Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde yaşamış olan Şeyh Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri, Şeyhü'l-ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Fusûsu'l-Hikem" kitabı'ndaki mânâları şerhetmek maksadıyla yazdığı "el-Matlâu Husûsu'l-Kelîm fî Meânî Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde, bütün ilâhî mertebelerin İsm-i âzam'ın tecellîsine mazhar olan Hâtemü'r-rüsul ve Hâtemü'l-evliyâ'ya verildiğini beyan ederek; resul, nebî ve velilerin Hakk'ı ancak, bu iki Hâtem'in kandilinden görebileceklerini haber vermiştir:
"Küllî ve cüz'î, büyük ve küçük olan ve ikisinin arasında bulunan tüm mertebelerin ele geçmesi; yalnız, İsm-i âzam'ın zâhiren ve bâtınen kendisine verildiği kimseler için mümkün olabilir. Onlar da ancak Hâtemü'r-rüsul ve Hâtemü'l-evliyâ'dır.
Hâtemü'r-rüsul diğer peygamberlerden farklı olduğu için; onlar Hakk'ı da, kendi mertebelerini de ancak, onun bâtın yönünden kendilerine istimdâd eden mişkâtından görebilirler. Hâtemü'l-evliyâ'ya gelince; o da diğer velilerden farklı olduğu için, onlar da kendilerine verilen herhangi bir şeyi ancakondan elde edebilirler. Hatta aynı şekilde; resuller bile Hakk'ı ancak onun mişkât ve makâmından görebilirler."
("el-Matlâu Husûsu'l-Kelîm fî Meânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 28a yaprağı)
Ezelden koyduğu için. Yoksa şahısta hiçbir hüküm yoktur. İnsan o zaman kâğıt mesabesinde oluyor. Allah-u Teâlâ yazmış, mukadderâtı takdir etmiş. Fakat insan baktığı zaman O görülmüyor da halk kâğıdı görüyor. Halbuki yazan da O, çizen de O... Kâğıt hükümsüzdür, amma kâğıdı hüküm yerine koymuş. Bu hükümsüzlük öğretme ile, gösterme ile kâimdir. Nasıl ki sırları öğretmeyi murad etmişse, mahviyeti de O ihsan eder, bunlar O'nun ihsanı ile olur. Bu zevât-ı kiram'ın bu beyanlarını biz sadece dinleriz, hiçbir zerresini nefse mâletmeyiz. Çünkü nefse âit değil, nefsin hiçbir hakkı yok. Yalnız dinleriz. "Rabb'imin lütfu ne güzel, ne büyük!" deriz, amma nefse yol vermeyiz. O zaten yol vermez.
Hazret-i Allah öyle bir Allah ki, yalnız kendi kendini bilir ve kendi kendini metheder. Bir mahlûkun O'nu bilmesi, bulması, methetmesi mümkün değildir. Çünkü mahlûktur, yaratılışı bir damla kerih sudur. Ancak Allah-u Teâlâ kişiye ne kadar tecellî ettiyse, nasıl tecellî ettiyse o kadarını bilir. Farz-ı muhal ki güneşin ısısı vurdu. Ne kadar vurduysa, kişi ne kadar ısı aldıysa, güneşten o kadar fayda görür. O öyle bir Allah'tır!
Bu sözlerimize dikkat ederseniz, siz de burada Hâlik-ı Azîmüşân'la mahlûku öğrenmiş ve ölçmüş oluyorsunuz.
"İsm-i âzam'ın zâhiren ve bâtınen kendisine verildiği kimseler..." mevzusuna gelince;
Bu noktada deriz ki:
"Allah'ım! Bana İsm-i âzam'ı öğrettin ve gösterdin. Bu öğrettiğin İsm-i âzam'ın hakkı için günahlarımı bağışla, onun yerine sevap yaz, ahlâkımı güzelleştir, kötü ahlâkları benden al."
Çünkü biz Hazret-i Allah'ı görürüz, başka bir şey görmeyiz.
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri yine "el-Matlâu Husûsu'l-Kilem fî Meânî Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinin bir başka noktasında, tıpkı hazinenin başına tâyin edilen bir hazineci gibi, Hâtemü'l-evliyâ'nın da Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın ilim ve velâyet hazinesinin başına tâyin edildiğini beyan buyurmuştur:
"Bil ki peygamberler, Hakk'ın birtakım isimlerinin mâhiyetlerine mazhardırlar. Bunlar, toplayıp birleştirici olan ve hakikat-i Muhammediyye'nin mazharı bulunan 'İsm-i âzam'ın içine dahildirler. Zaten onun ümmeti de, bunun için ümmetlerin en hayırlısı ve kıyamet gününde onların üzerine şâhitler olmuşlardır. Zira Resulullah Aleyhisselâm, onları onların mertebelerine göre tezkiye etmiştir.
Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur:
'Ümmetimin âlimleri benî İsrâil'in peygamberleri gibidir.' (Keşfü'l-Hafâ)
Nübüvvet ve risâletin, onun -sallallahu aleyhi ve sellem- makâmından alınma durumu ortaya konulunca; onun risâlet ve nübüvvet mertebesi, bâtını olan velâyet mertebesine bırakılır ve böylelikle o, her iki mertebeyi de hatmetmiş olur. Çünkü onun (velâyetin) sona ermesi mümkün değildir. Bu mertebe, kendileri için herhangi bir şeyin meydana gelmesini sağlayan istidatları nisbetinde, velilerin içinde zuhur eder. Tâ ki bu şey, tam şekliyle zuhuruna erişinceye kadar... O da, ona istidâdı olan ve 'Hâtemü'l-evliyâ' diye murâd edilen kimsedir.
