Muhterem Okuyucularımız;
İman ile küfür mücadelesi, hak ile batıl savaşı tarih boyu devam edegelmiş, İblis ve avanesi hak ve hakikatin önünü kesmeyi, hakikat ehline tuzak kurmayı kendilerine en büyük bir vazife edinmiştir.
Küfrü, dalâleti ve bâtılı; imana, hak ve hakikate tercih eden insanlar da bu hususta şeytanın en büyük destekçileri olagelmişlerdir. İman ehlini yoketmek için savaştıkları gibi, ilâhî emir ve hakikatleri örtmek için de her türlü yalan ve iftirayı irtikab etmekten çekinmemişlerdir.
Ancak Allah-u Teâlâ her zaman mümin kullarını lütfu ile desteklemiş, bu küfür ve dalalet ehlinin tuzaklarını boşa çıkartmıştır.
Tarih peygamberlere ve onlara tabi olan müminlere bu dalâlet ehlinin kurmaya çalıştıkları tuzaklarla doludur.
Küfür ehli onlara tuzaklar kurmaya çalışmış, delil ve mucizelerini "Bu sihirdir." diyerek geçersiz kılmak istemişlerdir. Hatta bazı peygamberleri şehit etmişlerdir. Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır." (Fâtır: 43)
Dikkat edilirse Hazret-i Allah daima hakkı batıla üstün kılmıştır.
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 4)
Nice putperestler, nice müşrikler, nice kavimler, nice medeniyetler yok olup gitmiş, oysa Allah-u Teâlâ'nın dini dimdik ayaktadır
"Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Yûsuf: 40)
Ve o dinin tabileri muzaffer olmaya devam etmektedir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah'ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir." (Tirmizî)
Bu taifenin, bu zatların himmet ve tasarrufları ile kurulan Selçuklu olsun, bilhassa Osmanlı bu sebeple imanın temsilcisi, küfrün hasmı olmuş, Hazret-i Allah, Allah yolunda cihad eden atalarının hürmetine bu milleti hıfz-u himayesine almıştır.
Ahir son zamanda bir kararsızlık, dinden uzaklaşma meydana gelmiş olmakla beraber bu tâife bugün de vazifesine, bu mücadeleye devam etmektedir.
Dikkat ederseniz bugün küffar bütün gücünü, bütün sinsi taktiklerini İslâm'ı ve müslümanları yok etmek için seferber ettiği gibi, bu yolda en büyük desteği de müslüman gibi görünen münafıklardan; bizden görünen içimizdeki hainlerden görmüştür, görmeye devam etmektedir. Bu ihanet geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir. Hem memleketimize karşı, hem de hak ve hakikatin müdafii müslümanlara karşı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahirete irtihalinden sonraki asırlarda hak ve hakikati tebliğ eden nice evliyaullah düşmanlıklara maruz kaldı. Kimisi öldürüldü, kimisi sürgün edildi.
Bu düşmanlığa ve tuzaklara muhatap olan, maruz kalan zâtlardan birisi de Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri olmuştur. Ancak bu zât eserleri ve hakikati beyan eden sözleri ile vefatlarından sonra da bu milleti irşad ederken, onun düşmanları da bütün ihanetleri meydana çıkmış olduğu halde alenen küffarla işbirliğine devam etmektedir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Din ve vatan bölücüleri" tabir ettiği bu güruhlar bu gün de bu düşmanlıklarına devam etmektedirler. Ancak Allah-u Teâlâ bunları bir bir kahr-u perişan edecektir, ediyor da.
"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez." (Hacc: 38)
"Şüphesiz ki bizim ordumuz galip gelecektir." (Saffat: 173)
•
Bu ay içinde idrak etmeye başlayacağımız mübarek üç ayların tüm İslâm âlemine ve memleketimize hayırlar getirmesini, af ve mağfiretimize vesile olmasını niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler. Eğer sabreder, Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Âl-i imran: 120)
"O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi divana) çıkarlar. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 6-8)
"Hiç şüphesiz ki Allah onun Mevlâ'sıdır. Cebrail de, müminlerin sâlih olanları da, bunun ardından bütün melekler de ona yardımcıdırlar." (Tahrîm: 4)
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
"Müminlere yardım etmek üzerimize hak olmuştur." (Rum: 47)
Allah-u Teâlâ Adem Aleyhisselâm'ı yarattığı zaman, dilediği bir hikmete binaen iman ile küfrü, hakikat ile dalâleti, hak ile bâtılı da halketmiştir.
Binaenaleyh iman ile küfür mücadelesi, hak ile batıl savaşı tarih boyu devam edegelmiş, İblis ve avanesi hak ve hakikatin önünü kesmeyi, hakikat ehline tuzak kurmayı kendilerine en büyük bir vazife edinmiştir.
Küfrü, dalâleti ve bâtılı; imana, hak ve hakikate tercih eden insanlar da bu hususta şeytanın en büyük destekçileri olagelmişlerdir. İman ehlini yoketmek için savaştıkları gibi, ilâhî emir ve hakikatleri örtmek için de her türlü yalan ve iftirayı irtikab etmekten çekinmemişlerdir.
Ancak Allah-u Teâlâ her zaman mümin kullarını lütfu ile desteklemiş, bu küfür ve dalalet ehlinin tuzaklarını boşa çıkartmıştır.
Tarih peygamberlere ve onlara tabi olan müminlere bu dalalet ehlinin kurmaya çalıştıkları tuzaklarla doludur.
Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ eden bütün peygamberler düşmanlıkla karşılanmış, küfür ehli onlara tuzaklar kurmaya çalışmış, delil ve mucizelerini "Bu sihirdir." diyerek geçersiz kılmak istemişler, hatta peygamberlerinin ve ona inananların canlarına kastetmek istemişlerdir. Bazı peygamberleri şehit etmişlerdir.
Semud kavminin bozguncu önde gelenlerden dokuzu Salih Aleyhisselâm'ın mucize devesini kesip öldürmüşler, Salih Aleyhisselâm ve ailesini de öldürmeye teşebbüs etmişlerdi. Hazret-i Allah bu teşebbüslerini boşa çıkarttı. Korkunç bir ses ve şiddetli bir sarsıntı ile gelen afet hepsini helâk etti.
"Onlar böyle tuzak kurdular, biz de kendileri hiç farkında olmadan onların plânlarını altüst ettik." (Neml: 50)
"Tuzaklarının sonunun nice olduğuna bir bak! Biz onları da kavimlerini de hepsini helâk ettik." (Neml: 51)
İbrahim Aleyhisselâm'ı Nemrud ve avanesi ateşte yakmak istedi. Günlerce odun taşıdılar. O kadar büyük bir ateş yaktılar ki yanına yaklaşamadıkları için İbrahim Aleyhisselâm'ı mancınıkla içine attılar. Hazret-i Allah onların bu tuzaklarını boşa çıkarttı. İbrahim Aleyhisselâm'ı bahçelerin suların içine indirdi. Nemrud'u ise bir sivrisinek ile helâk etti.
"Ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz de onları alçak düşürdük." (Sâffât: 98)
Yusuf Aleyhisselâm'ı kıskanan kardeşleri ona tuzak kurdular, kuyularda zindanlarda kaldı, ancak Hazret-i Allah onu Mısır'a vezir yaptı.
Babası Yakup Aleyhisselâm ona şöyle nasihat etmişti:
"Yavrucuğum! Bu rüyânı sakın kardeşlerine anlatma! Sonra sana bir tuzak kurarlar.
Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır." (Yusuf: 5)
Firavun ve avanesi Musa Aleyhisselâm'ın gösterdiği dokuz mucizenin hepsini inkâr ettiler, Hazret-i Allah onları suda boğdu.
"Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi, hem de ne alış!" (Tâhâ: 78)
"Biz de onu ve maiyyetindekilerin hepsini suda boğduk." (İsrâ: 103)
Yahudiler İsâ Aleyhisselâm'ı öldürmek istediler, ancak Hazret-i Allah onu nezd-i ilahi'sine yükseltti.
"(Yahudiler gizlice) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır." (Âl-i imrân: 54)
Nihayet Resulullah Aleyhisselâm'a her türlü işkenceyi her türlü iftirayı yaptılar. En sonunda canına kastetmek istediler, Hazret-i Allah müşriklerin içinden onu çekip kurtardı.
"Resul'üm! Hatırla o zamanı ki, kâfirler seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da seni (Mekke'den) sürmek için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar sana tuzak kurarlarken Allah da tuzaklarını bozuyordu. Allah tuzaklara karşılık verenlerin en hayırlısıdır." (Enfâl: 30)
Yahudiler suikast yapmak istediler, Cebrail Aleyhisselâm gelip haber verdi.
Bütün müşrik kabileler savaş ilân ettiler. Ancak vefatında bütün Arabistan onun bayrağı altında toplanmıştı.
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar." (Tevbe: 33)
"De ki: 'Hak geldi, bâtıl zâil oldu.'" (İsrâ: 81)
Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime'nin şümulüne girmektedir.Küfür ehli düşmanlıkları ile ancak âkıbetlerinin şiddetini artırmaktadır.
Ashâb-ı Kehf kıssası da güzel bir örnektir. İsa Aleyhisselâm'ın zamanından sonra Tarsus'ta yaşayan bu iman kahramanı gençler dinlerini ve inançlarını baskıdan kurtarmak ve korumak için şehri terkettiler.
Onlar sırf imanlarını muhafaza etmek için kavimlerinin arasından ayrıldılar ve mağaraya sığındılar.
Ve orada Allah-u Teâlâ'ya şöyle yalvardılar:
"Ey Rabb'imiz! Bize kendi katından rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl." (Kehf: 10)
Allah-u Teâlâ onlara bir uyku verdi ve üç yüz dokuz sene hiçbir şeyin farkına varmadan uyuyup kaldılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır." (Fâtır: 43)
Tarih boyu devam eden bu iman-küfür mücadelesi içerisinde dikkat edilirse Hazret-i Allah daima hakkı batıla üstün kılmıştır. Kazanan hak ve hakikat olmuştur.
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 4)
Nice putperestler, nice müşrikler, nice kavimler, nice medeniyetler yok olup gitmiş, oysa Allah-u Teâlâ'nın dini dimdik ayaktadır
"Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Yûsuf: 40)
Ve o dinin tabileri muzaffer olmaya devam etmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde bu tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah'ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir." (Tirmizî)
Bu taifenin, bu zatların himmet ve tasarrufları ile kurulan Selçuklu olsun, bilhassa Osmanlı bu sebeple imanın temsilcisi, küfrün hasmı olmuş, Hazret-i Allah, Allah yolunda cihad eden atalarının hürmetine bu milleti hıfz-u himayesine almıştır.
Ahir son zamanda bir kararsızlık, dinden uzaklaşma meydana gelmiş olmakla beraber bu tâife bugün de vazifesine, bu mücadeleye devam etmektedir.
Dikkat ederseniz bugün küffar bütün gücünü, bütün sinsi taktiklerini İslâm'ı ve müslümanları yok etmek için seferber ettiği gibi, bu yolda en büyük desteği de müslüman gibi görünen münafıklardan; bizden görünen içimizdeki hainlerden görmüştür, görmeye devam etmektedir.
Bu ihanet geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir. Hem memleketimize karşı, hem de hak ve hakikatin müdafii müslümanlara karşı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahirete irtihalinden sonraki asırlarda hak ve hakikati tebliğ eden nice evliyaullah düşmanlıklara maruz kaldı. Kimisi öldürüldü, kimisi sürgün edildi.
Bu düşmanlığa ve tuzaklara muhatap olan, maruz kalan zâtlardan birisi de Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri olmuştur. Ancak bu zât eserleri ve hakikati beyan eden sözleri ile vefatlarından sonra da bu milleti irşad ederken, onun düşmanları da bütün ihanetleri meydana çıkmış olduğu halde alenen küffarla işbirliğine devam etmektedir.
Binaenaleyh bu iftira ve karalama kampanyaları bu Zât-ı âli'nin neşrettiği hakikatlere cevap veremeyenlerin kendilerini karalayarak susturmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Kendi ifadeleri ile;
"Bu iftiralar;
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerimesi'ni düstur edindiğimiz için, hakikatleri korkmadan, çekinmeden neşrettiğimiz için oluyor."
