"Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz.
Kudreti karşısında en güçlü kimselerin âciz kaldığı Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz."
•
"Allah-u Teâlâ bu âlemi büyük bir ceset olarak vücuda getirdi ve o cesede ruh olarak Âdem Aleyhisselâm'ı koydu. Bu âlemden maksat Âdem Aleyhisselâm'dır. Âdem Aleyhisselâm'dan maksat ise insan-ı kâmildir. Bu âlem görünüşte "Âlem-i kebir" yani büyük âlemdir. Fakat aslında "Âlem-i sağir" yani küçük âlem olup, "Âlem-i kebir" Âdem Aleyhisselâm'dır. Çünkü âlemde mufassal olarak ne ki varsa, hülâsa olarak Âdem Aleyhisselâm'ın vücudunda dürülmüştür ve mevcuttur.
Arzın, melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsı insandır. Bunun için "Âlem-i kebir" denmiştir."
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"O Allah ki, seni (yoktan) yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi.
Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitâr: 7-8)
"İnsanı yarattı." (Rahmân: 3)
İnsan; biri hisle müşahede edilen beden, diğeri de akıl ile idrak olunan ruh olmak üzere iki unsurdan husule gelmiştir.
Ruh Allah-u Teâlâ'nın insana bahşettiği en büyük nimetidir. O bir emr-i ilâhidir.
Âyet-i kerime'de:
"De ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." buyuruluyor. (İsrâ: 85)
İnsan hadd-ı zâtında bir resimden ibarettir. Ona bütün hareketi veren ruhtur. Birisi bizi çağırdığı zaman "Efendim!... diyoruz. Ruh alındığı zaman kalıbımız bunu diyebiliyor mu?
Bu noktada size mühim bir hususu arzedelim:
Ruh O'nun değil mi? Evet... O'nunken ve bizi ayakta tutan, düşündüren, konuşturan, yürüten, ibadet ettiren ve Hakk'a yaklaşmaya çalışan ruh olduğu halde; Allah'ımızın bu ihsanından dolayı hiç şükrümüz var mı? Şükretsek edebilir miyiz? Şükür de yok, şükredemeyeceğimizin bilgisi de yok.
Diğer taraftan ruhu bu vücuda sığdırdı. Binayı kurdu, dayadı-döşedi, nimetlendirdi, ziynetlendirdi.
İnsan üzerinde öyle nimetler var ki, saymakla tükenmez.
Âyet-i kerime'lerde:
"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." (Lokman: 20)
"Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." buyuruyor. (Bakara: 29)
Nutfeden kan pıhtısını, ondan da kemikleri yapıp, et ile örttü. Göz-kulak, el-ayak gibi organları ikmal ile insan suretini teşekkül ettirdi, ruh vererek onu canlandırdı. Ağlamaktan başka hiçbir şeye gücü yetmeyen mini mini bir çocuğa ana-baba gibi iki müşfik hizmetçi tayin ederek suya-ateşe, yağa-tuza, vakte-zamana muhtaç olmayan tatlı bir gıdayı ona yedirdi. An be an yeni yeni tecellilerle kendisini olgunlaştırmaktadır.
Ona öyle bir akıl, fehim ve idrak vermiş ki, o sayede akıllara durgunluk veren bu muhteşem kâinatın muazzam bir yaratıcısının olduğunu sezebiliyor, kavrayabiliyor.
Ona göz vermiş bakıyor. Göz bebeği denilen ufacık bir nokta ile dünyaları görüyor, semâları seyrediyor. Duyma hassasını vermiş işitiyor. Kaşlar, kirpikler hep birer önemli iş görüyor. Konuşma imkânı vermiş. O uzuvlara, o hassaları vermeseydi ne kulak duyardı, ne göz görürdü, ne de ağız konuşabilirdi. Nice kulaklar var duymuyor, nice gözler var görmüyor. Kalp vermiş, hayatını idame ettirmesi için nefes ihsan buyurmuş. Bir an kesiverse hayatımıza malolacak. Ona el, ayak vermiş. İhtiyaçlarına göre âzâlar vermiş. Bunları satmaya kalksa kaça satar? Veya satar mı? Birisi "Gözlerini bana sat, sana şu kadar para vereceğim." dese, acaba satmayı düşünür mü? Parmağın ucundaki hassasiyete bir bakın, kör onunla görüyor. Bir parmak izi diğer hiçbir insanın parmak izine uymuyor. İnsanlar hiç birbirine benzemiyor. Sesleri ayrı, şekilleri ayrı, mizaçları ayrı...
O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi.
Sonra onu kendi mülkünde yaşatıyor. Her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Bütün kâinatı insana musahhar kılmış hizmet ettiriyor. Dağlar-denizler, ırmaklar-göller, ovalar-çöller... hep insanın emrine verilmiş. Nebâtat sana hizmet ediyor. Hayvanat sana hizmet ediyor. Güneş, ay, yıldızlar ve rüzgâr sana hizmet ediyor. Su senin emrinde, hava senin emrinde...
"Göklerde olanları, yerde olanları hepsini size musahhar kılmıştır." (Câsiye: 13)
Yerleri, gökleri direksiz desteksiz tutuyor. Gündüzün peşinden geceyi, gecenin peşinden de gündüzü getiriyor. Dilediği zaman semâdan yağmurlar yağdırıyor, arzdan sular fışkırtıyor.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek yaprak yapabilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde var olan yalnız Hazret-i Allah'tır.
Öyle bir Allah ki, dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalıyor. Hacetler arttıkça in'am ve ikramı da artıyor. İyilik ve güzellikleri bitmez tükenmez.
Âyet-i kerime:
"Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız icmâlen bile sayamazsınız." (Nahl: 18)
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O'nun, her lütuf O'ndan... Ruh da O'nun, beden de O'nun... İnsanda ne var? Hiç. Ruhtan haberimiz yok, vücuttan haberimiz yok. Bu kadar ihsanlardan haberimiz yok. Bizim daha kendimizden haberimiz yok. Üstelik bütün bunları benimsiyoruz, benim diyoruz. Hatta O'nun ihsanları ile O'na tefahüre kalkıyoruz. O'nun emanetlerini nefsimize mâlettiğimiz için O'nun malını O'na satmaya kalkmış oluyoruz.
Bu satış nasıl olur? Halka anlatırken benim diye anlatır. Ben biliyorum diye anlatır, bendendir diye anlatır. Halbuki Allah-u Teâlâ o ihsanları ona emaneten ve muvakkaten vermiştir. Biraz sonra da alacak, kendisini bile alacak. Çünkü kendisi de kendisinin değildir. İnsanoğlu bunu bir türlü bilemedi.
Âyet-i kerime'de:
"Çünkü insan çok zâlim ve câhildir." buyuruluyor. (Ahzâb: 72)
Bundan büyük cehalet, bundan büyük zulüm mü olur? Bizdeki şu gaflete bak!
Bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan'a hasım kesilen, nâmütenahi nimetlerle donatıldığı halde şükretmeyip nankörlük eden, Allah'a inanmayan, olanca kibiriyle öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kimseleri Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'lerinde zemmediyor. Akıl ve idraklerini gerçeği araştırmaya, bu en mühim husus üzerinde derinden derine düşünerek hakikati bulmaya davet ediyor:
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan (isyana sürükleyen) nedir? O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi." (İnfitar: 6-7)
"Ey inkâr edenler! Sizi biz yarattık. Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Gördünüz mü rahimlere akıttığınız meniyi? Onu siz mi düzgün bir insan suretine getiriyorsunuz, yoksa biz mi onu yaratıyoruz?
Aranızda ölümü biz takdir ettik. (Ne zaman öleceğinizi belirleyen biziz) Biz dilediğimiz şeyi yerine getirmekten âciz değiliz. Sizi ortadan kaldırıp da bilmeyeceğiniz bir biçimde yaratmaya da gücümüz yeter.
Her halde ilk yaratılışınızı bilirsiniz, fakat tekrar yaratılacağınızı da düşünmeli değil misiniz?" (Vâkıa: 57-62)
Yaratılan her şey, bütün bunları yaratan Müdebbir'in kudret ve azametine, vahdaniyet ve samedâniyetine apaçık birer delildirler.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametini, hikmetinin tecellilerini göstermek için bu deliller üzerinde açıklamalarda bulunacağız.
Var olan her şeyi O yaratıyor, insanı en mükerrem yarattığı ve dünya âlemini onunla süslediği için insanı ele alıyoruz.
Allah-u Teâlâ dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları ve ibadet etmeleri için yaratmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bunun üzerine ruhlar âlemini ve cisimler âlemini yarattı.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım." (K. Hafâ)
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Allah-u Teâlâ'nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı. Zât-ı akdes'inin varlığından evvel hiçbir şey yoktu. Bütün varlıklar O'nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.
Hadis-i şerif'te buyurulduğu üzere:
"Allah var idi ve Allah'tan başka bir şey mevcut değildi." (Buharî. Tecrid-i sarih: 1317)
Sonra varlığını ve kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanları yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzere yarattı.
Allah-u Teâlâ ilk insan olma şerefini kazanan Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmadan önce, ona olan lütuf ve ihsanını meleklere haber vermiş, "En yüce melekler meclisi" mânâsına gelen Mele-i a'lâ'da anarak yüceltmiştir.
Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ, yeryüzünde hiç insan yok iken, kuru toprağa hayat vererek Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmıştır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!' dedi ve oluverdi." buyuruyor. (Âl-i imran: 59)
Bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin ilk numunesini yaratan O'dur.
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışında Allah-u Teâlâ'nın kudretinin tecellileri kat kattır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki biz sizi yarattık." (A'raf: 11)
Siz hiçbir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.
Burada bizzat Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışı yerine, bütün insanların yaratılışı ifade edilmiştir. Çünkü onun yaratılmasından maksat, nesli vasıtasıyla yeryüzünün bayındırlığının sağlanmasıdır. Böylece onun yaratılışı, bütün insanların yaratılışı mesabesindedir.
"Sonra size şekil verdik." (A'raf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi "Ahsen-i takvim" olan insan şekline koyduk.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı." (Buhari)
İnsanda öyle tecelli ettiği gibi kâinatta da öyle tecelli etti.
İnsanın hayat bulması hakkındaki ilâhî iradesi tecellî edince; zamana, tahavvüle, teselsüle muhtaç olmaksızın ilk insan müstakil olarak vücuda geldi.
Onun bir insan olmasını diledi ve öyle oldu. Üzerine kudretinin sırlarını, eşsiz hikmetini akıttı. Hikmetinin muktezâsına uygun olarak yedi merhaleden geçirdikten sonra insan haline getirdi.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır." buyuruluyor. (Nuh: 14)
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u Teâlâ'dan başkasının bilemeyeceği kerih bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti ki o zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir şey iken, tanınan bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi, onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.
Nitekim Müminun Sûre-i şerif'inde insanın bu yedi devresi ve bir durumdan diğerine geçirilmek suretiyle yaratıldığı unsurlar beyan buyurulmaktadır:
"Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâh olan rahimde nutfe haline getirdik.
Sonra o nutfeyi aleka, yani kan pıhtısına çevirdik. Derken alekayı da mudğa yani bir çiğnemlik et yaptık. O mudğayı da kemikler haline çevirdik. O kemiklere de et giydirdik. Daha sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşâ ettik." (Müminun: 12-14)
İnsanı bir damla kerih sudan yarattı.
"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)
O kerih su o kadar kerih ki üzerine bulaşsa namaz kılamıyorsun.
"Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?" (Mürselât: 20)
Hazret-i Allah öyle bir Allah ki o kerihlikten dilediği şekilde inşa ediyor.
