"Bir hânede Cenâb-ı Allah'ımızdan korkulursa, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yolunda yürünürse, kadın da efendisine itaat ederse, o hânede huzur ve saadet vardır. Evlilik karşılıklı teşekkürle yürür. Bu karşılıklı teşekkür; sevgi ve saygı olunca, o eve fitne girmez. Bu bağlılık ve bu minval üzere devam edildiği müddetçe de gelecek fitneler önlenir. Hazret-i Allah çocuğa; anne-babasına itaati, hanımada kocaya itaati emreder. O zaman bu eve fitne girmez, bağlılık, birlik ve beraberlik girer. Böyle olalım, böyle ölelim inşallah. Zaman çok acaip oldu, onun için bunlara inceden inceye dikkat edelim."
Aile; kişinin huzur bulduğu bir yuvadır.
Aile; neslin devamı için bir vesiledir.
Aile; toplumun en temel yapı taşıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O'nun kudretine delâlet eden âyet ve alâmetlerden birisi de, kendileriyle kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rûm: 21)
Yaratıcı olan Hazret-i Allah'tır. "Kendileriyle kaynaşmamız için yarattım." buyuruyor. "Aranıza sevgi ve merhamet koydum." buyuruyor.
Binaenaleyh aile fertlerine düşen bu kaynaşmayı pekiştirmek, Allah-u Teâlâ'nın koyduğu sevgi ve merhameti yaşatmak ve çoğaltmaktır.
Allah-u Teâlâ'nun koyduğunu kaldıracak iş ve hareketler, nefsanî davranışlar büyük bir vebaldir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde beşeriyetin bir asıldan en güzel bir şekilde yaratıldığını ve temenni edilen bir nimetin husulünden dolayı Allah-u Teâlâ'ya arz-ı şükranda bulunmak icabedeceğini, bu nimetten dolayı açık veya gizli olarak şirk koşulmasının aslâ caiz olamayacağını beyan buyurmaktadır:
"Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da gönlünün ısınıp huzura kavuşacağı eşini vâreden Allah'tır." (A'raf: 189)
Bu ilâhî hükme göre karı-kocalığı geçerli kılan şey aralarındaki uyum ve sükundur. Bir tek candan erkek ve dişi çeşidinin yaratılmış olmasının hikmeti de budur. Bundan dolayı erkek ve dişi birbirine nikâhlandı.
Allah-u Teâlâ kadınları başka bir cinsten değil, yine insandan yaratmıştır. İkisi de insandır. İkisi de beşerdir ve biri öbürünün tamamlayıcısıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Evlenmek benim sünnetimdir. Sünnetimle amel etmeyen kimse ümmet-i kâmilemden değildir.
Ve evleniniz. Çünkü ben (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ediciyim." (İbn-i Mâce: 1846)
Neslin devamı, ahlâkın korunması, toplumun sağlam temel üzerinde tutulması, milletin bekâsı için evlenip âile yuvası kurmak müekked sünnetlerden birisidir.
Karı-koca âilenin, âile ise cemiyetin temelini teşkil eder. Bunun içindir ki dinimiz âileye ve âilenin çekirdeği mesabesinde olan erkek ve kadın haklarına çok önem vermiş ve bu hususta son derece kuvvetli kaideler koymuştur. Çünkü bir binanın sağlam olması, temelinin sağlam olmasına bağlıdır.
•
Allah-u Teâlâ'nın yaratması hikmet tahtındadır. O dilediği gibi yaratır ve dilediğini irade buyurur.
Bir diğer Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi tanışasınız diye milletlere, kabilelere ayırdık. Çünkü Allah katında en üstün olanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır." (Hucurat: 13)
Allah-u Teâlâ yaratışını sebeplere bağlamıştır. Bu durum dünyanın insanlar için bir imtihan sahnesi olması sebebiyledir. İnsanların kendi aralarında topluluklar halinde yaşamaları, kavimlere ve milletlere ayrılmaları hepsi bir hikmete ve sebebe binaendir.