Kendi zannını İslâm dini'nin yerine koymaya çalışanları ikaz ve irşad etti. Dinlemeyenleri ifşa etti. Tarih boyu yaşamış büyük İslâm mücahidlerinin, İslâm müdafilerinin yaptığının bir benzerini hatta daha büyüğünü kalemle yaptı. Yazdıkları yazılardan dolayı intikam almak istediler, ona iftira attılar. Gerçek bir İslâm müdafii olduğu için kendisini susturmak isteyenler her türlü iftirayı reva gördüler.
Kendileri ahirete irtihal ettikten sonra yapılan birçok tahkikat, takibat sonucu yargı kararlarıyla aklandı. O zaten tertemiz idi, beşer görsün diye bugün zahir oldu. Bu Zât-ı âli'ye tuzak kurmak isteyenlerin tuzakları kendilerine döndü.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Din ve vatan bölücüleri" tabir ettiği bu güruhlar bu gün de bu düşmanlıklarına devam etmektedirler. Bu Zât-ı muhterem'in eserlerini tetkik ederseniz, âdeta kendisinden sonrası için eser neşrettiğini görürsünüz. Kendi zamanında anlaşılamama, dışlanma pahasına hak ve hakikati beyan etmişlerdir. Nitekim bugün birçok kimseler "Ne kadar da haklı imiş, biz kendisini anlayamamışız." diyerek pişmanlıklarını dile getirmektedirler. Bu sebeple bu hainler, bu bölücüler bugün de bu düşmanlıklarına devam ederler, plan ve tuzak kurmak isterler. Ancak Allah-u Teâlâ bunları bir bir kahr-u perişan edecektir, ediyor da.
"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez." (Hacc: 38)
"Allah: "Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!" diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücâdele: 21)
"Şüphesiz ki bizim ordumuz galip gelecektir." (Saffat: 173)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yarattıktan sonra onun yüce mevkisini ve yeryüzünde halife olmaya ondan daha lâyık bir varlık bulunmadığını bildirmiş, bu şerefi tescil etmek üzere meleklere ona secde etmelerini emir buyurmuştur.
Bu emr-i İlâhî'ye uyarak bütün melekler secde ettiler. İblis ise kibir ve inadı yüzünden secdeye yanaşmadı, böylece kâfirlerden oldu.
"Meleklere: 'Âdem'e secde edin!' dedik. İblis'ten başka hepsi secde ettiler. O secde edenlerden olmadı." (A'râf: 11)
"Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." (Sâd: 74)
Fıtratı ve cibilliyeti kendisine hâinlik etti. İşte emr-i İlâhî'ye muhalefetin neticesi!
Görülüyor ki İblis Allah-u Teâlâ'yı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmediği için kâfir olmuştur.
Allah-u Teâlâ'nın İblis'i secde etmekten alıkoyan asıl sebebi bilmesine rağmen; mânâsız kibir ve gururunu, küfür ve inadını, Âdem Aleyhisselâm'ın aslını hakir görmesini açıkça ortaya çıkarmak için soru sordu:
"Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmaktan seni alıkoyan nedir?" (Hicr: 32)
İblis ise kendi cehaletini teşhir ederek şöyle cevap verdi:
"Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın!" (Sâd: 76 - A'râf: 12)
"Ben pişmemiş çamurdan, işlenebilen kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim!" (Hicr: 33)
Onun bu şekilde mağrur bir edâ ile, tutarsız bir kıyas yapması üzerine Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Defol oradan! Sen artık kovuldun. Ceza gününe kadar lânetim senin üzerinedir." (Sâd: 77-78) (Bakınız. Hicr: 34-35)
Yücelik sıfatları kendisine ait olan Allah-u Teâlâ, onu kıyamete kadar devam eden bir lânetle lânetleyerek her türlü hayırlardan güzelliklerden mahrum etti, rahmetinden ümitsiz kıldı, huzurundan tardedip kovarak şeytan haline getirdi ve cennetten sürüp çıkardı. Bulunduğu makamdan derhal azledip, kibrine karşılık küçüklüğe ve lânete mahkûm etti.
•
Şeytan Âdem Aleyhisselâm'dan üstün olduğunu iddiâ ederken, melekler arasındaki yerini de kaybetmişti. Allah-u Teâlâ'nın bu gadabı karşısında korktu. Son çare olarak, kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini istedi.
"Rabb'im! Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver!" (Sâd: 79 - Hicr: 36)
"Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım." (İsrâ: 62)
Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen, karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu istediğini kabul etti.
Buyurdu ki:
"Sen mühlet verilenlerdensin." (A'râf: 15 - Hicr: 37 - Sâd: 80)
"O bilinen vaktin gününe kadar." (Hicr: 38 - Sâd: 81)
O güne kadar yaşayacak, sonra ölecek, sonra da ahirete sevkedilerek ebedî azaba uğrayacaksın.
Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, o uzun ömrü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak yerde, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:
"Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım." (A'râf: 16)
"Sonra elbette onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım." (A'râf: 17)
"Önlerinden"; dünya hayatına rağbetlerini artırarak,
"Arkalarından"; ahiret hayatı hakkında şüpheye düşürerek,
"Sağlarından"; iyilikler tarafından,
"Sollarından"; kötülükler tarafından saldıracağım.
Yolundan çevirip saptırmak, şaşırtıp imanlarını soymak için ne yapabilirsem yapacağım.
"Yemin ederim ki, kullarından belirli bir pay edineceğim." (Nisâ: 118)
Yollarına tuzaklar kurup, büyük bir kısmını benim yolumda çalıştıracağım.
"Onları saptıracağım." (Nisâ: 119)
Bâtılı hak, eğriyi doğru, kötüyü iyi, çirkini güzel, günahı sevap göstererek, vesvese ve iğvâlarımla onları hidayet yolundan mutlaka çevireceğim.
"Ve sen onların çoklarını şükredenler bulamayacaksın." (A'râf: 17)
Bu sözü zannına göre söylemiş ve isabet de etmiştir. Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi. Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular." (Sebe: 20)
Bu uymaları onun gücünden değil, kendilerinin ahirete iman etmemelerindendir. Çünkü Allah-u Teâlâ imanı olanla olmayanın ahiretini ayırmıştır.
"Oysa ki şeytanın insanlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur." (Sebe: 21)
Çünkü şeytan âciz bir mahlûktur, zillete, kahr-ı ilâhîye uğramıştır. Bir mümin onun şerrinden kurtulmak için Allah-u Teâlâ'ya sığınırsa vesveselerinden ve tasallutundan emin olabilir.
"Ancak ahirete imanı olan kimseyle, ahiretten şüphe edeni ayırdetmek için (ona bu ruhsatı verdik.) Rabb'in her şeyi gözetlemektedir." (Sebe: 21)
Şeytan aldatıcıdır, yaratıcı değildir. Allah-u Teâlâ kimi korumak isterse onu şeytanın aldatmalarından korur, kimin de aldatılmasını isterse şeytanı ona musallat eder.
"Yalnız içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların hariç." (Sâd: 83 - Hicr: 40)
Yalnız taatin için seçilmiş hususi kulların aldanmazlar. Çünkü onlar içinde bulundukları duruma basiret gözüyle bakabilen uyanık kimselerdir.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın gerçek kulları şeytanın hâkimiyetine girmezler. Onlar ilâhî himayeye nâil olan güzide kullardır.
Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
"Şurası muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olamaz." (İsrâ: 65)
"Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz." (Hicr: 42)
Allah-u Teâlâ secde emriyle Âdem kulunun şânını yücelttikten sonra bu ilk insan âilesine cennette yerleşmelerini emir buyurarak şânını artırmıştır.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'a cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, ancak kendisinin bildiği bir hikmete göre, bu hürriyeti kısıtlamış, mahiyetini bilmediğimiz bir ağacın meyvesini yemelerini yasaklamıştır.
"Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz, her ikiniz de zulmedenlerden olursunuz." (Bakara: 35 - A'râf: 19)
Ayrıca şeytanın kendileri için en büyük düşman olduğunu da haber vererek hilesine karşı ikaz etmiştir:
"Ey Âdem! Bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz!" (Tâhâ: 117)
Bu kadar cennet nimetleri yanında bu yasağın konması, hiç şüphesiz imtihan içindi.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Sonunda şeytan ona vesvese verdi. "Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?" dedi." (Tâhâ: 120)
"Rabb'iniz, sırf melek olursunuz veya burada ebedî kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan menetti, başka bir sebepten değil.
Ve onlara: 'Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim.' diye yemin etti, böylece onları hile ile aldattı." (A'râf: 20-22)
Onların iyiliğini istiyormuş gibi gözükerek kendi tuzağına düşürmeye çalıştı.
Âdem Aleyhisselâm ve Hazret-i Havvâ, Allah-u Teâlâ'nın ikazını ve şeytanın kendilerine en büyük düşman olduğunu unuttular. Onun yalan yere yemin edeceğine ihtimal veremediler, aldandılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki biz daha önce Âdem'e de ahid vermiştik. Fakat o unuttu." (Tâhâ: 115)
"Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yediler." (Tâhâ: 121)
O husustaki ilâhî emri unutmuş, şeytanın iğfâline kapılmış oldular. Eğer sebatkâr olsaydı, aslâ aldatamayacaktı.
"Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine görünüverdi." (A'râf: 22)
Fitnenin tuzağına düşen Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ, çok edepli olduklarından utandılar ve:
"Üstlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar." (Tâhâ: 121 - A'râf: 22)
Görülüyor ki bu ilk iki insan sıcak ve soğuğa karşı değil, birbirlerine karşı giyindiler. Henüz bu safhada kendilerine Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş bir giyinme emri yoktu. Fakat ilâhî irade onları böyle duygularla ve fıtri bir terbiye ile donatmış bulunuyordu.
Tesettür, Allah-u Teâlâ'nın emirlerini uygulamak için vazgeçilmez bir esastır. Utanma duygusu insanda fıtridir.
•
"Rabb'leri onlara: 'Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?' diye nidâ etti." (A'râf: 22)
Bu hitâb-ı izzet karşısında utançlarından ezildiler. Hatalarını kabul ve itiraf ettiler, son derece pişman oldular. Rabb'lerine yönelerek şöyle yalvardılar:
"Ey Rabb'imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki kaybedenlerden oluruz." (A'râf: 23)
Bu kelimelerin o anda kalplerine gelmesi de ilâhî bir lütuftur.
Âdem Aleyhisselâm emr-i İlâhî'ye kasten muhalefet etmiş değildi. Yapmış olduğu bir unutma neticesi idi.
Allah-u Teâlâ, tevbelerini kabul buyurdu ve onları bağışladı:
"Rabb'i yine de onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi." (Tâhâ: 122)
Şeytan günahından dolayı uyarıldığı zaman hatasını itiraf etmediği gibi, itaat yoluna da dönmemiş, daha da inatçı bir durum sergilemişti. Âdem Aleyhisselâm ise hatası karşısında uyarıldığında hayâ ve üzüntü duydu, pişman oldu, Rabb'ine karşı itaat yoluna girdi.
Âdem Aleyhisselâm'ın affedilmesine sebep olan dört nokta vardır:
Hatasını anlaması.
İtiraf etmesi.
Pişmanlık duyması.
Çok tevbe ve istiğfar etmesi.
Beşincisi de affedilince nefsine paye vermemesidir.
Bu hâdise Âdem Aleyhisselâm cennette iken, yani peygamberlik verilmeden önce cereyan etmiştir. Kasıtsız olarak işlemiş oldukları bu hata, tevbe etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ tarafından bağışlanmıştır.
İlâhî emre muhalefet ettikleri için yeryüzüne indirilmek üzere cennetten çıkarıldılar.
Aslında İblis'in gayesi Âdem Aleyhisselâm'ı cennetten çıkarmak değildi, onu eriştiği mertebeden düşürmekti. Kendisinin uzaklaştırıldığı gibi, onu da uzaklaştırmak istiyordu. Fakat gayesine erişemedi.
