Küresel bir savaşın tam ortasındayız. Hem Türkiye'ye karşı taarruza geçmiş bir koalisyon ülkemizi hedef almış durumda, hem de küresel güç mücadeleleri Türkiye, Suriye ve İslâm dünyası üzerinden yürütülmeye çalışılıyor.
PKK, DHKP-C, IŞİD intihar saldırıları yapıyor. DHKP-C'liler polise, savcıya ölümüne silah çekiyor. Ankara'da PKK'lılar patlıyor, İstanbul'da IŞİD'liler. Sultanahmet'te Almanlar ölüyor, Taksim'de İsrailliler. Arkasından AB'nin ve NATO'nun merkezi Brüksel'de patlıyor bu sefer IŞİD.
Almanlar İstanbul'da alarma geçiyor, fakat Brüksel'de geçemiyor. Amerikalılar Türkiye'de iki gün önceden ikaz yapıyor, ancak Brüksel'de yapamıyor. Putin Türkiye'de bomba patlamadan iki gün önce "Suriye'de hedeflerimize ulaştık" diyerek Rus ordusunun çekilmesi talimatı veriyor.
Bu terör eylemlerini nasıl yorumlamamız lazım? Bu eylemlerin arkasında kimler var? Hepsi tek merkezden mi yönlendiriliyor, yoksa her birinin arkasında başka bir ülke mi var?
Terör örgütlerinin durup dururken, "Biz Türkiye'ye karşı güç birliği yapalım, Türkiye'yi yakalım, yıkalım" dediğini düşünenler veyahut böyle düşündürtmeye çalışanlar olabilir. Ancak artık sıradan bir vatandaş bile terörün sadece bir terör eylemi olmadığını biliyor. Terör örgütlerinin Türkiye düşmanlığının arkasında bir Haçlı ittifakı olduğunun farkında. Polisimiz, askerimiz terörle savaşırken aslında büyük organizasyonla savaştığını, haçlılarla mücadele ettiğini biliyor, yeminini ederken onları katarak yemin ediyor. Savaşırken bu bilinçle, bu azimle savaşıyor.
Bir terör eylemi olduğunda, teröristin örgütü ve kökeni hakkında genel bir kanaat hemen kabul edilir. Oysa tekbir getirerek kendini patlatan adam, yahut Hazret-i İsa ve yahudiler hakkında da çok iğrenç karikatürler yayınlayan Fransa'daki karikatüristleri öldüren terörist belki de bir yahudi ya da hıristiyan olabilir. PKK adına kendini patlatan ise belki de Ermeni kökenlidir.
Böyle değilse bile bunlara bu aklı, bu yönlendirmeyi yapan elebaşı, önde gelen terör komutanı pekala göründüğü gibi olmayabilir.
Bir örnek verirsek ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır:
2004 yılının sonunda dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Filistin ve İsrail'e düzenlediği gezide İsrailli yetkililer kendisinden ilginç bir istekte bulundular. 1965'te Suriye'de idam edilen yahudi casus Eli Cohen'in kemiklerinin İsrail'e getirilmesi için yardım istediler. Deşifre olmadan önce Baas partisi üyesi, milliyetçi, İsrail düşmanı bir Arap olarak tanınan bu yahudi casusun hayat hikayesini A. Özgürel'den özetle Şubat 2005 tarihli yazımızda da dile getirmiştik:
"İstihbarat tarihi Yahudi casuslarla dolu…
…Eli Cohen, ... İskenderiye Yahudilerinin yardım sandığına bağlı yurtta büyüdü. …evinde Arapça konuşuluyordu. …Artan Yahudi düşmanlığı üzerine İsrail'e geldi ... Suriye aksanıyla konuşması için sıkı bir eğitime alındı. Hikâyeye göre babasının işleri dolayısıyla gittikleri Beyrut'ta doğmuştu, daha sonra Arjantin'e göç eden amcasının yanına gitmişler, ... kendi adına bir turizm firması kurmuştu. Eli kısa süre içinde Buenos Aires'e gönderildi, yeni kimliği ile orada izler bırakacaktı.
…Eli, Arjantin'deki Suriye kolonisinde çarçabuk kendisine yer buldu. ... Çevresinde fanatik bir Arap milliyetçisi ve Yahudi düşmanı olarak tanınıyordu.