Bu mertebenin sâhibi, toplayıp birleştirici olan ismin mazharı olduğu için, bâtın yönüyle Hâtemü'r-rüsul'dür. Allah'ın, halka bir mertebe altında, birtakım isimler hicâbının gerisinden tecellî etmesi nasılsa; bu Hatm'e gayb âleminden, halk için 'Hâtemü'l-evliyâ' sûretinde tecellî etmesi de öyledir. Peygamberlerin ve velilerin hepsi velâyet sâhibi olduğu, o ise onun bütününe mazhar olduğu için; tam velâyetin mazharı işte bu Hâtem olur ve her tahsis onun toplayıcı makâmından meydana gelir.
Hâtemü'r-rüsul Hakk'ı başka bir mertebeden değil, ancak kendi velâyet mertebesinden görür ve (bundan dolayı) kendisi için herhangi bir noksanlık meydana gelmez. Onun misali tıpkı hazinecininki gibidir. Hazineye bağlı olanlara Sultan'ın emriyle herhangi bir şey verince, (bu) sultan için de böyle olur; sultan da diğer bağlıları gibi (hazinesini) ondan alır ve herhangi bir noksanlığa uğramaz."
("el-Matlâu Husûsu'l-Kilem fî Meânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 28a-28b yaprağı)
O'nun hazinesi olduğu için. O ilâhî hazinenin dağıtıcısıdır. Bu zevât-ı kiram Resulullah Aleyhisselâm'ı ne kadar güzel anlamışlar! Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği hükmünü, ona verdiği izni ne kadar güzel anlamışlar ve anlatıyorlar. Çok büyük lütuflara, ihsan ve ikramlara mazhar olmuşlar. Onlara çok şeyler duyurmuş, bilmiş ve bildirmişler. Kalben her zaman şöyle deriz: "Allah'ım! Boynumu sevgililerinin ayağı altında bulundur, beni orada tut!" Yani hiçbir zaman yukarıya çıkmasın.
Resulullah Aleyhisselâm'ın risâlet ve nübüvvet mertebesinin, bâtını olan velâyet mertebesine bırakılması ne demektir? Çok ince ve çok mühim bir nokta. Buradan şu mânâ anlaşılıyor ki; Resulullah Aleyhisselâm'ın nübüvveti olsun, risâleti olsun, bunlar Hâtem'e intikal ettiği zaman umum olarak intikal olmuş oluyor.
O kadar mühim bir nokta ki; "Bir ruh iki beden." Yani o ruh oraya intikal edince veli de o, nebi de o, resul de o oluyor. Çünkü o kandilde o da var. Resulullah Aleyhisselâm o kandilden o kandile geçmiş. Yani vazife ve icraat ona geçmiş, mesulü odur. Hepsi o kandilde toplanmış, orada her şey var. Kandil iki amma ruh bir. Hepsi o oluyor. Niçin? O orada olduğu için hepsi o oluyor, olduğu gibi hepsi orada oluyor. Onda onun tecelliyâtı var. Her veliye bir pay verilmiştir, ona ise hepsi verilmiştir. Allah-u Teâlâ oraya küllîsini bırakmış, diğerlerine o küllîden cüz'îlerini bırakmış. Cüz'î o küllîden veriliyor.
Bu noktanın tarifi mümkün değil. Öyle murad etmiş. Yoksa bir beşerin bunu anlaması ve anlatması mümkün değil. Bunlar iftihar için söylenmez. Çünkü Allah-u Teâlâ varlığı aldığı zaman, Var'dan başkası kalmadığı zaman bunlar nefse mâledilmez. Sadece duyulur. Öyle murad etmiş. Amma nefse âit değildir. Bu bir tecelliyât-ı ilâhîdir, murad-ı ilâhîdir, kula âit hiç değildir. Halkın aklı bunu almaz.
Ve siz bunları okuya okuya dinleye dinleye imanınız kemalleşiyor, gönlünüze sinmiş oluyor. Bize düşen kulluktur. O'na O'nun istediği gibi kul olabilmek, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olabilmek.
Bir mahlûk Hâlik'ine nasıl şükredebilir? Bu mümkün müdür?
Benim zikirlerimden bir tanesi de şudur:
"Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah... Allah'ım sana şükür, Allah'ım sana şükür, Allah'ım sana şükür!"
Rabb'ime istiğfar ederim, hemen arkasından şükrederim. İstiğfar ederim, şükrederim. Benim bir zikrim de budur.
Hazret Resulullah Aleyhisselâm'ın risâlet ve nübüvvet mertebesinin, bâtını olan velâyet mertebesine bırakıldığını ve böylelikle Hâtem'in, her iki mertebeyi de hatmetmiş olduğunu beyan buyurmaktadır.
Yani o tahsili de yapmış gibi, hepsini bitirmiş gibi o olur. "Onu da hatmetmiş bitirmiş, onu da hatmetmiş bitirmiş, okumuş, bilmiş ve vesikaları ele almış." mânâna geliyor. Haddi zâtında hiçbir şey değil. Hiçbir şey bilmiyor, hepsini biliyor. Mustafa'ya vermemiş de Ahmet'e vermiş, o kadar. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. O bir tulumdan ibarettir, fakat o tulumun içerisinde O'nun tecellîyatı mevcuttur. Allah-u Teâlâ bütün tecelliyâtı ile orada.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir." (Kitâbü'n-Netice)
Bununla şunu demek istiyor: O öyle bir tecellîyât-ı ilâhîye mazhar olmuş ki, kim ki o tecellîyâta yönelirse istifade eder, her kim ki meylederse o tecellîyâtın ziyasına nâil olur. Hayatta olsun vefatta olsun.
Bunun da sebebi; var olduğu için, varlığı ifnâ edildiği için.