Allah-u Teâlâ onları yeryüzüne indirirken, şeytan da dahil olmak üzere hepsine birden şöyle hitapta bulunmuştu:
"Birbirinize düşman olarak inin!" (Bakara: 36 - A'râf: 24)
Şeytan da şüphesiz ki Âdem Aleyhisselâm'la birlikte ve ona düşman olarak dünyaya gönderilmiş, cennette olduğu gibi dünyada da onu ve neslini doğru yoldan saptırmak için peşine takılmış; "Birbirinize düşman olarak inin!" emr-i şerifi mucibince, şeytan insanın düşmanı, insan da şeytanın düşmanı olmuştur ve aralarındaki bu mücadele kıyamete kadar devam edecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırsak, hemen âyetlerimiz hakkında bir tuzak düşünürler. De ki: Allah'ın tuzağı daha çabuktur. Şüphesiz ki kurduğunuz tuzakları elçilerimiz yazıyorlar." (Yunus: 21)
Allah-u Teâlâ yola gelmeyenleri derece derece azaba yaklaştırır ve mühlet verir ki, suçlular aslâ ceza görmeyeceklerini sanırlar. Halbuki onlar kendilerine verilen sürenin içinde bulunmaktadırlar. Sürenin bitiminde cezaları ansızın başlarına gelir.
"Resul'üm! Onların yüzünden tasalanma. Aleyhinde kurdukları tuzaklardan sıkıntı duyma." (Neml: 70)
Kötü tuzak ancak sahibini yakalar.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'de müşriklerin Resulullah Aleyhisselâm'ı kimvurduya getirip ortadan kaldırma plânlarından şu şekilde söz etmektedir:
"Hani o inkâr edenler, bir zamanlar seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfâl: 30)
Suikastlar tertip ediyorlar, birtakım oyunlara girişiyorlardı. Hicret öncesinde ve Hicret sırasında Mekke'deki durum bu idi.
"Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzaklarını bozuyordu. Allah tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır." (Enfâl: 30)
Allah-u Teâlâ tuzak kuranlara önce ümit verir, sonra da tuzaklarını boşa çıkarır, kendi başlarına geçirir. Onlara, tuzak kurmaları ve tertibat almaları için müsaade etti, uğraştırdı, yordu. Bütün çabalarını etkisiz bıraktı. Resul'üne yardım edip, gizlice hicret etmesini sağladı.
Sonra yine onlara ümit verip Bedir'e kadar getirdi, müslümanları gözlerine az gösterdi, onlar da ümitlenip hemen saldırıya geçtiler ve göreceklerini gördüler.
Halbuki Resulullah Aleyhisselâm'ın aralarında bulunması onlar için büyük bir nimet, büyük bir rahmet idi. Hicret edince o rahmet de kalkmış oldu. Kısa bir zaman sonra cezalarını fazlasıyla buldular.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bu hakikati açık bir şekilde beyan buyuruyor:
"Resul'üm! Onlar seni bu yerden söküp atmak için rahatsız edip dururlar. O takdirde kendileri de senden sonra yurtlarında pek az kalabilecekler." (İsrâ: 76)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile onları tehdit etti. Resulullah Aleyhisselâm'ı Mekke'den çıkarırlarsa orada çok az bir süre kalabileceklerini bildirdi. Bu apaçık bir gayb haberiydi. Nitekim öyle olmuştur. Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine yardım etmiş, azılı düşmanları Bedir savaşında helâk olmuşlar ve sonunda Mekke'nin fethini nasip buyurmuştur.
Kur'an-ı kerim'in haber verdiği bu haber de bir mucize olarak az bir zaman sonra gerçekleşmiştir.
Bu ise Allah-u Teâlâ'nın başlangıçtan beri süregelen kanunudur:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz hakkındaki kanun da budur. Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın." (İsrâ: 77)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Kureyş müşriklerinin Resulullah Aleyhisselâm'a ve müslümanlara tuzak kurdukları gibi, onlardan önce gelmiş geçmiş kâfirlerin de peygamberlere ve inananlara tuzak kurduklarını, fakat Zât-ı akdes'inin bu tuzakları kendi başlarına geçirdiğini beyan etmektedir:
"Onlardan öncekiler de tuzak kurdular. Oysa bütün tuzaklar Allah'a âittir. Herkesin ne kazandığını O bilir. Kâfirler de bu yurdun sonunun kime âit olduğunu yakında bilecekler!" (Ra'd: 42)
Güzel sonucun kimin, kötü âkıbetin kimin olacağı yakında belli olacak.
Yahudiler de Resulullah Aleyhisselâm'a suikast tertip etmek istediler. Cebrail Aleyhisselâm haber verdiği için suçüstü yakalandılar.
Hendek Savaşı'nda ise andlaşmayı bozup ihanet ederek, Medine'yi arkadan vurmak istediler.
Resulullah Aleyhisselâm Medine-i münevvere'ye hicret ettiği zaman, burada yaşayan yahudilerle bir tür vatandaşlık andlaşması yapmıştı. Bu andlaşma ile malları, canları emniyet altına alınmıştı. Ancak Âyet-i kerime'lerde buyurulduğu üzere daima bu andlaşmayı bozmak ve müslümanlara zarar vermek için fırsat kollamışlardı:
"İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hainlik görürsün!" (Mâide: 13)
"Sen kendileriyle andlaşma yaptığın halde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar." (Enfâl: 56)
Bu ihanetlerin en büyüğü Hendek Savaşı'nda yaşandı.
Hendek savaşının en nazik anında Kureyza oğulları, Kureyşliler'le birleştiler ve savaşa girdiler. Böylece vatanlarına ihanet etmiş oldular. Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, müslümanların âile ve çocuklarını kılıçtan geçirme teşebbüsünde bulundular. Müslümanlar iki ateş arasında çok zor durumda kaldılar.
Hendek Savaşı'ndan sonra ordu üzerlerine yürüdü.
Ancak onların da âkıbeti müşrikler gibi oldu. Hazret-i Allah bütün tuzaklarını boşa çıkarttı. Arabistan'ı terketmek zorunda kaldılar.
Yahudilere verilen bu ilâhî cezâ hakkında nâzil olan Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah ehl-i kitap'tan, kâfirleri destekleyenleri kalelerinden indirmiş ve kalplerine korku salmıştı. Onların kimini öldürüyor, kimini esir alıyordunuz.
Yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah'ın her şeye gücü yeter." (Ahzâb: 26-27)
•
Allah-u Teâlâ hadd-i zâtında hile ve tuzak kurmaktan münezzehdir. O'nun tuzağı Peygamber'ine ve müminlere kurulan tuzağı savuşturmak ve geçersiz kılmak içindir. Tuzak kuranların tuzağını önlemesinde müminlere hayır olduğu gibi, tuzak kuranlara haddini bildirmek, bazılarının tevbe edip o işten vazgeçmesine sebep olmak bakımından o işi yapanlar için hayırdan başka birşey değildir. İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ "Hayrül-mâkirîn" dir.
•
Allah-u Teâlâ Peygamber'ini yüceltmek, ona yapılan yardımın büyüklüğünü göstermek için Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Hiç şüphesiz ki Allah bizzat Peygamber'in dostu ve yardımcısıdır. Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da. Bunların arkasından bütün melekler de ona yardımcıdır." (Tahrîm: 4)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.
"Bütün melekler" ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır.
Cebrâil ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Allah-u Teâlâ Semud Kavmi'ni ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, tevhid inancını öğretmesi için Sâlih Aleyhisselâm'ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Sâlih Aleyhisselâm kavmini hidayet yoluna dâvet etmeye başlar başlamaz, halk iki gruba bölünüverdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki biz Semud kavmine: 'Allah'a kulluk edin!' desin diye kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler." (Neml: 45)
Hakk-bâtıl mücadelesi insanlık tarihi boyunca sürüp gelmiş ve kıyamete kadar da devam edeceği muhakkaktır.
Sâlih Aleyhisselâm'a pek az kimse iman etmişti. Çoğunluk onu yalanladılar, inanmayı reddettiler, bozguncuların peşine takıldılar.
Kavmin ileri gelenleri durmadan itiraz ediyorlar, Sâlih Aleyhisselâm'a her fırsatta meydan okuyorlardı. Onu hem âciz bırakmak, hem de yalancı durumuna düşürmek için bir mucize daha istediler. Dediler ki:
"Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygambersen, duâ et de şu karşıda tek başına duran kayadan şu şu vasıfta bir dişi deve çıksın. O zaman senin peygamberliğini tasdik eder ve sana iman ederiz."
Halkın toplu olduğu bir yerde Sâlih Aleyhisselâm onlardan iman edeceklerine dâir kesin söz aldıktan sonra, onların isteklerine icabette bulunması için Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulundu.
Bu sırada kayada, doğum sancısı çeken kadınlarda görüldüğü gibi bir sancı çekme hâli görüldü. Sonra da ikiye ayrılarak, içinden onların istedikleri gibi bir dişi deve çıkıverdi.
Ve Sâlih Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Size Rabb'inizden açık bir mucize gelmiştir. İşte şu Allah'ın devesi, size bir mucizedir." (A'râf: 73)
Deve bu arada ikinci bir mucize olarak kendisi gibi büyükçe bir erkek yavru doğurdu.
Sözde Sâlih Aleyhisselâm'ı âciz bırakacaklardı, aciz kaldılar. Sâlih Aleyhisselâm peygamberliğini onlara onunla ispat ettiği halde, istedikleri mucizenin tecellîsine rağmen yine bir kısmı iman etti, çoğunluk yine de kâfirliklerinde ısrar ettiler.
Böyle bir mucize gösterildiğinde iman edeceklerine dâir kesin söz vermişlerdi, fakat inanmadılar. Şeytan onlara devamlı surette deveyi öldürmelerini telkin ediyordu. Nihayet öyle bir an geldi ki içlerindeki art niyetlerini daha fazla saklayamadılar.
"Bir arkadaşlarını çağırdılar. O da cüret edip bıçağını çekerek deveyi kesti." (Kamer: 29)
Böylece azabı davet etmiş oldular. Salih Aleyhisselâm onlara üç gün saymalarını söyledi.
"Yurdunuzda üç gün daha yaşayadurun." (Hûd: 65)
Deveyi kesen içlerinden en azgın olanıydı, fakat mesuliyet hepsine şâmil oldu.
Semud kavminin işlerine hâkim olan ileri gelenleri arasından dokuz kişi vardı ki, bunlar halkın en kâfiri ve en bozguncuları idiler.
"O şehirde dokuz kişi vardı ki, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, ıslah tarafına hiç yanaşmıyorlardı." (Neml: 48)
Arkalarında çeteleri bulunan bu dokuz kişinin bütün işleri güçleri bozgunculuk yapmak, zayıf buldukları kimselere her vesile ile eziyet etmekti.
Daha önce plânladıkları üzere deveyi öldürdükleri gibi, Sâlih Aleyhisselâm'dan kurtulmanın tek çaresinin de onu ve âilesini bir baskın düzenleyip ortadan kaldırmak olduğunu düşündüler."Sâlih üç güne kadar bizden kurtulacağını sanıyor, üç günden önce biz onun ve âilesinin işini bitirelim." dediler.
Âyet-i kerime'de bu hususta şöyle buyuruluyor:
"Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler:
'Gece ona ve âilesine baskın yapalım. (Hepsini öldürelim.) Sonra da velisine (geride kalan akrabasına), o âilenin öldürülüşü sırasında orada bulunmadığımızı, bizim doğru olduğumuzu söyleyelim.'" (Neml: 49)
Deveyi öldürmekle her şeyin hallolacağını zanneden müşrikler, şimdi ise üç gün gibi kısa bir zamanla sınırlanan azap bekleyişinin sıkıntısını çekmeye başladılar.
Gerçekten de Sâlih Aleyhisselâm'ın haber verdiği gibi gelecek azabın ilk belirtisi olarak, ertesi günü sabah kalktıklarında; küçük büyük, erkek kadın hepsinin yüzleri sapsarı kesilmişti. Bunu görünce helâk olacaklarını ve Sâlih Aleyhisselâm'ın doğru söylemiş olduğunu anladılar. İkinci günü kalktıklarında yüzlerinin kıpkırmızı kızardığını gördüler. Üçüncü gün ise yüzleri kararmış olarak sabaha çıktılar. Kendilerine ne yapılacağını, azabın yerden mi gökten mi geleceğini bilmiyorlardı, tereddütler içinde beklemeye başladılar.
