Muhterem Okuyucularımız;
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz 16 Recep 1431, 28 Haziran 2010 tarihinde ahirete irtihal etmişlerdi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardı:
"Bizim için gitmekle kalmak arasında hiç fark yoktur. Niçin? O'nunla mısın? Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de O'nunlasın. İşte bu sebeple onun yaşamasıyla ölümü arasında hiçbir fark yoktur. Dünyada da O'nunla, ahirette de O'nunla... Hazret-i Allah ile olana ölüm yok..."
Kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeyden haberdar ettiğini bilmemiz lâzımdır.
Bu bakımdan ehl-i kemâl insanların ziyaret edilmesinden büyük kârlar husule gelir, oradan boş dönülmez. En güzel ziyaret gönülle yapılandır. Uzaklık, yakınlık fark etmez...
Evliyâullah Hazerâtı, Hatem-i veli'den, ona verilen lütuflardan haber vermişler, onun yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, ezelde ona verilen mânevi makamlardan bahsederek eserler neşretmişler, şerhler yapmışlar, hatta talebelerine tarif ederek hakkında ders talim etmişlerdir. Allah-u Teâlâ böyle karanlık, zindan bir zamanda böyle bir kimseyi göndermeyi, karanlığı delmek için bu "Nûr"u yeryüzüne indirmeyi murâd etmiş.
Bunlar hep murâd-ı İlâhî'dir. Murâd ettiği kulunu dilediği bir zamanda, dilediği vazife ile göndermek O'nun için güç değildir! Bütün bunların hepsi O'nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O'nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir. Hep ezelî lütuf, başka hiçbir şey değil!..
Bu lütuf O'nundur, O'ndandır. Mahlûk'un hiç hükmü yoktur.
O dilemiş, sevmiş, seçmiş, tecelli etmiş, ileriye sürmüş o kadar...
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nübüvvetine göre tecellî etmiş, Hâtem-i veli'ye ise velâyetine göre tecellî etmiştir. Çünkü herbirinin kalbinin vüs'atı ayrı ayrıdır. Onun kalb-i nebevîleri ilâhî tecelliyâta ne kadar mazhar olsa taşmaz. Niçin? Onu öyle yarattığı için. Hâtem-i veli de taşmaz. Ona göre ona vermiştir. O hiçbir şeyi kendisine benimsemez. Hiçbir şeyi benimsemediği için çekirdek çatlamaz, neşv-ü nemâ verir. Çünkü o Allah-u Teâlâ'nın himâyesinde yürüyor, onu O yürütüyor, O koruyor. Bir an bıraksa mahvolur. Bütün bu icraatlar hep O'nun himâyesi, O'nun koruması altında oluyor. Daha doğrusu onu O idare ediyor. Ona dilediği bilgileri veriyor, gizli sırları sızdırıyor. O da o gizli sırlara bakıyor, gördüğü kadar yürüyor. Biliyor, taşmıyor. Niçin taşmıyor? Hükümsüz olduğu için taşmıyor. Hiçbir şeyi nefsine mâletmediği için taşkınlık yapmıyor. Belki çok şey biliniyor amma taşma yok.
Bu intikâl, Hâtem'den Hâtem'e intikâldir. Çünkü bu intikâl olmasa bu vazife olmaz. O intikâl ile onun vekâleti, onun vazifesi yapılıyor, ikinci bir vazife yok. Hiç şüphesiz ki bu da Allah-u Teâlâ'dan geliyor. Hâtem-i enbiyâ'yı çekmiş vazifeyi vermiş. Onu da çektiği zaman bu vazife Hazret-i Mehdi'ye kalacak.
O koyacak, O lütfedecek, O idare edecek, bu işler olacak. Mahlûkatın hiçbir hükmü yok. Allah de geç, gayrisini bırak!..
Halk ister kabul etsin, ister kabul etmesin, bu böyledir. Bunlar hep ezelî lütuftur, başka hiçbir şey değil; mahlûka âit de değildir.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Hatmü'l-evliyâ üzerine inkârın çok ve fazla oluşu, tam mazhar oluşundandır." (Kitabu'n-Netice)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'in ahirete irtihallerinin sene-i devriyesi olması hasebiyle bu mevzu hazırlanmış olup, başta sevenleri olmak üzere Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
•
Bu ay içinde idrak edeceğimiz mübarek "Miraç ve Berat Kandilleri"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemine ve memleketimize hayırlar getirmesini, af ve mağfiretimize vesile olmasını niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Ey Yahya!
Bil ki ben kullarımdan bir kulu, niyetinden ötürü sevmeyi kendime şiâr edindim."
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a: "Habib'im!" dedi, burada ise sevmeyi şiar edindi. Aradaki fark büyüktür. Her şey bir amma, o birliğin içinde bir özlük var, özü de ona: "Habib'im!" diye hitap etmesidir. Sevmeyi şiâr edinmedeki niyetin mânâsı; Allah-u Teâlâ'nın nurunu yaymak, küfrü kökünden kaldırmaktır. O murad ettiğini yapar. Onun azmi ve niyeti budur. O'nun yolunda çalışacak ve halkı irşad edecek. Bütün sır; "Sevmeyi kendime şiâr edindim" Beyân-ı İlâhi'sinde gizlidir. Cenâb-ı Hakk onu sevmeyi kendine şiâr edindiğini beyan buyuruyor. Bâtınî mânâsı ise, O'nunla olmaktır.
Evliyâullah Hazerâtı, Hatem-i veli'den, ona verilen lütuflardan haber vermişler, onun yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, ezelde ona verilen mânevi makamlardan bahsederek eserler neşretmişler, şerhler yapmışlar, hatta talebelerine tarif ederek hakkında ders talim etmişlerdir. Allah-u Teâlâ böyle karanlık, zindan bir zamanda böyle bir kimseyi göndermeyi, karanlığı delmek için bu "Nûr"u yeryüzüne indirmeyi murâd etmiş.
Bunlar hep murâd-ı İlâhî'dir. Murâd ettiği kulunu dilediği bir zamanda, dilediği vazife ile göndermek O'nun için güç değildir! Bütün bunların hepsi O'nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O'nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir. Hep ezelî lütuf, başka hiçbir şey değil!..
Bu lütuf O'nundur, O'ndandır. Mahlûk'un hiç hükmü yoktur.
O dilemiş, sevmiş, seçmiş, tecelli etmiş, ileriye sürmüş o kadar...
•
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz 16 Recep 1431, 28 Haziran 2010 tarihinde ahirete irtihal etmişlerdi.
Kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeyden haberdar ettiğini bilmemiz lâzımdır.
Bu bakımdan ehl-i kemâl insanların ziyaret edilmesinden büyük kârlar husule gelir, oradan boş dönülmez. En güzel ziyaret gönülle yapılandır. Uzaklık, yakınlık fark etmez...
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, sh: 436)
Bununla şunu demek istiyor: Hâtem-i veli öyle bir tecelliyât-ı ilâhiye mazhar olmuş ki; kim ki o tecelliyata yönelirse istifade eder, her kim ki meylederse o tecelliyatın ziyasına nail olur. Hayatta olsun, vefatta olsun.
Bunun da sebebi; varlığı ifna edildiği için…
Hazret-i Allah içinde olduğu zaman vücud elbisesi de o nurdan nur alır. Vücud elbisesi nur olursa, kefeni de nur olur. Kefeni nur olursa kabri de nur olur. "Nûrun alâ nûr" olduğu zaman artık o, ne ölür ne de çürür.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Allah-u Teâlâ onu kullanacak, ruhâniyet iş görecektir. Tasarrufu devam edecektir. Kınından çıkmış kılıç gibi olacaktır.
Ammâr-ı Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri; "Bütün tasarrufu Allah iledir." buyuruyor. (Behcetü't-Tâife Billâhi'l-Ârife)
Cemâleddîn Mahmûd Hulvî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin de temas ettiği yer burası: "Onun tasarrufu Hakk'ladır, kendisinden değildir." (Câm-ı Dil-nüvâz)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardı:
"Bizim için gitmekle kalmak arasında hiç fark yoktur. Niçin? O'nunla mısın? Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de O'nunlasın. İşte bu sebeple onun yaşamasıyla ölümü arasında hiçbir fark yoktur. Dünyada da O'nunla, ahirette de O'nunla... Hazret-i Allah ile olana ölüm yok..."
İbrahim bin Edhem -kuddise sırruh- Hazretleri'nden rivâyet edildiğine göre; Allah-u Teâlâ İsrâiloğulları'na gönderdiği peygamberlerden Yahya bin Zekeriyya Aleyhisselâm'a, velilerinden birini niyetinden ötürü sevmeyi kendisine şiâr edindiğini, bu kimseyi nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmiş; onda tecellî edip, onu Zât'ından gayrı her şeyden temizleyeceğini haber vermişti.
Allah-u Teâlâ ona, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı müjdeleyerek şöyle buyurmuştu:
"Ey Yahya!
Bil ki ben kullarımdan bir kulu, niyetinden ötürü sevmeyi kendime şiâr edindim. Ben ancak onun kulağı olacağım, benimle işitecek; gözü olacağım, benimle görecek; dili olacağım, benimle konuşacak; kalbi olacağım, benimle anlayacak. Bunu yapınca da, benden başkasıyla meşgul olduğu takdirde ona kızacağım. Onun tefekkürünü dâimi kılacak, gecesini ağartacak, karanlığını aydınlatacağım.
Ey Yahya!
Ben onun kalbinde oturup, arzusunun ve emelinin yegâne gâyesi olacağım. Onu her gün ve her saat (kendimden) korkutacağım. O bana yaklaşacak, ben ona daha çok yaklaşacağım. Onun sözünü işitecek, sığınmasına icâbet edeceğim.
İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!