… Bavulunda haberleşmede kullanacağı radyo vericisi, şifre kitabı, görünmeyen mürekkeplerden oluşan seti gümrükten sokmak sorun olmadı onun için. Baas Partisi'ne girdi. … İsrail'e göndereceği mesajları şifreli olarak rahatça radyodan geçiyordu, üstelik Suriye Haberalma Bakanlığı'nın kaynaklarını kullanma imkânına da kavuşmuştu.
… Başbakan Bitar'ın yurtdışına yaptığı iki gezide ona refakat etti. Şam'daki yeraltı tünellerinin krokisi, İsrail sınırındaki güvenlik noktalarının yeri onun için sır olmaktan çıkmıştı. Öyle özel bilgiler aktarıyordu ki, Mossad onu Arjantin üzerinden İsrail'e çağırıp yorumlarını almak ihtiyacını hissetti...
Eli, Şam'a dönünce Birleşik Arap Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı'nın İsrail hududundaki inceleme gezisi programına alındı. Ve Eli orada hayatının hatasını yaptı, fotoğrafının çekilmesine izin verdi. Bir Mısırlı istihbaratçı fotoğrafından Eli'yi tanıdı. 'Bu Fransız Lisesi'nde beraber okuduğum Yahudi çocuk' dedi. ... telsiz başında yakalandı.
…İsrail hükümetinin onun hayatına karşılık milyonlarca dolar ödeme teklifi karşılıksız kaldı. …18 Mayıs 1965'te Şam'da meydanda idam sehbasına kucakta çıkarıldı adeta.
...Eli Cohen'in verdiği bilgiler olmasa 1967 Savaşı sırasında İsrail Golan'daki Suriye nevzilerini eliyle koymuşçasına bulup vuramaz ve bölgeyi zaptedemezdi." (Avni Özgürel, 09/01/2005)
Petrol Fırtınası isimli mühim bir eserin yazarı olan Raif Karadağ Osmanlı'nın son zamanlarında devrin süper gücü İngiltere'nin içimize nasıl casus soktuğunu anlatıyor. İngiliz Gizli Servisi Osmanlı zamanında ajanlarını sadrazamlığa ve hatta şeyh-ül İslâm'lığa kadar çıkartabilmişti. Yetiştirme yurtlarındaki anne ve babası olmayan en zeki çocukları İstanbul'a getirir, para ile satın aldıkları bir ailenin yanına verirlerdi. Ayda bir sefer elçiliğe getirilmesi şartı ile bu çocuklar tam bir Osmanlı gibi yetişirlerdi. Özelseçilmiş bu çocuklar başarıları ile üst kademelere yükselmede zorluk çekmezlerdi.
Bugün sadrazamlar ve şeyh-ül İslâm'lar kalmadı, ancak bu taktiklerin Osmanlı ile sona erdiğini iddia etmek haliyle mümkün değil. Bir de maalesef içimizden çıktığı halde bunların adamı olanlar var. Meselâ en yüksek makama çıktığı halde İngiliz kraliyet protokolünün şaşasını görünce hayranlığını ifade eden bir kimseye güvenilmez. Nitekim ehlince mimlidir.
Dikkat ederseniz Ankara'daki bombalı eylemi yapan saldırgan da Suriye mültecisi gibi Türkiye'ye giriş yapmıştı, ancak bir Türk vatandaşı çıktı.
Binaenaleyh her türlü alçaklığın ve hinliğin kol gezdiği bu devirde istihbarat teşkilatımızın çok uyanık olması, özellikle önemli görevlere gelecek kişilerin güvenlik soruşturmasının bu gözle çok daha derinlemesine yapılması gerekmektedir. En vatanperver zannettiğiniz adam belki de aradığınız adamdır.
Türkiye siber güvenliğe geç de olsa önem vermeye başladı. Ancak daha önceki özensizlik ve vurdumduymazlığımızın üzerine bir de paralel ihanet çetesi eklenince bütün mahrem bilgilerimiz ortalığa saçıldı. Türkiye vatandaşlarının kimlik bilgilerinin birçok ülke istihbaratının elinde olduğunu tahmin ediyorduk. Ancak geçtiğimiz aylarda bu bilgiler internette bütün kullanıcıların hizmetine servis edildi. Artık her türlü çete bile kimlik bilgilerimizi istediği gibi kullanabiliyor. (Yeni çipli kimlik kartlarının üretim ihalesinin de bir zamanlar Fransız şirketine verileceği konuşuluyordu.)
Bu duruma nasıl tedbir alınabilir bilmiyoruz. Ancak devletimizin buna ciddi kafa yorması gerekiyor. Yeni kimliklerle beraber TC kimlik numaraları değiştirilebilir. Bir çözüm yolu bulmak gerekiyor.