Âyet-i kerime'de:
"Bakıp dururken onları yıldırım çarpmıştı." buyuruluyor. (Zâriyât: 44)
Kavmin ileri gelen şirretleri suikast plânını tatbike koyacakları sırada Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azap ile sadece kendileri değil, bütün Semud kavmi toptan helâk oldu.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar böyle tuzak kurdular, biz de kendileri hiç farkında olmadan onların plânlarını altüst ettik." (Neml: 50)
Bu tuzaklarını helâk olmalarına sebep kıldık, farkedemedikleri bir anda yok olup gittiler.
"Tuzaklarının sonunun nice olduğuna bir bak! Biz onları da kavimlerini de hepsini helâk ettik." (Neml: 51)
Allah-u Teâlâ Celâl ve Kahhâr sıfatlarıyla tecellî etti, inkâr ve sapıklıkları felâketle neticelendi.
"Semud'u da O helâk etti ve geriye hiçbir şey bırakmadı." (Necm: 51)
Sâlih Aleyhisselâm ise kendisine inanan az sayıda müminle birlikte Hicr'den ayrılmıştı.
"Nihayet emrimiz gelince, Sâlih'i ve beraberindeki inananları, katımızdan bir rahmet olarak o günün rezilliğinden kurtardık.
Doğrusu Rabb'in pek kuvvetli ve güçlüdür." (Hûd: 66)
"İman edenleri kurtardık. Onlar Allah'tan korkuyorlardı." (Fussilet: 18)
Sâlih Aleyhisselâm Semud kavmi helâk olduktan sonra, gıyaplarında onlara şöyle seslenmiştir:
"Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabb'imin risaletini tebliğ etmiş ve size öğüt vermiştim. Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz." (A'râf: 79)
Bâbil'de Kenan oğlu Nemrut adında cebbâr ve zâlim bir hükümdar saltanat sürüyordu. Kendi elleriyle yonttukları heykellere tapınan kavminin de bu cehâletinden istifade ederek ilâhlık dâvâsı güdüyor, halkı kendisine secde ettiriyordu. Kendi heykellerini de yaptırıp her tarafa göndermişti. Tevhid inancı unutulmuştu.
İşte İbrahim Aleyhisselâm yoldan çıkmış böyle müşrik bir kavmi uyarmak için böyle bir zamanda peygamber olarak gönderilmişti.
İbrahim Aleyhisselâm'ın insanları Allah'a dâvet etmesi, Allah'a dönmeyi hatırlatması, kavmi tarafından yadırgandı. Sözleri tepki ile karşılandı. Babası başta olmak üzere yakınları ve kavmi ona kızdılar, risaletini yalanladılar, sert tartışmalara giriştiler.
Bu hususta Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?" (En'âm: 80)
İnce ruhlu ve şefkatli olan İbrahim Halilullah, onları yüzmekte oldukları sapıklık batağında bırakmayı hiçbir zaman istemiyor, gönlü bu feci manzaranın devam etmesine hiçbir zaman râzı olmuyor, bütün gücü ile onları kurtarmaya çalışıyordu.
İbrahim Aleyhisselâm'ın putlara olan düşmanlığını bilmeyen kalmamıştı. Bir bayram günü idi. Halk yavaş yavaş kırlara doğru gitmeye başlamışlardı. İbrahim Aleyhisselâm'ı da götürmek istedilerse de o gitmedi. Putları kırmak için bunu bir fırsat bildi.
İbrahim Aleyhisselâm dönüp puthaneye geldi. Onları ufak taş parçaları, ağaç molozları haline getirdi, her bir parçayı oraya buraya saçtı. Ancak en büyüğüne hiç dokunmadı, bir maksat tahtında baltayı da onun boynuna astı.
"Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız içlerinden büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bıraktı." (Enbiyâ: 58)
Halk bayram yerinden dönünce putlarını kırılmış, paramparça edilerek her tarafa atılmış saçılmış olarak görünce önce çok şaşırdılar.
İbrahim Aleyhisselâm'ın derhal yakalanarak sorguya çekilmesine karar verildi. İbrahim Aleyhisselâm risaletini tebliğ etmek için mevzuyu başka yöne çekti, onlara şöyle bir cevap verdi:
"Sorun bakalım, eğer söyleyebilirlerse, belki bu işi şu büyük put yapmıştır!" (Enbiyâ: 63)
Bu söz üzerine müşrikler donup kaldılar, bu apaçık hakikat karşısında gidişatlarının bozuk olduğunu birbirine itiraf ettiler ve kabule mecbur oldular. Ne var ki bu vicdan muhasebesi çok uzun sürmedi, şeytan onları tekrar aldattı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kavminin İbrahim'e cevabı sadece: 'Onu öldürün, ya da ateşte yakın!' demelerinden ibaret oldu." (Ankebût: 24)
İbrahim Halilullah'ı ateşte yakmaya karar verdiler ve onu hapsettiler. Ateşe atacakları yerde kalın bir duvar yaptılar ve odun toplamaya başladılar.
Dağlardan günlerce odun taşıdılar. Odunların tutuşması birkaç gün sürdü. Böyle bir ateşin benzeri yakılmamıştı, manzarası korkunçtu. İbrahim Aleyhisselâm'ı değil içine atabilmek, yanına yaklaşabilmek bile imkânsızdı.
Nihayet bir mancınık kurdular, İbrahim Aleyhisselâm'ı mancınığın kafesine koydular. O ise tevekkül ve yakînin en yüksek mertebesinde olduğu için gönlüne zerre kadar korku gelmedi.
Allah-u Teâlâ'nın Halil'ini ateşe doğru fırlattıklarında Cebrâil Aleyhisselâm gelerek: "Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. "Hayır!.." diye cevap verdi. "Allah'tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!.." dediğinde:
"O'nun benim hâlimi bilmesi bana yeter!" buyurdu.
Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi Rabb'ine karşı iman ve güvenle dolu idi.
Her zamanki mütevekkil haliyle:
"Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil'dir." virdine devam ediyordu. Ne iman, ne teslimiyet!..
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesinde tasarruf-u ilâhîsinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.
Çünkü o anda ateşe Allah-u Teâlâ'nın şu ilâhî emri gelmişti:
"Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!" (Enbiyâ: 69)
"Allah onu ateşten kurtardı." (Ankebût: 24)
Binbir müşkülâtla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı. Ateş, İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nur eyledi.
Müşriklerin tuzaklarını defedecek bir gücü bulunmayan ve tek başına olan bir zâtın üzerine o esnada kudret eli müdahale etti.
"Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrattık." (Enbiyâ: 70)
"Ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz de onları alçak düşürdük." (Sâffât: 98)
Bu mübarek peygamber, Nemrut'un ateşine göğüs germek ve kimseden istimdat etmemekle bu büyük imtihanı kazanmış oldu. Bize bunun binde biri gelse, bir ipe tutunmak ve kurtulmak için bin çare ararız. Kılımız yansa: "Yandık!" deriz. O ise çılgın alevlerin içine düşerken bile Sahib'inden bir an olsun gâfil olmadı.
Âyet-i kerime'de:
"Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için ibretler vardır." buyuruluyor. (Ankebût: 24)
Buradan da anlaşılıyor ki; her devirde ve her asırda Hakk daima bâtıl üzerine galebe çalmaktadır. Hakk için çalışanları Allah-u Teâlâ himaye etmekte, bâtıl üzerinde bulunanlar ise er veya geç âleme karşı rezil ve rüsvay olmaktadırlar.
İbretli hayat hikâyesi Kur'an-ı kerim'in başlıbaşına bir Sûre-i şerif'inde anlatılan Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâm'ın oğlu İshak Aleyhisselâm'ın oğlu Yakup Aleyhisselâm'ın oğlu olup müteselsilen üç mübarek peygamberin tertemiz neslinden gelmek şerefine nâil olmuş yüce bir peygamberdir.
Bir gece ancak ehlinin yorabileceği bir rüyâ gördü ve bu rüyâsını babasına heyecanla anlattı:
"Bir zaman Yusuf babasına: 'Babacığım! Ben rüyâmda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlar.' demişti." (Yusuf: 4)
Yakup Aleyhisselâm oğullarının Yusuf hakkında iyi duygular beslemediklerini çok iyi bildiği için; Allah-u Teâlâ'nın Yusuf'una teveccüh eden bu iltifatını onlardan birisine anlatmamasını tavsiye etti. Aksi takdirde kendisini çekemeyeceklerinden ve kin tutacaklarından, şeytanın iğfaline kapılarak bir komplo kurmaya teşebbüs edebileceklerinden çekindiğini hatırlattı:
"Yavrucuğum! Bu rüyânı sakın kardeşlerine anlatma! Sonra sana bir tuzak kurarlar.
Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır." (Yusuf: 5)
Yakup Aleyhisselâm'ın 12 çocuğunun ikisi Yusuf Aleyhisselâm ve kardeşi Bünyamin ikinci hanımından idi. Kardeşleri babalarının Yusuf'a ve kardeşine karşı bu derece düşkünlüğünü gördükçe haset etmeye başladılar. Kıskançlıkları son haddine gelen bu on kardeş, ellerinden gelse kardeşlerini öldürmek istiyorlardı. Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İçlerinden bir sözcü dedi ki:
'Yusuf'u öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine atın, geçen bir yolcu kafilesi onu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın.'" (Yusuf: 10)
Öyle de yaptılar, Yusuf Aleyhisselâm'ı kuyuya attılar.
Suçlu kardeşler babalarını aldatmak için hemen bir kuzu keserek kanını gömleğe bulaştırdılar, etini de yediler.
"Akşamleyin ağlayarak babalarının yanına geldiler." (Yusuf: 16)
Gün battıktan sonra gelmeleri, şüpheleri üzerlerine çekmemek içindi.
Beraberlerinde kanlı gömleği de getirmişlerdi. Yusuf'u kurt kapıp yediğine bununla babalarını inandıracaklardı. Fakat gömleği parçalamayı unuttular. Yalancılığın belâsı unutmaktır. Yakup Aleyhisselâm gömleği görünce üzerine sürülen kanın insan kanı olmadığını hemen farketti. Gömleği yüzüne ve gözlerine sürdü, öptü, kokladı. Büyük bir imtihan ve ibtilâ ile karşı karşıya kalmıştı.
Gözleri yaşlı, kalbi mahzun baba, oğullarına dönüp onlara serzenişte bulundu:
"Hayır! Nefisleriniz sizi aldatmış, böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce sabır gerekir. Söylediklerinize karşı da yardımına sığınılacak ancak Allah'tır." (Yusuf: 18)
Sahib-i hakiki'ye öyle bir sığınışla sığınmıştı ki, gelecek nesillere bir "Sabr-ı cemil" numunesi oldu. Böyle bir sabır, ibtilâya düşenlere; bütün felâket ve meşakkatleri sükunetle, yüce ruhlu insanlara yakışır bir biçimde göğüsleme gücü verir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kardeşleri Yusuf'u kuyuya atıp da orada yapayalnız bıraktıktan sonra başına gelenleri haber veriyor:
"Bir kervan geldi, sucularını kuyuya gönderdiler. O da gidip kovasını kuyuya saldı. (Yusuf'u görünce): 'Müjde! İşte bir oğlan!' dedi. Onu alıp ticari bir mal olarak sakladılar." (Yusuf: 19)
Allah-u Teâlâ onun için bir kervan göndermişti. Sucular bu işe çok sevindiler. Onu satmak için mallarının arasında Mısır'a varıncaya kadar sakladılar.
"Halbuki Allah onların ne yaptıklarını biliyordu." (Yusuf: 19)
Uzun bir yolculuktan sonra kervan Mısır'a geldi.
"Onu değersiz bir fiyat ile birkaç dirheme sattılar." (Yusuf: 20)
Yusuf Aleyhisselâm'ı Mısır devlet hazinelerinin başında bulunan Kıtfir adındaki vezir satın aldı. Mısır'da bu işlere bakan kişilere Aziz deniliyordu.