Sonra da bir münâdi'ye; 'Bu filân oğlu filândır! Allah'ın velisi, seçtiği ve yarattıklarının en hayırlısıdır!' diye nidâ ettirerek, onu ziyâretime çağırmasını emredeceğim. Vech-i kerîm'ime nazar ettirerek, onun gönlüne şifâ vereceğim. Bana gelince de, onunla aramdaki perdeyi kaldıracağım; bana nasıl dilerse öylece nazar edecek.
Ve diyeceğim ki; 'Müjdeler olsun sana! İzzet ve Celâl'ime yemin ederim ki, bana ettiğin nazarla senin gönlünü iyileştirip; her gün, her gece ve her saat içinde senin için bir keramet ortaya koyacağım!'" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Bu Hadis-i kudsî Hazret-i Allah'ın beyanıdır.
•
Şimdi bu Beyân-ı İlâhî'nin açıklamasını arzedeceğiz:
"Ey Yahya!
Bil ki ben kullarımdan bir kulu, niyetinden ötürü sevmeyi kendime şiâr edindim."
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a: "Habib'im!" dedi, burada ise sevmeyi şiâr edindi. Aradaki fark büyüktür. Her şey bir amma, o birliğin içinde bir özlük var, özü de ona: "Habib'im!" diye hitap etmesidir.
Sevmeyi şiar edinmedeki niyetin mânâsı; Allah-u Teâlâ'nın nurunu yaymak, küfrü kökünden kaldırmaktır. O murad ettiğini yapar. Onun azmi ve niyeti budur. O'nun yolunda çalışacak ve halkı irşad edecek.
Bütün sır; "Sevmeyi kendime şiâr edindim" Beyân-ı İlâhi'sinde gizlidir. Cenâb-ı Hakk onu sevmeyi kendine şiâr edindiğini beyan buyuruyor.
Bâtınî mânâsı ise, O'nunla olmaktır.
•
"Ben ancak onun kulağı olacağım, benimle işitecek."
Hakikati ben ona duyuracağım. İşitmek başka duymak başka. Duymak, kulakla beraber gönülle olur.
•
"Gözü olacağım, benimle görecek."
O her şeyi benim yarattığımı bilecek ve benim yarattıklarıma benimle nazar edecek.
•
"Dili olacağım, benimle konuşacak."
Ben onu konuşturacağım. Onun kalbinde oturduğum için, ben onu konuşturacağım.
Bu husus doğrudan doğruya Zâriyât Sûre-i şerif'inin 21. Âyet-i kerime'sine dayanır.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Allah-u Teâlâ onun içinde olduğu gibi tecellî etmiş, onun içinde O var, o O'nunla hemhâl oluyor.
İçte O olursa, onu O idare ediyor demektir.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, hususiyetle Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın makâmını, alâmetlerini ve ayırt edici hususiyetlerini tespit etmek için yazdığı "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı kitabındaki ifâdesine göre:
"Tıpkı resul ve nebilerin diliyle söylediği gibi, Allah kullarına Hakk'ı onun diliyle söyler." (s. 73)
O tasarruf ederse, içinde O olursa, onun ağzına Allah kelâmını koyar, o da söyler, O'nun diliyle konuşur. Lütuf olmadıkça mahluktan hiçbir şey husule gelmez.
•
"Kalbi olacağım, benimle anlayacak."
Onun her şeyi benimle kaimdir, o benimle benim idarem altında hareket edecek. Bütün gizli idrakleri benimle anlaması mümkün olacak.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinde buyurur ki:
"Allah-u Teâlâ birçok bilinmeyen ilimleri onun kalbine yerleştirmiştir. Hiç kimsenin erişemeyeceği sırları ona sezdirmiştir." (33. Makale)
Çünkü O göstermiş, O duyurmuştur. O'nun sezdirmesiyle O'nun bildirmesiyle bunlar oluyor. O kandile ne koyduysa o oluyor. İsim de o oluyor, cisim de o oluyor, nur da o oluyor. O kandile ne lütfettiyse o kandilden o çıkıyor. Özü, hülâsası budur.
O dilediği zaman hem gösterir, hem bildirir. İbrahim Aleyhisselâm'a tecellî ettiği gibi tecellî eder. Fakat onu kimse bilmez. Bilmesi, aklının erişmesi mümkün değildir.
İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri ise: "İhyâu Ulûmi'd-Din" adlı eserinde:
"O melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder." buyurarak, onun hiç yanılmadığını beyan ediyor.
Kalp nur olunca, Allah-u Teâlâ ona vukûfiyet kesbettirdiği zaman ibre o anda sağlanır. Kalp onun Rahmânî mi şeytânî mi olduğunu hassasiyetle ayırdeder. Halkın anlaması güç olan şeylerin tefriki onun için çok kolaydır. Çünkü o Allah-u Teâlâ'nın tasarrufundadır. Bütün bu sırlar kendiliğinden akar.
•
"Bunu yapınca da, benden başkasıyla meşgul olduğu takdirde ona kızacağım."
Bu kadar ulvi ihsanları olunca, eğer bu nimetleri unutursa kızmaya hakkı var.
•
"Onun tefekkürünü dâimi kılacağım."
Bu beyanı ile Hâtem-i veli'nin ezelî ve ebedî oluşuna işaret ediliyor, bunun delili işte budur.
•
"Gecesini ağartacağım."
Gecesini benimle geçirecek.
•
"Karanlığını aydınlatacağım."
Üzüntülerini gidereceğim, ona ferahlık vereceğim.
•
"Ey Yahya!
Ben onun kalbinde oturup, arzusunun ve emelinin yegâne gâyesi olacağım."
Ben onda tecellî edeceğim, o benimle hemhâl olacak. Kalbinde benden başka hiçbir sevgi, hiçbir şey olmayacak, o kalbe başka bir sevgi girmeyecek.
Benimle yatacak, benimle kalkacak, benimle konuşacak, benimle dertleşecek, her şeyi ben olacağım.
•
"Onu her gün ve her saat (kendimden) korkutacağım."
O devamlı kontrol altındadır.
•
"O bana yaklaşacak, ben ona daha çok yaklaşacağım."
İbadetleriyle, her hâl ve hareketleriyle bana yaklaşmış olacak. Halbuki ben ona ondan yakınım. Böylece onu seveceğim. Halbuki ben onu zaten seviyorum.
•
"Onun sözünü işiteceğim."
Yani onun arzularını yerine getireceğim.
•
"Sığınmasına icabet edeceğim."
Onun arzularını reddetmeyeceğim.
Bunlar hep ilâhî yakınlığın alâmetidir.
•
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!"
Resulullah Aleyhisselâm'ın değil, O'nun halifesi olduğu buradan belli.
Dikkat ederseniz burada Allah-u Teâlâ yemin ediyor. O böyle buyurduğu için, O'nun yeminle gönderdiği bir kimseyi inkâr eden kimse kâfir olur.
Gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Zira Allah-u Teâlâ diğer nebileri ve resulleri yakınlarına, yahut kendi kavimlerine, kendi muhitlerine, kendi mıntıkalarına gönderdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ise umuma gönderdi. Bu ise Rahmeten lil-âlemîn olan Hâtem-i nebi'nin vekili olduğu için, onun irşadını hem dünyaya sirayet ettirdi, hem âlemlere sirayet ettirdi. Onun vazifesi olduğu gibi nakledildiği için, umumî bir irşad var.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "260. Mektub"unda:
"Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır." buyurmuşlardır.
Âlemlerin gözü ondadır. Bir beyanları da şöyledir:
"Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır."
Bu öyle bir irşad ki Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyururlar:
"Âlemin altı ciheti de onun keremiyle dolu. Nereye baksan onun bayrakları orada dikildi." ("Mesnevî" c. 3 s. 253 trc:V. İzbudak)
Böyle bir zülmânât içinde Allah-u Teâlâ böyle bu nuru indirdi. Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını beyan buyuruyor ve yaydı.
•
"Sonra da bir münâdi'ye; 'Bu filân oğlu filândır! Allah'ın velisi, seçtiği ve yarattıklarının en hayırlısıdır!' diye nidâ ettireceğim."
Çok mühim bir husus. O ikinin ikincisi olduğu için bunlar oluyor. İki kandil, iki nur, iki kaynak, iki kanal...
En hayırlısı olmasının mânâsı; Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bir tek yarattı. Onun yanında da bunu yarattı. Burada bir birlik husule geldi.
"Nida ettireceğim!" demek, yani onu âlemlere bildireceğim, onu beşeriyete ilân edeceğim.
Burada babamı da katmış oluyor, onu da şereflendiriyor, babamın ismini de duyurmuş oluyor.
•
"Onu ziyaretime çağırmasını emredeceğim."
Ziyaretine çağırması hususi bir şeydir. Kimseye bahşetmediği ve ilân etmediği bir lütuftur bu. Bunu hiç kimseye bahşetmedi.
Nasıl ki Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini Mirac-ı şerif'te huzuruna dâvet ettiyse, onu da ahirette dâvet edecek.
•
"Vech-i kerîm'ime nazar ettirerek, onun gönlüne şifâ vereceğim."
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Mirâc-ı şerif'te Cemâl-i bâ-kemâl'ini gösterdi, ona da mahşerde gösterecek.
Saînüddin Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem" kitabı'na yazdığı şerhte Bakara sûre-i şerif'inin 201. Âyet-i kerime'sindeki ahiret hasenesinin "Hâtemü'l-velâye" olduğunu beyan etmiştir.
Buyurur ki:
"Dünya hasenesi Hâtemü'n-nübüvve olduğu gibi, ahiret iyiliği ile murâd edilen de Hâtemü'l-velâye'dir." (89a yaprak)
Gönlüne şifâ vermesinin mânâsı; yani onun gönlünü kendimle dolduracağım.
•
"Bana gelince de, onunla aramdaki perdeyi kaldıracağım; bana nasıl dilerse öylece nazar edecek."
Onun her şeyini serbest bırakıyorum. Bir evin çocuğu babasına nazar ettiği gibi, o da bana istediği gibi nazar edecek. O da evin çocuğudur, evinde istediği gibi hareket edecek.