Hiç dikkat ettin mi? Senin aslın bir damla pisliktir. Bu kerih şeyden seni yaratıyor, dilediği şekilde inşâ ediyor, uzuvlarını bir bir takıyor. Seni bir bebek olarak dünyaya getiriyor. Ana karnındaki çocuğu anne mi yapıyor?
Maksadımız azâmet-i ilâhiyi size gözünüzle göstermektir.
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, muhtelif Âyet-i kerime'lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde; Allah-u Teâlâ'nın Âdem Aleyhisselâm'ı yeryüzünün her tarafından alınan toprakların birleşiminden yarattığını, bu toprağın muhtelif olmasından dolayı da Âdem Aleyhisselâm'ın neslinin değişik karakterler taşıdığını beyan buyurmuştur.
"Rabb'in her şeye kâdirdir." (Furkan: 54)
Allah-u Teâlâ, önce çamurdan seçerek bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa o sülâleden yaratmıştır. Yaratıldığı toprak da her türlü topraktan süzülmüştür.
Çamurdan madenleri, bitkileri ve hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâsasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonuncusu olmuştur.
Âdem Aleyhisselâm'ın çamuru hazırlanırken bir takım safhalardan geçirilmiş, tedrici bir tekâmüle tâbi tutulmuş ve böylece her safha ve kademede insan cinsinin özelliği korunmuştur.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı; toprağı çamur haline, sonra kara balçık, daha sonra ses getiren kuru balçık haline getirerek topraktan yaratmıştır.
Bunlar yaratılışın merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellisiyle şekillendirilmiştir.
Allah-u Teâlâ daha sonra ruh vererek insanın yaratılışının kemâle erdiğini Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Ruh, şekillendirilmiş balçığa girince her tarafına sirayet etti, orada hayat ve hareket başladı. O basit balçığa o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine haiz iken, insan şeklini alıncaya kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç şüphesiz ki O'nun kudretinin yüceliğini gösteren birçok hikmetler ve ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
Âyet-i kerime'de:
"Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır." buyuruluyor. (Câsiye: 4)
İnsanın yaratılışı olduğu gibi; hayvanların yaratılışları, beslenmeleri, doğurma ve üremeleri de Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametine delâlet etmektedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi, onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.
İnsanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış, her birini birçok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir. Onun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nispetle en güzel şekil olduğunu anlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Size suret verip, suretlerinizi de en güzel şekilde yapmıştır." (Teğabün: 3)
Bütün yaratıkların içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuştur.
İnsanın bütün uzuvlarında harikulâde ince sanatlar vardır.
Yarattığı her bir şeyde güzellik ve eşsiz sağlamlık tecelli etmektedir.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O'nundur.
Açık bir göz, uyanık bir kalp bütün bu varlık âleminde güzeli ve güzelliği görür. Gördüklerinin güzelliğini şuurla kavrar.
Allah-u Teâlâ bu şekil verdiği balçığa kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını meydana getirmiştir.
İnsanın yaratılışındaki değişik merhalelerin olması, Allah-u Teâlâ'nın tek gerçek olması dolayısıyladır.
Allah-u Teâlâ öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkma hakkında şüphe edenlere, ilk yaratılışlarını müşahhas bir delil olarak önlerine koyuyor ve buyuruyor ki:
"Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, gerçek şu ki; biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Ki size kudret ve hikmetimizi açıkça gösterelim." (Hacc: 5)
Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmanın, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur.
Bu merhaleli yaratılış ile güç ve kudretinin, azamet ve ululuğunun ne kadar mükemmel olduğunu, insanları önce topraktan, sonra bir nutfeden yaratmaya kâdir olanın tekrar onu yaratmaya kâdir olduğunu açıkça göstermeyi murad etmiştir. Halbuki görünüşte toprak ile nutfe arasında herhangi bir münasebet yoktur. Nutfeden sonra onu bir aleka ve bir çiğnem et hâline getirmiştir. Aleka ve çiğnem eti kemiğe dönüştürmüştür. İşte insanları bu şekilde tedrici olarak yaratmakla kudretinin ve hikmetinin sırlarını göstermiştir.
Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var etmektir. Bu da yalnız Hazret-i Allah'a mahsustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir." (Zümer: 62)
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemalini gösterir.
"Allah ne dilerse yaratır." (Âl-i imran: 47)
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.
İnsanların yaptığı, sadece O'nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece "Ol!" demekten ibarettir. O da hemen oluverir." buyuruyor. (Yâsin: 82)
Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhi beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
O bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak var olur.
İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı, mukadderetını da dürdü ve "Ol!" dedi, oluverdi. Diğerleri hep teferruattan ibarettir. Biz ise çocuk oldu deyip geçiyoruz, ötesini göremiyoruz. Ondaki bütün hassalar Cenâb-ı Hakk'ın birer ikram ve ihsanıdır. Herkes kabuğu görür, özü gören azdır. Herkesin gözü yaratılanlarda kalmış.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sonra sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarıyor." (Mümin: 67)
İnsanın topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her safhasında, Allah-u Teâlâ'n'ın kudretinin yüceliğine delâlet eden ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
Allah-u Teâlâ gören göze, duyan kulağa, anlayan gönüle ibret olsun, yüceliğine ve yaratıcılığındaki eşsizliğe bir delil olsun diye insanı varlık âlemine çıkarmış; insanoğluna verdiği değeri, ikram edip şereflendirdiğini, onu en güzel bir şekilde ve mükemmellikte yarattığını Âyet-i kerime'sinde haber vermiştir:
"Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)
Kâinatta ne ki yarattıysa bir insanda mevcuttur. İnsanı bir takvim hâline koymuştur.
İnsan niçin mükerremdir? Allah-u Teâlâ yarattığı için, içini ve dışını donattığı için, içinde O olduğu için mükerremdir. Binaenaleyh bu mükerrem olan insanın her organı da mükerremdir, kişiye âit değildir.
Bütün dünya senin olsa bir beden satın alabilir misin? Bir tek organı yapabilir misin? Yaratan O, yaşatan O...
Allah-u Teâlâ'nın yarattığı en değerli varlık insandır. Göklerde ve yerde bulunan her şey insan için yaratılmıştır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Görmediniz mi, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah size boyun eğdirdi." (Lokman: 20)
İnsanın ruhu ilâhi nefhanın tezahürü, bedeni ise Allah-u Teâlâ'nın kudretinin surette tecelli eden eseridir.
Allah-u Teâlâ dünya mülkünde ona halifelik gibi üstün meziyet vermiştir. Ona lutfettiği yüksek kabiliyetler sayesinde, bütün varlıklar arasında en mümtaz yerini almıştır.
İsrâ Sûre-i şerif'inin 70. Âyet-i kerime'sinin devamında:
"Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık." buyuruluyor. (İsrâ: 70)
Yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün olma şerefini insana Allah-u Teâlâ vermiştir. Bu ancak O'nun tarafından verilen nimet ve ikramdır.
Allah-u Teâlâ Tin Sûre-i şerif'inde:
"İncire ve zeytine. Sina dağına ve şu güvenilir şehre andolsun ki!" (Tin: 1-2-3)
Buyurarak, mübarek meyvelerden olan incire ve zeytine, Musa Aleyhisselâm'ın Rabb'ine münacaatta bulunduğu Tur dağına ve Muhammed Aleyhisselâm'ın doğup büyüdüğü Mekke-i mükerreme şehrine yemin etmiş, daha sonra da bu yeminlere cevap olarak şöyle buyurmuştur:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin: 4)
Âyet-i kerime'de geçen "Takvim" kelimesi; kıymet biçmek, kıymetlendirmek mânâlarına gelir. "Ahsen-i takvim"ise, büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu da, maddi ve mânevî her türlü güzelliği içine alır.
Gerek bedeni ve organları bakımından, gerekse mânevî bakımdan insan en güzel biçimde yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın verdiği bu kıymet, onun fevkalâde cismânî yapısında, eşi ve benzeri bulunmayan aklî durumunda ve ruhî bünyesinde apaçık görülmektedir.
Mühim olan ise, insanın Allah-u Teâlâ tarafından verilen fazilet ve meziyetini koruması, Rabb'inin kendisine bir lütuf olarak bağışladığı eşsiz emsalsiz nimetlerine karşı O'na nankörlük etmemesi; bedeninin, organlarının, akıl ve zekâsının hikmet ve değerini bilip, her birini en güzel bir şekilde kullanmaya ihtimam göstermesidir.
Bu, zâhirde mükerremliktir. Zâhirde mükerremlik olduğu gibi, bâtında da mükerremlik vardır.
Lokman Sûre-i şerif'inin 20. Âyet-i kerime'si buna delil olup Allah-u Teâlâ'nın:
"Zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol verdiği" haber verilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak 'Ol!' dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." (Nahl: 40)
Yani"Ol!" diyor, oluyorsun. Ve fakat en büyük gaflet, herkes olanı görüyor da Olduran'ı görmüyor. Yani Yaratan'ını bilmiyor.
Görüyor, fakat yarattıklarını görüyor. Oysa her şeyi O yaratıyor, uzuvlarla donatıyor, her birini yerli yerine koyuyor, her birine ayrı ayrı vazifeler vermiş.
Kalbi bir düşünün, günde kaç bin defa kan pompalıyor! Damarları, sinirleri, dimağı, hafıza kuvvetini... Her şeyi yaratmış ve yeryüzüne yaymış. O yaratıyor, O yönetiyor.
Senin aslın bir damla kerih su, o ise çok değersiz bir şey. O çok değersiz bir şeyi dilediği şekilde inşâ etmiş, kendi ruhundan üflemiş. Hiçbir şey yok iken, her şeyi var etmiş. Her canlıyı yeryüzüne yaymış, imtihan için insanları bu dünya sahnesine koymuş, biraz sonra varlığını çekecek, bir avuç gübre olacaksın. Hani sen kendini çok değerli sanıyordun? Meğer bütün değerler Hazret-i Allah'a âitmiş.
Allah-u Teâlâ bedenlerin ve uzuvların yaratılışındaki hikmetlerden, faydalardan, ziynet ve meziyetlerden hiçbir kusur ve noksanlık bırakmayıp, hepsini de en mükemmel şekilde yapmıştır.
Rabb'ül-âlemin'in bu lütuf ve ihsanları yalnız insanlara mahsus olmayıp, bütün mükevvenatı içine almaktadır. Bunlardan her birine, lüzumlu olan her şeyi verdi. Şekillerini ve suretlerini, güzel çizgilerle ve renklerle süsledi.
Bedenin yaratılışında o kadar ince hikmetler, göz alıcı güzellikler, hayrete düşürücü sanatlar vardır ki, saymakla bitmez.
O güzel yaratıcı her âzâyı yaratıyor, yarattığı her âzâyı nimetlerle donatıyor, terbiye edip yerli yerine koyuyor. Sonra da en güzel bir sıfatla anne karnından dünyaya getiriyor.
Biraz evvel zerre bir kerih su idin, O'nun işlemlerinden sonra güzel bir bebek oldun. O kerih su ile bebek arasında hiç kıyasın var mı? Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığını, donatıcılığını, en güzel şekil verdiğini tefekkür ettin mi? Bir tefekkür et neredesin!
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!" (Müminun: 14)
Bir ressam yüz tane resim yapsa kaç tanesini birbirine benzetebilir? Hâlik-ı Azîmüşân milyarlarca insan yaratıyor, hiçbiri diğerine benzemiyor. Ona göz takmış görüyor, kulak vermiş işitiyor. Ağız ve dudak vermiş, diliyle de konuşuyor. Hafıza kuvveti vermiş, düşünüp zaptediyor. Ona kalp vermiş, onunla bütün âzâları zaptediyor. El vermiş tutuyor, ayak vermiş yürüyor. En güzel, en düzgün şekilde yarattığı gibi, en güzel bir biçimde donatmış.