Aziz'in çocuğu olmuyordu, bunun içindir ki hem kendilerine evlâtlık edinmek hem de hizmetçi birini bulmak istiyordu. Yusuf'u görünce aradığını bulmanın sevinci ile saraya getirdi ve karısına müjdeledi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Mısır'da onu satın alan kimse karısına dedi ki:
'Ona güzel bak! Umulur ki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz.'" (Yusuf: 21)
İkisi de Yusuf'u en güzel şekilde yetiştirmeye gayret ettiler, aynı zamanda işlerini de gördürmüş oluyorlardı.
Allah-u Teâlâ Yusuf Aleyhisselâm'ı kardeşlerinin şerrinden kurtardığı gibi, bir lütuf olarak onu satın alacak birini takdir buyurdu; ibtilâsını kaldırıp, emniyetli bir hayata geçirdi. Eğitimi için gerekli düzenlemeleri yaparak onu Mısır'ın yüksek kademelerinde vazifeli bir şahsın evine gönderdi. Mısır'ın mâli işlerini yıllar boyu güçlü bir şekilde idare edebilmesi için lüzumlu tecrübeyi kazandırdı.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İşte böylece biz Yusuf'u o yere yerleştirdik." (Yusuf: 21)
Büluğ çağına ulaştığı sırada Allah-u Teâlâ onu peygamberlikle müşerref buyurdu. İlim ve hikmet ihsan etti:
"Erginlik çağına erişince ona hikmet ve ilim verdik. İşte biz güzel hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." (Yusuf: 22)
Ancak Yusuf Aleyhisselâm'ın ibtilâsı bitmemişti.
Yusuf Aleyhisselâm yaratılış itibari ile de çok güzel bir delikanlı idi. Aziz'in karısı Züleyha kendisine karşı değişik duygular içerisine girmiş, arzusunu yerine getirmezse zindana attırmakla tehdit etmişti.
Yusuf Aleyhisselâm ise Allah-u Teâlâ'nın haram kıldığı, nefsin temayül gösterdiği bir suç ve günahı işlemektense günahsız olarak zindanda kalmayı tercih etmiş, Allah-u Teâlâ'ya sığınarak yardımını dilemiştir:
"Ey Rabb'im! Zindan benim için, bunların isteklerini yapmaktan daha sevimlidir. Eğer onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, onlara meyleder ve câhillerden olurum." (Yusuf: 33)
Gerçekten kendisine sığınanların ilticâsını işiten ve icâbet buyuran Allah-u Teâlâ onların tuzaklarını etkisiz hâle getirdi.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Rabb'i onun duâsını kabul etti ve onların tuzağını uzaklaştırdı." (Yusuf: 34)
Böylece Rabb'inin lütfu ile hayatının ikinci müşkülât safhasını da atlatmış, şeytanın iğvasından kurtulmuş oldu.
Dedikodular halk tabakaları arasında iyice yayılınca, deliller tamamen Yusuf Aleyhisselâm'ın lehinde olmasına rağmen, halka karşı âileyi temize çıkarmak için onu bir müddet de olsa zindana atmaya karar verdiler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sonunda kadının âilesi kesin delilleri görmelerine rağmen, onu bir süre için zindana atmayı uygun buldu." (Yusuf: 35)
Yusuf Aleyhisselâm'ın bu hadisedeki asil davranışından ve iffetinden dolayı tebrik ve taltif edilmesi, kadının ise bu hayâsızlığından ötürü cezalandırılması gerekirken iş aksine oldu. Allah-u Teâlâ'nın ezelî takdiri yerini buluyordu. Onların tuzak ve tahriklerinden korumak için zindan kapılarını ona açtı.
"Nice sıkıntılar vardır ki, onu yine sıkıntı defeder."
Bu seferki çilesi suçsuz olduğu halde soğuk ve karanlık zindana atılmış olmasıdır. Böylece yeni bir ibtilâ safhası başlıyordu.
İki zindan arkadaşı kendisine rüya anlattılar. Önce onları hak dine davet ettikten sonra rüyalarını tabir etti:
"Ey zindan arkadaşlarım! Rüyâlarınıza gelince: Biriniz yine efendisine şarap sunacak. Diğeri ise asılacak, kuşlar onun başından yiyecek." (Yusuf: 41)
Yusuf Aleyhisselâm'ın suçsuz olarak zindanda yattığından kralın haberi yoktu. Bu hususta araştırma yaptırması için durumu krala aksettirmeyi düşündü.
"Onlardan kurtulacağını tahmin ettiği kimseye: 'Beni efendinin yanında an (burada suçsuz olarak yattığımı ona söyle, belki beni çıkarır).' dedi." (Yusuf: 42)
Gerçekten de rüyâlar olduğu gibi çıkmış, hâdiseler tâbir edilen istikamette gelişmiş; birisi suçlu görülerek asılmış, beynini kuşlar yemiş, Yusuf Aleyhisselâm'ın kurtulacağını tahmin ettiği kimse ise zindandan çıkarak kralın en yakın hizmetçilerinden olmuştu. Fakat sarayın debdebesine kapılan genç, Yusuf Aleyhisselâm'ın kendisine söylediklerini bir türlü hatırına getiremedi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Fakat şeytan efendisine onu hatırlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yusuf daha birkaç yıl zindanda kaldı." (Yusuf: 42)
Aslında unutmak da unutturmak da hep Allah-u Teâlâ'nın iradesiyle olmuştu. Allah-u Teâlâ Yusuf Aleyhisselâm'ın yalnız kendisine rağbet etmesini, hiç kimseyi vasıta yapmadan kendisine bağlanıp kendisinden istimdat etmesini murad etmişti.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah kardeşim Yusuf'a rahmet etsin! O, arkadaşına: 'Beni efendinin yanında an!' demeseydi, zindanda beş seneden sonra yedi sene daha kalmayacaktı." buyuruyorlar.
Hasan Basrî -kuddise sırruh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'yi her okuyuşta ağlar ve:
"Başımıza bir iş gelince insanlara koşuyoruz. Bu hâlimizle âkıbetimiz ne olacak?" derdi.
•
Yusuf Aleyhisselâm'ın zindanda geçirdiği sıkıntılı nice yıllardan sonra Allah-u Teâlâ'nın irade ve inayeti, onun artık çıkmasını, izzet ve ikram ile en yüksek dünyevî mevkilere yükselmesini diledi, bunun için de sebepler hazırladı.
Mısır kralının rüyasını kimse tabir edemeyince Yusuf Aleyhisselâm'ın zindan arkadaşı krala kendisinden bahsetti. Yusuf Aleyhisselâm'ın tabirini çok beğenen kral kendisini davet etti. Yusuf Aleyhisselâm önce hakkındaki iftiranın açıklığa kavuşturulmasını istedi. İffeti hakkında suizan beslenmesindense zindanda kalmayı tercih etti. Kralın araştırması ile uğradığı iftira ortaya çıktı.
Babasından ayrılmakla, kuyuya atılmakla, köle olarak satılmakla başlayan ibtilâlı hayat, zindanda uzun yıllar kalmakla neticelendi ve Yusuf Aleyhisselâm zindandan çıktı.
Kral onu Mısır hazinelerinin başına, en yüksek bir makama getirdi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Böylece biz Yusuf'u o memlekette yerleştirip kendisine mevki verdik." (Yusuf: 56)
Kral Mısır'ın bütün idaresini Yusuf Aleyhisselâm'a verdi, hatta kendi yetkilerini dahi kullanmasına müsaade etti. Vereceği hükümleri geçerli kıldı. Bütün hazinelerinin anahtarlarını ona teslim edip, istediği şekilde tasarruf edebileceğini bildirdi.
O sıralarda ölmüş bulunan vezirin karısı Züleyha ile de evlendirmiş, zamanla kral da müslüman olmuştur.
"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz." (Yusuf: 56)
Mısır bolluk yıllarında Yusuf Aleyhisselâm'ın aldığı tedbirler sayesinde kıtlık yıllarını rahat atlatıyordu. Kıtlık çevredeki ülkeleri de kasıp kavuruyor, çevre ülkelerden Mısır'a zahire temin etmek için kervanlar geliyordu. Yusuf Aleyhisselâm'ın kardeşleri de zahiresiz kalmış, Mısır'a gitmeye karar vermişlerdi.Yusuf Aleyhisselâm önce onlara kendisini tanıtmadı, birkaç seferden sonra artık kendisini tanıtma zamanı gelmişti. Onları incitmeden, seneler önce, sadece kendilerinin bildiği, Allah-u Teâlâ'dan başka kimsenin içyüzüne vâkıf olamadığı hadiseyi hatırlatıverdi:
"Siz câhil kimselerken Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" (Yusuf: 89)
Hava birden değişti. Ona şimdiye kadar Mısır veziri gözü ile bakıyorlardı, yüz hatlarını pek incelemiş değillerdi. Hayret ve şaşkınlık içinde yüzüne uzun uzun bakmaya başladılar.
"Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. (Yusuf: 90)
Sonra da gayet belâgatlı ve açık bir itirafla kardeşlerinden özür dilediler:
"Vallâhi dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik." (Yusuf: 91)
Bu şekilde bilerek hata ettiklerini itiraf ettiler.
Âlicenap peygamber Yusuf Aleyhisselâm, onların bu davranışına gayet lütufkâr ve bağışlayıcı bir mukabelede bulundu:
"Dedi ki: Size bugün hiçbir başa kakma yok, ayıplanacak değilsiniz. Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir." (Yusuf: 92)
Yusuf Aleyhisselâm bütün ailesini Mısır'a getirtti. Bütün âile fertleri Kenan diyarından Mısır'a gelip yerleşti.
"Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar. (Yusuf) dedi ki: 'Ey Babacığım! İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyânın tahakkukudur. Rabb'im onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabb'im bana gerçekten pek çok iyilikte bulundu. Şüphesiz ki Rabb'im dileyeceği şeyleri çok ince düzenler. O her şeyi hakkıyla bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.'" (Yusuf: 100)
•
Bir Sûre-i şerif'te başlayıp aynı Sûre-i şerif'te sona eren bu güzel kıssa, Kur'an-ı kerim'de Yusuf Aleyhisselâm'ın münâcaatı ile son bulmaktadır:
"Rabb'im! Sen bana hükümranlık verdin, rüyâların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Birkaç asır çok sıkıntılı ve acı bir hayat geçiren İsrâiloğulları'nı; Allah-u Teâlâ aralarından Musa Aleyhisselâm gibi güzide bir peygamberi çıkararak, esaretlerine son vermeyi irade buyurdu.
Musa Aleyhisselâm'ın doğumunun yaklaştığı günlerde Firavun bir gece rüyâ gördü. Bu rüyasını devrin meşhur kâhinleri: "İsrâiloğulları'ndan bir çocuk doğacak. Büyüyünce senin devletin onun eliyle yıkılacak, doğacağı zaman da iyice yaklaştı." diye yorumladılar.
Bu haberden son derece ürken Firavun, İsrâiloğulları'ndan doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini, kızlara dokunulmamasını emretti.
İşte böyle zor şartlar altında Musa Aleyhisselâm dünyaya geldi. Annesi: "Oğlumu öldürürler." korkusu ile çocuğunu tahta bir sandığın içine koyarak Nil nehrine bıraktı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Annesi onun ablasına: 'Onun izini takip et!' dedi. O da kardeşini uzaktan gözetledi. Onlar ise işin farkında değillerdi." (Kasas: 11)
Sandık Firavun'un sarayına varıncaya kadar gitti, saray hizmetçileri onu görerek aldılar ve Firavun'un karısı Asiye'ye getirdiler. Asiye sandığın içindeki yavrunun peygamberlik nuru ile parlayan yüzünü görünce canı kaynadı, güzelliğine hayran kaldı, sevgi ve şefkatle bağrına bastı.
Firavun'a göstererek:
"Benim için de, senin için de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki bize faydası dokunur, yahut onu evlât ediniriz." dedi. (Kasas: 9)
Musa Aleyhisselâm'a pek çok süt annesi getirildi. Fakat o hiçbirini emmedi, ağzına bir damla süt koymadı. Musa Aleyhisselâm'ın ablası, saraya giderek:
"'Sizin için onun bakımını üzerine alacak, öğüt verip eğitecek bir âile buluvereyim mi?' dedi." (Kasas: 12)
Firavun, tavsiye edilen bu kadının hemen getirilmesini emretti. Musa Aleyhisselâm, annesini hemen emdi. Bunun üzerine bir ücret mukabilinde sarayda vazifelendirilmiş oldu.
