Tarih boyu hükümdarlar, devlet yöneticileri; düşmanlarının niyetlerini ve muhtemel tehlikeleri keşfedebilmek, ileride yaşanabilecek hadiseleri tahmin edebilmek, siyasetini ve mühim kararlarını isabetli bir şekilde verebilmek için çok gayret sarfetmişler; inançlarına ve meşreplerine göre, kimileri Allah dostlarını, bilge kişileri; kimileri rahipleri, kâhinleri, şeytani yetenekleri olanları kendilerine danışmak için yakın çevrelerinden eksik etmemişlerdir.
Yusuf Aleyhisselâm'ın kıssası bu danışma ameliyesinin önemi ve lüzumunu, ehil kimselerle yapılması gerektiğini bizlere bildiren mesajlarla doludur. Allah-u Teâlâ'nın bu kıssayı bizlere Kur'an-ı kerim'inde bildirmesi, bu hususun aynı zamanda dini bir vazife ve peygamber sünneti olduğunun delilidir.
Herkesin bildiği bu kıssanın bir kısmında Mısır kralı'nın gördüğü rüyayı tabir ettirmek için ehil kimse araması, bu vesile ile Yusuf Aleyhisselâm ile tanışması, Yusuf Aleyhisselâm'a ve onun sözüne itibar ve itimat etmesi sayesinde Mısır ülkesinin o devirde büyük bir badireyi nasıl atlattığı bizlere Allah-u Teâlâ tarafından Kur'an-ı kerim'de bildirilmiştir. Herkesin bildiği bu kıssanın bahsettiğimiz kısmı özetle şöyle idi:
Mısır kralı bir rüya görmüştü:
"Ben rüyâmda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini görüyorum. Ayrıca yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak görüyorum." (Yusuf: 43)
Kralın büyük tesirinde kaldığı bu rüyasını memleketteki bütün kahinler, sihirbazlar, yorumcular tabir etmekte aciz kaldılar. Nihayet Allah-u Teâlâ Yusuf Aleyhisselâm'ı kralın karşısına çıkarttı. Yusuf Aleyhisselâm rüyayı şöyle tabir etmişti; bollukla geçecek yedi yıldan sonra gelecek yedi kurak yılın bu bolluk yıllarında biriktirilen zahireleri tüketeceğini söyledi. Ayrıca nasıl hareket etmeleri gerektiğini tavsiye etti. Kral bu tabirden çok memnun oldu. Yusuf Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini görünce onu Mısır hazinelerinden sorumlu veziri yaptı. Gerçekten de her şey Yusuf Aleyhisselâm'ın dediği gibi zuhur etti. Yusuf Aleyhisselâm sayesinde bollukla geçen yıllardan sonra gelen yedi kurak yılı Mısır rahat atlattı. Çevre ülkelerdeki aç kalan insanlar akın akın Mısır'a erzak almaya geldiler. Zahire satışları sayesinde hazinesi para ile doldu.
Binaenaleyh bu kıssadan konumuzla alakalı olarak çıkartılacak en önemli hisse; devlet işlerinde ehil kimselere danışmanın ve işleri ehil kimselere emanet etmenin ne kadar önemli olduğudur. Danışmanlıktan öte; Mısır kralı Yusuf Aleyhisselâm'ı bir peygamber, bir hak ve hakikat temsilcisi olarak kabul etti, kendisi de müslüman oldu.
Her devlet harp gibi, sulh gibi mühim bir karar alırken, ülkenin önde gelen, konuyla ilgili görev sahipleriyle ve danışmanlarıyla istişare eder, ancak aynı zamanda kendi inancına göre ilâhî bir işaret ve destek arar. Fark şudur ki; kimisi işareti ve desteği Yusuf Aleyhisselâm gibi ilhamını Hazret-i Allah'tan alanlarda, kimisi de medyum, kâhin gibi ilhamını şeytandan alanlarda arar. Günümüzde bile medyumlara, cincilere epeyce rağbet olduğu ehlince bilinir. Bunu halk pek bilmez. Ancak meselâ Amerikan istihbaratında parapsikoloji adı altında bu durum kurumsallaştırılmıştır.
Tarih boyunca yaşanan iman-küfür mücadelesinin bir boyutunda, arka planında bu iki sınıfın; hak ve hakikat ehli ile dalalet ehlinin mücadelesi vardır. Nitekim son bin yılda ilhamını şeytandan alan papa ve papazların güdümünde hareket eden Haçlı sürülerinin karşısında, ilhamını Hazret-i Allah'tan alan Allah dostlarının desteği ile hareket eden Selçuklu ve Osmanlı atamız vardı.