Allah-u Teâlâ kulları hakkındaki lütuf ve ihsanlarına işaret ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Dileseydik oldukları yerde onların şekillerini değiştirirdik. Ne ileri gitmeye ne de geri dönmeye güçleri yetmezdi." (Yasin: 67)
Allah-u Teâlâ'nın, kullarına olan lütuf ve inayetinin sonu yoktur. Zira yaratılması lüzumlu olanlardan bir tane bırakmayıp hepsini de en mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Kalp, beyin, ciğer ve bunlara benzer organlar zaruri olarak lazımdır.
El, ayak, göz ve dil gibi insanın ihtiyacı olduğu, fakat zaruri olmadığı organları da yarattı, hepsini O verdi.
Saçın siyahlığı, kirpiklerin düzgünlüğü, kaşların kavisliği gibi lazım olmayan, fakat fazlalık da olmayıp güzelliğe sebep olanları da verdi.
Eğer dikkat edersen, bütün bu ilâhi sanatların hepsini bir damla kerih suda bulursun!
Allah-u Teâlâ o bir damlacık kerih sudan bunca hikmetlerini göstermektedir. Bu bir damla suda bu ince sanatları, bu ilâhi hikmetleri gösteren Yaratıcı'nın; aynı zamanda şu muazzam mükevvenattaki gösterdiği hikmetleri bir düşün! Bu ne muazzam bir kudrettir!
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?" (Nâziat: 27)
Gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri, görünen ve görünmeyen bütün varlıkları, güneşi, ayı, gezegenleri, melekleri... Bütün bunların hepsini "Ol!" emri ile yaratan Allah-u Teâlâ için; insanları yaratmak, bütün bu varlıkları yaratmaktan elbette daha güç ve çetin değildir.
"Gerçek hükümdar olan Allah çok yücedir!" (Tâhâ: 114 - Müminun: 116)
Yaratmak, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle mülkünde tasarruf sahibidir. Boşuna bir şey yaratmaktan münezzehtir.
Allah-u Teâlâ bu âlemi büyük bir ceset olarak vücuda getirdi ve o cesede ruh olarak Âdem Aleyhisselâm'ı koydu. Bu âlemden maksat Âdem Aleyhisselâm'dır. Âdem Aleyhisselâm'dan maksat ise insan-ı kâmildir.
Bu âlem görünüşte "Âlem-i kebir" yani büyük âlemdir. Fakat aslında "Âlem-i sağir" yani küçük âlem olup, "Âlem-i kebir" Âdem Aleyhisselâm'dır. Çünkü âlemde mufassal olarak ne ki varsa, hülâsa olarak Âdem Aleyhisselâm'ın vücudunda dürülmüştür ve mevcuttur. Arzın, melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsı insandır. Bunun için "Âlem-i kebir" denmiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi'de şöyle buyurmaktadır:
"Yere göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım."
İnsanın bedeni maddi âlemden, ruhu manevî âlemdendir. Onun için bu iki âlemde mevcut olan her şey onda vardır. Yine bu sebepledir ki insan, bu iki âlem arasında bir berzahtır.
Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz buyururlar ki:
"Devân sendedir bilmezsin.
Derdin de sendendir görmezsin.
Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin
Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)"
İnsanı ne güzel yarattı ve onu nâmütenâhi nimetlerle donattı. İnsan kâinâtın hülâsası; arzın ve melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsıdır. Zira mufassal olarak yaratılmış ne ki varsa, hülâsa olarak insanda mevcuttur.
İnsanın yaratılışında sayılamayacak kadar çok ince sanatlar, garip hikmetler, çeşit çeşit ziynetler vardır.
Meselâ:
İnsanın bedeni yeryüzüne benzer. Damarlarda akan kan olduğu gibi, yeryüzünün vâdilerinde akarsular vardır. Bedende acı kulak pınarı, gözde burunda ve ağızda tadları değişik pınarlar olduğu gibi; yeryüzünde de tadları değişik su menbâları vardır. İnsandaki saç ve kıllara misal yeryüzündeki ağaç ve bitkilerdir.
İnsanın neşe ve sevinci gündüze, üzüntüsü geceye, ferahlığı açık havaya, sıkıntısı buluta, sesi gök gürlemesine, gülmesi şimşeğe, ağlaması yağmura, nefes alıp-vermesi rüzgâra benzer.
İnsanın ahlâkı da çeşitli hayvanların numune ve benzeridir. Hilekârlığı tilkiye, bahilliği fareye, herkese saldırması köpeğe, nankörlüğü kediye, inatçılığı keçiye, düşmanlığı yılana... benzer.
İnsanın düşünce ve hatıralarına misal, berzah âlemidir. Kalbi ve ruhuna misal melekût âlemidir.
Dış âlemde bulunan her şey insan âleminde bulunanların numunesidir.
Bilenler böyle söyledi.
Bunları anlaman ölümden sonraya mı kalacak? Yoksa içine dönüp senden sana yakın olanı mı bulacaksın?
Oysa sen nefesini O'nunla alıyorsun, O'nunla hayat buluyorsun. Nefesini çekse sana kim nefes verebilir?
Bu gerçeği de düşünüp bilemedin ve idrak edemedin. Çünkü sen O'nunla kâim olduğunu bilmiyorsun.
1."Devâ sendedir bilmezsin."
Bunun mânâsı iman etmek, amel-i sâlihada bulunmak, Hakk'ı bilmek, Hakk'ta sabretmek. Asr Sûre-i şerif'ine bakarsanız bunu görürsünüz.
Bunların gönülleri Allah-u Teâlâ'nın nuru ile dolar, inşirah bulur. Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmiştir, bütün iş ve icraatını ahkâma uydurmuştur.
Bunlar Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm ile olanlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunların hakkında buyururlar ki; "Dünyada da muhakkak bir cennet vardır, onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet marifetullahtır."
Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz. İşte devâyı bulan bunlardır.
2- "Derdin sendendir."
Ruhu ölmüş, canlı cenaze olanların gönlü huzursuzdur. Neden olduğunu bilmez. Süflî hayatta olduğu için günahlar kalbinin üzerine baskı yapar. O ise bunu gidermek için süflî hayatta arar. Yemede içmede, zevk ve safâsında arar ve fakat aslâ bulamaz. Onlar dünyada rahat ve emniyette değildirler. Ahirette ise isyankârların ilk cezası kaynar suya atılmak ve sonra ebedi olarak cehennemde yanmaktır.
İşte derdin senden oldu. Derde uğrayanlar kendinden uğradılar. Devâ bulanlar başka.
3- "Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin."
Âlemlere bakarak âlemlerin içinde kendini küçücük bir cirim görüyorsun.
4- "Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)"
Allah-u Teâlâ kendi nurundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu, o nurdan kâinatı donattı. Kâinatta ne varsa sende mevcuttur.
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin: 4)
Âyet-i kerime'sinin beyanı da bunu teyid eder ve fakat bunu da göremez. Oysa âlemleri sende dürmüştür de bilmezsin.
Ve fakat nankör ve cahil olan bunları benimsedi, nefsine mâletti. Bir tek kıla dahi sahip olmadığı halde "Benim!" dedi. Zâlim nefsine zulmetti, yaratana karşı hasım kesildi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsan bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Apaçık hasım kesildi, yaratanını da inkâr etti ve karşı geldi. Oysa imtihan sahnesinde idi, imtihanını böylece verdi.
Cenâb-ı Hakk'ın kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi. Cemal nurundan en evvelâ onun nurunu yarattı.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur." (K. Hafâ. 1, 309, 311)
Daha sonra onun nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da onun nuru ile donattı.
Ashâb-ı kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir -radiyallahu anh- Hazretleri: "Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ en evvelâ neyi halketti?" diye sorduğunda, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Allah-u Teâlâ'nın her şeyden evvel peygamberleri olan Muhammed Aleyhisselâm'ın nurunu kendi nurundan yarattığını, âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdığını, o parçalardan da neleri yarattığını bir bir haber vermiştir. (El-Mevâhibü'l-ledûniyye)
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan size bir nur gelmiştir." buyuruluyor. (Mâide: 15)
Onun aslı nurdur, o nuru kimse bilemiyor.
Bu öyle bir nurdur ki, Allah-u Teâlâ'nın nurudur, bütün âlemlerin gurur ve sürûrudur. Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, Hakk ve hakikati nasıl bulurdu?
İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların olduğu gibi bütün yaratılmışların en mükerremidir. Niçin? Allah-u Teâlâ'nın nuru olduğu için. İşte bunun içindir ki onu anlamak ve idrak etmek bir beşer için mümkün değildir.
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn: 4)
Aslında bu hitab-ı ilâhiye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.
Nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için; nurun hülâsasını, hakikatın hülâsasını, bütün güzelliklerin hülâsasını Allah-u Teâlâ ona koymuştur. Yalnız insan değil, kâinattaki, âlemlerdeki bütün güzellikler ondan geliyor.
Aslı nurdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;
"Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)
Âyet-i kerime'sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en mükerremidir.
Ruhlar âleminde "Elest bezmi"nde ilk defa ahid ve misakı alınan ve:
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" (A'râf: 172)
Hitâb-ı izzet'ine ilk cevap veren odur. Âlem-i şehâdet'te son peygamber, âlem-i misal'de ilk peygamberdir.
Hadis-i şerif'lerinde bu hakikati beyan buyurmuşlardır:
"Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ kendi nurundan ilk olarak onu yaratmış ve peygamber olarak halketmiştir.
Yani Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattığı zaman henüz Âdem Aleyhisselâm yaratılmamıştı. O su ile toprak arasında iken peygamberdi.
Allah-u Teâlâ'nın kendi nurundan ilk olarak yarattığı varlık odur. Resulullah Aleyhisselâm'ın o zamanın peygamberi olduğu, peygamber olarak halkedildiği beyan ediliyor.
"Ben yaratılış bakımından peygamberlerin ilki olduğum halde, onların hepsinden sonra gönderildim."
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın nuru olduğu gibi aynı zamanda ruhudur.
Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı, o ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O ebu'l-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır.
İlk ona kendi ruhundan üfledi ve onu "Ebu'l-ervâh", "Ruhların babası" yaptı. Hazret-i Allah kendi ruhundan ona ruh verdi. O ruhtan bütün ruhları yarattı. Bir insanın cesedi var, fakat ruhu olmazsa yaşayabilir mi? Yaşayamaz.
Hem "Ebu'l-ervâh"tır, hem "Rahmeten lil-âlemîn"dir, hem "Sebeb-i mevcûdat"tır. Bunun içindir ki bütün Peygamber Efendilerimiz, bütün melekler, bütün yaratılmışlar o evin misafiri makamındadırlar. Niçin? O'nun nurundan yaratıldığı için, O'nun ruhundan nefes alıp verdiği için.
"Yâsin! = Ey insan! Hülasâ-i insan!" (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm'dır. Hazret-i Allah'ın, Resulullah Aleyhisselâm'a ilk hitab-ı ilâhisi bu olmuştur.
Allah-u Teâlâ kendi lütfu ve keremi olarak ona:
"Yâsin! = Ey insan!" diye hitap etmiştir. Niçin? Onu dünyaya göndereceği için, insân-ı kâmil, hülasâ-i insan o olduğu için.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Âyet-i kerime'sine muhatap yapmış, "Rahmeten lil-âlemîn" kılmış, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun nuru âlemleri ihâta etmiştir.
Allah-u Teâlâ'nın onu yaratması en büyük nimettir. O olmasaydı, sen de olmayacaktın, kâinat da olmayacaktı, hiçbir şey olmayacaktı. Yani kâinattan onu yaratmadı, ondan kâinatı yarattı.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.
Bunun içindir ki âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey o nurdan alıyor. Nereye baksan o nur. Ona verdiğinden ötürü kâinat onun nuruna muhtaçtır. Çünkü Allah-u Teâlâ kendi nurundan onun nurunu yarattı, o nurdan da âlemleri donattı.
Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Kim bu rahmeti kabul eder ve bu nimete şükrederse; dünya saâdetine, ahiret selâmetine erer.
Kâinat o nurdan yaratıldığı için, âlemler rahmeti ondan almıştır. Allah-u Teâlâ nurundan nurunu yarattığı için, o "Nur"dan da mükevvenâtı donattığı için, o noktada "Rahmeten lil-âlemîn" olmuş, âlemlere hayat veren kaynak olmuş, aynı zamanda "Sebeb-i mevcûdat" olmuştur.
O: "Asluhu nur, cismuhu Âdem"dir. Âlemlere rahmet oluşu nurundan ötürüdür.
Çünkü nurundan nurunu yarattı, o nurdan da bütün kâinatı donattı. Onu yaratmasaydı, mükevvenât da olmayacaktı. Demek ki o eflâktan dağil, eflâk onun nurundan yaratılmıştır.
O bütün mevcudatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatin özüdür. İşte bunun içindir ki beşeriyetin onu idrak etmesi mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ o nur ile âlemlere hayat verdi ve donattı. Âlemlerin hayatı, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği nur ile kâimdir.
O Allah-u Teâlâ'ya ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı, beşeriyet hiç şüphesiz ki dalâlette ve karanlıkta kalırdı. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Hadis-i kudsî'de beyan buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ onun hakkında:
"Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım." buyurdu. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin Sebeb-i mevcûdat, yani varlıkların yaratılış sebebi olduğunu beyan buyurdu ve beşeriyete duyurdu.
Bu "Nur"un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor. Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı.
Allah-u Teâlâ mükevvenatı onun mübarek nurundan vücuda getirdi. Mübarek ruhu ise mükevvenatın aslıdır.
Kâinat bir resimden ibarettir. Hazret-i Allah can, kâinat ise ceset mesabesindedir.
Mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun vasıtasıyla verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş olmaz. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat bulunmaz. İlâhî feyz de iman şerefiyle müşerref olan müminlere ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'nın Aziz'i, Halil'i ve Nur'u olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den gelir.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'deki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Muhammed Aleyhisselâm'ın nurunu taşıdıklarından ötürüdür.
"Nur üstüne nurdur." (Nûr: 35)
Yani Allah-u Teâlâ kendi nûrundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nûrunu yarattı. Peygamberân-ı izâm Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın hepsini de Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nûrundan yaratmıştır. Onlardaki nur Resulullah Aleyhisselâm'ın nûru idi.
Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nurun sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi, nur nura kavuştu.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o Nûr:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı. Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime'lerinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur. Bu, hususa âittir.
Onlar o Nur'un vârisi oldukları için, o nur onlara o Nur'dan geliyor. Binaenaleyh onlarda bulunan nur o Nur'dur.
Ona bahşettiği nuru vekiline de verdiği için, o da o nuru taşıyor. Nur, Allah-u Teâlâ'nın nurudur. O bir kalpte olduğunda "Nur saçan kandil" olur.
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45- 46)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı "Nur saçan kandil" mânâsına gelen "Sirâc-ı münîr" yaptığı gibi, Hâtem-i veli'de de tecelli etmiş; ona da Resulullah Aleyhisselâm'a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihata etmiştir.
Hâtem-i nebi'nin velâyeti ona intikal ettiği için, o nur onda da mevcuttur. Çünkü o nur velâyette bulunuyor. Velâyet intikal ettiği için, o nur oraya geçmiş oluyor.
O da sirâc-ı münirdi, bu da sirâc-ı münirdir. Çünkü Allah-u Teâlâ orada da tecelli etti, burada da tecelli etti. Oraya da nuru koydu, buraya da nuru koydu. O nur O'nun nurudur. Koyduğu zaman nur saçıyor.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri; "Keza velilerin sonuncusu Hâtemü'l-evliyâ da, Âdem su ile toprak arasında iken veli idi." buyuruyorlar. ("Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'lîkat aleyhi"; s. 63-64, Ebu'l-A'lâ Afîfî'nin ta'lik ve tahkikiyle. Beyrut, 1946)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı halketmezden evvel bu iki hatemi halketmiş ve bu iki kandile nasiplerini koymuş, gelen bu iki kandilden alacak. O ikinci kandilin suyu da aslen oradan geliyor.
O o zamanda tekti, bu bu zamanda tek...
Nasıl ki Resulullah Aleyhisselâm herkesten ve her şeyden evvel yaratılıp en son gönderildiyse, o da o zaman yaratıldı fakat bu zaman gönderildi.
Binaenaleyh; "Yâsin! = Ey insan!" hitabına muhatap bir Hâtem-i nebi'dir, bir de Hâtem-i veli'dir. İlk olarak yaratılan ve nefhedilen onların ruhu olduğu için bu hitâb-ı ilâhiye Hâtem-i nebi ve Hâtem-i veli'nin ruh-u şerif'leri mazhar olmuşlardır.
Üç yüz sene kadar önce yaşayan, tasavvuf tarihinin en seçkin simâlarından biri olan ve iki yüze yakın eseri bulunan Abdülgânî en-Nablûsî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâhirü'n-Nusûs" adlı eserinde:
"Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamber idim." (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif'inin tefsir ve izâhını yaparken, bir noktada, Hâtem-i velâyet mevzusu ile ilgili en gizli sırlardan birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü'l-evliyâ da veli iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir." ("Cevâhirü'n-Nusûs"; s. 38)
Yani Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattığı zaman henüz Âdem Aleyhisselâm yaratılmamıştı. O su ile toprak arasında iken peygamberdi, Hâtem-i veli de öyledir. O zaman taktığı nurdan ötürü, bütün veliler ve nasipdar olanlar, o zaman taktığı nurdan beri geliyor, sonra takılan birşey yok. Bütün bunlar hep o zamanki yerleştirmenin tecelliyâtıdır.
Muhyiddin-i İbn'ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Âdem ruh ile cesed arasında iken peygamber olduğu"nu bildirdiği gibi, "Hâtem-i veli'nin de öyle olduğu"nu beyan etmiştir.
O âlemlere rahmet olarak gönderildi. Nurundan nurunu yarattı, o nurdan bütün âlemleri yarattı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Rahmeten Lil-âlemîn" olduğu için, onun rahmeti âlemleri kuşatmış oluyor. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın nurundan geliyor. Nurundan nurunu yarattı, o nur ile âlemleri donattı. Âlemleri kuşatan onun nurudur. Onun intikali olunca o rahmetten rahmet intikal etmiş oluyor. Çünkü onun rahmeti, onun intikali. Bütün bunlar murâd-ı ilâhîdir, Allah-u Teâlâ'nın hükmü ile kudreti ile oluyor, fakat sahnede şahsı gösteriyor.
Güneş her yeri Cenâb-ı Hakk'ın izniyle aydınlatıyor, ısıtıyor, olgunlaştırıyor. Mânevi güneş onun fevkindedir. Bütün âlemlere rahmettir, âlemlere nurlu ışık sızar.
Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyurmaktadır:
"Onun 'Peygamberlerin sonuncusu'yla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder. İki âlem de ona uyar, Âdemoğulları içinde Allah'ın halifesi odur." (Gülşen-i Râz)
Umumi rahmete vesile kılmış, çünkü onun nuru bütün âlemleri kuşatmıştır. Mânevi hayat kaynağıdır ve insanların içinde Allah'ın halifesidir...
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"O Resulullah'ın halifesi değil, bizzat Allah'ın halifesidir." buyuruyor. (Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî)
Allah-u Teâlâ onu çekmiş, oraya koymuş o kadar. Öyle murad etmiş, oraya oturtmuş.
Bir peygamberi seçip vazife verdiği gibi, onu da aynı şekilde seçer ve ona vazife verir. Bu bir nevi peygamberlik vazifesidir, fakat o velâyet kısmından yetişmiştir.
Zeyneddîn el-Hâfî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Risâletü'l-Kudsiyye" adlı eserinde, görünen âlemleri ihâta edenin bu iki Hâtem olduğunu beyan buyurmuştur:
"Zira gözle görülen âlemlerin etrafını kuşatan; Hâtemü'n-nübüvve olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ve Hâtemü'l-velâye'dir." ("Risâletü'l-Kudsiyye", vr. 78b)
Bütün kâinata feyiz ve hayat Resulullah Aleyhisselâm'dan gelir. Onu böyle kıldığı gibi; Hâtemü'l evliyâ'yı da "Rahmeten lil-âlemîn"in vekili, onun velâyet ve hakikatinin varisi kıldığı için, Habib'ine bahşettiği bu ilâhi lütfu ona da intikal ettirmiştir.
Peygamberlerin ve velilerin velâyetlerini, iman sahiplerinin hidâyet ve feyizlerini o kaynaktan almaları işte bu sebepledir.
Velâyet denilince umumî olarak velilerin velâyeti anlaşılıyor, halbuki burada kastedilen velâyet o velâyet değildir. Bir Hâtem-i nebi'nin velâyeti var, bir de Hâtem-i veli'nin velâyeti var, iki velâyet mevcut. Allah-u Teâlâ mahlûkatı yaratmadan önce bu kandilleri yaratmıştır. Onun için diğer velilere şâmil değildir. Yalnız bu iki kandile şâmildir. Değil velilerin, peygamberlerin velâyetine dahi şâmil değil. Niçin? Peygamberler dahi oradan aldıkları için. O velâyet onlara verilmemiş.
Velâyetin küllîsi burada toplandı ve burada kesildi. Olduğu gibi intikal eden bu velâyet, bundan sonra da hiçbir şekilde intikal etmeyecek.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûs'ül-Hikem" isimli eserinde Allah-u Teâlâ'nın Hâtem-i evliyâ'yı ezelden ayırdığına ve onun ruhî yapısına temas etmiş, Allah'tan geldiği için onun ruhunun bütün ruhların mayası olduğunu beyan etmiştir:
"Onun maddesi ruhlar arasındaki bir ruhtan değil, ancak Allah'tan gelir. Belki de onun rûhu, bütün ruhlara madde olur." (Fusûsü'l-Hikem)
Allah-u Teâlâ ezelden o iki nuru yarattı, murad ettiğini yerleştirdi, oradan yerleştirdi.
Resulullah Aleyhisselâm ne ise o aynadan onu gör. Onu da yaratmış, onu da yaratmış. Hem ayrı bir nura sahip, hem de ayrı bir intikale sahip. Nurları ayrı yarattığı için; hem ona lütfetmiş, hem ona lütfetmiş. Üstelik onun nurunu oraya akıtmış.
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî" adlı eserinde şöyle buyurur:
"Ruhu; ruhlar arasındaki herhangi bir ruhtan değil, vâsıtasız olarak Allah'tan istimdâd eder." ("Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî"; Nâfiz Paşa, nr.: 536, 544-545. yp.)
Tâ ezelden âyân-ı sâbite'sinde yerleştirmiş, kandillere koymuş, peygamberlere dahi oradan almasını emretmiş. Amma bu hiçbir şekilde beşere âit değildir. Öyle murad etmiş. Bu doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'ya âittir de, beşeri perde olarak gösteriyor.
Abdülganî Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâhirü'n-Nusûs" adlı eserinde şöyle buyurmuştur:
"Risâlet velâyeti, nübüvvet velâyeti ve iman velâyeti hususunda evliyânın Hatm'i olan insanın ruhu bunun dışındadır. Onun ilmi kâmillerin ruhları arasındaki bir ruhtan değil, ancak vasıtasız olarak, bir olan Allah-u Teâlâ'nın katından gelir." (Cevâhirü'n-Nusûs, s. 42)
Allah-u Teâlâ'nın emriyle ruh nefes alıyor. O zaman koyduğu bu hükmü bütün evliyâullahın istifadesine sunmuş, O'nun koyduğu hükümden istifade ediyorlar. Ruhuna o zaman lütfetmiş, ruhundan diğer veliler alıyor. Cesedin hükmü yok.