Âyet-i kerime'de:
"Böylece biz onu annesine geri verdik ki, gözü aydın olsun da üzülmesin ve Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin. Fakat çoğu bunu bilmezler." buyuruluyor. (Kasas: 13)
Herkes Musa Aleyhisselâm'a Firavun'un çocuğu gibi müstesnâ bir saygı gösteriyordu. Fakat o kendisinin İsrâiloğulları'ndan olduğunu biliyor, halkının uğradığı zulüm ve haksızlıklara üzülüyor, fakat elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Bir gün şehrin sokaklarında dolaşırken, yolda iki kişinin kavgasına şâhit oldu. Birisi İsrâil asıllı, diğeri ise Kıptî'lerdendi. Kıptî onu kıyasıya dövüyordu. Adam Musa Aleyhisselâm'dan yardım istedi. Bunun üzerine Musa Aleyhisselâm Kıpti'ye bir yumruk vurdu. Vurur vurmaz, istemediği halde adam öldü.
Firavun bunu bir isyan olduğunu düşündü ve onu öldürmeye karar verdi. Bunu duyan Musa Aleyhisselâm Mısır'dan kaçtı.
Hazret-i Allah onu Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilmiş olan Şuayb Aleyhisselâm'la tanıştırdı. Şuayb Aleyhisselâm'ın kızı ile evlenen Musa Aleyhisselâm on yıl onun yanında yaşadı.
Musa Aleyhisselâm memleketini ve yakınlarını özlemiş, gizlice onları ziyarete karar vermişti. Âilesini ve kayınpederinin kendilerine vermiş olduğu koyunları alarak Mısır'a doğru hareket etti.
Yolda Tur dağında Allah-u Teâlâ tecelli ederek kendisiyle konuştu. Musa Aleyhisselâm'a peygamberlik vazifesi verdi. Kendisine delil olarak asâ ve yed-i beyzâ mucizeleri verildi.
"Firavun'a git, doğrusu o azmıştır." (Tâhâ: 24 - Nâziât: 17)
Emrini aldı.
"Andolsun ki biz Musa'yı âyetlerimizle ve apaçık bir delil ile Firavun'a, Hâmân'a ve Kârun'a gönderdik." (Mümin: 23-24)
Firavun'la birlikte Hâmân ve Kârun da küfürde ileri gidenlerdendi.
"Musa dedi ki: 'Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabb'i tarafından gönderilmiş bir elçiyim.'" (A'râf: 104)
Firavun ise Musa Aleyhisselâm ile tartışmaya girişti. Hakikati kabul etmedi.
Musa Aleyhisselâm delil olarak Allah-u Teâlâ'nın kendisine verdiği mucizeleri göstermeyi teklif etti.
Firavun;
"Dedi ki: Eğer bir âyet (mucize) getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, haydi getir onu!" (A'râf: 106) (Bakınız, Şuarâ: 31)
"Bunun üzerine Musa asasını attı. O ansızın bir yılan oluverdi." (Şuarâ: 32)
Onu tutunca yılan tekrar asâ oldu.
"Bir de elini çıkardı, bakanlara parıl parıl parlayan bir şey oluverdi." (A'râf: 108 - Şuarâ: 33)
Elini tekrar cebine çektiğinde, o mübarek el yine eski hâlini alıverdi.
Firavun çevresindekilerin bu mucizelerden etkilenmelerine engel olmak için Musa Aleyhisselâm'ın sihirbaz olduğunu iddia etti. Adamlarının tavsiyesi üzerine memleketteki sihirbazları toplayarak bir müsabaka yapmayı teklif etti.
O devirde Mısır'da sihir ve sihirbazlık son derece yaygın ve geçerli idi.
Halkın toplandığı bir bayram günü bir araya gelmek üzere sözleştiler. Firavun Mısır'daki en meşhur sihirbazları toplamıştı.
Sihirbazlar ellerindekileri yere attıkları zaman, meydan birbiri üzerine binmiş yılanlarla doluşmuş ve kendilerine koşuyormuş gibi gözüktü. Gören herkes etkilenmiş durumdaydı. Seyircilerin gözleri kamaştırıldı. Firavun'un ve taraftarlarının keyiflerine diyecek yoktu. Sihirbazlar o an için halk üzerinde büyük bir itibar kazanmış durumdaydılar.
Halk heyecan içinde onları seyrederken Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Musa Aleyhisselâm'a korkmaması için hatırlatmada bulundu:
"Korkma! Muhakkak sen daha üstünsün." (Tâhâ: 68)
"Biz de Musa'ya: 'Asânı at!' diye vahyettik." (A'râf: 117)
"Bunun üzerine Musa da asâsını attı." (Şuarâ: 45)
"Bir de ne görsünler! Onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor." (A'râf: 117 - Şuarâ: 45)
Onlardan hiçbir şey bırakmayıp hepsini yuttu. Meydanda hiçbir şey kalmadı.
Musa Aleyhisselâm asâyı eline alınca tekrar eski haline döndü.
"Böylece hak yerini buldu ve onların yaptıkları bir hiç olup gitti." (A'râf: 118)
Onlar tuzak kurmuşlardı, fakat tuzak kuranların en hayırlısı olan Allah onların tuzaklarını kendi başlarına geçirdi.
"İşte orada yenildiler, küçük düştüler." (A'râf: 119)
Çeşitli sihir şekillerini ve yollarını en iyi bilen sihirbazlar hakikati gözleri ile görüp müşahede ettikten sonra iman etmekten başka bir yolun bulunmadığını anladılar.
"Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar." (A'râf: 120) (Bakınız, Şuarâ: 46)
Çünkü onlar bunun bir sihir olmadığını, Musa Aleyhisselâm'ın doğruluğunu tasdik etmek üzere ilâhî bir mucize olduğunu anlamışlardı.
Firavun öyle bir mağlup olmuştu ki, âlemde bir benzerine şâhit olunmamıştır. Tevhid'in şirke galebesi karşısında büsbütün paniğe kapıldı. İçin için korkmaya, sihirbazlar iman ettikleri için de tehdit etmeye başladı.
Sihirbazlar ise Allah yolunda canlarını hiçe sayarak şöyle karşılık verdiler:
"Zararı yok. Biz şüphesiz Rabb'imize döneceğiz. İlk inananlar olduğumuz için Rabb'imizin kusurlarımızı bağışlayacağını umarız." (Şuarâ: 50-51)
Günün başında sihirbaz idiler, sonunda hepsi şehit oldular.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı." (Mümin: 37)
•
Musa Aleyhisselâm'ın Mısır'da ikameti oldukça uzamıştı. Firavun ve erkânına karşı hüccet ve mucizelerini ortaya koyduğu halde, onlar inat ve küfürlerine devam ettiler. Hazret-i Allah Mısır halkına çeşitli musibetler gönderdi. Her seferinde kurtuluş için müracaat edip inanacaklarına dair söz verdikleri halde, musibet kalkınca sözlerini unutup inkârlarına devam ettiler.
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a Firavun'un haberi olmadan, İsrailoğullarını alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
"Kullarımı geceleyin götür, çünkü siz takip edileceksiniz." (Duhân: 23)
Bir gece ay ışığında yola çıktılar, gizlice Mısır'ı terk ettiler. Sabah olduğunda onlardan Mısır'da hiç kimse kalmamıştı.
Durumu öğrenen Firavun son derece öfkelendi.
"Firavun: 'Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim! (O varsın) Rabb'ine yalvarsın! Çünkü ben onun, sizin dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.' dedi." (Mümin: 26)
Onun asıl korkusu iktidarının elinden gitmesi idi.
Kısa zamanda muhteşem bir ordu toplandı. Güneş doğarken peşlerine düştüler.
Deniz kenarına vardıkları bir sırada arkalarından yetiştiler.
"Biz de Musa'ya: 'Asânı denize vur!' diye vahyettik." (Şuarâ: 63)
O da asâsını denize vurdu.
"Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu." (Şuarâ: 63)
"İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik." (A'râf: 138 - Yunus: 90)
İsrâiloğulları karşı sahile çıkıp kurtulduklarında, Firavun ve ordusu iki taraflı suların arasına tamamen girmiş bulunuyorlardı.
İşte o anda Kızıldeniz yavaş yavaş ikiye katlanarak, korkunç bir şekilde birbirine kavuştu. İsrâiloğulları'nın gözleri önünde hepsi denizde boğuldular. Onlardan hiç kimse kurtulamadı.
"Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi, hem de ne alış!" (Tâhâ: 78)
"Biz de onu ve maiyyetindekilerin hepsini suda boğduk." (İsrâ: 103)
İsa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın İsrâiloğulları'na gönderdiği ve mucizevî bir şekilde doğmuş bir peygamberidir. Kendisinden önce Musa Aleyhisselâm'a verilen Tevrat'ı tasdik etmekle birlikte, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmek üzere gelmiş, Allah-u Teâlâ'nınmütevâzi ve seçkin kullarından, ulü'l-azm peygamberlerden birisidir.
İsrâiloğulları Romalılar'ın esareti altında zillet içinde yaşıyorlardı. İsa Aleyhisselâm'ın elinden o kadar parlak mucizeleri gördükleri hâlde, dâvetine icabet etmediler. Çünkü kurtarıcı bir Mesih bekliyorlardı. Bu Mesih'in çok mücadeleci bir kişi olacağına ve diğer milletlerin esaretinden kurtararak yahudileri dünyaya hâkim kılacağına inanıyorlardı.
İsa Aleyhisselâm'a inanmadıkları gibi, dâvetine kulak vermekten insanları alıkoymaya çalıştılar.
Fakat başvurdukları her teşebbüs neticesiz kaldı. İman etmek şöyle dursun, Yahya Aleyhisselâm gibi İsa Aleyhisselâm'ı da öldürmeye karar verdiler.
İçlerinden birini inanmış gibi göstererek Hâvâriler'in arasına soktular. Toplandıkları yeri ve zamanı öğrenip baskın yapacaklardı.
Fakat Allah-u Teâlâ:
"Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır." (Fâtır: 43)
Âyet-i kerime'si mucibince, kendi kurdukları tuzağa kendilerini düşürdü, plânlarını boşa çıkardı.
"(Yahudiler gizlice) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır." (Âl-i imrân: 54)
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü İsa Aleyhisselâm'a vahiyle durumu haber verdi:
"O vakit Allah şöyle buyurdu: 'Ey İsa! ben seni eceline yetireceğim ve seni nezdime yükselteceğim.'" (Âl-i imrân: 55)
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm'ı, İdris Aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı, onlara ruhsat vermedi. Casus olarak gönderdikleri münâfığı İsa Aleyhisselâm zannederek yakaladılar ve astılar.
"Halbuki onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara, benzer gösterildi." (Nisâ: 157)
Ona benzeyen birisini öldürdüler ve astılar.
İsa Aleyhisselâm'ı onların şerrinden kurtardı, cesedi ve ruhu ile birlikte diri olarak göğe kaldırdı. Cesedi ile birlikte semâda yaşamaktadır.
"Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisâ: 158)
Bütün yaptıklarını bir hikmete göre yapar. İsa Aleyhisselâm'ın göğe çıkarılması ve cesedi ile beraber yaşaması da bir hikmete dayalı olarak gerçekleşmiştir.
Deccal'in fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecek ve icraatlarını gerçekleştirecektir.
İsa Aleyhisselâm'ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed Aleyhisselâm'a inen İslâm dini ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele mücahede edeceğine inanmak farzdır.
Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbit olmuştur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir." (Zuhruf: 61)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki Meryemoğlu, Hacc veya Umre yahut her ikisini birden yapmak için mutlaka Fecc-i Ravhâ'da telbiye getirecektir." (Müslim: 1252)
"Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; çok sürmez Meryemoğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1018)
Haçı kırması; kendisinin öldürüldüğünü iddiâ edenlerin yalan söylediklerine, dinlerinin bâtıl, İslâmiyet'in hak olduğuna, kendisinin müslümanlığı meydana çıkarmak gibi icraatla o dinleri iptal etmek için indiğine işarettir. Müslümanlıktan başka din kabul etmeyecektir. Dinleri iptal edilip yeryüzünden kaldırılınca, diğer birçok bâtıl inançların yanında domuz yeme âdetleri de kaldırılmış olacak. Cizyeyi kaldırmaktan murad, kâfirlerden onun alınmasının kaldırılıp, İslâm'dan başka hiçbir şeyin kabul edilmemesidir. Çünkü müslümandan cizye alınmaz, zekât alınır.