Hazret-i Allah insanoğlunu ve kâinattaki varlıkları çift çift yaratmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Erkeği ve dişiyi yaratana yemin olsun ki!" (Leyl: 3)
Allah-u Teâlâ eşsiz ve hikmet sahibi bir yaratıcı olduğuna dikkat çekmek için erkek ve dişi cinslerini yarattığına dair Zât'ına yemin etmektedir. Çünkü erkek ve dişi arasındaki bir farklılığın tesadüf eseri meydana geleceği düşünülemez. Menideki asli unsurlar da dengelidir. Aynı unsurlardan bazen erkek bazen dişi çocuk yaratmak ancak ilâhî kudretin eşsiz bir eseridir.
"Sizi çift çift yarattık." (Nebe: 8)
Ki çoğalma işi düzgün olsun ve belli süreye kadar yeryüzünde hayat devam etsin.
"İbret alasınız diye her şeyi çift çift yarattık." (Zâriyat: 49)
Bütün yaratıklar çift çifttir. Gece ve gündüz, kara ve deniz, karanlık ve aydınlık, ölüm ve hayat... gibi. Hayvanlar ve bitkiler de böyledir.
Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ ibret almaya davet etmektedir.
Allah-u Teâlâ yazının başında zikrettiğimiz Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bunda iyi düşünen bir topluluk için ibretler vardır." buyuruyor. (Rûm: 21)
Binaenaleyh eşler arasındaki muhabbet ve bağlılığın, kaynaşmanın muhafazası ilâhî iradeye ram olmaya çalışan her müslümanın vazifesidir.
Diğer taraftan aile toplumun temel yapı taşı ve direğidir. Âile'de huzurun kaybolması, âile kurumunun bozulması, toplumun da bozulmasını mucib olur. Bu tür toplumlar ayakta duramazlar, günagün yıkılmaya mahkumdurlar.
Nitekim bugün Batı toplumunun içinde bulunduğu durum buna en acı bir örnektir. Maalesef müslüman toplumlar da bu yıkıcı zehirden etkilenmektedirler.
Aile kurumu çöken, neslini devam ettirmekten aciz duruma düşen Batı ülkeleri büyük bir toplumsal çöküş yaşıyor. İslâm'a ve müslümanlara olan düşmanlıklarının bir sebebi de budur. Zira nesilleri ve düzenleri hızla kuruyor.
"Batı"da "Aile" diye bir şey kalmadı. Toplum çürüdü. Birkaç nesil sonra "Batı"da toplum diye bir şey kalmayacak.
Nüfus hızla yaşlanıyor ve azalıyor. Açığı kapatmak için göçmen nüfusa -istemedikleri halde- göz yummak zorunda kalıyorlar.
Doğum oranını artırmak için her türlü teşviği uyguluyorlar. Bir sürü paralar veriyorlar. Ancak istedikleri neticeleri alamıyorlar. Üstelik doğan çocukların en az 3'te biri belki yarısı evlilik dışı doğumla dünyaya geliyor.
Kendilerinin hazırladıkları raporları evliliklerin her geçen sene azaldığını, evlenenlerin de çocuk istemediklerini, insanların yarıya yakınının tek başına yaşadığını, az sayıdaki evliliklerde de boşanma oranlarının çok yüksek olduğunu ortaya koyuyor.
"Batı"nın geleceği, babasını bilmeyen, aile ortamında yaşamayan çocuklar olduğu gerçeğidir. Bu babasız, ailesiz çocukların yarısı kreşlerde büyüyor. Devletten alacakları çocuk yardımı ile geçinmek için evlilik dışı çocuk sahibi olan fakir kadınların sayısı ise azımsanmayacak kadar çok.
Kadın "Annelik" vasfını kaybetmiş. Geçmiş kavimlerin helâkiyetine sebep olan her türlü ahlâksızlık alenen yaşanıyor.
Türkiye ve İslâm âlemi Avrupa'dan ne görürse ithal ettiği gibi bu çöküşü de ithal ediyor. Boşanma oranları artıyor, çocuk bir külfet olarak görülmeye başlanıyor. Ahlâksızlık, zina çığ gibi artıyor.
Avrupa'nın çöküşüne ortak olmak istemiyorsak bir an evvel her türlü tedbiri almamız gerekiyor. Evlilik kurumunu yıkıcı yayınlar kat'î tedbirlerle engellenmeli, çocukları korumak için seferberlik ilan edilmelidir. Zira çocuklar topluma emanet edilemez oldu.
