmünden hiçbir şeyi sizden gideremem. Hüküm yalnız Allah'ındır." (Yusuf: 67)
Onun için benim niyazım tedbirdir, hüküm O'nundur.