•
"Ve diyeceğim ki; 'Müjdeler olsun sana! İzzet ve Celâl'ime yemin ederim ki, bana ettiğin nazarla senin gönlünü iyileştirip; her gün, her gece ve her saat içinde senin için bir keramet ortaya koyacağım!'" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Yani karşılaşacağın her hareketinde seninleyim. Seninle olduğum için, her gün her saat hemhâl de olduğum için, arzularını yerine getireceğim, işine yardım edeceğim, gücüne kuvvet vereceğim, seni o lütfa süreceğim.
Zaten her şey keramet. Kuru bir ağaçtan bir şey çıkar mı? Bu çıkanlar hep O'nun kerametidir, lütfu ihsanıdır. Allah-u Teâlâ ona bu şekilde tecellî edecek ve bu tecelliyâtla ona bunları verecek.
"Bana ettiğin nazarla!.." beyanı çok mühim. "Sanma ki bilinmiyor! Hep benimle olmak istediğini biliyorum." mânâsına geliyor.
•
Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ Yahya Aleyhisselâm'a indirdiği vahyinde Hâtem-i veli'yi bizzat gönderdiğini beyan buyurmaktadır.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhu'l-Gayb" adlı eserinde buyurur ki:
"Resul ve nebilerin vekilidir, işte peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (33. Makale)
Onların vazifeleri bitti, onlar çekildiler ve onların vazifesini o yapacak, o onları aratmayacak.
Nitekim Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!"
Bu orayı da geçti şimdi. Gayemiz O'nun gönderdiğini duyurmaktır.
Az evvel arzettiğimiz gibi, gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş ve onların kimler olduklarını açıkça ifşâ ederek şöyle buyurmuştu:
"Ey Ebu Hüreyre! Sen, insanlar çekindikleri zaman çekinmeyen, insanlar ateşten emin olmak istediklerinde korku duymayan topluluğun yolu üzerinde bulun!"
Ebu Hüreyre -radiyallâhu anh- dedi ki:
"Yâ Resulellah! Onların vasfını bana anlat ki onları tanıyayım!"
Buyurdu ki:
"Onlar benim ümmetimden, âhir zamanda gelecek bir topluluktur ki; kıyamet gününde, tıpkı peygamberlerin haşrolunduğu gibi haşrolunacaklardır. İnsanlar, durumları gösterilip de onları gördükleri zaman, onların peygamberler olduklarını sanacaklar. Tâ ki ben; 'Ümmetimdir, ümmetimdir!..' deyip de kendilerini tanıtıncaya kadar... Nihayet halk onların peygamber olmadıklarını anlayacak. Şimşek ve rüzgâr misâli geçip gidecekler, nurlarından mahşer ehlinin gözleri kamaşacak!"
Dedim ki; "Yâ Resulellah! O hâlde bana onların yaptıklarına dâir bir misal ver de, ben de onlara katılayım!"
Buyurdu ki:
"Ey Ebu Hüreyre! Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar. Allah kendilerini doyurduktan sonra açlığı, giydirdikten sonra çıplaklığı, içirdikten sonra susuzluğu tercih ederler; Allah'ın katındakine ümitlerini bağlayıp bunları terkederler. Hesabından korku duyarak helâli dahi bırakırlar. Dünyaya sadece bedenleri ile ilgi gösterirler, onun herhangi bir şeyiyle iştigâl de etmezler.
Onların Rabb'lerine olan itaatleri karşısında, melekler ve peygamberler dahi hayrete düşer. Ne mutlu onlara, ne mutlu onlara! Allah'ın, onlarla benim aramı birleştirmesini ne kadar çok isterdim!"
Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara duyduğu iştiyaktan dolayı ağladı ve daha sonra şöyle buyurdu:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir. Onun için ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî"; Hâlet Ef. no.: 198/2 486a yaprağı)
Niçin gözleri kamaşacak? Onlardan başka giyinen yok ki! Bu ihsan ve ikram karşısında bir mahluk âciz düşer, şükretse edemez, bir şey yapsa yapamaz.
İşte onlara Allah-u Teâlâ'nın o lütfu bu olacak, o lütfa mazhar olanlar dünyada da örtülü, ahirette de örtülü olacak.
Çalışanlar bunun için çalışsın!
Resulullah Aleyhisselâm'ın: "Hayır! Bunlar benim ümmetimdir!" buyurması, bu şerefin hiç şüphesiz ki ona âit olduğunu gösterir.
"Siyah bayraklılar"ın fazileti bu yöndendir. Evet peygamber değil amma peygamberlik vazifesi ile muvazzif olanın bayraklılarıdır. Çünkü onlar bu nuru yaydılar, zülmânâtı dağıttılar.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı, O nur'u görmek şerefine nâil olup, iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir.
Gerek Tevrat'ta ve gerekse İncil'de Resulullah Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyeti, daha dünyaya teşrif etmeden önce duyurulduğu gibi, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın fazilet ve meziyeti de aynı kitaplarda beyan edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Tevbe: 100)
Bu ise büyük bir bahtiyarlıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ashâb'ım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz." (Beyhâkî)
"Sahâbemi bana terkediniz! Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız." (Buhârî)
Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler hep o Nur'dan lemean etmiştir. Bir kere sohbetinde bulunmakla çok büyük derecelere nâil oldular.
Durum böyle olmakla birlikte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa katılmasını emretmesinde çok büyük ibret ve dersler vardır.
Nazar-ı dikkatinizi toplayabilmek için, bu hakikatin ehemmiyetini size duyurabilmek için bu ibare yeter.
Şöyle ki;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve surûrudur. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri onun bizzat huzur-u saâdet'inde terbiye görüyordu. En çok Hadis-i şerif rivâyet edenlerden birisi idi ve aynı zamanda seçkin Ashâb-ı kiram'dandı.
Buna rağmen ona bu topluluğa katılmasını emretmesi, bütün insanların dikkatlerini çekmesi ve bu âlî yolu tarif etmesi içindir. Yoksa dünya kurulduğundan beri onun fevkinde bir nur, bir terbiyeci gelmedi ki ondan terbiye alsın.
Bunun mânâsı; bu topluluk o topluluk, o topluluk bu topluluktur. Arada hiç fark olmadığını ihsas ettirmek istiyor.
O böyle olduğu halde, ona o topluluğa katılmasını, o ordunun askeri olmasını emrederse kime ne düşer? Bu ise, beşerin idrâkinin haricinde bir lütuftur.
Bunun bir mânâsı da:
"Onlar peygamberlerle beraber haşrolacaklar, o haşrın içine sen de gir!
Bu ordu mahşerde büyük bir nazar toplayacağından ötürü, sen de bu orduya iltihak et!
Bu dereceye sen de nâil ol, bu lütfa dahil ol!" demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne o orduya katılmasını emretmesinin sebebi budur.
Onu çok sevdiği için ve o ordu peygamberlere karışacağı ve peygamberlerin yakınına kadar vâsıl olacağı için, o orduya iltihak etmesini emrediyor. Aksi takdirde Ashâb'ı olarak çıkacak.
Hadis-i şerif'te onların mahşerdeki durumları göz önüne getirildiğinde görülecektir ki, onlar Allah-u Teâlâ'nın hususiyetle desteklediği kimselerdir. Nitekim ileride bütün bu hususların hepsi bir bir size izah edilecek. O zaman her şeyi daha yakın kavramış olacaksınız. Derine varanlar inecek, nasibi olan nasibi kadar alacak.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin memleketinden sürülmesinin sebebi bu sırdır. Sakın siz o hâle düşmeyin!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında:
"Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar." buyuruyor.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın vazifesi de güç idi. Bunlar da o güç yola girdiklerinde bu vazife verilir.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i aliyyü'l-âlâ peygamber yaparken, onun ümmetini de ümmetlerin en efdali yaptı.
Ümmetinin efdal oluşu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in efdal oluşundan gelir.
Fatih Sultan Mehmed Hazretleri de o zamanın faziletlisi idi. Onun faziletinden dolayı askeri de faziletli olmuştur.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!" (Ahmed bin Hanbel)
O bu millete neler miras bıraktı...
Hâtem-i veli'nin faziletinden dolayı ihvan faziletli olmuştur. Bu faziletin sebebi de budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayat-ı saâdetinde iken Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne bu ordunun askeri olmasını tavsiye ediyor. İspat olarak bu Hadis-i şerif'i gösteriyorum.
O böyle olduğu halde, ona o topluluğa katılmasını, o ordunun askeri olmasını emrederse kime ne düşer? Bu ise, beşerin idrâkinin haricinde bir lütuftur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne o orduya katılmasını emretmesinin sebebi daha evvel de arz ettiğimiz gibi:
"Onlar peygamberlerle beraber haşrolacaklar, o haşrın içine sen de gir! Bu ordu mahşerde büyük bir nazar toplayacağından ötürü, sen de bu orduya iltihak et! Bu dereceye sen de nâil ol, bu lütfa dahil ol!"
Siz bu zamanın en hayırlı insanlarısınız. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi ve bugün size bu ilmi yaydırdığı için, bu zamanın en faziletli insanlarısınız.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bayraklı" demedi, "Bayraklılar Ashâbı" buyurdu.
İşte bu fazilet umuma âittir, şahsa âit değildir. Şu kadar var ki şahıstan umuma doğru gidiyor.
İşte size izahı ve ispatı!
Bediüzzaman Hazretleri bunu teyid etmiş ve parmak basmış, bunun böyle olduğunu beşeriyete duyurmuş.
"Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevi ordusu, yalnız ihlâs ve sadâkat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." (Emirdağ Lâhikası, sh. 259)
İhlâs sahiplerini, sadâkat sahiplerini, uhuvvet sahiplerini işaret ediyorlar.
O mânevî ordu, az olmasına rağmen Allah-u Teâlâ'nın desteği ile çok kuvvetli olacaktır. Bunlar az da olsalar, bir ordu kadar kuvvetlidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in o topluluğa katılmasını emir buyurduğu Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
"Ben Resulullah'tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir." (Buhârî)
Bu suretle bu ilmin değerini duyurmuş oluyorlar.