Topluma ve devlete düşen âile kurumunu korumak için zararlı dış etkileri ortadan kaldırmaktır. Aile fertlerine de düşen; âilenin devamı, neslin devamı, çocukların âkıbeti ve hepsinden önemlisi Allah-u Teâlâ'nın rızasının tahsili için; ailede huzur ve saadetin teminine gayret etmek ve bu hususta gerekli fedakârlığı göstermektir. Nefis ve şeytanın araya girmesini engellemek, şeytanlaşmış insanlardan ve kötü arkadaşlardan uzak durmaktır.
Binaenaleyh aile kurumunu yaşatmak, ailede huzur ve saadetin teminine gayret etmek müslümanın vazifesidir. Boşanma ve ayrılık en son çaredir, sudan sebeplerle olmaz, kul hakkıdır.
Nitekim Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın helâl kıldığı şeyler arasında, boşanma hiç sevmediği helâldir." (İbn-i Mâce: 2018)
Erkek de kadın da evine bağlı olmalıdır. Bilhassa gelişen teknolojiyi; internet, medya, televizyon, sinema gibi zamane aygıtları Hazret-i Allah'ın hoşlanmadığı boşanma kapısını çalmaktadır. Bunların yaydığı fitneler nefse hoş gelmekte fakat imanlar kaymaktadır. Haramlar işlenmekte, lüzumsuz yere vakit israf edilmektedir. Çünkü bunlar küfür basamaklarına adım atmaktır. Böylece bu fitne aletlerinden yuvalar yıkılmaktadır. Nefisler yol bulmakta, şeytan azdırmaktadır. Televizyon vesaire buna mümasil fitneler her eve girdi, bu vasıtalarla her rezalet yapılıyor. Bu yüzden uzak durulmalıdır.
Zira Cenâb-ı Hakk:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." buyurmuştur. (Tahrim: 6)
•
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri gerek eserlerinde gerek sohbetlerinde bu hususlarda bizleri tenvir etmişler, hususiyetle "Nikâh ve Evlilik" isimli eseri ile "Çocuğun İlâhî Ahkam Mucibince Terbiyesi ve Yetiştirilmesi" isimli eserlerini ümmet-i Muhammed'in istifadesine sunmuşlardır.
Bu Zât-ı âli'nin gerek kitaplarında gerek sohbetlerinde arzettikleri bu hakikatleri öz olarak sizlere arzetmeye çalışacağız.
Aile, cemiyetin temel taşı olduğu için dinimizde evliliğin, dolayısıyla da nikâhın çok mühim bir yeri vardır.
Akrabalık alâkası ile birbirlerine bağlanan fertlerin bir araya getirdiği topluluğa âile denir.
İslâm dini bu küçük topluluğa büyük önem vermiş, insanların âile kurmaları muhtelif Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle teşvik edilmiştir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O'nun kudretine delâlet eden âyet ve alâmetlerden birisi de, kendileriyle kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rum: 21)
Çünkü âile hem kişinin huzur bulduğu bir yuva, hem neslin devamı için bir vesile, hem de kişiyi günah sayılan çeşitli kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır.
"Şüphesiz ki bunda iyi düşünen bir topluluk için ibretler vardır." (Rum: 21)
Sadece ferdin düşünmesi yeterli değil, toplulukların düşünmesi gereklidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Evlenmek benim sünnetimdir. Sünnetimle amel etmeyen kimse ümmet-i kâmilemden değildir.
Ve evleniniz. Çünkü ben (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ediciyim." (İbn-i Mâce: 1846)
Evlenip âile yuvası kurmak, neslin devamına, ahlâkın korunmasına, toplumun sağlam temel üzerinde tutulmasına, milletin bekâsına vesiledir.
Dinimiz âileye ve âilenin çekirdeği mesabesinde olan erkek ve kadın haklarına çok önem vermiş ve bu hususta son derece kuvvetli kaideler koymuştur.
Evlilikle ilgili dini hükümler incelendiğinde görülecektir ki, gerek birleştikleri zaman gerek ayrılmak istedikleri zaman, her iki tarafın da menfaatları gözetilmiştir.