Nitekim İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu ifşâ etmişlerdir.
"Her asırda mevcut olan insan-ı kâmil peygamber makamına oturmuştur ve Hâtem-i velâyet'in üflediği nefesidir. Halk onu ister kabul etsin, ister etmesin." (Kenzü Mahfi. 10. Bahis)
Hâtem-i veli de Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yaratıldığı için Allah-u Teâlâ'nın nefesi ile nefes alır verir, O'nun nefesi ile alıp verdiği için veliler o nefesi alıp verir. Onu ezelden öyle yarattı, mayasını kendi nuru ile yarattığı için, O'nunla nefes alıyor, O'nunla nefes aldığı için de diğer veliler o nefesten alıyor. Öyle yaratmış, öyle koymuş... O O'nunla nefes alıyor, diğer veliler ona verdiği nefesten alıyor.
O zaman o nefesi koymuş, o nefesi alıyorlar. O zaman ruhu koymuş, o ruhtan ruh alıyorlar. O zaman o ilmi koymuş, o ilimden o ışıktan almışlar. Hepsini o zaman koymuş, koyduğundan alıyorlar.
Nev'î Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtem-i veli'den bahsederken; bidayette, hem cemaatin öncüsü hem de ruhlar âleminin imamı olduğunu haber veriyor.
"Öyle bir Seyyîd ki, onun başlangıçtaki ahvâli cemaatin öncüsü ve ruhlar âleminin imamı; sonraki ahvâli ise, şefaat kapısını açma husûsunda âdemoğlunun efendisi olmaktır." ("Keşfü'l-Hicâb min Vechi'l-Kitâb", H. Mahmud Efendi, nr.: 2291, vr. 43b)
Allah-u Teâlâ ilk insan olma şerefini kazanan Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmadan önce "En yüce melekler meclisi" mânâsına gelen Mele-i a'lâ'da onu anarak yüceltmiş, ona olan lütuf ve ihsanını önce meleklere haber vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Bir zamanlar Rabb'in meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti." (Bakara: 30)
Yani ilâhî irademle ona bazı salâhiyetler vereceğim, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde bir takım kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icrâ edecek. Sonra onun arkasından gelenler içinde, ona halef olarak aynı vazifeyi icrâ edecek kimseler bulunacak.
"Halife" kelimesi; birisi adına işleri idare eden, tasarrufta bulunan, kanun ve kaideleri yerinde tatbik ederek nizam ve intizamı sağlayan kimselere verilen bir isimdir.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur." (Fâtır: 39)
Bu âyet-i kerime Muhammed Aleyhisselâm'ın ümmet-i muhteremesine geleceğin hükümranlığını vaad eden gayb haberlerindendir.
"Sizi yeryüzünün hâlifeleri yapar." (Neml: 62)
Halifelik, Allah-u Teâlâ'ya ait bir ruh taşıma imtiyazından doğmaktadır.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruluyor. (Sâd: 72)
Allah-u Teâlâ yeryüzünde bir halife yaratacağını büyük bir haberle ilân ettiği zaman; orada kendisine vekâlet edecek, iradesini temsil edecek, buyruklarını tatbik ederek nizam ve intizamı sağlayacak, diğer bütün canlılardan üstün olacak ve onları emri altına alacak ilâhî hükümranlığı gerçekleştirecek olan bir varlığı murad etmiş, yaratacağı varlığın yüceliğini ve değerini ifade etmek için bütün meleklere müjdelemiştir.
Allah-u Teâlâ yeryüzünde kendisine vekâlet edecek böyle bir insan yaratmayı murad ettiğini meleklere haber verince, melekler hayretler içinde kaldılar. Kendilerini istişare makamında gören melekler, bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir yaratığa Allah-u Teâlâ tarafından böyle yüksek bir irade salâhiyeti verilmesinde herhangi bir şer ihtimalinden de korktular.
Allah-u Teâlâ'nın kendilerine öğrettiği bilgi ile şöyle söylediler:
"Orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, devamlı takdis ediyoruz." (Bakara: 30)
Meleklerin bu suâli itiraz için veya bu halifeyi kıskandıkları için değil; mesele hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak, bilmedikleri esrarı anlamak, hikmetini öğrenmek için sorulmuştur. Çünkü melekler Allah-u Teâlâ'nın bütün buyruklarını mutlak olarak kabul edip benimseyen, emirlerine isyan ve itiraz etmeyen, sadece kendilerine emrolunanı yapan ve bunun için yaratılmış olan itaatkâr varlıklardır.
Allah-u Teâlâ onların bu suâllerine cevap olarak:
"Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim." buyurdu. (Bakara: 30)
Yani sözünü ettiğiniz bütün fesatlara rağmen, insanı yaratmaktaki hikmeti sizin bilmediğiniz şekilde ben bilirim. Onların arasından peygamberler göndereceğim. İçlerinde sıddıklar, şehidler, sâlihler, âbidler, zâhidler bulunacaktır.
Meleklerle olan bu konuşmadan sonra, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Zülcelâl Vel-kemâl Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı yarattı.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!' dedi ve oluverdi." buyuruyor. (Âl-i imran: 59)
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, muhtelif Âyet-i kerime'lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir:
1– Âdem Aleyhisselâm'ın vücud buluşunun ana maddesinin toprak oluşu.
Âyet-i kerime'de:
"Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı." buyuruluyor. (Âl-i imran: 59)
Yeryüzünde hiç insan yok iken, kuru toprağa hayat vererek insan cinsini yaratmıştır.
Burada başlayış unsurunun toprak olduğu belirtilmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde; Allah-u Teâlâ'nın Âdem Aleyhisselâm'ı yeryüzünün her tarafından alınan toprakların birleşiminden yarattığını, bu toprağın muhtelif olmasından dolayı da Âdem Aleyhisselâm'ın neslinin değişik karakterler taşıdığını beyan buyurmuştur:
"Allah Âdem'i bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları vücutlarındaki toprak miktarına göre; kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah ve bunların arasında bir renkte, kiminin yaratılışı hafif ve kolay, kimi güç, kimi kötü, kimi iyi, kimi de bunların arasında bir tabiatta gelmiştir." (Ebu Dâvud - Tirmizi)
2– Toprağın su ile hamur edilip çamur haline getirilmesi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır." (Secde: 7)
Bütün canlıların menşei toprak ve sudur. O'nun her yarattığında bir başka güzellik vardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O ki, insanı sudan yarattı" (Furkan: 54)
Yalnız "Hakir su" denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken, hayatın kaynağı olan ve gökten indiği bildirilen sudan yarattı.
"Onların arasında soy ve hısımlık meydana getirdi." (Furkan: 54)
Birincisi, soy kendilerine nispet edilen erkeklerdir. Zira nesep babalara âittir. İkincisi, kendileri sayesinde akrabalık kurulan hanımlardır. Nesep sayesinde birbirleriyle kaynaşırlar, evlilik akrabalığı sayesinde de aralarında sevgi ve muhabbet olur.
"Rabb'in her şeye kâdirdir." (Furkan: 54)
Çünkü O, tek bir maddeden çeşitli uzuvları ve değişik özelliklere sahip bir insanı yaratmayı ve o insanı, erkek ve dişi olmak üzere farklı sınıfa ayırmayı takdir etmiştir.
3– Çamurun süzülerek özleştirilmesi:
Allah-u Teâlâ, önce çamurdan seçerek bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa o sülâleden yaratmıştır. Yaratıldığı toprak da her türlü topraktan süzülmüştür.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık." (Müminun: 12)
Çamurdan madenleri, bitkileri ve hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâsasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonuncusu olmuştur.
4– Çamurun istenilen şekli almaya elverişli ve hazır duruma gelmesi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz onları (insanı) özlü ve yapışkan bir çamurdan yarattık." (Saffât: 11)
Nutfenin gıdadan, gıdanın da suyla toprağın karışmasından olması sebebiyle, insanların hepsi çamurdan yaratılmışlardır. Çamur, su ile karışık bir toprak olduğu için Allah-u Teâlâ onu yapışkanlık sıfatı ile vasıflandırmıştır.
Âdem Aleyhisselâm'ın çamuru hazırlanırken bir takım safhalardan geçirilmiş, tedrici bir tekâmüle tabi tutulmuş ve böylece her safha ve kademede insan cinsinin özelliği korunmuştur.
5– Çamurun şekillendirilerek kurutulması ve havanın tesiri ile renginin değişmiş olması.
Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Andolsun ki biz insanı pişmemiş çamurdan, işlenebilen kara balçıktan yarattık." (Hicr: 26)
İnsanın aslını ve ilk ferdini herhangi bir misli ve benzeri olmaksızın, diğer fertlerin yaratılış çekirdeğini de içinde taşımak üzere kara balçıktan yarattık.
O kurumuş çamurun esası; su ile çok zaman karışmış ve rengi siyahlaşmış, su ile çok durmaktan kokmuş, sonra da kurumuş çamurdur.
6– Çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta saksı gibi merhalelerden geçirilerek pişmesi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı." (Rahman: 14)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı; toprağı çamur haline, sonra kara balçık, daha sonra ses getiren kuru balçık haline getirerek topraktan yaratmıştır.
Bunlar yaratılışın merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellisiyle şekillendirilmiştir.
7– Ruh verilerek yaratılışın kemale ermesi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ilâhî ruh, şekillendirilmiş balçığa girince her tarafına sirayet etti, orada hayat ve hareket başladı. O basit balçığa o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Ruh Allah-u Teâlâ'nın emrindendir. Üfleme tabiri de maddeye fiilen hayat başlangıcının akışını temsil eder.
Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek, üstün bir varlık, şerefli mahluk olduğunu ve Rabb'i ile münasebeti olan bir durumu bulunduğunu ortaya koymak için ruhu kendisine nispet etmiştir.
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu bünyeyi meydana getirmiş ve insan en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hale gelmiştir.
Bu cismen küçük, gücü az, eceli kısa, ilmi sınırlı olan varlık; naîl olduğu bu izzet ve şerefe, kıymet ve değere o ilâhî nefha olmasaydı eremezdi. O ilâhî nefha, onu Allah-u Teâlâ ile ilgi kurmaya ehliyetli kılmaktadır.
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılış safhasından insan haline gelmesine kadar uzun bir zaman geçmiştir.
İnsan anılmaya değer hiç bir şey değil iken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak yeryüzüne gönderiyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?" (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur halinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh üfürülmeden, şekillendirildiği hal üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun bir kıvama getirilmiştir.
Kâinat ve yeryüzündeki canlılar Âdem Aleyhisselâm'dan çok önce yaratıldıkları için, o dönemde ismi, cismi ve nişanı yoktu.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ın belinden zürriyetini çıkarıp onları akıl sahibi yaptı ve onlara hitapta bulundu. İman ile emir buyurup, imansızlıktan nehyetti.
Onlar o anda zerreler gibiydiler.
Ubey bin Ka'b -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah ruhlar âleminde bütün insanları topladı, onları türlerine ve yaşadıkları devirlere göre kümelere ayırdı ve onlara insan suretini, konuşma kabiliyetini verdi. Sonra onlardan söz (ahid ve misak) aldı, buna bizzat kendilerini şahid tuttu."
Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Hani Rabb'in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarıp almıştı." (A'raf: 172)
Âdem Aleyhisselâm'ın neslinin sulplerinden kıyamete kadar vücud bulacak zürriyetlerini birer birer çıkardı.