"Bu boğaz kesilir" dediği ilimlerin hepsi yayıldı da kimse farkında değil! Allah-u Teâlâ öyle bir üslup vermiş ki, herşey söyleniyor, fakat hiç kimse bir şey diyemiyor. Çünkü hep Âyet-i kerime ile arzediliyor. Karşıdaki bakıyor, Âyet-i kerime var, duruyor. Ne aklı ne de ilmi yetmiyor. İkinci ilim budur işte!
Size açtıklarımız gizli sırların tâ kendisidir. Buna sizin hafsalanız ermez, anlar gibi görünürsünüz o kadar.
Bunun sırrını ancak ahirette göreceksiniz. Dünyada ne belli olur, ne anlaşılır, ne de söylenir. Bunun sırrı ahirette belli olur. Burayı Mevlâ kapamış. Yalnız Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri ve diğer zâtlar açmış. Halkın anlayacağı şey değil. Bu yalnız ve yalnız ahirette anlaşılması gereken bir husustur. Yoksa beşerin anlayacağı bir iş değildir.
"Söylesem baş kesilir!" dediği sırlardan bir tanesi de budur işte!
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ordunun o ordu olduğunu açık bir şekilde beyan etmektedir.
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adaleti (hakkaniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur." (Hatmü'l-Velâye)
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ olan zât hakkında eşine rastlanmadık çok açık işaretler verdiği "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı kitabında; Hâtemü'l-evliyâ'nın apaçık alâmetlerinin ve yapacağı vazifeye dâir pek çok bilginin, Kur'an-ı kerim'deki bâzı Âyet-i kerime'lere ve Resulullah Aleyhisselâm'ın bazı Hadis-i şerîf'lerine yerleştirildiğini haber vermiş; onun, kendisini tanıyanlar tarafından bugün açıkça müşâhede edilen bu alâmetlerini, büyük bir keramet olarak asırlar öncesinden halka ifşâ etmiştir.
Hazret eserinde bu zâtın vazife ve alâmetlerini "Cifr ilmi"ne ve Kur'ân-ı Kerîm'deki bâzı Âyet-i kerime'lere dayanarak;
"Bu fasıl, Kur'an'ın açıklamalarına ve apaçık sarîh haber(ler)e düzgün bir şekilde yerleştirilen şeye göre; onun doğumunu, nesebini, evini, kabilesini, öleceği âna kadar yapacağı işleri, ismini ve annesi ile babasının isimlerini ihtivâ eder."
Başlığı altında, esrârengiz bir biçimde dile getirerek şöyle söylemiştir:
"Bil ki Allah-u Teâlâ, kendisine tâbi olunan en büyük imamı; velâyet bayrağının ve mührünün taşıyıcısı, cemaatin ve hikmet ehlinin öncüsü olan bu kerem sahibi 'Hatm'i zikretmiş; Azîz Kitab'ının pek çok yerinde ondan haber vererek, bir ayırım ortaya koymak için onun mertebesiyle ilgili tembihlerde bulunmuştur."
"Kur'an'da hem onun zikri, hem de ihvânının zikri yerleşiktir. Haber'e gelince; bir yerde kendisine tâbi olanlarla birlikte zikredilmesi dışında, genellikle ihvanı olmaksızın zikredilir. Ben Kur'an'da onun hakkında çokça mevcut olan açıklamaları, alâmetlerini ayırmak üzere, ondan haber veren mevzularla birbirine bağlayacağım.
'Bakara'daki iki yer onun hakkındadır, onun alâmetleri ve bulunduğu yerler onda yer alır.
'Âl-i İmrân'daki dört Âyet'te ise; asıl vücudundan önce ona gösterilen itinâ, cismî yaratılışının öncesinde onun şerefinin kıvama erdirilişi, güzel eserleri ve müşâhade edilen fiilleri; nâkıslığa, hatalara ve aykırılıklara karışıp, onları iyice şiddetlendikten sonra çözmesi ve (neticeye) bağlaması, korku ve çekingenliğin hiç değişmediği evi, peşinden gidenlerin onu bilemeyişi, onu tasdîkin halka vâcip olduğu ve Şer'î vesikaların ona tevdî edildiği mevzu edilir.
'Nîsâ'da; asılsız sözlere rağmen, onun kendi zâtında Nûr'a ve temizliğe sahip olduğu, ihvanı ile birlikte O'na münâcaatta bulunduğu, O'nun meydanında dolaşıp durduğu, konuşmasındaki doğrulukla tek ve benzersiz olduğu, halkla O'nun arasını birleştireceği, etkili ve keskin bir uyarı için geleceği, öteden beri sürüp geleni parça parça böldürmeyeceği ve onun mertebesinin ve yerinin selim akıllılar için apaçık ortada olduğuna dâir dört yer vardır. Sonra, Ebu Yezîd (el-Bistâmî) de İsrâ sûresi sahibinin isimlerinin izahında, Tevhid ve şirk isimleriyle ilgili münâcaatında ona delâlet eden şeyi zikretmiştir.
'Mâide'deki sekiz yerde ise; onun ilminin râsihliği, nasibinin yüceliği, Nûr'unun açıklığı; sırrını en güzel üslûpla dile getirdiği, öğüt ve nasihat verdiği, teşvik ettiği ve çürüttüğü, nasip verdiği, alçalttığı ve aşağıladığı; delilinin açıklığıyla, ilminin kemâli ve anlayışının seçiciliğiyle, eksiklik ve noksanlıkla ustalığının ve şiddetli vuruşunun yok olmadığı, Hakk'ın tıpkı nebilerine ve resullerine yaptığı gibi, kullarına onun dilinden hitab ettiği, onu bekâ âleminden örtülü kâinat âlemine getirerek, gözden kaybolan fiillerle söylettiği; en yüce makamlardan en ulu çizgiye nüfûz ettirdiği, misilleme yoluyla âdil olana da süflî olana da eriştirdiği, sırrını Rabb'iyle birleştirdiği, O'na yaklaşacağı zaman (kendinden) sıyrılıp çıkmak için aşka geldiği, içinden dönmeyi murad ettiği, O'nun aydınlık yoluna sülûk ettiği, zillet arasatında suçtan berî olduğunun ortak bir dille ufuklarda nidâ edileceği, Tevhîd edeceği, şâhitlik edeceği ve Vâhidü'l-Ehad'a secde edeceği yer alır.
'En'âm'da; Onun buluşmasının ayrılmadan buluşma olduğu ve onun hiç yaratılmamış bir şekilde yaratılacağı mevzu edilir.
'Berâet'te (Tevbe sûresi) yer alan bir yerde, onun nefsinin şerefli hakikati üzerinde durulmasıyla, kendi cinsine müyesser olacak şeye gönderme yapılır.
'Meryem'de fesad'dan kurtarışıyla ve yardım ateşini söndürüşüyle ilgili iki yer vardır.
'Enbiyâ'da tezkiye edilip temizlendiği, Nur'unun kirletilemeyeceği, ayrılık ve çekişmeleri ıslah edişinin, (getirdiği) hayır ve bereketin, huzur ve saâdetin kokusunu müminlerin sezeceği mevzu edilir.
'Sâffât'ta, beraberindeki oğullarının cümlesini kardeşine sunup takdim edeceği;
'Şûrâ'da O'nun yolunun tohumunu atıp, onu büyütüp yetiştireceği ve nâzil olan (Âyet'lerin) sebeplerini târif edeceği mevzu edilir.
'Zuhruf'ta; engellenmeden ve (karşısında) delil getirileme-den, uyarı makâmı üzerinde haber verip uyaracağı mevzu edilir.
'Hadîd'de; ululuğa ve yüceliğe kavuşturulacağı, sıddîk bir veli olduğuna dair peşinden gidenlerde hiçbir şüphe kalmayacağı mevzu edilir. Zîrâ bir Peygamber'in erişilmese de peşinden gidilir. Veli ise (herhangi bir kişiye) yönelen kimsedir, onun üzerine vâlî değildir.
'Saff'ın iki yerinde, ona: 'Hatanı getir, borcun artık son buldu!' sözünün söyleneceğine dâir iki yer vardır.
'Tahrîm'de ise gizli ve örtülü kalacağı, onun daha çok yeri ve selâmete erdirişiyle üste çıkarılacağı yer alır.
Haber'e gelince; Buhârî ve Müslim'deki misâldedir. İbn-i Battal ve 'Kitâbu'l-Muallim'in sâhibinin ona dâir işaret ettiği şeye bakanlar, bu apaçık Âyet'lerden başkalarına da ulaşırlar. Şu kadar var ki Peygamber Muhammed Aleyhisselâm, onu hem Âdem Aleyhisselâm'ın kendisinden yaratıldığı arzda; hem de kendisine duyurulması güç olmayan, ancak yayılışı çok büyük olan acâipliklerin şu arzında toplayıp biraraya getirmiştir. Nitekim ben bu arzı, arta kalanından Âdem Aleyhisselâm'ın tıynetinin de yaratıldığı arzda Allah'ın yarattığı muhteşemliklerle; gerek kendisindeki acâipliklere, gerekse 'Kitâbu'l- A'lâm' diye isimlendirdiğim eşsiz kitaptaki acâiplikleri ihtivâ edişine göre açıklamıştım." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-75, bas.: Muhammed Ali Sabîh Matbaası, Mısır, 1954)
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hazret-i Allah'ın Beyân-ı İlâhi'sini arz ediyor. Âyet-i kerime'lerdeki yerlerini tarif ediyor.
•
Görüldüğü üzere gerçekten Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde işaret buyuruyor, fakat insanların çözmesi mümkün değildir. Ancak dilediğine duyuruyor, kime duyurmuşsa o çözebiliyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Kur'an'ın bir zâhiri bir de bâtını vardır. Bâtını da yedi dereceye kadar gider."
