Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Matlâu alâ Husûsu'l-Kilem" adlı eserinin mukaddimesinde nübüvvet ve velâyet mevzularını ele alırken, Hâtemü'l-evliyâ'nın Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'la bitiştiği ve onun velâyetiyle tahakkuk ettiği noktaya işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Haber verme bakımından nübüvvet bitmişse de, velâyet ve tasarruf bakımından devam etmektedir. Çünkü Muhammed Aleyhisselâm'dan sonra gelen veliler O'nun tasarrufunu taşımaktadırlar.
Muhammed Aleyhisselâm, onlar vasıtasıyla halk içinde tasarruf etmektedir.
Nasıl ki nübüvvet, hariçte peygamberlerden müteşekkil bir daire meydana getiriyor ve bu daire Muhammed Aleyhisselâm ile tamamlanıyorsa, velâyet de hâriçte velilerden meydana gelen bir daire teşekkül eder ve bu daire, 'Son veli' ile tamamlanır.
Hâtemü'l-evliyâ, hakikatte Hâtemü'l-enbiyâ'dan başka bir şey değildir. Yani Hâtemü'l-evliyâ, velâyet suretiyle çeşitli vücudlar aracılığı ile tasarrufuna devam etmiş ve onun nübüvveti, nasıl ki Muhammed Aleyhisselâm suretinde tamamlanmışsa, velâyeti de Son veli'de tamamlanacaktır.
Peygamber Aleyhisselâm'a nispetle diğer peygamberlerle veliler birdir. Çünkü hepsi de O'nun nübüvveti ve velâyeti dairesinin birer noktası, birer mazharıdırlar. Asıl dairenin hakikati kendisi, yani Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hakikatidir. Bundan dolayı o;
'Ümmetimin âlimleri İsrâiloğulları peygamberleri gibidirler.' demiştir. (K.Hafâ)"
(el-Matlâu Husûsu'l-Kelîm ve Meânî alâ Fusûsu'l-Hikem. "Hatmü'l-evliyâ" kitabı; s. 490-491'den naklen.)
Bu zâtların beyanlarına şaşmayın. Bunlar ya Âyet-i kerime'ye ya Hadis-i şerif'e, ya da ilhama dayanır. İşte Hadis-i şerif.
Gelen zamanın mürşid-i kâmilleri, kutuplar buraya vâristir, İsrâiloğulları peygamberlerinin vazifesini görür. Ve fakat Hâtem-i veli daha evvel yaratıldığı için onlardan hâriçtir. Bu umûmî o hususî. Onu Allah-u Teâlâ desteklediği için onun vazifesi ayrıdır. Aynı zamanda ona ulü'l-azm peygamberlerin vazifesi gördürülür. Onun ilmine de işine de akıl ermez. Niçin? Bizzat Allah tarafından idare edildiği için.
•
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri kutuplar vasıtasıyla devam eden hilâfetin, dünyanın sonu gelince Hâtemü'l-velâye ile son bulacağını ifade ederek şöyle buyurmuştur:
"Bil ki, ilâhî hilâfet dünyada onu yerine getirecek olan kimseden uzak olmaz. Çünkü dünyanın bir sonu vardır, onun içindeki her şeyin de bir sonu vardır. Onun sonunda, artık ilâhî hilâfetin bir kimsede toplanması lâzım gelecektir.
Nübüvvet'in has bir şekilde sona ermesinden sonra -ki bu şeriattır-; velilerden olan kâmiller ve kutuplarla bir hilâfet oluşur ve o da 'Hâtemü'l-velâye'de son bulur.
Velâyet mutlak ve kayıtlı olmak üzre iki kısımdır. Mutlak velâyetin mânâsı; kayıtlı olan bütün velâyet cüzlerinin 'Ferd'leştiği; yani tekleştiği küllî velâyettir. Her ikisinin de, yani küllîsinin de cüz'îsinin de zuhurunu talep ettikleri ve Enbiyâ Aleyhimüsselâm'ın dahi 'Zâhir' ismi sayesinde kendilerine verilen şeyle; velâyetle, belki nübüvvetle dahî mazhar olamadıkları bu 'Ferd' oluştur. Bütün velâyetler, onlara vâris olmaları yolu ile bu Ümmet-i Muhammed'de zuhur etmiştir.
Nitekim kâmiller: 'Falan Musa'nın kalbi üzerindedir, filân İsa'nın kalbi üzerindedir.' diye ona işaret eder. Yani o, miras yoluyla velâyeti hususunda onun mazharıdır.