"Ve onları kendi kendilerine karşı şahit tutmuştu." (A'raf: 172)
Kendi varlıklarından bile habersiz iken onların her birine şuhûd ve şehadet fıtratını, kendi varlığında Hakk'ın mevcudiyetini duymak ve duyurmak, itiraf etmek kabiliyetini verdi. Hâlikiyetine ve Rubûbiyetine delâlet eden delilleri gösterdi.
Hepsini varlığına ve birliğine şahit kılarken de:
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" buyurmuştu. (A'raf: 172)
Üzerlerinde dilediği gibi tasarruf eden yegâne mürebbileri ve yaratıcıları olduğuna ikrar ettirdi.
Hepsi de:
"Evet Rabb'imizsin, buna şahidiz dediler." (A'raf: 172)
Terbiye ve emaneti kabul edip, şahidliği taahhüd eylediler. Hiç bir şey değil iken şuurlu birer insan fıtratına geçip birer insan hüviyeti aldılar. Hiç bir muhalefette bulunmadan ilâhi takdire uydular.
İşte insan, Rabb'i ile kendisi arasında vuku bulan böyle bir sözleşme altına girmiş ve kendi varlığında Rabb'ine şahitliği ve O'na kulluğu taahhüt etmiştir. Bu mukavele Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun dinine yönelmenin başlangıç noktasıdır.
Daha sonra, bu şahitliği ikrar ettiği halde yerine getirmeyen, hatırlatma ve uyarılara rağmen inkâr ve küfürde ısrar edenler, kendilerine yaratılıştan ihsan edilen fıtratlarını ve akitlerini bozmuş, kendilerine yazık etmiş olanlardır.
"İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu.' dememeniz içindi.
Veya: 'Daha önce babalarımız Allah'a şirk koştu, biz de onlardan sonra gelen nesildik. Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk eder misin?' dememeniz içindi.
İşte biz âyetleri böyle açıklıyoruz.
Umulur ki dönerler." (A'raf: 172-174)
Melekler bir çok şey öğrenmişlerdi. Âdem Aleyhisselâm ise bilgin değildi, bir şey öğrenmemiş, bir öğretici ile de karşılaşmamıştı. Yüzünü Yaratana çevirdi, gönlünü her şeyden çevirerek Rabb'ine yöneldi.
"Ve Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara: 31)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu cisimleri ona göstererek "Bunun adı dağdır... Bununki güneştir... Bu sudur... Şu denizdir..." diye ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onu Allah'ın halifesi yapan en büyük özelliği, Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği akıl ve onun semeresi olan ilim irfan sahibi oluşudur.
Allah-u Teâlâ meleklere Âdem Aleyhisselâm'ın hepsinden daha bilgili ve anlayışlı olduğunu göstermeyi murad etti ve onları imtihana tâbi tuttu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sonra da o eşyayı meleklere göstererek 'Eğer sâdıklardan iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin?' dedi." (Bakara: 31)
Onların kanaatlerini tasrih ederek, şüphe ve tereddütleri silmek lütfunda bulundu.
Melekler, kendilerine has ilim ve mârifetlerinin genişliğine rağmen, bu hususta bilgileri olmadığı için cevap veremediler. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine öğretmediği hususlarda ilimlerinin hudutlu olduğunu kabul ettiler.
"Sen münezzehsin, seni tesbih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki sen her şeyi hakkıyla bilensin, hüküm ve hikmet sahibisin dediler." (Bakara: 32)
Çünkü her şeyi en ince teferruatıyla bilen, ilmi her şeyi ihata eden, yaratmasında, öğretmesinde, dilediğine verip dilediğine vermemesinde sonsuz hikmet sahibi olan ancak O'dur. Aslî ve hakiki sebep ancak O'nun iradesidir, hikmet de onun gereğidir.
Bu itirafta meleklerin, yeryüzünde bir halife yaratmasıyla ilgili ilâhî iradenin sebep ve hikmetini Allah-u Teâlâ'ya bırakmak mânâsı da vardır.
Allah-u Teâlâ meleklerin bu tenzih tesbihinden sonra onun halifeliğe layık olduğunu onlara göstermek için Âdem Aleyhisselâm'a şöyle hitap etti:
"Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere haber ver!" (Bakara: 33)
Âdem Aleyhisselâm bu emr-i ilâhi'ye imtisal ederek, Allah-u Teâlâ'nın kendisine bahşettiği ilim sayesinde:
"Vaktaki Âdem bunların isimlerini onlara haber verdi." (Bakara: 33)
Allah-u Teâlâ'nın kendisine öğretmiş olduğu eşyanın isimlerini sıralayınca üstünlüğü de ortaya çıkmış oldu.
"Size demedim mi ki, ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Açıkladığınızı da gizli tuttuğunuzu da bilirim." (Bakara: 33)
Gizlisiyle açığıyla gaybı bildiğini, açığa vurduklarını ve içlerinde gizlediklerini de bildiğini onlara hatırlattı.
Zât-ı Ehadiyet'ine hiçbir şey gizli kalmaz.
Bu imtihan neticesinde Âdem Aleyhisselâm'ın üstünlüğü ve hilâfete lâyık olduğu ortaya çıkmış oldu.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Rahman olan Allah, Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (açıklamayı) öğretti." (Rahman: 1-4)
Âdem Aleyhisselâm, yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilmediğini bildi, onların ulaşamadıklarına ulaştı.
İnsanlığın atası olması sebebiyle Âdem Aleyhisselâm'a "Ebül-beşer" denilmiş, Allah-u Teâlâ'nın seçtiği bir kul olduğu için de "Safiyullah" ünvanıyla anılmıştır.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ın bu yüce mevkiini ve yeryüzünde halife olmaya ondan daha lâyık bir varlık bulunmadığını bildirdikten sonra, bu şerefi tescil etmek üzere meleklere ona secde etmelerini emir buyurdu.
Bu emr-i ilâhi'ye uyarak bütün melekler secde ettiler. İblis ise kibir ve inadı yüzünden secdeye yanaşmadı, böylece kâfirlerden oldu.
Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bir zamanlar biz meleklere: 'Âdem'e secde edin!'demiştik." (Bakara: 34 - İsrâ: 61 - Kehf: 50 - Tâhâ: 116)
Meleklere Âdem Aleyhisselâm'a secde etmeleri emrolunmuş, melekler de ona secde etmişlerdir. Allah-u Teâlâ insanlığa öyle bir şeref bağışlamış ki; Âdem Aleyhisselâm'ın meleklere değil, meleklerin Âdem Aleyhisselâm'a secde etmesini emretmiştir.
"İblis hariç hepsi secde ettiler." (Bakara: 34 - Kehf: 50)
MeleklerAllah-u Teâlâ'nın emr-i şerif'ine uyarak secde ettikleri halde, İblis bu secdeden kaçınmış, böylece Rabb'inin emrine karşı gelerek büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştur.
"O ise yüz çevirdi, büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." (Bakara: 34)
İblis her ne kadar meleklerin yaratıldıkları unsurdan değil ise de, onların yapmakta oldukları işleri yaptığı için meleklere yapılan hitaba o da girmişti.
"Meleklere: 'Âdem'e secde edin!' dedik. İblisten başka hepsi secde ettiler. O secde edenlerden olmadı." (A' raf: 11)
Görülüyor ki İblis Allah-u Teâlâ'yı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmediği için kâfir olmuştur.
Allah-u Teâlâ'nın herhangi bir emir ve nehyini kabul ve tebcil etmek iman alâmeti olduğu gibi, bunun hilâfına hareket ise küfür ve tuğyan nişânesidir.
Neticenin böyle olacağını Allah-u Teâlâ ezelî ilminde biliyordu. Bu itibarla da kâfirler defterinde kayıtlı bulunuyordu. Yoksa bu secde emr-i şerif'ine kadar hiç küfrü geçmemişti. Mümkün olduğu halde itaat yolunu seçmedi ve o zaman bilfiil kâfir oldu.
"Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." (Sâd: 74)
Fıtratı ve cibilliyeti kendisine hâinlik etti. İşte emr-i ilâhîye muhalefetin neticesi!
Allah-u Teâlâ'nın onu secde etmekten alıkoyan asıl sebebi bilmesine rağmen soru sorması; mânâsız kibir ve gururunu, küfür ve inadını, Âdem Aleyhisselâm'ın aslını hakir görmesini açıkça ortaya çıkarmak içindir.
"Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmaktan seni alıkoyan nedir?" (Hicr: 32)
Melekler secdeye kapandıkları halde, sen ne için bundan kaçınıyorsun?
"Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?" (Sâd: 75)
Allah-u Teâlâ her şeyin yaratıcısı olduğu halde, Âdem Aleyhisselâm'a değer vermek için, onun yaratılışını kendisine izafe ederek "Bizzat yarattım." buyurdu. İşte insan, bu ruhu sebebiyle "Eşref-i mahlûkat" olmuştur.
İblis ise kendi cehaletini teşhir ederek şöyle cevap verdi:
"Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın!" (Sâd: 76 - A'raf: 12)
Yani eğer o ateşten yaratılmış olsaydı, ona secde etmeyecektim. Çünkü benim gibi bir mahluk olacaktı. Böyleyken, bundan aşağı olan birisine nasıl secde ederim?
"Şu benden üstün kıldığına da bir bak!" (İsrâ: 62)
Bana tercih ettiğin ve katında benden üstün tuttuğun mahluk bu mu?
"Ben pişmemiş çamurdan, işlenebilen kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim!" (Hicr: 33)
İblis, toprağın da ateşin de yaratıcısının Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen; Âdem Aleyhisselâm'ın yeryüzünde Allah'ın halifesi olması, Allah'tan bir ruh taşıması gibi asıl üstünlükleri bilmemezlikten gelmişti. Bu davranışı ile sadece Âdem Aleyhisselâm'a değil, Allah-u Teâlâ'ya karşı da benlik ve büyüklük duygusuna kapılmıştı.
Onun bu şekilde mağrur bir edâ ile, tutarsız bir kıyas yapması üzerine Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Defol oradan! Sen artık kovuldun. Ceza gününe kadar lânetim senin üzerinedir." (Sâd: 77-78) (Bakınız. Hicr: 34-35)
Dünyada onun üzerine lânet vardır. Din günü geldiğinde ise lânetle birlikte azap da olacaktır.
"İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Defol! Çünkü sen alçağın birisin!" (A'raf: 13)
Yücelik sıfatları kendisine ait olan Allah-u Teâlâ, onu kıyamete kadar devam eden bir lânetle lânetleyerek her türlü hayırlardan güzelliklerden mahrum etti, rahmetinden ümitsiz kıldı, huzurundan tardedip kovarak şeytan haline getirdi ve cennetten sürüp çıkardı. Bulunduğu makamdan derhal azledip, kibrine karşılık küçüklüğe ve lânete mahkum etti.
Şeytan Âdem Aleyhisselâm'dan üstün olduğunu iddia ederken, melekler arasındaki yerini de kaybetmişti. Allah-u Teâlâ'nın bu gadabı karşısında korktu. Son çare olarak, kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini istedi.
"Rabb'im! Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver!" (Sâd: 79 - Hicr: 36) (Bakınız. A'raf: 14)
Lânetlenmiş iblis bununla, insanları azdırmak için geniş zaman bulmak, onlardan intikam almak ve ölümden kurtulmak için bir çıkış yolu bulmayı diliyordu. Bunları ölümden sonra yapması imkânsızdı. Bunu isterken biliyordu ki, bu iş ancak Allah-u Teâlâ'nın takdir ve iradesiyle mümkün olabilir.
"Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım." (İsrâ: 62)
Üzerlerine üstünlük kurarak aldatacağım ve dilediğim tarafa sevkedeceğim. Ancak ihlâslı olanlar bunlar müstesnâ kalabilecek.
Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen, karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu istediğini kabul etti.