Günümüzde de; "Şeytan medeniyetini Batı'da kurmuştur." Batı kelimesini Amerika olarak da özelleştirebiliriz. Çünkü Amerikan derin devletinin derininde kara büyü dahil her türlü şeytani yöntemleri kullanan, kendilerini tanrı gibi gören bir derin yahudi komitesi vardır. Bu şeytanlaşmış insan topluluğunun tinsel kibri Amerikan halkına ve ordusuna da sirayet etmiştir. Meselâ Amerikan Deniz Piyadelerinin mezuniyet törenlerinde okudukları "Bir Deniz Piyadesi Nedir?" bağırtısının bazı cümleleri şöyledir: "... Anamız bir M-16, babamız ta kendisidir İblis'in! ... Ben, kibirli, benmerkezci ve küstahım! ... Kan ve barsaktan oluşan yeşil bir canavarım! ... Allah dinlenirken Yedinci Gün'de, O'nun sınırlarını aştık, dünyayı çaldık! O gün, bu gün, gösteriyi biz yürütüyoruz! ..."
Bu sebeple bunlar Hazret-i Allah'ın gadap ettiği bir topluluktur. Dünya üzerinde yaşananları bu pencereden görmek lâzımdır.
Şeytandan ilhamını alanlar ve onların güdümündeki medeniyetlerin durumu budur.
Peki bizim durumumuz nedir? Bizler kimlere danışıyoruz? Yahut danıştıklarımız ilhamını kimden alıyor? Bunların, küffarın karşısına dikilecek bir hak ve hakikat medeniyetinin temsilcisi olabiliyor muyuz?
İnşaallah bir gün olacağız, ancak henüz bu durumda değiliz. Olamadığımız için kuvvet ve ruhsatı Hazret-i Allah onlara verdi. Lakin bizden de tamamen almadı. Bu sebeple Allah-u Teâlâ'nın izniyle hareket eden derinlerdeki derinler bizi desteklemeye devam ediyor. Ancak bunları halk da bilmez, halkın başındakiler de bilmez. Küffar da bilmez, arar bulamaz. Dünya üzerinde öyle gizli hadiseler yaşanır ki; derler ki, "Türkiye bu kadar mı güçlü?".
Allah-u Teâlâ'nın izni ve takdiri ile olur bunlar.
Bu manevî desteğe rağmen şeytan medeniyetinin karşısına dikilip onu yerle bir edecek bir hak ve hakikat medeniyeti olamayışımızın en büyük nedenlerinden birisi adam olmayanları adam zannedip akıl danışmamızdır. Sonra da "Bizi aldatmışlar" diyerek ortaya çıkan hasarı düzeltmeye çalışıyoruz.
Şunu çok iyi bilmemiz icabediyor: Sırtına her cübbeyi giyeni Allah ehli zannedersek istikametimizi bulamayız, hata üzerine hata yaparız. Özellikle sahtelerin ortalığı işgal ettiği bu ahir zamanda. Görüyorsunuz bir zamanlar herkesin el üstünde tuttuğu, "Hocam" dediği, fikir danışmak için saatlerce uçak yolculuğu yapıp karşısında elpençe durduğu, sırtında cübbesi ile ahkâm kesen bir şahsın nasıl bir vatan haini olduğu ortaya çıktı. Türkiye hâlâ yakasını kurtarmaya çalışıyor, verdikleri zararın hesabı yapılamıyor.
Devlet kılcal damarlarına giren bu virüsü temizlemeye çalışıyor, ancak boşalan yerleri bunlardan daha sinsi ve daha tehlikeli bir başkası doldurmaya çalışıyor.
Süleymancılar da, Hizbülvahşetçiler gibi, IŞİD'ciler gibi memleketimize "Dar'ül-harp" diyorlar. Bu zihniyetin varacağı yer, kendilerinden olmayanların malını, her şeyini helâl görmektir. Bugün başkasının malını, faiz almayı helal görenler, kendilerinden olmayanlara her türlü haramı irtikap etmeyi meşru görmeyecek mi? Bir kuvvet bulsalar kendilerinden olmayan herkesi hedef almayacaklar mı? Bunları bilmeyen müslümanlar çocuklarını emanet ediyorlar. Büyük tehlikeler var. Ayyuka çıkan-çıkmayan, burada dile getirelemeyen nice hadisat var. Devletin vazifesi bunları örtmek değil, bu gibilerin üzerine gitmektir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İleride genç bir grup ortaya çıkacak. Bunlar Kur'an'ı okuyacaklar, ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek. Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır. Nihayet onların bu sürdürdüğü hile ve aldatma esnasında deccal çıkacaktır."
Hadis-i şerif'i rivayet eden Abdullah İbn-i Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in 'Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır.' ibaresini yirmi kereden fazla işittim."
(Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Tercümesi, Cilt: 16, sh: 530)
Peki bunlar bilindiği halde niye böyle oluyor? Neden bunlara yol veriliyor? Akıllanmayacak mıyız?
İnsanlar neden uyuyor?
Çünkü öyle bir zamandayız ki, halk olarak, millet olarak birçok faziletimizi kaybettik, menfaatçilik yaygınlaştı, helal-haram ayrımı yapılmaz oldu. Bütün bunların neticesi olarak da İslâm'a, ahkâma uymayan hareketler hoş görülür oldu. Böyle olunca da hak ehli ile dalalet ehli tefrik edilemez oldu. Herkes sarhoş.