Peygamber'imiz -sallallahu aleyhi ve sellem- küllî nübüvvet dairesinin sahibi olması nedeniyle, aynı zamanda küllî velâyetin de sahibidir. Çünkü bu nübüvvetin bâtını mutlak velâyettir. Dolayısıyla o, onun da sahibidir.
Bu ümmetin içinde Enbiyâ Aleyhimüsselâm'ın hepsinin velâyetini ikâme edecek bir mazhar bulunur. Dolayısıyla onun (Muhammed Aleyhisselâm'ın) velâyeti için de böyle bir mazhar bulunması uzak değildir."
(Şerh-i Mukaddimetü't-Tâiyyetü'l-Kübrâ, Bayezid, no: 3750. 215a - 215b yaprağı)
Küllî velâyet Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de olduğuna göre, o velâyet de ona intikal ettiğine göre, bu küllî velâyet de diğer peygamberlerde bulunmadığına göre, ayrılık noktası budur.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Fütûhâtü'l-Mekkiyye'sinde işaret ettiği üzere:
"İnsanların çoğu aynı zamanda onun, mutlak bir biçimde 'Hâtemü'n-nübüvve' olduğunu da bilmez."
Niçin? Doğrudan doğruya ondan intikal edip, onun vekili olduğu için.
•
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri küllî ilâhî tecellî'nin Hâtemü'l-velâye'nin hakikatine yerleştirildiğini ve her şeyin kendisinden yaratıldığı "Hâdî" ism-i şerîf'inin de bu velâyete tevdî edildiğini ifade ederek, gerçekten çok mühim bir sırrı ortaya koymuş; aslî vâroluş maddesi olan bu velâyeti vâsıtasız olarak Allah'tan aldığı için, onun Resulullah Aleyhisselâm'ın halifesi değil, doğrudan doğruya Allah'ın halifesi olduğunu beyan buyurmuştur:
"Bil ki Hâtemü'l-evliyâ, şer'î ahkâmına en güzel ve en kâmil bir yön üzere tâbî olması cihetinden ve Hatmiyyet mertebesindeki en kâmil vârisi olması yönünden; zâhirde Hâtemü'r-rüsul'ün hasenâtından bir hasene olur. Şu kadar var ki, ezelî hakikatin taayyünlerinden bir taayyün ve küllî tecellîlerden bir tecellî olduğu için, toplanıp birleşmenin kâmil mazhariyyetiyle Muhammedî Hatmî ilâhî sûretin bâtındaki taayyünü olması hasebiyle de, onun bâtındaki hasenelerinden bir hasene olur. Hâtemü'r-rüsul de bâtın velâyetinin hasenesi olan; her şeyin kendisinden yaratıldığı 'Hâdî' isminin verildiği velâyete ve Zât-ı ehadiyyet'e mazhar olmadan, risâlet makâmında bir şeriatla zuhûr edince böyle olmuştu.
Onun velâyeti bâtında Hâtemü'l-velâye'ye en şümullü, en tam şekilde mazhar olan, zâhirdeki en kâmil vârisinde zuhûr eder. Bu itibarla böylece o da, Hâtemü'r-rüsul'ün hasenâtından bir hasene olur.
Ancak, vasıtasız olarak Allah-u Teâlâ'dan alması nedeniyledir ki; o Resulullah'ın halifesi değil, bizzat Allah'ın halifesidir."
("Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî"; Nâfiz Paşa, no: 536, 500. yp.)
Neden halifesi oluyor?
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu halkettiği zaman Âdem Aleyhisselâm halkolunmamıştı. Fakirin nurunu da halkettiği zaman Âdem Aleyhisselâm halkolunmamıştı. Fakat fakirin nurunu Resulullah Aleyhisselâm'ın nurundan değil de kendi nurundan kurdu. Kendi nurundan kurduğu için, o nurdan olmadığı için...
Çünkü O onu tayin etti, ayrı bir nur verdi, sonra bu iki nurlardan nurları halketti.
İşte hilâfet buradan geliyor.
Daha doğrusu hem Allah-u Teâlâ'nın halifesi, hem de Resulullah Aleyhisselâm'ın bâtınî vârisidir. Ona da lütfetmiş, ona da lütfetmiş. Ona ayrı lütfetmiş, ona da lütfetmiş.
Aynı zamanda onun vârisi.
Resulullah Aleyhisselâm'a son derece bağlıdır, yoluna tâbidir, tâzimi büyüktür, ahkâma riâyet eder.