Buyurdu ki:
"Sen mühlet verilenlerdensin." (A'raf: 15 - Hicr: 37 - Sâd: 80)
"O bilinen vaktin gününe kadar." (Hicr: 38 - Sâd: 81)
Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, o uzun ömrü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak yerde, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:
"Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım." (A'raf: 16)
O yola gitmek isteyenleri, o yoldan geri çevirmek için tetikte bekleyeceğim. Onları şaşırtıp eğri büğrü yollara sevketmenin çarelerini arayacağım.
"Andolsun ki ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım." (Hicr: 39)
Bir takım kötü şeyleri güzel göstererek kendilerini onlarla meşgul edeceğim, onları hidayetten mahrum bırakacağım.
"Sonra elbette onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım." (A'raf: 17)
"Önlerinden"; dünya hayatına rağbetlerini artırarak,
"Arkalarından"; ahiret hayatı hakkında şüpheye düşürerek,
"Sağlarından"; iyilikler tarafından,
"Sollarından"; kötülükler tarafından saldıracağım.
Yolundan çevirip sapıtmak, şaşırtıp imanlarını soymak için ne yapabilirsem yapacağım.
"Yemin ederim ki, kullarından belirli bir pay edineceğim." (Nisâ: 118)
Onların zamanlarından, iş ve güçlerinden, istidatlarından, mal ve evlâtlarından bir kısmını kendim için ayıracağım. Yollarına tuzaklar kurup, büyük bir kısmını benim yolumda çalıştıracağım.
"Onları saptıracağım." (Nisâ: 119)
Bâtılı hak, eğriyi doğru, kötüyü iyi, çirkini güzel göstererek, vesvese ve iğvâlarımla onları hidayet yolundan mutlaka çevireceğim.
Onları boş kuruntularla oyalayacağım." (Nisâ: 119)
Kalplerine hırs ve tamah, uzun ömürler yaşamak, amelsiz olarak cennete girmek, sebeplere tevessül etmeksizin maksada ulaşmak gibi olmayacak bir takım kuruntuları ilkâ edeceğim. Onlara kıyameti, hesabı, cenneti ve cehennemi düşünmek hissinden mahrum bırakacağım.
"Onlara emredeceğim, benim emrimle hayvanların kulaklarını yaracaklar." (Nisâ: 119)
Nitekim cahiliye devri Arapları, bir dişi deve beş defa doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını delerler ve artık ondan faydalanmayı kendilerine haram sayarlardı. Onu putlarına adarlar, bu bir şirk ve küfür iken ibadet yaptıklarını zannederlerdi.
"Onlara emredeceğim, Allah'ın yaratışını değiştirecekler." (Nisâ: 119)
Yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka şekle sokacaklar. Organlarını yaratılış görevlerinin dışında kullanacaklar. Kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar. Nikâhı bırakıp zinâya gidecekler. Cinsiyeti belli etmeyecek kılıklara bürünecekler. Erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere benzemesine çalışacaklar. Temizi bırakıp pisliğe koşacaklar, menfaati bırakıp zararı seçecekler. Doğruluğu budalalık, eğriyi hüner sayacaklar. Vazifeden kaçıp oyuna gidecekler. Helâla haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler. Hayır yerine şer işleyecekler. Sakallarını bıyıklarını yolacaklar. Yüzlerini boyayacaklar. İmar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar edecekler. Yaratılışın zıddına alışkanlıklaredinecekler. Yaratılanı yaratıcı yerine koyacaklar.
Bundan da öteye; Tevhid'den çıkacaklar, İslâm dinini bozmaya çalışacaklar, kendi düşüncelerine uygun bâtıl dinler kuracaklar, sahte liderler edinecekler, şeytanlık peşinde dolaşacaklar.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular.
Oysa ki şeytanın insanlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur.
Ancak ahirete imanı olan kimseyle, ahiretten şüphe edeni ayırdetmek için (ona bu ruhsatı verdik.)
Rabb'in her şeyi gözetlemektedir." (Sebe: 20-21)
Şeytan aldatıcıdır, yaratıcı değildir. Allah-u Teâlâ kimi korumak isterse onu şeytanın aldatmalarından korur, kimin de aldatılmasını isterse şeytanı ona musallat eder.
Nitekim şeytan bu gerçeği de itiraf etmiş ve şöyle demiştir:
"Senin izzetine yemin ederim ki, onların hepsini mutlaka azdıracağım." (Sâd: 82)
"Yalnız içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların hariç." (Sâd: 83 - Hicr: 40)
Yalnız taatin için seçilmiş hususi kulların aldanmazlar. Çünkü onlar içinde bulundukları duruma basiret gözüyle bakabilen uyanık kimselerdir.
Onun bu kötülük azmine ve meydan okumasına karşılık Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki insanlardan sana kim uyarsa onları ve sizi, hepinizi cehenneme dolduracağım." (A'raf: 18)
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ İblis'i önce isyanından dolayı sorguya çekmiştir. Bu sorgu esnasında özür beyan etme yerine kibir ve gururla mukabele etmesinden dolayı da bulunduğu makamdan indirmiş ve alçaltmıştır.
"Allah onu lânetledi." (Nisâ: 118)
"Haydi git! Onlardan sana kim uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezası cehennemdir, hem de tam bir ceza!" (İsrâ: 63)
Bu cezadan hiç bir şey eksiltilmeyecektir.
Gerek İblis'e uyanlar ve gerekse İblis ile onun askerleri tamamen cehenneme sevkedileceklerdir:
"Doğrusu, ki ben hep doğruyu söylerim, mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım." (Sâd: 84-85)
Bu ilâhî beyan, Allah-u Teâlâ'nın emrini ve hükmünü bırakıp da şeytana uyan herkes için azap bildiren bir tehdittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde, göstereceği faaliyeti göstermesi için şeytana ruhsat verdiğini, insanların ona uymaları mümkün olduğu gibi, ondan yüz çevirme gücüne ve kabiliyetine de sahip olduklarını, ihlaslı müminlerin üzerinde şeytanın hiç bir hakimiyeti bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
"Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, şaşırt!" (İsrâ: 64)
Çalgı âletleri ve oyunlar onun sesi olduğu gibi, Allah-u Teâlâ'dan uzaklaştıran ve O'na isyana çağıran her kişi şeytanın sesidir.
"Atlılarınla, yayalarınla onları yaygaraya boğ!" (İsrâ: 64)
Şeytanın atlıları ve yayaları, onun vazifesini çeşitli şekillerde ifa eden, insanları Allah yolundan çeviren insanlar ve cinlerdir.
"Mallarında ve evlâtlarında onlara ortak ol!" (İsrâ: 64)
Haram yoldan veya haksız olarak elde edilen bir mala haram yerlerde harcanan mallara şeytan ortaktır.
Şeytan diğer taraftan zinaya, gayr-i meşru surette evlat sahibi olmaya teşvik ederek çocuklara ortak olur.
Allah-u Teâlâ'nın hoşlanmadığı isimler taktırarak İslâm'dan başka bir dine girdirerek de kişilerin çocuklarına ortak olur.
"Kendilerine vaadlerde bulun!" (İsrâ: 64)
Şeytan onları boş ümitlerle ve vaadlerle kandırır. En korkunç ve aldatıcı vaadi ise, günah ve hatalardan sonra affedilmek vaadidir. Allah-u Teâlâ'nın af ve mağfiret deryasının engin oluşundan bahsederek, işlenen günahları basit ve tatlı gösterir.
"Şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey vâdetmez." (İsrâ: 64)
Dünya hayatını ahirete tercih ettirmeye çalışır. Haram olan şeyleri yapmayı, helâlden uzaklaşmayı telkin eder. Kötüyü iyi göstererek nice kimseleri bozmaya ve yoldan çıkarmaya çalışır durur.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın gerçek kulları şeytanın hakimiyetine girmezler. Onlar ilâhî himayeye nail olan güzide kullardır.
Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
"Şurası muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiç bir hakimiyetin olamaz." (İsrâ: 65)
Onların imanlarını değiştirebilme imkânına sahip değilsin, fakat isyanı onlara güzel göstermen mümkündür. Onları tamamen iğvâya kâdir olmasıdır.
"Rabb'in vekil olarak yeter." (İsrâ: 65)
Müminler O'na tevekkül ederler. O da onları korur. Allah-u Teâlâ'ya gerçekten yönelen ve ubûdiyet ile bağlanan bir kimse şeytanın hakimiyetinden kurtulmuş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ onları korur ve doğru yola iletir.
"Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz." (Hicr: 42)
Sen onlara musallat olamazsın. Ne onları susturacak bir delilin, ne de fiilî olarak kullanacak bir gücün yoktur.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ın yalnızlığını gidermek, üreme ve cinsin çoğalması için, uyurken sol arka kaburga kemiğinden Hazret-i Havvâ'yı yarattı.
Âyet-i kerime'de:
"Sizi bir tek candan yarattı. Ondan da eşini vâretti." buyuruluyor. (Zümer: 6)
Cinsleri, dilleri, renkleri ayrı ayrı olmasına rağmen bir tek candan yarattı, insanı tek iken çift hale getirdi.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Şüphesiz ki kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır." (Müslim: 1468)
Âdem Aleyhisselâm uyandığında onu başucunda görünce gönlü teskin oldu, birbirine ısındılar. Çünkü insanın kendisine ait bir organa, yahut kendisinden olan bir parçaya yakınlık göstermesi kadar tabii bir şey olamaz.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da gönlünün ısınıp huzura kavuşacağı eşini vâreden Allah'tır." (A'raf: 189)
Allah-u Teâlâ kadınları başka bir cinsten değil, yine insandan yaratmıştır. İkisi de insandır. İkisi de beşerdir ve biri öbürünün tamamlayıcısıdır.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde insanların Âdem Aleyhisselâm ile Hazret-i Havvâ'dan çoğalıp yayıldıklarını haber veriyor:
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık." (Hucurat: 13)
Bu hitap bütün insanlaradır. Biz sizi kudretimizle bir tek asıldan yarattık ve bir anne ve babadan meydana getirdik.
"Erkeği ve dişiyi yaratana yemin olsun ki!" (Leyl: 3)
Allah-u Teâlâ eşsiz ve hikmet sahibi bir yaratıcı olduğuna dikkat çekmek için erkek ve dişi cinslerini yarattığına dair Zât'ına yemin etmektedir. Çünkü erkek ve dişi arasındaki bir farklılığın tesadüf eseri meydana geleceği düşünülemez. Menideki asli unsurlar da dengelidir. Aynı unsurlardan bazen erkek bazen dişi çocuk yaratmak ancak ilâhî kudretin eşsiz bir eseridir.
"Sizi çift çift yarattık." (Nebe: 8)
Ki çoğalma işi düzgün olsun ve belli süreye kadar yeryüzünde hayat devam etsin.
"İbret alasınız diye her şeyi çift çift yarattık." (Zâriyat: 49)
Bütün yaratıklar çift çifttir. Gece ve gündüz, kara ve deniz, karanlık ve aydınlık, ölüm ve hayat... gibi. Hayvanlar ve bitkiler de böyledir.
Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ ibret almaya davet etmektedir.
"Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden çift çift yaratan Allah münezzehtir." (Yâsin: 36)
İnsanları erkek ve dişi olarak yaratması O'nun rahmetindendir. Bu lütuf devam edip gitmekte olup kıyamete kadar da devam edecektir.
Bunlardan başka Allah-u Teâlâ'nın insanları muttali kılmadığı daha nice çiftler vardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde, beşeriyetin ilk hilkat sahasına nasıl getirilmiş olduğunu bildirmektedir:
"Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan ve ondan eşini varedip, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabb'inize hürmetsizlikten sakının." (Nisâ: 1)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan halketti, eşini de onun kaburga kemiklerinin bir tanesinden yarattı. Daha sonra bu ikisinden bir çok erkek ve bir çok kadın türetti ve insanlar çoğaldılar. Bugün var olan insanlar böyle meydana geldi.
