On dördüncü asrın ikinci çeyreğinde, bazı tespitlere göre 742/1341'de doğduğu söylenen Kaygusuz Abdâl -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hayatı hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Bu hususta elde edilebilen mevcut bilgiler, vefâtından sonra yazılmış olan Menâkıb-nâme' sinde yer alan bazı menkıbeler ve kısa risâlelerinde verdiği bazı işaretlerden ibarettir. Babasının adının Hüseyin bin Mahmud, dedesinin adının Alâeddîn bin Yusuf olduğu rivâyet edilir.
Menâkıb'da nakledilen bilgilere göre: Alâiyye (Alanya) sancağı beyinin oğlu olan Kaygusuz Abdâl'ın asıl adı Gaybî idi. Kuvvetli bir bedene sahip olup, ata binme, kılıç kullanma ve ok atmada eşsiz bir mahârete sahip olan Gaybî, bir gün av sırasında bir geyiğe ok atar ve geyik kaçarak Abdâl Mûsâ'nın Elmalı'daki dergâhınına kadar gelir. Geyiği takip eden Gaybî, onun dergâha girdiğini görünce peşinden yürüyüp girer; ancak burada geyiği göremez, dervişler onu Abdâl Mûsâ'ya iletirler. Abdâl Mûsâ kendisine geyiği soran Gaybî'ye: "Attığın oku tanır mısın?" diye sorar. O: "Elbette!" deyince kolunu kaldırır ve okunun hakikatte Abdâl Mûsâ'ya saplanmış olduğunu, başına gelen her şeyin Allah'ın izniyle, kendisine dergâhın yolunu göstermek için meydana geldiğini anlar. O an Abdâl Mûsâ'nın kapısında bende olmaya karar verir. Ancak olup bitenleri duyan babası Teke beyi ile birlikte Abdâl Mûsâ'nın üzerine yürür, fakat Abdâl Mûsâ gösterdiği olağanüstü kerâmetlerle onları mağlûp eder, hatta Teke beyini öldürür. Babası ister istemez duruma râzı olur ve Abdâl, Gaybî'ye orada "Kaygusuz" unvanını verir.
Abdâl Mûsâ'nın dergâhında 40 yıl hizmet eden Kaygusuz, 791/1389'da şeyhinin tâyin ettiği 40 kişiyle birlikte Mısır'a gönderilir. Mısır Sultânı burada ona çok iltifat gösterir ve Nil Nehri kenarında, adına "Kasrü'l-Ayn" adında bir dergâh inşâ ettirir. Daha sonra 796/1394'te Hacc'a gider ve dönüşte Şam'dan Kerbelâ'ya kadar pek çok önemli beldeyi ziyaret ettikten sonra Bağdat'a gelir. Ardından Medâin-Nusaybin arasındaki yolu takip ederek, 799/1397'de tekrar Kahire'ye, asitânesine döner. Uzun yıllar irşad faaliyetlerini sürdürdükten sonra, 848/1444 yılında vefât ederek, vasiyeti üzerine Mukattam Dağı eteğindeki mağaraların yer aldığı bölgeye defnedilir.
Elmalı'ya bağlı olan Tekke köyünde bulunan Kaygusuz Abdâl türbesinin, onun mezarı olmasından ziyâde makamı olması ihtimal dahilindedir. Bununla birlikte, şiirlerinde Sultan II. Murad, Gâzî İshak Bey ve "İbn Fenâ'î" adıyla andığı Molla Fenârî'nin adlarının geçmesi, onun Anadolu'da uzun bir süre kaldığının ve Osmanlılar'la yakın ilişkiler içerisinde bulunduğunun açık delilleridir. Yine şiirlerinde Edirne, Sofya, Manastır ve Filibe gibi şehirlerinin adlarının geçmesi, onun Anadolu'dan sonra Rumeli'ye geçmiş olduğunu ve burada da irşadla meşgul olduğunu göstermektedir.
Eski Anadolu Türkçesiyle manzum ve mensur çok sayıda tasavvufî eserler kaleme almış olan Hazret, şeyhi Abdâl Mûsâ ile birlikte Kalenderîler ve Urum Abdâlları zümresinden sayılmış olup, aslen Alanya'lı olması nedeniyle şiirlerinde kimi zaman "Alâ'î" mahlâsını kullanmıştır. Delîl-i Büdelâ ve Defter-i Âşık ve Siyer-i Sâdık, Kitâb-ı Miglâte, Vücûd-nâme, Risâle-i Dil-güşâ, Sarây-nâme, Dîvân, Gülistân ve bazı mecmûaların arasına kaydedilmiş olan kısa Mesnevî' leri, onun günümüze ulaşmış olan bu eserlerinden bazılarıdır. Ayrıca günümüze tek nüshası ulaşmış isimsiz bir Risâle de, üslûp benzerliği nedeniyle onun eserlerinden sayılmıştır.