İsa Aleyhisselâm'ın zamanından sonra Tarsus'ta Dakyanus isminde zâlim bir kral halkı putlara tapmaya zorluyor, inanan kişileri işkencelerle yıldırmaya ve vazgeçirmeye çalışıyordu.
Zâlim krala maddeten karşı koyma imkânları mevcut olmayan bir grup genç, dinlerini ve inançlarını baskıdan kurtarmak ve korumak için şehri terkettiler ve bir mağaraya sığındılar. Yangın alevi gibi etrafı sarmış olan fitneden kaçıp kurtuldular.
"Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı." (Kehf: 10)
Onlar sırf imanlarını muhafaza etmek için kavimlerinin arasından ayrıldılar ve mağaraya sığındılar.
Ve orada Allah-u Teâlâ'ya şöyle yalvardılar:
"Ey Rabb'imiz! Bize kendi katından rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl." (Kehf: 10)
Allah-u Teâlâ onlara bir uyku verdi ve üç yüz dokuz sene hiçbir şeyin farkına varmadan uyuyup kaldılar.
Zât-ı akdes'ine gönülden iltica eden bu iman kahramanlarına Allah-u Teâlâ ikram ve ihsanda bulunmuş, asırlarca onları mağarada uyutarak kıyamete kadar beşeriyete bir hatıra bırakmıştır.
Allah-u Teâlâ Kehf sûre-i şerif'inin on sekiz Âyet-i kerime'sinde: "Ashâb-ı kehf" yani "Mağara arkadaşları" adı verilen bu iman kahramanı gençlerin hikâyesini beyan etmekte ve Azamet-i ilâhî karşısında bu hadisenin pek de şaşılacak bir şey olmadığını haber vermektedir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Yoksa sen Ashâb-ı kehf'i ve Rakîm'i, bizim şaşılacak âyet (mucize)lerimizden mi sandın?" (Kehf: 9)
•
Nihayet uyandıklarında İlâhî takdir öyle tecelli etti ki, o derece sakınmalarına rağmen Allah-u Teâlâ onları ortaya çıkarttı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Böylece onlardan haberdar ettik. Ki, Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu, kıyametin geleceğinde hiç şüphe bulunmadığını bilsinler." (Kehf: 21)
Aradan üç yüz yıl geçmiş, o devrin kralı, İsa Aleyhisselâm'ın dinine inanmıştı.
Haber şehirde hemen yayıldı. Halk onların asırlar boyunca mağarada uyuduklarını anladılar.
Şehir halkı topluca mağaranın yanına vardıklarında, ruhlarının kabzolunmasını Allah-u Teâlâ'dan istirham ettiler. O anda ruhları kabzolundu, cesetleri dahi halkın gözünden kayboldu.
Devrin inananlarına tuzak kuran kral yok olup gitmiş iken bu iman kahramanı gençler üç yüz yıl uyutularak Hazret-i Allah'ın kudretinin ve mucizelerinin bir delili olmak şerefine nail olmuşlardır.
•
Allah-u Teâlâ küfür ehline mühlet veriyor. Ancak er ya da geç küfründe inad edenleri yakalıyor, kahrediyor.
"Ben onlara mühlet veriyorum. Şüphe yok ki, benim tuzağım metindir." (Kalem: 45)
Nice putperestlerin, nice mişriklerin kurdukları düzen yıkılıp yok olmuş iken, Allah'ın dini dimdik ayaktadır. Kıyamete kadar da bakidir.
"Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Yûsuf: 40)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Allah ve Resul'ünün yolunda mücahede ve mücadele etmiş Allah dostu büyük bir Zât-ı âli idi. Kendileri vefatta olsalar dahi mücadelesi an be an devam ediyor. Zira kendilerinin "Din ve Vatan bölücüleri" hakkındaki ifşaatları, onların içyüzünü ortaya seren eserleri, bugünümüzü aydınlatıyor ve bize yol gösteriyor. Bu sebeple sağlığında kendisine tuzak kurup düşmanlık edenler olduğu gibi bu ihanet şebekeleri bugün de bu Zât-ı âli'ye, eserlerine, onun yolunu takip edenlere tuzak kurmak isterler.
Vefatlarından bir sene kadar önce büyük bir yalan ve iftira ile kendisini ergenekon tertibinin içine yamamaya çalışanlar, kullanılacak bir kimse gibi göstermeye çalışanlar bugün ya küfür diyarına kaçtılar, ya da mahkemelerde hesap veriyorlar.
Bu Zât-ı âli hakkında su-i zanda bulunan birçokları bugün bu iftiracıların bu ihanetlerini görünce "Bu zât ne kadar haklı imiş, biz bu zâtı yanlış tanımışız!" diye pişmanlıklarını dile getiriyorlar.
O, Hazret-i Allah'ın sevip seçtiği, ilminden ilim verdiği, vazifedar kıldığı büyük bir Zât-ı âli idi. İrşad ile geçen ömr-ü saadetlerinde "İman" ve "İslâm" hakikatlerini, Hazret-i Allah'tan gelen maneviyat ilmini neşrettiği eserleri ile ümmet-i Muhammed'in istifadesine arzetti. ("Kalblerin Anahtarı" isimli 38 ciltten müteşekkil külliyatı aynı zamanda Kur'an-ı kerim tefsiri mahiyetindedir.)
Bu meyanda -Hazret-i Allah'ın vazifedar kılmasıyla- âhir zaman fitneleriyle de mücadele etti. Bu fitneleri çıkartanların içyüzünü ortaya koyan eserler neşretti. İslâm binasını yıkmaya çalışanlarla mücadele etti.
Bu mücadele sebebiyle iç ve dış düşmanlıklara maruz kaldı, kendisine cevap veremeyenler onu yalan ve iftiralarla karalamaya çalıştılar. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin karşısına çıkamadıkları için, iftira ile bu Zât-ı âlî'yi susturmak istediler.
Hazret-i Allah'ın biricik Habibi Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e de vazifesini yaparken birçok iftiralar atılmış, değişik suikast ve tertipler yapılmıştı.
Onun vekiline de bunlar reva görüldü. Fakat Hazret-i Allah ne murat ederse o olur.
Bu Zât-ı âli başkaları gibi menfaat çarkı ve saltanat düzeni kurmak istemiş olsaydı en âlâsını yapabilirdi. Ancak o, zerre menfaate tevessül etmedi, hatta düşmanlık celbetme pahasına Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ etti. Saltanat ve menfaat peşinde koşanları ifşa etti.
Allah-u Teâlâ'nın dini uğrundaki bu gayreti sebebiyle takdir edip, hakikate tâbi olması gerekenler İslâm dini'nin hükümlerine tâbi olmak yerine kendi düzenlerini devam ettirmeyi tercih ettiler, Bu zâta düşmanlık beslediler, iftira attılar, tuzak kurmaya çalıştılar.
Yukarıda da arzettiğimiz gibi bu tuzakların kurulması, bu iftiralara, yalanlara düçar olmak "Peygamberlerin sünneti ve mirası"dır. Onlar da birçok ve defaatle sıkıntılara, azap ve üzüntülere uğratıldılar. Evliyâullah Hazerâtı, hakiki âlimler de böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizî)
Hazret-i Allah'ın bütün sevgilileri, yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp, hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olunacaksınız." (Âl-i imrân: 186)
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı artırılır. Derecesine göre; kimisi her an imtihandadır, kimisi arasıra, kimisi de pek seyrek imtihana tâbi tutulur. Her an imtihana tâbi tutulanların Allah-u Teâlâ ile her ânının ipi gergindir, diğerlerinin gevşektir, bazılarının daha gevşektir.
2009 yılında gazetelerde haberler ilk çıktığında Zât-ı âlilerine bu husus arzedilmiş ve hülâsa olarak şunları beyan buyurmuşlardı:
"Ben kimsenin adamı değilim, kimseye bağlı değilim, benim bağlılığım bir tek Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'adır. Biz yalnız ve yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ü için çalışır ve nurunun yayılmasına gayret ederiz."
"Yaydıkları fitneye bakın bunların hangisi İslâm dini'ne sığıyor? Kasten yapılmıştır, yalandır, iftiradır. Yalan söylüyorlar, gayeleri ortalığı karıştırmak, fitne ve huzursuzluk çıkarmaktır.
Bu tertibin arkasındakiler yazdığımız yazılardan dolayı bizden intikam almaya çalışıyorlar."
"Bizim asla onlarla ilgimiz yok, yollarıyla da ilgimiz yok."
"Gayeleri ortalığı karıştırmak, kendileri kenarda kalmak."
"Bunların hangisi İslâm dini'ne sığıyor? Bunların cesareti nereden geliyor?
Cehaletlerinden ve münafıklıklarından.
Şu yaydıkları fitneye bakın.
"Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür." (Bakara: 191)
Bunlar İslâm'a yakışıyor mu? Bir müslüman bunu yapar mı? Ölmeyecek miyiz? Kabre girmeyecek miyiz? Azap görmeyecek miyiz? Şimdi küffarın perdesi altında konuşuyorlar, hakiki müslüman vatana gelir, vatanı için çalışır, ama fitne çıkarmaz. Fitne büyük günahtır, büyük azaptır. Bunlar olacak efendim;
Şeyh Esad Erbili -kuddise sırruh- Hazretleri şehit edildi, oğulları idam edildi. Efendi Hazretleri'nin hastalığı şimdi benim hastalığım, aynı üzerime geldi.
Onun için bunlar gelecek, Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz'in şehadetini düşünüyorum, niçin öldürüldü? Hem Resulullah Aleyhisselâm'ın sevgilisi, hem dünya-ahiret arkadaşı, hem damadı...
Buna rağmen takdir böyleymiş diyelim...
Onların vücutları yok oluyor, ruhlarına hiçbir şey olmuyor, ebedî saadete kavuşuyorlar. Onun için üzülmemeli, takdire güzel boyun eğmeli...
Ama onların bütün gayesi bizden intikam almak..."
"Ben hiç kimseye bağlı değilim. Benim Allah'ım var, ben O'na bağlıyım, O'ndan başka kimseye tapmıyorum. Bunu çok iyi bilin!
Ey Rabbü'l-âlemin! Bizim Mevlâmız sensin! Bizi ve bize bağladıklarını Zât'ından başkasına muhtaç etme, âhirette de bizi hesaba çekme."
•
"Hiç kimseden ümidim yok, Rahman'dan ümit kesmiş değilim, Mâlik'in mülkünde 'Hiç'ten başka bir şey değilim."
"Hâtemü'l-velâye" mertebesine çıkarılan kimseye ibtilâ yalnız bedenî hastalıklar yönünden değil, vazifesi itibâriyle de gelir. Nitekim bâzı zevât-ı kirâm; Hâtem-i veli'nin içyüzlerini halka teşhir ettiği, bazı münâfıkların beyanlarına cevap vermekten âciz kaldıkları için ona çirkin iftirâlarla eziyete kalkışacaklarını bizzat müşâhede etmiş ve kitaplarında haber vermişlerdir.
Üsküdârî Hâşim Baba -kuddise sırruh- Hazretleri asırlar öncesinden bu zamana nazar ederek, "Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi"nde inkârcı müşriklerin Hâtemü'r-rusül Aleyhisselâm'a eziyet, iftirâ ve hakârete kalkıştıkları gibi; onun temiz neslinden zuhur edecek olan Hâtemü'l'evliyâ'ya da âhir zamanda, "Allah'ın kendileriyle alay ettiği" ve "Azgınlıklarında mühlet verdiği" bâzı münâfıkların eziyet, iftirâ ve hakârete kalkışacaklarını, fakat Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle eninde-sonunda hakkı izhâra muvaffak olacağını haber vermiştir:
"İki cihân Sultânı Cenâb-ı -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretleri'nin 'Levlâke levlâke: Sen olmasaydın, sen olmasaydın…'şehâdeti ve'Halaka'llâhu teâlâ nûrî min nûrihî: Allah-u Teâlâ benim nûrumu kendi nûrundan yarattı.'müjdesiyle yaratılışlarının tam zuhûrunu bilemeyip, nefislerinin bâtıl kıyasları ve fâsid iddiâları üzere, sihirbaz ve kâhîn ve mecnûn ve istidrâc itibârıyle türlü türlü eziyet ve hakâret, kınama ve ayıplamaya herkes cesâret etmişti, bu zamanda Ehlullâh'a yaptıkları gibi. Lâkin Rabbânî destek, Rahmânî kudret zâhir olup:
'Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır!' (Sâff: 8)
Mefhûmu üzere her biri bir Ehâdî eserler ve Muhammedî mucizeler ile mahcûb ve şaşkın olup, İlâhî yardım ve ezelî saâdete yâr olanlar tasdîk ve karâra gelip kurtuluş buldular ve ezelî kötülük üzere kalanların kimi dünyada berbâd, harâb ve kimi âhirette azâba düçâr oldular.