Hiç yokken topraktan seçmek suretiyle insanı yaratan ve o insandan eşini vareden, iki insandan birbirinden doğmaları suretiyle erkek dişi bir çok çocuklar ve torunlar halkedip dünyaya yayan Allah-u Zülcelâl'in şânı ne yücedir.
Allah-u Teâlâ secde emriyle Âdem kulunun şânını yücelttikten sonra bu ilk insan âilesine cennette yerleşmelerini emir buyurarak şânını artırmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey Âdem! Sen ve eşin, beraberce cennette yerleşin." (Bakara: 35 - A'raf: 19)
Allah-u Teâlâ onlara cennet meyvelerinin hepsini, cennetin her nimetinden bol bol faydalanmayı helâl kıldı.
"Orada olanlardan dilediğiniz yerde bol bol yiyin." (Bakara: 35 - A'raf: 19)
Diledikleri yerde otururlar, ne dilerlerse âfiyetle yiyebilirlerdi.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'a cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, ancak kendisinin bildiği bir hikmete göre, bu hürriyeti kısıtlamış, mahiyetini bilmediğimiz bir ağacın meyvesini yemelerini yasaklamıştır
"Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz, her ikiniz de zulmedenlerden olursunuz." (Bakara: 35 - A'raf: 19)
Ayrıca şeytanın kendileri için en büyük düşman olduğunu da haber vererek hilesine karşı ikaz etmiştir:
"Ey Âdem! Bu senin ve eşinin düşmanıdır." (Tâhâ: 117)
Aslında her ikisi de şeytanın kendilerine düşman olduğunu biliyorlardı. Çünkü Âdem Aleyhisselâm onun secdeye çağrıldığında nasıl isyan ettiğine ve söylediği sözlere şahit olmuştu.
"Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz!
Doğrusu cennette senin için ne acıkmak ne de çıplak kalmak vardır.
Orada ne susarsın, ne de sıcaklığın sıkıntısını duyarsın." (Tâhâ: 117-119)
Bu kadar cennet nimetleri yanında bu yasağın konması, hiç şüphesiz imtihan içindi. Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışı ile melekler ve şeytan imtihan edilmişlerdi. Melekler önce soru sormuşlarsa da secde emrine hemen uymuşlardı. Şeytan ise isyan etmiş, imtihanı kazanamamış, bundan dolayı da Allah-u Teâlâ'yı sorumlu tutmuştu. Kendisinin bu duruma düşmesine sebep olarak bildiği Âdem Aleyhisselâm'dan intikam almanın yollarını aramaya başladı. İkisine de vesvese vererek yanılmalarını sağladı.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Sonunda şeytan ona vesvese verdi." (Tâhâ: 120)
Her ikisi de kandırılmış, her ikisi de ona aldanmışlardı.
"Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi." (A'raf: 20)
Şeytan ikisine de haset etmiş, onları çekememiş; içinde bulundukları nimetin elden gitmesi, üzerlerinde olan güzel elbiselerin soyulup alınması için ne yapıp yapıp yasak meyveden yemelerini sağlamaya çalışmış, bir yalan ve iftira olarak şöyle demişti:
"Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?" (Tâhâ: 120)
Sen ondan istifade ederek ebedî bir hayata sahip olasın.
"Rabb'iniz, sırf melek olursunuz veya burada ebedi kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan menetti, başka bir sebepten değil." (A'raf: 20)
"Ebedîlik" ve "Mülk" arzusu beşer tabiatında bulunan iki arzudur. Âdem Aleyhisselâm da beşer fıtratında yaratıldığı için, şeytan bu iki noktadan nüfuz etmişti.
"Ve onlara 'Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim.' diye yemin etti, böylece onları hile ile aldattı." (A'raf: 21-22)
Onların iyiliğini istiyormuş gibi gözükerek kendi tuzağına düşürmeye çalıştı.
Âdem Aleyhisselâm ve Hazret-i Havvâ, melek olma veya cennette ebedî kalma ihtimallerini duyunca; Allah-u Teâlâ'nın ikazını ve şeytanın kendilerine en büyük düşman olduğunu unuttular. Onun yalan yere yemin edeceğine ihtimal veremediler, aldandılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki biz daha önce Âdem'e de ahid vermiştik. Fakat o unuttu." (Tâhâ: 115)
Allah-u Teâlâ'nın verdiği ahidde bir tek ağaç hariç, bütün meyvelerden yiyebilecekti. O ise bu ahdi unuttu, bu ilâhî tavsiyeyi hatırlayamadı.
"Biz onda azim bulmadık." (Tâhâ: 115)
Allah-u Teâlâ'nın emrine aykırı hareket etme hususunda da bir kasıt ve yönelme yoktu."Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yediler." (Tâhâ: 121)
O husustaki ilâhî emri unutmuş, şeytanın iğfâline kapılmış oldular. Eğer sebatkâr olsaydı, aslâ aldatamayacaktı.
"Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine görünüverdi." (A'raf: 22)
O zamana kadar yaradılışlarında kendilerini utandıracak ve tiksindirecek bir şey bilmiyorlardı.
Fitnenin tuzağına düşen Hazret-i Âdem ve Havva, çok edepli olduklarından utandılar ve:
"Üstlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar." (Tâhâ: 121 - A'raf: 22)
Daha önce cennet elbisesi giymişken, şimdi avret mahallerini örtmeye başladılar. Görülüyor ki bu ilk iki insan sıcak ve soğuğa karşı değil, birbirlerine karşı giyindiler. Henüz bu safhada kendilerine Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş bir giyinme emri yoktu. Fakat ilâhî irade onları böyle duygularla ve fıtrî bir terbiye ile donatmış bulunuyordu.
Tesettür, Allah-u Teâlâ'nın emirlerini uygulamak için vazgeçilmez bir esastır. Utanma duygusu insanda fıtridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında:
"Âdem Rabb'ine âsi olup şaşırdı." (Tâhâ: 121)
Buyurarak, onun neslinden gelecek olan insanların böyle hataları işlemelerini vurgulu bir şekilde yasaklamaktadır.
Allah-u Teâlâ yasağa karşı gelmekten ve düşman sözüne aldanmalarından dolayı onlara sitemde, itapta ve hitapta bulundu, onları uyardı:
"Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?" (A'raf: 22)
Bu hitâb-ı izzet karşısında utançlarından ezildiler. Hatalarını kabul ve itiraf ettiler, son derece pişman oldular. Rabb'lerine yönelerek şöyle yalvardılar:
"Ey Rabb'imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki kaybedenlerden oluruz." (A'raf: 23)
Bu kelimelerin o anda kalplerine gelmesi de ilâhî bir lütuftur.
Âdem Aleyhisselâm emr-i ilâhîye kasten muhalefet etmiş değildi. Yapmış olduğu bir unutma neticesi idi.
Kendisinden başka tevbeleri kabul edip, bağışlama sıfatı bulunmayan Allah-u Teâlâ, tevbelerini kabul buyurdu ve onları bağışladı:
"Rabb'i yine de onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi." (Tâhâ: 122)
Şeytan günahından dolayı uyarıldığı zaman hatasını itiraf etmediği gibi, itaat yoluna da dönmemiş, daha da inatçı bir durum sergilemişti. Âdem Aleyhisselâm ise hatası karşısında uyarıldığında hayâ ve üzüntü duydu, pişman oldu, Rabb'ine karşı itaat yoluna girdi.
Âdem Aleyhisselâm'ın affedilmesine sebep olan dört nokta vardır: 1. Hatasını anlaması. 2. İtiraf etmesi. 3. Pişmanlık duyması. 4. Çok tevbe ve istiğfar etmesi.
Beşincisi de affedilince nefsine paye vermemesidir.
"Âdem Rabb'inden bir takım kelimeler aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhametli olandır." (Bakara: 37)
O öyle merhametli bir Zât-ı âlî'dir ki, kulunu bir kere terkedivermekle ebediyyen terkedivermez. Kulu tevbe ettikçe, yine döner bakar. Çünkü O rahimdir, merhameti engindir.
Bu hâdise Âdem Aleyhisselâm cennette iken, yani peygamberlik verilmeden önce cereyan etmiştir. Kasıtsız olarak işlemiş oldukları bu hata, tevbe etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ tarafından bağışlanmıştır.
Şeytan bu yasağı çiğnetmekle; cennetten tamamen mahrum edeceğini, kendisi gibi ilâhi rahmetten ebediyyen kovulacaklarını zannediyor, tevbe ederek kurtulacaklarını hiç ummuyordu.
Allah-u Teâlâ Hazret-i Âdem ve Havvâ'ya daha önceden ikazda bulunmuş, şeytana aldandıkları takdirde cennetten çıkarılacaklarını beyan buyurmuştu.
Dolayısıyle emre muhalefet ettikleri için yeryüzüne indirilmek üzere cennetten çıkarıldılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ne var ki şeytan ayaklarını kaydırıp onları oradan uzaklaştırmış, içinde bulundukları yerden çıkarmıştı." (Bakara: 36)
Aslında İblis'in gayesi Âdem Aleyhisselâm'ı cennetten çıkarmak değildi, onu eriştiği mertebeden düşürmekti. Kendisinin uzaklaştırıldığı gibi, onu da uzaklaştırmak istiyordu. Fakat gayesine erişemedi.
Cennetteki kendilerine âit fıtratlarında bir değişme oldu.
Allah-u Teâlâ onları yeryüzüne indirirken, şeytan da dahil olmak üzere hepsine birden şöyle hitapta bulunmuştu:
"Birbirinize düşman olarak inin!" (Bakara: 36 - A'raf: 24)
Karşılıklı olarak birbirinize düşmanlık edeceksiniz.
"Siz yeryüzünde bir müddet yerleşip geçineceksiniz." (Bakara: 36 - A'raf: 24)
Çünkü yerler ve yerdekiler insanlar için yaratılmıştı. Cennette oturma ise bunun başlangıcı idi.
"Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan dirilip çıkarılacaksınız." (A'raf: 25)
Ecellerinizin biteceği süreye kadar yeryüzünde yerleşecek, çalışacak ve barınacaksınız. Sonra da orada ölecek, oradan dirilerek çıkarılacaksınız.
"Hepiniz oradan inin! Size benden bir hidayet geldiği zaman, kim ki benim hidayetime tâbi olursa, onlar için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Bakara: 38)
Dünyada ele geçiremedikleri şeyler için üzülmedikleri gibi, nâil olacakları nimetler ellerinden çıkmayacağı için de mahrum olmazlar.
"O (dünyada) sapmaz, (ahirette de) bedbaht olmaz." (Tâhâ: 123)
Bu gibi kimseler sapmaktan ve bu sapıklığın cezasından kendilerini kurtarmış olurlar.
"Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir." (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, ne rahatı ve huzuru olur, ne de gönlünde genişlik ve ferahlık olur.
•
İnsanoğlunun yaratılışının birinci gayesi yeryüzünde Allah'ın halifesi olmasıdır. Allah-u Teâlâ insanı yeryüzünde halife yapmak için yaratmıştır. O sadece imtihan gayesiyle cennette tutuluyordu.
Şeytan da şüphesiz Âdem Aleyhisselâm'la birlikte ve ona düşman olarak gönderilmiş, cennette olduğu gibi dünyada da onu ve neslini doğru yoldan saptırmak için peşine takılmış; "Birbirinize düşman olarak inin!" emr-i şerifi mucibince, şeytan insanın düşmanı, insan da şeytanın düşmanı olmuştur ve aralarındaki bu mücedele kıyamete kadar devam edecektir.