Kaygusuz Abdâl -kuddise sırruh- Hazretleri Delîl-i Büdelâ adlı mensur risâlesinde "Harâbât ehli" diye adlandırdığı Ehlullâh'ın vasıflarından söz ederek; bunlardan birinin âhir zamanda sûret bakımından gizli bir halde, Resulullah Aleyhisselâm'ın şeriatı üzere zuhur ederek hakikati âşikâr kılacağını, imanın ve İslâm'ın, ilâhi hükümlerle cennetin ve cehennemin hakikatini açığa çıkarıp, o devirde onun aracılığıyla Allah'ın varlığının vasıtasız olarak görünür olacağını haber vermiştir:
"Harâbât ehli onlardır ki;
"Mûtû kable en temûtû, ve hâsibû kable en tehâsibû" = "Ölmezden evvel ölenler, hesâba çekilmezden evvel hesâba çekilenler" sırrına erişmişlerdir ve içi Maşûk, dışı âşık olanlardır. Yokluk şarabını içip, ölmezden evvel sorguyu, hesabı verenlerdir; onlar havf ve recâdan kurtulup, hayır ve şerden geçmişlerdir. O içtiği şarâbı içmesinde ne dudak var, ne câm (kadeh)! Ne nâmûs var, ne nâm!
Bu mey o meydir ki; felekler bu meyden mest ü şeydâdır.
Bu mey o meydir ki; zemîn ü âsmân (yer ve gökler) cüst ü cûdadır.
Bu mey o meydir ki; hûr u gılmân şetâretdedir.
Bu mey o meydir ki; [8b] yaratılmışın biri içti âkil oldu, biri içti âşık oldu, biri dahi içti sâdık oldu; birisi içti; himmet denizi gibi ağzını açıp, yeri-göğü, kara ve denizi, mescid ve meyhâneyi ve cümle varlığı bir lokma gibi edip yuttu; sanki boğazından bir nesne geçmedi!..
Bu kez sûret kapısını kapadı; rind ve lâûbâlî olup, yâni kayıtlanmayı ortadan götürüp, mürîd ve şeyhlikden geçti ve o tuzakları vurup ölçtü; ikrâr ve inkârdan, küfür ve imandan vazgeçti. Varlık ve yoklukdan ve dünya lezzetinden fânî oldu; ferâgat âlemine kadem bastı. Dahi onun gönlünde ne öğünmek, ne dâvâ, ne nûr ne kerâmet kaldı ve ne aklında tesbîh ve ne seccâde ve ne asâ kaldı. Cümle varlıkdan geçip, hepsini bu dediğimiz meye rehin verdi ve bu hükme yerleştirildi. Bildiği sözlerden dilini tuttu; dâim tek ve tenhâ olup bu halka karışmaz oldu.
Onlar, zâhidler gibi has bir elbiseye sâhip değildir! Onlar, nefislerini müslüman etmişlerdir.
O, felekleri sağ elinin içinde, melekleri sol elinin içinde tutar. Yerde ve gökde Allah'ın emâneti onundur.
Karada ve yaşda (denizde) Hızır gibi Hakk'ın kullarına (himmeti) hazırdır.
Hakk'ın emriyle, kaygı (huzursuzluk) da, şâdlık (mutluluk) da onun hükmündedir.
[9a]Hakk Teâlâ onu cümle yaratılmışa her cihetten vesile etmiştir. Cümle mahlûkâtın rızkı onun elinden erişir.
Dünya yüzünde ne kadar ki velîler varsa onun eli altındadır.
Ve onun başında Tâc-ı Rahmânî (Rahmân'ın Tâcı) vardır.
Onun sâf, tertemiz sînesinde (gönlünde), evveliklerin ve sonrakilerin ilimleri saklı durur.
İki dünya, onun önünde zerre gibidir. Cihânın mal ve hazineleri, ona çöplük gibidir.
Aslâ hiç nesneye onun ihtiyâcı yoktur, cümle yaratılmış ona muhtaçtır; kul (köle) gibi her birini bir işe salmıştır.
Kendisi şöyle tek ve tenhâ, sâkin ve üzgün halk içinde gezer; bir gün aç, bir gün tok olup, ne açlıktan ona bir zarar, ne tokluktan bir fayda yoktur. Zira onun içi ve dışı Hakk nûruyla dolup aydınlanmıştır.
Gerçi sûrette ve sıfatta insan gibidir, lâkin kimse onu sûretinden bilemez. Onun içindir ki bu halkın ekserisi ona uymaz. Zira o dahi sûrette ve sıfatta halka benzer. Yemekte ve içmekte, söyleyip, durup-oturmakta ve halk ile beraber gezmektedir.
Onu, kimse bu akıl ile bilemez.
Hevâ ve hevesi galip olanlar onu bilemez ve bulamaz! Meğer Hakk Teâlâ kerem ve lütfundan bir kuluna bildire… Nice kimsenin [9b]eli onun ayağı tozuna ermez; ki, gözüne cevher eyleye!..
Ammâ devr-i âhirde (âhir zamanda) bu Sâhib-i zamân (cihânın velisi) zuhur edip, yine Peygamber'imizin şeriatı üzere ola. Ammâ sûreti gizli olup, hakikat âşikâr ola.
İmanın ve İslâm'ın hakikati ve namaz ve orucun hakikati, Hacc'ın hakikati ve zekâtın hakikati, sıratın ve mîzânın hakikati, cennet ve cehennemin hakikati âşikâr ola.
O vakit, Hakk Teâlâ Hazretleri vasıtasız âşikâr ola…"
(Delîl-i Büdelâ, İBB Yazmalar Ktp., Genel, nr.: K.0167, vr. 8a-9b)