Şimdi Cenâb-ı -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem- Hazretleri'nin mişkât-ı Hatm-i nübüvvet'lerinden feyiz almış, zâhiren ve bâtınen temiz nesillerinden zuhûr edip, zâhiren ve bâtınen ilm-ü irfânlarına vâris olup 'Hâtemü'l-evliyâ' olanlara dahi:
'Allah onlarla alay eder, azgınlıklarında kendilerine mühlet verir.' (Bakara: 15)
Kavl-i şerîfi üzere, küfür ve azgınlıkta ileri gitme fitnesine tutulan münâfıklar açıklanan yön üzere, kınama ve ayıplama, eziyet ve hakâret etmeye çaba ve gayret gösterirler."
Göstermiyorlar mı? Herkes icraatını yapacak... İyi iyiliğiyle, kötü kötülüğüyle meşgul. Onlar hiç ölmeyeceklerini, o kabre hiç girmeyeceklerini sanıyorlar, orada herkes yaptıklarının zerresinden hesaba çekilecek.
"Allah'ın verdiği güçle hâli yüce ve O'nun sırrına mazhar olduklarını ortaya çıkarmaya bâdî ve bâis olurlar ki, kelâm-ı Muhbir-i Sâdık buyurur:
'Belâların en şiddetlisi peygamberlere, sonra velîlere, sonra da onlara en çok benzeyen kimselere gelir.' (Tirmizî)
Bu manâya delâlet ve şehâdet eder." ("Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi", Süleymâniye Ktp. Reşid Efendi, nr.: 784, vr. 108b-109a)
Bu zât-ı muhteremler tâ o zamandan hem yapılan cihadı görmüşler, hem de münafıkların yaptıkları düşmanlıklarının, hile ve hâin tezgâhlarının eninde sonunda kendilerine döneceğini ifade buyurmuşlardır.
Bunların hepsi, kendi asliyetlerine yakışacak çeşitli iftirâları dillerine dolamaktan çekinmedikleri gibi; bu ifşaat, azgınlıklarını büsbütün arttırmaları için bunlardan bazı gürûhun eline bir zamâna kadar fırsat verileceğini, bu şımarıklık içinde azgınlık ve taşkınlıkta tamâmen haddi aşarak, ona çirkin iftirâlar atmaya yelteneceklerini açık bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Öteden beri dinimizi ve vatanımızı savunmak için yaptığımız mücâdeleyi içlerine sindiremeyen, münâfıklıkları ve yalancılıkları ortaya çıkmasın diye her türlü hîle ve entrikayı çeviren bölücüler; sapkın yollarını gizlemek, fitne ve fesadlarını yürütmek için zaman zaman bize çeşitli iftirâlar atmaktan çekinmemişlerdir.
Biz ilâhi emirleri beyan ediyoruz. Dilimizi göstermiyor, delil gösteriyoruz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Muhakkak biliyoruz ki söyledikleri cidden seni incitiyor. Fakat hakikatte onlar seni yalanlamıyor. Lâkin o zâlimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar." (En'âm: 33)
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdir'ül Usûl"ün Yüz Yirmi Sekizinci Aslı'nda Resulullah Aleyhisselam'dan sonra ashâbının önde gelenlerinin dini bid'at ve fitnelerden temizleyip aslını koruduklarını misallerle anlatarak, bahsettiği Hâtem-i veli'nin de dini ve onun ehlini buna benzer fitnelerden koruyacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
"O öyle bir kimsedir ki, bunun benzeri şeyleri (dinden) uzaklaştırıp defeder. Ondan temizleyip, kovup uzaklaştırması sayesinde de artık onu giderir. O'nunla düşündüğü, O'nunla konuştuğu için O'nunla defeder. İşte o Allah'ın halk üzerindeki hücceti, O'nun sürüsünün çobanı ve kullarının mânevî tabibidir. Onu engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur." (Nevâdir'ül Usûl c.2. sh: 225)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibilerin âkıbetini Ebu Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne ifşâ ederek şöyle buyurmuştur:
"Ey Ebu Hureyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, kıyâmet gününde vereceği hesabın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ", Hâlet Efendi, nr.: 198/2, vr. 486a)
Bu onların âhiretteki durumlarıdır, dünyada başlarına ne gibi bir belâ vereceğini de O bilir.
Nitekim bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın has kulları olduğu için: "Bu benim kulumdur, ona dokunmayın, ona dokunursanız bana dokunmuş olursunuz!" buyuruyor.
Ona buğzetmek kişiyi ilâhî rahmetten mahrum bırakır.
Hakk'ın sevgilisine dokunulmaz. Çünkü o veli Hakk'ta fânî olmuş, esrâr-ı İlâhî'de yok olmuştur. Allah-u Teâlâ'nın bir mahlûkuna en üstün lütuf ve ihsanı, onu Zât-ı akdes'ine çekmesi ve ondan râzı olmasıdır.
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." (Yunus: 62)
Niçin korku duymazlar? Varlığını ifnâ etmiş, Var ile olmuş... İşte onun için hiçbir korku yoktur. Neden? Var ile olduğu için.
Bu ifnâ da Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve tecelliyatı ile mümkündür. Yoksa kişinin "Attım" demesi ile mümkün değildir. Allah-u Teâlâ tecelli eder, gerçeği ona duyurur. O da zamanla varlığını ifnâ eder.
Üsküdârî Mustafa Hâşim Baba -kuddise sırruh- Hazretleri "Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi"nin bir başka noktasında; Hâtemü'r-rusül Aleyhisselâm'ın getirdiği Şerîat'ı delil ve te'vil aramaksızın ikrar ve tasdik etmek nasıl ki halka vâcipse, onun Nübüvvet'inin bâtını olan "Velâyet-i kübrâ"yı da kayıtsız-şartsız öylece tasdîk etmenin vâcip olduğuna işaret etmektedir:
"Ey doğunun Nübüvvet sırrının esrârına vâkıf ve ey batının Velâyet güneşinin nûruna tâlip olan!
Şerîat-ı mutahhara'yı delilsiz ve tevilsiz tasdîk ve ikrâr vâcip olduğu gibi, Nübüvvet'in bâtını olan "Velâyet-i kübrâ'yı; yâni 'En büyük velâyet'i dahî delilsiz ve tevilsiz, hakikata tâlip olanlara tasdîk ve ikrâr vâciptir." ("Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi", Süleymâniye Ktp. Reşid Efendi, nr.: 784)
Hazret; "En büyük velâyet" olan Hâtem-i evliyâ'yı kabul ve tasdikin vacip olduğunu buyurarak Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Âl-i imrân sûre-i şerif'indeki Âyet-i kerime'lerde geçtiğini haber verdiği "Onu tasdîkin halka vâcip olduğu" beyanını mühürlemiştir.
"Sakınıp korunmanız ve böylece merhamete nâil olmanız için, aranızdan sizi uyaracak bir adam vasıtası ile, Rabb'inizden size bir zikir (bir haber) gelmesine şaşıyor musunuz?" (A'râf: 63) (Sırru'l-Esrâr Rütbe-i Bâlâ sh: 197-201)
Bir ömür ki hep ibtilâ ile, imtihan ile, çile ile geçti.
Bir ömür ki hep iman ile, cihad ile, hizmet ile geçti.
"Sahib'imin ne takdir ettiğini bilmiyorum. Bana ne takdir ettiğini O bilir. Çekiniyor muyum? Çekinmiyorum. Ve O'na bu lütfu bahşettiğinden ötürü bu yolu açtığından ötürü şükrediyorum. Gideceğim. Kalacak değilim zaten.
Fakat hamd olsun Rabb'im cesaret vermiş, ürkeklik vermemiş. Allah'ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Yani yazacağımı, yapacağımı yaparım, bunu bilin! Sırf Allah için, Allah korkusundan yapıyorum. Bir gayem, bir maksadım, bir menfaatim var mı? Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor. Bizim karşımızda milyonlar var, deli miyim? Hayır ben deli değilim. Ben Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım.
Hatta bu bölücüler gelip haklarındaki yazıları önlemek için; "Biz sizi seviyoruz, hürmetimiz var!" dediler. Fakat biz emirle hareket ederiz. "Biç!" derlerse, hiç bakmayız biçeriz, hiç korkmayız. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müşrikler darılacak diye Kur'an-ı kerim'i tebliğden mi kalıyordu? Kâfir olmayana kâfir demenin cezası seksen değnektir. Fakat kâfire ahkâmı bildirmeyen dilsiz şeytandır, zâlimdir. Ahkâmı bilin, bilerek söyleyin.
Ben kendime iman etmedim. Ben Allah'ıma iman ettim. Siz de bunları anlamak için kendinizi zorlayın, tefekkür edin. Bu da üç şeyle olur. İbadet, muhabbet, rahmet-i İlâhi'yi kalbe akıtmakla râbıta ile olur.
Hatta niyazım var; Allah'ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla. Ölünceye kadar da değil. Bunu Allah-u Teâlâ'dan niyaz ediyorum. Bu nuru O veriyor ve böyle bu nur gidecek. Onun için benim ölümümle iş bitmiyor!"
"Fakiri çığır açmak için göndermiş. Hazret-i Mehdi'yi nur saçmak için. İsa Aleyhisselâm'ı da Deccâli öldürmek ve kötülüğü bütünüyle kaldırmak için gönderecek."
Hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a, "İlâhi Görüş Birliği"ne dâvetle geçmiştir. Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul'ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul'ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, kalpleri Hakk'tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihat etti. Bir keresinde; "İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihat içindir. Beni tek tutan cihattır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihat olmasa yaşamanın âlemi ne!.." buyurmuştu.
Bu cihada "İman kurtarma cihadı" derlerdi. Zira imanlar yanıyor, ebedî hayatlar gidiyor. Bu duruma çok üzülürler, hak ve hakikati duyurmak için beşer takatinin kaldıramayacağı büyük bir azim ve gayret gösterirlerdi.
Bu sebeple, insanların ebedî hayatının kurtulması için; dünyevî maksatlarla ortaya çıkan, din istismarı yapanlarla bu uğurda hep mücadele etmişler ve şöyle buyurmuşlardı:
"Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz.
Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffârın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
"Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu; İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz. Bizim iki gayemiz var: İman ve vatan."
Mülkün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ insanları kudret eliyle yaratmış ve dünya sahnesine denemek için göndermiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.
O Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)
Yani insanın dünyaya geliş sebebi sahne-i imtihandır. Allah-u Teâlâ ilm-i ezelisinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye sahneye göndermiştir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. O'nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Öyle kimseler vardır ki Hazret-i Allah'a gönülden bağlıdır, Allah uğrunda canını ve malını fedâ edeceğine dâir söz vermiştir.
Kalben bu sözleri verenlere âit Allah-u Teâlâ'nın şöyle bir ferman-ı ilâhîsi var:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.
Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
İşte bunlar samimi bir niyetle hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
Mülk Hazret-i Allah'ındır, dilediğine verir, dilediğinden alır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah mülkünü dilediğine verir." buyuruyor. (Bakara: 247)
O Mâlik-ül mülk'tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem hükümdarıdır.
İstediği olur, istemediği olmaz. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilerse mülk verir hükümdar yapar, dilerse indirir atar. Dilediğini izzet sahibi yapar, dilediğini zillet sahibi yapar.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır!" (Mümin: 16)