Birde kalan da vardır, yediye kadar da ulaşan vardır.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ'nın duyurduğu ve bildirdiği kimseler, bu gerçekleri göre göre bilirler. Ve fakat başkalarına bildirmeleri imkânsızdır. Zira gerek ilim gerekse akıl o noktada değildir.
Çünkü Âyet-i kerime'sinde:
"Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." buyuruyor. (İsrâ: 85)
Bu küçücük bir ilimle O'nun her beyanını anlamak mümkün değildir. Fakat "İlimde derinleşenler" böyle değil, "Ulü'l-elbâb" da böyle değil.
İlmin bir hududu vardır. İlmin hududu bittiği zaman ilâhî ilim başlar. Bu ilâhî ilim ilhamla olur, dilediği şekilde olur. O artık O'nun ilmi olur. Mahlûkatın ilmi değildir o zaman. Fakat o ilmi ona verdiği için O'nun ilmiyle o Ulü'l-elbâb olmuş olur. O ilme sahip olduğu için, o esrara mazhar olduğu için ulü'l-elbâb olmuş olur. Başkası bilmez. Esrârını ona duyurmuş, ona bildirmiş, O'nun ilmiyle yalnızca biliyor. Ne kadar biliyor? Bildirdiği kadarını biliyor. Başkası bilemez, çünkü ona bildirmedi. Meselâ Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Cifir ilmini biliyordu, siz biliyor musunuz? Bilenler biliyor, amma sizin bilmemeniz onun bilmemesi demek değildir. Bunun gibi, O'nun bildirdiği ilim ona âttir.
İşte ilimde derinleşenler bunlardır. Allah-u Teâlâ ilimde derinleştirdiği kimseye vukufiyet kesbettiği zaman oraya iner.
Bunu nasıl ayırdedebiliriz? İlimde çalışır çalışır çalışır, sonra Allah-u Teâlâ gizli noktaları ona bildirir, deruna varır. Bildirdiği için derundaki sırlara vâkıf olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İlimde derinleşenler ise: 'Ona inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır.' derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlarlar." (Âl-i imrân: 7)
Buradaki akl-ı selim, "Ulü'l-elbâb" akıldır. "Ulü'l-elbâb" olan kimse bunu anlar, başkası anlamaz. Bu Âyet-i kerime'de çok derunî mânâlar var.
Ulü'l-elbâb; Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile husule gelen bir akıldır. "Akl-ı kül" den sonra artık akıl çalışmaz.
Allah-u Teâlâ kalp gözü ve kalp kulağı halketmiştir. Dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa, gayb âlemi görülür.
Kişinin kalbine ne döktüyse, kalp gözüne ne gösterdiyse, kalp kulağına ne duyurduysa o onu bilir.
Hakikat gözü ile bakabilen, Allah-u Teâlâ dilerse âlemleri de seyreder, Levh-i mahfuz'daki esrarı da dilerse ona okutur. İç dünya, âlemleri içine alır.
Kalp kulağını açarsa, ona istediğini duyurur. İşte gerçek duyma budur.
Ve bu tecelliyat sonsuzdur.
Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ ancak ilimde derinleşen ve aklı Ulü'l-elbâb'a varan hakikat ehlinin bu inceliği kavrayacağını, başkasının kavrayamayacağını beyan ediyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de:
"Bunu bir bilene sor! (Sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır)." buyuruyor. (Furkân: 59)
Zira onlara dilediği kadarını bildirmiştir.
Bu bir Emr-i ilâhi'dir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.
Onlar derûnî noktalara inebiliyorlar. Sen denizi görüyorsun amma dibini göremiyorsun. Bunlar mâneviyatın denizinin dibine inenlerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"O'nun dilediğinden başka, insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar." buyurmaktadır. (Bakara: 255)
Bu ancak onlara mahsustur, onlar denize inebiliyorlar, Cenâb-ı Hakk'ın bu cevherlerini dipten alıyorlar, dışarıya çıkarıyorlar, cevherle söz söylüyorlar ve kaleme alıyorlar, amma hepsini izah etmeleri mümkün değil. Çünkü beşerin ilmi ve aklı onu kavramak için tekamül etmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gâfil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh, Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin! Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Et-Terğîb ve't-Terhîb, c. 1, s. 103)
İşte bu Hadis-i şerif, onlara verilen ilmi beşeriyetin anlayamayacağını da teyid ediyor. Onlar bu ilimden bahsederken beşeriyet bunu anlamaz. Çünkü akılları ve ilimleri yetmez. Onların muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için, onlara verilen ilim Allah-u Teâlâ'dan verildiği için, bir kimse âlim de olsa bu ilmi idrak edemez. Çünkü onun muallimi benî beşerdir. Zâhirî ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu ilmi anlamaz.
Bu ilim doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dan gelir, O'nun bildirdiği kimseler bu gizlenmiş mücevherâtı bilir, başkasına şâmil değildir. Burada Allah-u Teâlâ Ârif-i billâh olanları ayırmaktadır. Yani Allah-u Teâlâ'yı bilenler ve O'nun bildirdiği kimseler bu ilme mazhardır. Bu onlara mahsus bir ilimdir. Amma ister açar, ister açmaz.
İtiraz edenler bu Âyet-i kerime'lerin ve bu Hadis-i şerif'lerin tecelliyatlarından mahrum oldukları için bilmeyerek itiraz ediyorlar.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın ashâbı ile Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın ihvanını aynı noktada birleştiren devirden de sözederek; Sünnet-i seniyye ameli ve en ulu tecellî sâyesinde, onun ihvanının da onlarla aynı yoldan yürüyüp, onların üstünlüğüne kavuşacağını haber vermiş, hakiki ihvanın faziletini de burada ortaya koymuştur.
Buyurur ki:
"Seniye ameli'ne ve 'En ulu tecellî'ye göre, Peygamber'in sahâbesinden herhangi bir kişiyi öne geçirmiş olan şey, sana has kılınan zamanda, senin ihvanın arasında da meydana gelince; senin zamanın onların zamanıyla birleşir ve artık onların yoldaşı cümlesinden olursun!" ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ"; s.18)
Dikkat ederseniz bu beyanlarında "Ashâb"la "İhvan" mevzu ediliyor. "Ashâb" ile "İhvan" birleştiği gibi, mücadele hususunda da aynı noktada birleşiyorlar.
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ'nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm'ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için her türlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Dünya kurulalıdan beri İslâm için böyle bir tehlike gelmemişti, böyle bir fitne kopmadı.
Bu ilâhî bir lütuftan ibarettir, aslâ şahsa âit değildir. Burada murad-ı ilâhî anlatılıyor.
"Nasıl olur da bidayet nihayet ile birleşir?" demeyin. Elli derece daha üstününü size söyleyeyim.
Öyle ki gerçekten ihvan olabilen, sadakat gösteren, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden bağlı olan seçkin ihvanın bazı Ashâb'ı elli derece daha fazla geçebileceğine dâir Resulullah Aleyhisselâm'ın müjdesini arzedeceğiz.
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Âyet-i kerime'sinin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani 'Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Ashâb-ı kiram'ın yüksekliğini tarif etmek mümkün değildir, Amma bugünkü ihvanın derecesi de sizin bileceğiniz bir şey değildir. Bu da cihadla kâimdir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı zamanında güçlük vardı amma, destek aldıkları iki de güç vardı. Kur'an-ı kerim âyetleri an be an iniyordu, her an vahiyle mülâkî idiler. Her an için tecelliyât-ı ilâhîye mazhar oluyorlardı. Diğer taraftan Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru karşılarında idi. İçleri dışları nurlanıyordu. Onun sohbeti ile müşerref oluyorlardı. İlâhî hükümleri kaynağından öğreniyorlardı. O nur onlara yetiyordu. Büyük bir mânevî destek vardı. Onlar gördüler, göre göre iman ettiler. Bakıyorlardı, göre göre yol alıyorlardı.
Şimdi ise aradan 1400 sene gibi uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Dereceleri çok yüksek.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da o karartı içinde imanla yürüyorlar, aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar. Aynı iman, aynı izan, aynı cihad... İş değişti şimdi.
Gerçek ihvanın bu zamanda kıymeti bu kadar artmış oluyor.
Evet birçok çalışan zümreler var, görünüşte herkes çalışıyor, amma kabuğunda. Kimisi koltuk için, kimisi cep için, kimisi mevki için çalışıyor. Rızâ çalışanlara kaldı.
Bunlar kabukta değil. Bunlar biiznillâh-i Teâlâ, Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu üzerinde bulunuyor.
Arzedilen Hadis-i şerif'i can kulağı ile dinlediğiniz zaman: "Elli derece geçebiliyormuş!" diyeceksiniz.
Yani bunun meziyeti tarife sığmaz. Bize ihlâsla ubûdiyet, sadâkatle çalışma düşer. Bize düşen budur, ötesi O'na âittir.
Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki bu doğrudan doğruya bir lütf-u ihsandır ve bu lütf-u ihsanı tarif etmek de mümkün değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururular ki:
"İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler ve bid'atları tazeleyeceklerdir. O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın bu beyanı üzerine:
"Yâ Resulallah! Allah'ın selâmı senin üzerine olsun! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?" diye sorduklarında:
"Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!" buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı:
"Seni onlar görürler mi?" diye sorduklarında:
"Hayır!" cevabını verdi.
"Peki onlara vahiy mi iner?" dediklerinde: "Hayır!" buyurdu.
"Onlar o zamanda nasıl olurlar?" dediler.
Buyurdu ki: "Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir."
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Onlar o devirde nasıl yaşarlar?" diye sorduklarında:
"Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!" buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak:
"Dinlerini nasıl muhafaza ederler?" dediklerinde:
"Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar." cevabını verdi. (Abdüllâtif)
Şimdi bu Hadis-i şerif'in açıklamasını arzedelim:
"İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler."
Yani ilâhî hükmü atacaklar, küfrü yerleştirecekler.