Adamlar bu bilgilerle içimize sızabilecekleri gibi, hedef kişi üzerinde aile bilgilerini kullanarak kumpaslar kurabilirler. Büyük bir tehdit ve tehlike var.
Türkiye'nin düşmanı çok. Bu sebeple "Hangi terör örgütünün arkasında kim var, hangi eylemi hangi ülke istihbaratı organize etti?" sorularının cevabı hem çetrefilli hem de uzun analizler gerektiriyor.
Bu ayrıntılarda boğulmadan genel ve basit resmi çizmeye çalışalım:
"PYD-YPG PKK'dır, terör örgütüdür." diyen herkese "Biz terör örgütü olarak kabul etmiyoruz" diye laf yetiştiren bir ABD var kaşımızda. Suriye'nin kuzeyinde ise federasyon ilan eden bir PYD var. Adamların bir ajandası var, ona göre gidiyorlar. Daha önce Ermeni meselesinde de 2015 yılını hedefleyen bir ajandaya göre gittiler. Ancak muvaffak olamadılar. Türkiye sözkonusu olunca yapamadıkları çok şey oluyor, ama ajandayı son sayfasına kadar yürütüyorlar. PYD konusu da öyle. Suriye'de ajanda tıkırında yürüdü. Ancak Türkiye'de "Özyönetim" gibi süslü laflar altındaki "Kantonlaşma siyaseti" Türk ordusuna ve polisine tosladı. Adamlar Türkiye'yi de karıştırıp Türkiye'de kuracakları kantonlarla Suriye'dekileri birleştireceklerdi. Bu plana mülteci krizi patlak verince kendi derdine düşen Almanya ve Avrupa sırt çevirdi. Zira Suriye'li mülteciler ile başa çıkamayan Avrupa, Türkiye de karışırsa neyle karşılacağının hesabını yapınca büyük bir kâbusla karşılaştı. Amerika ve İsrail'in Avrupa'ya, Almanya'ya çok kızdığını tahmin edebiliriz. Sultanahmet'te Almanlar'ın ardından İstanbul'da İsraillilerin, onun ardından da AB'nin merkezi Brüksel'in vurulmasını bu perspektiften değerlendirebiliriz. Bir de petrol meselesi var. Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki petrol ticaretinden rahatsız olan ve vehhabilik ideolojisinin patent sahibi İngiltere IŞİD belasının da mucidi olabilir. Sinsi İngiliz siyasetini tahmin etmek biraz daha zor. Ancak Rusya gelip ortalığı öyle bir karıştırdı ki ne İngiliz, ne İsrail, ne de Amerika önünü göremiyor. Büyük bir mücadele ve savaş yaşanıyor.
Binaenaleyh kanton ajandası büyük bir sekteye uğradı. Buna rağmen federasyon falan diye ilerlemeye çalışıyorlar. Bu da Türkiye'nin müdahale ihtimalini kuvvetlendiriyor.
Türkiye'nin bütün itirazlarına rağmen ABD ajandasında geri adım atmıyor. Bu Türkiye'ye karşı büyük bir düşmanlıktır. Müttefiklik filan hikâyedir. Meselâ; Amerika'daki hispanikler arasında bir terör örgütü çıksa, bu örgüt Meksika'daki boşluktan istifade edip bir dış ülkenin desteği ile buradaki şehirlerin yönetimini ele geçirse, kantonlar kursa, buradan Amerika'daki teröristlere bomba, silah, terörist akını olsa, bu bombalarla gelip Amerikan şehirlerinde hendekler kazıp polis-asker öldürse, bunlara en büyük desteği de bir dış ülke vermiş olsaydı, Amerika o ülkeye ne yapardı? "Dostum, müttefikim yanlış politika uyguluyorsun!" demekle mi yetinirdi?
Amerika bu teröristleri desteklemekle yetinmiyor. Türkiye'nin itirazını söndürmek için Türkiye'de iktidar darbesi yapmaya çalışıyor. En büyük desteği de belediye başkan adayını Amerika'dan açıklayan sermayenin adamı veriyor. Bugünlere gelişimizde hatalı politikaların etkisi olabilir. Ancak gelinen noktada Suriye'nin kuzeyinde bir PKK devletinin kurulmasını Türkiye kesinlikle sineye çekemez.
Böyle bir tehdit ve tehlike varken, küffar bu uğurda her yolu denerken hiçbir vatan evladı küffarla işbirliği yapmaz.