Madem ayıramıyoruz, bilemiyoruz, ayırana bilene kulak vermemiz gerekmez mi? Milletimizin, devletimizin tekrar bu tehlikelere düşmemesi için, birkaç sene sonra tekrar "Bunlar bizi aldatmış." demememiz için, yeniden büyük bir medeniyetin temsilcisi olabilmemiz için bu "Tefrik"i, "Ayrım"ı yapan, gerçek hakikat ehline sarılmamız, onların beyanlarını dinlememiz icap etmez mi?
Öyle bir zaman, öyle bir karanlık devirdeyiz ki; müslümanların sarıldıklarının ekserisi sahte. Çünkü ahir son zamanda, Hâtem-i veli'nin zuhur ettiği zamanda yaşıyoruz. O halde, ona-buna sarılıp sağa-sola çarpa çarpa gideceğimize bu zât-ı âli'ye sarılmamız icap etmez mi? Zira onun hayatta olması ile vefatta olması arasında bir fark yoktur. Nitekim bu zât-ı âli, hâl-i hayatında âdeta kendisinden sonrası için konuşmuş, bugünlerimizi aydınlatmaya çalışmış, milletimizi ve devletimizi 20-30 yıl öncesinden hitap ederek bugünkü badirelerden kurtarmaya çalışmıştır. Bu Zât-ı âli, Muhterem Ömer Öngüt –kuddise sırruh- Hazretleri "İç düşman daha tehlikeli, dış düşmanın cephesi var, iç düşmanın cephesi yok." diyerek din ve vatan bölücüsü olarak tanımladığı bölücü grupları ifşa etti, akıl-havsala almayacak bir mücadele yaptı. Bugünkü ihanetler ortaya çıkmamışken 90'lı yıllarda bunlar hakkında eserler neşretti. Allah-u Teâlâ'nın hükümlerinden zerre taviz vermedi, İslâm adı altında dini tahrif etmeye çalışanları bize tanıttı. Aynı zamanda devleti ve vatanı ayakta tutmak için gayret etti. Bölücülerin devlet ve vatan düşmanlığına karşı bayrak açtı. Birlik ve beraberliğe davet etti.
"Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun. Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun." / "Bizim iki gayemiz var: İman ve vatan. Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. O yabancı bayrağın altında durmanın ne demek olduğunu biz biliriz amma siz bilmezsiniz. ... Ben bunu çok iyi biliyorum. "Bayrak" deyip geçiliyor amma o bayrak çok şeyler ifade ediyor..." buyurdu.
Bu iki mücadelesi sebebiyle kendisini tanımayanlar bu Zât-ı âli'yi devletin adamı diye yaftalamaya, karalamaya çalıştılar. Halbuki kendileri eğer bir yere konulacaksa yukarıda bahsettiğimiz derin maneviyat ehlinin içine konulabilir. Ki öyledir. Arap-İsrail Savaşı'nda Araplar yenildiği zaman "Hatayı kendimde aradım." buyurmuşlardı. Kıbrıs harbinin ise seccadede kazanıldığını haber vermişlerdi. Bölücü terörle mücadeleye de büyük teveccühleri, destekleri vardı.
Bugünkü ortam bu Zât-ı âli'nin mücadelesinin haklılığını iyice ortaya koydu. Zira küffar bütün islâm ülkelerinin devletlerini, ordularını içeriden yıkmaya, bölmeye çalışıyor. Olmazsa ordularıyla saldırıyor, işgal ediyor.
Bu zât-ı âli "İman ve Vatan" derken, sadece memleketimizi ayakta tutmaya çalışmadı, küffarın en sinsi planlarıyla, küffarın ajanı bölücülerle mücadele etti.
Din bölücüsü yıkmaya çalışıyor, vatan bölücüsü yıkmaya çalışıyor. Küffar arkalarında. İçeriden, dışarıdan saldırıyorlar. Bu kadar saldırıya uğradığı halde ayakta kalan dünyada hangi devlet var? Bu vatan nasıl ayakta duruyor? Şunu çok iyi bilmek lâzımdır ki, bu maneviyat ehlinin desteği ile ayaktayız.
Bizler oradan aldığımız düsturla hareket etmeye çalışıyoruz. "Atın başını Kerkük'te görüyorum." buyurmuşlardı. Görüyorsunuz küffar sınırımızda PKK devleti kurmaya çalışıyor. İşin zarureti iyice ortaya çıktı.
•
İstikamet arayan çadırını buraya, bu hak ve hakikat çığırının üzerine kursun. Menfaati için; hangi haramı çiğnemek gerekiyorsa o haramı irtikap etmeye, idarecilere yanaşmaya, devlete sinsice yerleşmeye çalışanlardan ne müslümanlara ne de bu vatana hiçbir hayır gelmez.
Tarihte yaşamış Allah dostlarının hayatı bir hikâye değil gerçek birer örnektir. Onlar devletin selameti için gerekirse Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretleri gibi Sultan Fatih'e yakın olmaktan bile kaçmışlar, kendilerini feda etmekten çekinmemişlerdir.