"Ve bid'atları tazeleyecekler."
Küfür âdetlerini yeniden sahneye koyacaklar, şimdi olduğu gibi kardeşler!
"O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır."
Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a gerçekten gönül veren kimse bugün garip hâle düşmüştür. Bu gariplik zâhirî görünüş itibariyledir, mânen ise onlar Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın katında çok muteberdirler.
"Ve yalnız kalır."
Bu yalnız kalışı; halkın küfre, bid'atlara, günahlara meyletmesinden ötürüdür. O ise onlardan değildir.
"Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Bu hususu size şöyle arzedelim: "Setefteriku ümmetî..." Hadis-i şerif'i mucibince yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi yoldan çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber verererek Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar." (En'âm: 116)
Dine bağlılığın zayıfladığı, halkın hak yoldan uzaklaştığı dönemlerde insanların çoğuna uymak dalâlet sebebi olarak belirtilmektedir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın bu beyanı üzerine: "Yâ Resulallah! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?" diye sorduklarında: "Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!" buyurdu.
Delil olarak size bu Hadis-i şerif'i gösteriyorum. Siz bu zamanın en faziletli ihvanısınız.
Bunun sebeb-i hikmeti; halk küfre meyletmiş, kâfirler cirit oynuyor. İnsanlar dünyanın şâşâsına, zevk ve sefâsına dalmış, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü bırakmışlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sini unutmuşlar. Bunlar ise bütün güçleri ile Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a bağlı kalmışlar.
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniyye'me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır." (Beyhakî)
Hadis-i şerif'inin sırrı burada toplanıyor.
Yüz şehit sevabı şimdiye kadar yoktu ve şimdiye kadar yüz şehit sevabı kimseye verilmemişti. İhlâslı ihvana aittir. Bu da cihad ile kâimdir.
Böyle bir mükâfatın verilmesi, bu güçlük sebebiyledir. İşte bu en güç olandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Amellerin efdali en güç olanıdır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Yüz şehit sevabı gibi böyle bir ücret şimdiye kadar hiç kimseye verilmedi, ancak bunlara verildi.
Öyle bir ifsad ki misli görülmemiş.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirminci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Seni onlar görürler mi?" diye sorduklarında: "Hayır!" cevabını verdi.
Görmemişler amma görmüşcesine inanırlar, belki görenden de fazla!
"Peki onlara vahiy mi iner?" dediklerinde: "Hayır!" buyurdu.
Vahiy inmez amma, vahyin geldiği yerden alır.
"Onlar o zamanda nasıl olurlar?" diye sordular.
Buyurdu ki: "Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir."
Bunun sebeb-i hikmetine gelince;
İslâm diyarında küfür hâkim olmuş. Vicdansızlık, adaletsizlik, hırsızlık, vatan hâinliğini sürdürüyorlar. İmanlı ve vatanperver bir kimse bu hâli görür. Müdahale etse gücü yetmiyor, sabretse gönlü yetmiyor. Bu haksızlık karşısında eriyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Onlar o devirde nasıl yaşarlar?" diye sorduklarında: "Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!" buyurdu.
Ortalığın bozukluğunun iç durumu bildiriliyor. İfsat edilmiş, bozulmuş, fakat Allah-u Teâlâ onlara ayrı bir hayat vermiş, onlar o hayatla hemhâl oluyorlar ve Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'la yaşıyorlar. Çünkü gönüllerinde onlar var.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak:
"Dinlerini nasıl muhafaza ederler?" dediklerinde:
"Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar." cevabını verdi.
Tasavvur buyurun ki, bir memur veya bir subay; imanını açığa vursa işinden olacak, küfrü yaşasa imanı râzı değil! Bu kadar sıkıntılar içinde imanını muhafaza etmeye çalışacak. Onlara uysa küfre kayacak, imanını ilân etse düşman kazanacak. Çünkü küfür hâkim olmuş.
Dikkat ederseniz, elhamdülillâh hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden gerçekleri söylüyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Cihadın en büyüğü zâlim sultana hakikati tebliğ etmektir." (Ebu Dâvud)
İslâm'ın esaslarından birisi de cihaddır.
Allah-u Teâlâ müminlere cihadı emretmiş ve Âyet-i kerime'sinde:
"Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyle cihad edin." buyurmuştur. (Hacc: 78)
İşte hakkıyla cihad budur!
Cihaddan maksat, hak din olan İslâm'ın yüceltilmesi, cihanın her köşesine yayılmasıdır. Bu gaye için bütün müslümanların bütün güçleri ile, canla başla, malla, kalemle çalışmaları, bütün imkânlarını seferber etmeleri farzdır.
Münâfıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
Allah-u Teâlâ inananları Allah yolunda kahramanlığa ve fedakârlığa teşvik ederek Âdiyât Sûre-i şerif'inde şöyle buyurmuştur:
"Andolsun o koştukça koşanlara! Kıvılcımlar saçanlara! Sabahleyin akına çıkanlara! Orada tozu dumana katanlara! O toz duman içinde bir topluluğun ortasına dalanlara andolsun ki!" (Âdiyât: 1-5)
Bu Âyet-i kerime'ler hem o gariplere âittir ve hem de bu gariplere âittir.
İşte Resulullah Aleyhisselâm'ın Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne katılmasını emir buyurduğu topluluk bu topluluktur.
Bu cihad küfre baskındır.
Mâlumunuz olduğu üzere öyle bir zaman geldi ki, nice türemeler üredi, allahlık dâvâsında bulunan firavunlar yine türedi. Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamlar evvelâ sûret-i haktan göründüler. İslâm adına çıkarak inananları gayet rahat avladılar, dinlerini kurdular ve ilân ettiler. Bu güzel dinimizi parça parça yaptılar, hudutları aştılar, bu güzel vatanımızı parçaladılar.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri, her asırda mevcut bulunan İnsan-ı kâmil'in, Hâtem-i velâyet'ten üflenen nefes ile nefes alıp verdiğini beyan ederek şöyle buyurmuşlardır:
"Her asırda mevcud olan insan-ı kâmil, Peygamber makamına oturmuştur ve Hâtem-i velâyet'in üflediği nefesidir. Halk onu ister kabul etsin, ister etmesin. Zira Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-e tam teslimiyet olmayınca, veliye nasıl olur?" (Kenz-i Mahfî, 10. Bahis)
Çok büyük bir zâtmış bu zât-ı muhterem. Bunu buraya bağlamış.
O koyacak, O lütfedecek, O idare edecek, bu işler olacak. Mahlûkatın hiçbir hükmü yok. Allah de geç, gayrisini bırak!..
Halk ister kabul etsin, ister kabul etmesin, bu böyledir. Bunlar hep ezelî lütuftur, başka hiçbir şey değil; mahlûka âit de değildir.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Hatmü'l-evliyâ üzerine inkârın çok ve fazla oluşu, tam mazhar oluşundandır." (Kitabu'n-Netice)
Gerçekten Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyeti intikal edince, onun vazifesi de onunla intikal etmiş oluyor. Onun içindir ki o, velâyetiyle beraber nübüvvetini ve risâletini de yürütmüş oluyor.
Ve bugünkü durum bunu göstermektedir. Fakat kapalı bir örtü ile geldiği için hiç kimse bunu görmüyor. Bu sözüme dikkat edin.
Allah-u Teâlâ ona ilham ediyor. O, o ilhamı kullanıyor. Velâyeti ile beraber bitiştirdiği zaman hem irşada, hem nura sevkediyor. Beşeriyeti irşad edip ikaz ediyor. İlâhî nuru da yaymış ve saçmış oluyor. Velâyeti ile bareber yürütüyor. Nübüvveti ile velâyeti bitiştiriyor ve yürütüyor. Yapılan zâhirî vazife nübüvvet olduğu gibi, risâlet de oluyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisâ: 59)
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime'lerinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "261. Mektub"unda şöyle buyuruyor:
"Allah-u Teâlâ bu dini kıyamete kadar değiştirmeyeceği için, ilk zamanda gelenlerin tazelikleri sondakilerde de görülmekte ve böylece ikinci bin yılın başında bu dini kuvvetlendirmektedir.
Bu iddiâyı ispat etmek için iki kuvvetli şahid olarak İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Hazretleri'nin bu bin içinde var oluşlarını gösterebiliriz.
Bir şiir:
'Alsaydı kudsî ruhtan eğer yardımını,
İsa'dan başkası da yapardı onun yaptığını.'
Ey kardeşim! Bugün bu sözler pek çok kimselere ağır gelir, anlayışlarından uzak görülür. Fakat onlar bilgileri, mârifetleri insaf ile ölçerlerse ve İslâmiyet'le karşılaştırırlarsa, İslâmiyet'e hangisinin daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp kabul ederler." ("Mektûbât"; 261. Mektub)
Zekeriyâ Aleyhisselâm, Hazret-i Meryem'i himaye ettiği günlerde mabede her girdiğinde onun yanında birçok rızıklar görür ve bunların hikmetini sorardı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Zekeriyâ onun yanına mâbede her girişinde yanında bir rızık bulur ve:
'Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?' derdi.
O da: 'Allah tarafından!' derdi." (Âl-i imrân: 37)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde buyurur ki:
"Allah kullarından dilediğine nimetini lütfeder." (İbrahim: 11)
Bunların hepsi Allah-u Teâlâ'nın lûtf-u ihsanından başka birşey değil.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur. Bu, hususa âittir.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Cum'a: 4)
•
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'r-Riyâze" isimli eserinde; Allah-u Teâlâ'nın bu kulunu nasıl bir himaye ile koruduğunu, ondaki şehvânî hareketleri nasıl yokettiğini ve onda zuhur eden bu aklın "Ulü'l-elbâb"dan başka bir şey olmadığını çok açık bir biçimde beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Allah ile düşündüğünü, Allah ile konuştuğunu, Allah ile işittiğini, Allah ile baktığını ve Allah ile yürüdüğünü tasavvur dahi edemediğimiz bir kulun; dünya diyârındaki meşguliyeti, eserleri ve hareketleri acabâ nasıl olur!