Erkekle kadının birbirlerine yakınlık duymaları fıtrî ve ilâhî bir lütuftur. Karı-koca birbirlerinin tamamlayıcılarıdır.
Âyet-i kerime'de:
"Onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz." buyuruluyor. (Bakara: 187)
Karı ile koca arasındaki yakınlık, elbiselerle beden arasındaki yakınlık gibidir. Birbirleri için karşılıklı birer sükunet ve huzur kaynağıdırlar.
Binaenaleyh; evlilik, Allah-u Teâlâ'nın kullarına bir nimeti, Resulullah Aleyhisselâm'ın bir sünneti, huzur ve saadet getiren gönül bağıdır.
Beşeriyet âleminin bir ahenk ve intizam dairesinde devam etmesi nikâha bağlıdır. İnsanlık silsilesinin kıyamete kadar muntazam bir surette devamı nikâh sayesinde kâbil olabilir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Dini ve ahlâkı sizi memnun eden birisi kız talep ederse onu evlendirin. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve geniş bir fesat çıkar." (Tirmizi: 1084)
İslâm dini âile yuvasını sağlam temellere oturtmak, faziletli nesiller yetişmesine zemin hazırlamak için meşru ölçüler içinde evlenmeyi hem emretmiş, hem bir takım müeyyidelerle onu câzip hale getirmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Aranızdaki bekârları ve kölelerinizden, câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin." (Nûr: 32)
Âyet-i kerime'de geçen "Eyâmâ", erkek olsun kadın olsun, bâkire olsun dul olsun, eşi olmayan her kişi mânâsındadır.
"Eğer fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir." (Nûr: 32)
Bu evliliği haklarında geçim kolaylığına vesile kılmış olur.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Allah-u Teâlâ'nın nikâh hususundaki emrine itaat edin ki, size vaad olunan zenginliğe hemen ulaşasanız." buyurmuştur.
Kızın ana-babası, yoksul diye dindar bir eşi reddetmemeli, erkeğin ana-babası da evlenme zamanı gelen çocuklarının evlenmesini ertelememelidirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kadınlarla evleniniz, zira onlar mal ve rızık ile gelirler." (Münavî)
Gelir düzeyi yeterli olmasa bile, kişi Allah-u Teâlâ'ya tam bir iman ve teslimiyetle evlenmelidir.
"Allah lütfu bol olandır, her şeyi bilendir." (Nûr: 32)
Dilediğine bolca rızık verir, kullarının ihtiyaçlarını, haklarında neyin hayırlı olduğunu hakkıyla bilir.
•
Allah-u Teâlâ evlenme imkânı bulamayan, teşebbüs ettiği halde nikâh için gerekli olan ihtiyaçları tedarik edemeyen ve yardım göremeyen kimseleri, onlara bu imkânı bahşedene kadar nefislerini haramdan korumaya dâvet etmekte ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Evlenemeyenler de, Allah lütfu ile kendilerini zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar." (Nûr: 33)
Bu gibi kimseler oruç, zikrullah, arzuyu harekete geçirecek her türlü husustan uzak kalmak gibi yolları izlemek suretiyle iffetli kalmaya gayret gösterirler.
İffetli yaşamaya çalışmalarının bir mükâfatı olarak bir gün olur nimete ve servete nail olabilirler.
İslâm dini'nin önem verdiği ve özellikle üzerinde durduğu âile birliğinin oluşması ve kurulması için en önemli şartlardan biri de "Dini Nikâh"tır.
Erkeğin kadından faydalanmasını helâl kılan evlilik sözleşmesine "Nikâh" adı verilmektedir. Şer'i usullerine ve şartlarına riayet ederek evlenmek demektir. Evlilik erkeğin kadından faydalanma mülkiyetini elde etmesi, kadının da erkekten faydalanmasını helâl kılması için Allah-u Teâlâ'nın koyduğu bir akit mânâsına da gelir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Beğendiğiniz kadınlardan (size helâl kılınanları) nikâhlayınız." (Nisâ: 3)
Bu Âyet-i kerime'de kastolunan mânâyı;
"Allah sizin için kendinizden eşler yarattı." (Nahl: 72)
Âyet-i kerime'si açıklamaktadır.