Onunla konuşan dedi ki: Bu nasıl olur?
Buyurdu ki: Allah'ın kendisinde gizlendiği bu kul; O'nun idare ettiği, koruduğu, gözettiği ve kendi adına hareket ettirdiği bir velidir. Nitekim O, onun içindeki şehvetleri öldürüp, onu bizzat kendi ortaya koyduğu şeylerin içinde bulundurur. Onu kendi Nur'u ile açıp, zorlukları kendisine kolaylaştırır. Onda Ulü'l-elbâb'ı meydana getirerek; sebepler, ilâhî himmet ve idrak hususunda da kendisine istimdat eder. O da konuşurken hikmetle konuşup, tefekkürle açıklar. Bakarken ibretle bakar. Yürürken heybetle yürür. Tutarken kuvvetle tutar. O onun kalbini lüzumsuz düşüncelerden meneder, ilâhî tedbir ile ilgili işlerde de ondan selbeder. İşte bunların hepsi, hakikatıyla Kitap'ta ve haberde mevcuttur." ("Kitâbu'r-Riyâze ve Edebü'n-Nefs", Es'ad Efendi, no.: 1312, 10b-11a yaprağı.)
Bu intikâl, Hâtem'den Hâtem'e intikâldir. Çünkü bu intikâl olmasa bu vazife olmaz. O intikâl ile onun vekâleti, onun vazifesi yapılıyor, ikinci bir vazife yok. Hiç şüphesiz ki bu da Allah-u Teâlâ'dan geliyor. Hâtem-i enbiyâ'yı çekmiş vazifeyi vermiş. Onu da çektiği zaman bu vazife Hazret-i Mehdi'ye kalacak.
•
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtemü'l-evliyâ'nın yanında gizli bulunan "Hikmetü'l-ulyâ"nın, bâtınî hikmetlere has olan hangi ilim çeşitlerini ihtivâ ettiğini beyân ederek; bu hikmeti elinde bulunduran bu zâtta Hazret-i Kur'an'ın ilminin bütünüyle toplanacağına işâret etmiş ve bu hâliyle ona neredeyse nübüvvetin başka bir yönden tevdî edileceğini haber vermiştir:
"Kişinin şu iki tedbiri görmesi, dünya ve ahiret işlerine göredir: Bunlardan biri zâhirî hikmetlerdir. Bâtınî hikmetlere gelince; 'Başlangıç ilmi'dir. Bu ise; gerek O'nun mülkünün zuhur etmesi, gerek O'nun Rubûbiyet'inin zuhûr edişi, gerek O'nun tedbir ve takdirinin zuhûra gelmesi, gerek O'nun yaratışının izhârı, gerek sevap ve ikâb diyârının ve hidayet ve ubûdiyet diyârının tezâhürü ve gerekse bizdeki ahlâkın izhârı ile, Allah'ın var olduğunu ve O'ndan başka bir şey olmadığını ona mütalâa ettiren 'Hikmetü'l-ulyâ'dır. Bu 'Hikmetü'l-ulyâ' bu ilim türlerini kimde toplamışsa, Allah Kur'an'ın ilmini onda toplamıştır.
İşte bu sebepledir ki, 'Ona başka bir yönden nübüvvet dercedilmiştir.' de denilebilir.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
''On iki peygamber ümmetimden olmayı temenni ederler.'
Yâni bu sınıfa denk olmayı temenni ederler..." (Veliyyüddin: 770 no.'da kayıtlı, Tirmizî'ye âit isimsiz bir risâlenin 199byaprağından naklen.)
Burada gizli bir sır var. Niçin temenni ederler? Bu hususta Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanı da şöyledir:
"Bu yüzden Musa Aleyhisselâm:
"Keşke ben Muhammed'in ümmetinden olsaydım!" buyurmuştur.
Onun bu temenniden maksadı, lâlettayin bir ümmet değil, Muhammed'in nurundan varolmuş ve onun can ve dilinden bitmiş ve sanatını mükemmel öğrenmiş olan bir ümmet, bir oğul, bir talebe olmaktı." ("Maârif" s. 143)
Bu da bir sırdır. Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nurunu verdi ya, işte o nurdan nur alan, onun nuru ile nurlanan ümmettir. Yoksa umum ümmete şâmil değildir.
Bu da intikal ve veraset oluyor. Dâire burada tamamlanıyor. Onların temenni ettiği ümmetlik de işte bu idi.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nübüvvetine göre tecellî etmiş, Hâtem-i veli'ye ise velâyetine göre tecellî etmiştir. Çünkü herbirinin kalbinin vüs'atı ayrı ayrıdır. Onun kalb-i nebevîleri ilâhî tecelliyâta ne kadar mazhar olsa taşmaz. Niçin? Onu öyle yarattığı için. Hâtem-i veli de taşmaz. Ona göre ona vermiştir. O hiçbir şeyi kendisine benimsemez. Hiçbir şeyi benimsemediği için çekirdek çatlamaz, neşv-ü nemâ verir. Çünkü o Allah-u Teâlâ'nın himâyesinde yürüyor, onu O yürütüyor, O koruyor. Bir an bıraksa mahvolur. Bütün bu icraatlar hep O'nun himâyesi, O'nun koruması altında oluyor. Daha doğrusu onu O idare ediyor. Ona dilediği bilgileri veriyor, gizli sırları sızdırıyor. O da o gizli sırlara bakıyor, gördüğü kadar yürüyor. Biliyor, taşmıyor. Niçin taşmıyor? Hükümsüz olduğu için taşmıyor. Hiçbir şeyi nefsine mâletmediği için taşkınlık yapmıyor. Belki çok şey biliniyor amma taşma yok.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır. O deryâ donup kalmış buz denizi gibidir, hiç dalgalanmaz." ("Mektûbât"; 260. Mektup)
Güneşin ışıkları dünyanın her tarafını sardığı gibi, o "Sirâc-ı münîr" olduğu zaman Allah-u Teâlâ'nın nuru her tarafa sirayet eder.
Allah-u Teâlâ ona öyle bir mahviyet bahşetmiştir ki, bütün bu hâller, bu vasıflar onun için hiç görülmez, övünmeye şâyân olmaz.
Kendisinin hiç olduğunu bildiği için donup kalmıştır. En küçük bir hareket yapmaz, en küçük bir varlıkta bulunmaz.
Allah-u Teâlâ ona o hâli bahşetmiş, o deryayı yine kendisi koruyor. Ki, hiç olduğu zaman hiçbir şeyi kendisine mâletmesin.
Her şeye sahip, hiçbir şeye sahip değil. Her şeyi biliyor, hiçbir şeyi bilmiyor, Her şey var, hiçbir şey yok. Hem âlim hem câhil. Çünkü O idare ediyor, nefsin ve şeytanın tahakkümü altında değil.
Musa Aleyhisselâm ulül-azm bir peygamberdi. O kadar sevgili bir peygamber ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ve seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Buyurmasına rağmen, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmi karşısında hayrete düştü.
Musa Aleyhisselâm'la Kehf sûre-i şerif'inde beyan edilen yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm ise şöyle buyurdu:
"Ey Musa! Benim ve senin ilmin Allah'ın ilmi yanında şu serçenin denizden aldığı kadardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 102)
O damla da O'nun. Senin neyin var? Hiç! Sen zaten hiçsin! Fakat bunlar hep hiç olduktan sonra var oluyor. Kendin yok ol ki, O'nun halkettiğini gör, O'nunla gör!
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'yı tarif ediyor. O bunun böyle olduğunu biliyordu. Musa Aleyhisselâm'a öğretmek, ilim gururunu kırmak için böyle söyledi. Çünkü o: "En âlim benim!" demişti. Ona kimin en âlim olduğunu öğretiyor. "Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ'dır."
Hızır Aleyhisselâm'ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir.
Bu has bir ilimdir. Allah-u Teâlâ bu has ilmi Hızır Aleyhisselâm'a da bahşettiğini Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:
"Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır. Bu gizli ilim yalnız hususiyetle O'nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur. Seyr-ü sülûkta olanlara, diğer velilere dahi mahsus değildir. Bu ilim verilme iledir, kişide hiçbir şey yoktur.
Nitekim Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a vâkıf ettirmediği ilmi Hızır Aleyhisselâm'a vâkıf ettirdi.
Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm'ın, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi "Ledün ilmi" idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatleri ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.
Bu ilmullah hakkında şaşmayın. Çünkü görüldüğü üzere Musa Aleyhisselâm dahi bu ilim karşısında acze düştü.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye"nin başka bir noktasında; Hızır Aleyhisselâm gibi Hâtemü'l-evliyâ'nın da ölümsüz kılındığına işâret ederek şöyle buyurmuştur:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir. O, hakîkat ve mecaz mekânıdır, en ulu mekândır; o, mülk ve akıl içindeki sevinç ve kurtuluş mekânıdır. O, hayâtın aslından tahsis edilen hayat ve ölümün indirildiği 'Hayy' ismine ulaşan 'Kazâ' mekânındaki Rabb'in ismine vâsıl olur. Hattâ ebedî ölümsüz olan Hızır ve gâib olmayan birini Allah, korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirir; Hâtemü'l-evliyâ'ya ise hakîki hayatın ilerleyişini içirir, tâ ki ortaya çıksın ve yok olmasın, ebediyen ölümsüz kalsın.
Çünkü mülk, akıl ve ruh ona nüzûl eder, yüksek göğün üzerinde asılı duran yıldıza düşer; Havz ve Kevser'le, diri olan Hızır ona doğru iner. O hem yeryüzünde Hayy -Teâlâ ve Tekaddes- ismini taşıyan Hâtemü'l-evliyâ'nın ilerleyişi, hem de O'na dönen mahlûkâtın ecel sûretinin ilerleyişidir. Peygamber'imiz Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem- rızkın sûreti, İsâ amelin sûreti, Mûsâ eserin sûretidir -aleyhimüs-salâtu ves-selâm-. Nasıl ki Allah-u Teâlâ İdrîs'i veİsâ'yı göğe kaldırmış ve her ikisini de 'Aliyy' isminin taşıyıcısı kılmışsa; Hızır'ın inmesi ve yeryüzünde ilerlemesi de böyledir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
•
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdir'ül Usûl"ün "İki Yüz Altmış İkinci Asıl"ında Hazret-i Allah'ın, Hatem-i veli'yi, Hızır Aleyhisselâm'ı kullandığı gibi kendi himayesinde kullandığını beyan buyurmuştur:
"İşte Allah velilerinin sonuncusunun mülkü bundan sonra gelir. O Allah'ın himayesinin hâkimiyeti içinde, kendisine Allah'ın yerleşmesiyle hâsıl olmuş bir kalptir. Onu, zâhirdeki ilâhî hudut aşıldığı vakit; ifsadı, tahribi ve herhangi bir kimsenin değiştirmeye kalkışma etkisini önlemek için kullanır. Çünkü bu, Allah'ın halktan gizlediği bâtındaki hudududur. Zâhirdekilere göre ise hudut bundan daha başkadır.
İşte bu kalpte O'nun hâkimiyeti dolup taşmış ve yerleşmiştir. Allah, tıpkı gemiyi sökme ve küçük çocuğu öldürme hususunda Hızır'ı kullandığı gibi, onu da kendi himayesinde kullanır. Bu Allah'ın zâhirde, halkın yanında gizli olan hududuydu. Bu nedenle Musa Aleyhisselâm dahi ona karşı gelmişti." (Nevâdir'ül Usûl. c.2 sh: 482)
•
Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri "Maârif" adlı eserinde Hâtem-i veli'den ve onun hikmetli işlerinden bahsetmiştir.
"Bu zât:
"Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 27)
Sırrına mazhar olmuştur.
Meselâ Allah adalete uygun olan veya olmayan birçok işler yapar. Aslında Allah-u Teâlâ'nın adalete uymayan işleri yoktur, fakat bizim aklımız bunları adalete aykırı işler olarak görür."
Meselâ Hızır Aleyhisselâm'ın bir çocuğu öldürmesi gibi. Bu durum zâhirde ahkâma ters düşüyor. Fakat o Hakk'tan ilim ve emir alıyordu. Yaptığı bu hareket Allah-u Teâlâ tarafından doğrulandı. Musa Aleyhisselâm ulül-azm bir peygamber olduğu halde:
"Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!" dedi. (Kehf: 74)
"Meselâ Allah tutar, müminleri ve sâlihleri belâya, zahmete düçar ve onları helâk eder. Fakat fâsıklara ve zâlimlere rahatlık ve devlet verir. Hacc'a gitmek isteyen sâlih ve müttaki kimselerin gemilerini batırır, franklerin ve korsanlık maksadıyla yola çıkan korsanların gemilerini selâmetle vatanlarına eriştirir. Mümin ve müslümanların çocuklarını kâfirlerin eline esir düşürür. Daha sayılamayacak kadar birçok işler doğrudan doğruya O'ndan zuhur eder. Fakat hiç kimse buna itiraz edemez. Bizim itikadımızca hepsi aynen adalettir ve hayırdır. Allah-u Teâlâ'nın yaptığı işler arasında fark bulmak olmaz." (Maârif. Sh: 257)
Allah-u Teâlâ onu kullanacak. Hayat, vefat farketmez.
Tasarrufu devam edecektir. Ruhâniyet iş görecektir. Çünkü Hazret-i Allah ona o vazifeyi vermiş, kınından çıkmış kılıç gibi olacak.
Ammâr-ı Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bilâkis bütün tasarrufu Allah iledir. Bütün fiillerinde, tasarruflarında, hareketlerinde ve makamlarında Allah'ı görür. Bütün fiillerinde O'nun vâsıtasıyla tasarruf eder, Allah vasıtasıyla tasarrufta bulunan odur." ("Behcetü't-Tâife Billâhi'l-Ârife", Berlin, -Ahlwardt-, no: 2842 vr. 16b - 17a)
İşi gören Hazret-i Allah'tır.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinin 1. cildinin 436. sayfasında ise, Hatem'ül evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını, bu ilmin has bir ilim olduğunu iki asır öncesinden haber vermekte, o devirde yaşayacak bütün ehl-i imânı bu zâta tâbi olup kurtulmaya teşvik etmektedir:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın.
Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)
Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor.
Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)
Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)
Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir.
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)
Ve bu bir kitabdır ki, Kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)
Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir.
Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz.
Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, sh: 436)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu selîs beyanlarını izahı ile beraber alıyoruz:
•
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın."
O onun vekili olduğu için, ona yapılan muhabbet Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan muhabbet gibidir. O şefaat ettiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın izniyle o da şefaat eder.
Nitekim Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temîmoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizi - İbn-i Mâce: 1443)
•
"Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)"
O Hakk nâmına gönderilmiştir, Hakk'ı tebliğ eder. Ona muhabbet eden kimse, Hakk'a muhabbet etmiş olur. Ona buğz eden kimse ise, Hakk'a buğzetmiş olur. Bu buğzu kaldırmak isteyenlerin muhabbet etmesi gerekir.
•
"Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor."
Bir insan dünyada Hakk ile olursa; kabirde de Hakk iledir, mahşerde de Hakk iledir, Cennet-i alâ'da da Hakk iledir. Sen dünyada kiminle isen, o da seninledir.
"Kim Allah için olursa Allah da onun için olur."
Vazifeli melekler kabre geldiklerinde, orada Hakk'ın tecelliyâtını gördükleri zaman hayrete düşerler.
Bu beyanlarında gizli sırlar var. Size temsilini verelim: Farz-ı muhal ki herhangi bir ifade almak için eve emniyetten bir polis geldi. Reisicumhuru orada görürse ne yapar? Bu husus ise ondan da incedir.
•
"Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)"
Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ilim karşısında; sultanların olsun, profesörlerin olsun, ilimleri dışarıda kalır, buraya nüfuz edemezler, âcizliklerini itiraf ederler. Niçin? Onun ilmi ilmullah olduğu için.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "317. Mektub"unda:
"Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür." buyurmuşlardır.
Onların ilimleri zâhirîdir, ilme'l-yakîndir. Bu ilimler ise Hakk'al-yakîn'e âittir.
•
"Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)"
İlm-i ilâhî olduğu için, ilmullah olduğu için, has bir ilim olduğu için; onlar buraya nüfuz edemezler, hayret ve hayranlık içinde kalırlar.
•
"Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zatlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir."
Orası Ravzâ-i mutahhara'nın şubesi olduğu için, o kehribarın tozları kehribara gelirler.
•
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir."
Onu nerede yatıracağını, nasıl yaşatacağını Allah-u Teâlâ bilir. Şu kadar var ki, bir nazargâh-ı ilâhî olacağı anlaşılıyor.
•
"Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)"
Allah-u Teâlâ'nın nazar yeri olduğu için, irşadını da yaydığı için; onun kitaplarını okuyan ona hayrandır, daha ileriye gidenler mesttir, gönüllerindeki muhabbet, onunla beraber olmayı vesile kılar.
•
"Ve bu bir kitabdır ki, Kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)"
Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerim'dir. Kur'an-ı kerim'in bütün Âyet-i kerime'leri girdiğine göre kütüb-i semâviye bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm, Allah-u Teâlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştu:
"Ey Rabb'im! Beni bağışla! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver!" (Sad: 35)
Bu da mânevî saltanattır, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar başkasına vermeyecek, artık kıyamete kadar böyle bir kitap yazılmayacak. Niçin? Devir Hâtemü'l-evliya ile kapandığı için. Üçüncü bir hâtem yok.
Nitekim Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri "Emirdağ Lâhikası" isimli eserinde Hazret-i Mehdi'nin vazifesinden bahsederken, Hazret-i Mehdi'den önce gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Hazret-i Mehdi'ye hazır bir program olarak hazırlandığını işaret etmiştir.
Buyurur ki:
"O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak."
Buradan da anlaşılıyor ki, bundan sonra böyle bir kitap yazılmayacak, bunu başkasına vermeyecek.
•
"Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir."
Allah-u Teâlâ ona bahşettiği ilim kitaplara sığmaz, halk ondan hiçbir şey anlamaz. Fakat Ârif-i billâh olanlar onunla gönüllerine nakış yaparlar, ona karşı duyduğu aşk ve muhabbet ile yaşarlar.
•
"Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz."
Hakk'tan geldiği için bambaşka bir nakıştır.
Bu solmayış Cenâb-ı Hakk'ın nasipdar ettiği seçkin ihvana âittir. Seçkin ihvan onun boyası ile boyanmıştır, onun ahlâkı ile ahlâklanmıştır. Onun resmidir, benzeridir. Durumları böyle olduğu gibi, inşaallah ahirette de beraber olacaklardır.
İhvan onun hâlâtını yaşarsa, onun izinden yürürse, onun mânevî elbisesini giymiş olur. O elbisede nur olduğu için solmaz.
•
"Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez."
Allah-u Teâlâ desteklediğinden ötürü ne ilmine, ne irşadına, ne de icraatına mahlûkun aklı ermez. İlmi dâiresine giremeyişi; O'nun var oluşundandır ve ilminin de ilmullah oluşundandır. O ilmini Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı yerden alır. O dâireye hiçbir ferdin girmesi mümkün olmadığı gibi, o ilmi anlaması da mümkün değıildir.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini "Fusûs'ul-Hikem" adlı eserinde:
"O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah'tan alır." sözü ile ifade etmiştir. (sh: 45)
Bu zevât-ı kiram Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği öyle kullarıdır ki, "Hâtem-i veli"ye neler bahşedeceğini Allah-u Teâlâ göstermiş, görerek ve bilerek konuşmuşlar; ehemmiyetini, ciddiyetini ve faziletini ibraz etmişlerdir.