Evlilik; Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile sabittir. Kur'an-ı kerim'de bizzat ele alınmış ve esasları belirtilmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Alkame bin Kays -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hâdis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey gençler toplululuğu! İçinizden kim evlenmeye muktedirse evlensin. Çünkü evlenme gözü haramdan son derece saklayıcıdır. İffeti en iyi koruyan budur. Kim de evlenmeye gücü yetmezse oruca devam etsin. Zira oruç şehvet için kuvvetli bir kırıcıdır." (İbn-i Mâce: 1845)
Evlenmeye muktedir olmaktan maksat, evliliğin külfetleri ve yükümlülükleridir.
Nikâhın önemi o kadar büyüktür ki, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'dan zamanımıza kadar meşru kılınan ve fakat cennet-i âlâ'da da devam edecek olan ibadet, nikâh ve imandır. İmanları sebebiyle cenneti âlâ'ya girenlerin artık mal mülk gibi metâları dünyada kalmıştır. Fakat sahih nikâhla evliliklerini sürdüren mümin ve mümine eşler orada da beraberdirler.
Günümüzde kendini âlim zanneden birçok kimseler, kasıtlı olarak veya cehaletlerinin bir göstergesi olarak "Dini Nikâh"ı ve dolayısıyla dini nikâhın şartı olan "Mehir"i ortadan kaldırmışlar, bunun yerine "resmi olarak kıyılan nikâhın, dini nikâh olarak da geçtiğini" söylemişler, bu konularda açıklamalar yapmışlardır.
İslâm dini'nin şart koştuğu dini nikâhı, "hıristiyanların yaptığı bir uygulama" olarak gösteren ve bu şekilde açıklamalar ile müslümanların gönüllerine fitne tohumları ekip, ortalığı bulandırmaya çalışanlar, dini nikâhı ortadan kaldırmakla mehirin de verilmemesini sağlamışlar ve bunlara inanıp bu şekilde tatbik eden kişilerin zinâ etmelerine sebep olup, zinâkâr bir toplum, nikâhsız bir aile ve bunun sonucunda da zinâ mahsulü olarak dünyaya gelip büyüyen bir nesil oluşmasını teşvik etmişlerdir.
Nikâhı, ibadet ve taatle mükellef olup yerine getiren her müslüman; nikâhı ve nikâhın şartlarını, elzemlerini, hudutlarını, sorumluluklarını ve özellikle nikâhın şartı olan mehir konusunu bildikten sonra, şahitler huzurunda İslâmî ölçüler doğrultusundakıyabilir, mutlaka imam kıyacak diye bir kâide yoktur. Şartları belli olduğu için ona göre karşılıklı olarak akit yapılır ve ilân edilir.
Asıl olan "Nikâh"tır. Halkın arasında yerleşmiş olan "İmam Nikâhı" sözü yanlış olup, resmi nikâhla karıştırılmaması için de "Dini Nikâh" denilmiştir.
Resmi nikâh ile birlikte dini nikâhın da olması şarttır. Sadece resmi nikâh kıymak, dini nikâhın yerini doldurmaz. Çünkü dini nikâhın şartlarını oluşturan bazı sebepler vardır ki bu sebepler ortaya konulmadan yapıldığı zannedilen bir nikâh, nikâh yerine geçmez. Hatta, dini nikâh yapıldığını sanan birçok kişi dini nikâhın şartı olan mehiri konuşmadığı, anlaşma yapılmadığı için yine nikâhsız yaşamaktadırlar. Dini nikâh bu kadar önemli olduğu halde, bunu engellemek, fitneler çıkarmak, mânevi yaşayışa önem veren İslâm âleminin çekirdeğini ve temelini oluşturan âile müessesesinin zedelenmesine, yıkılmaya müsait olmasına, mânevi duygulardan yoksun yetiştirilmesine zemin hazırlamaktır.
Resmi nikâhın yeri ayrı, dini nikâhın yeri ayrıdır. Her ikisi de elzem, her ikisi de gereklidir. Birini yapmamak dünya hayatı için zorluk ise, diğerini de yapmamak ahiret hayatı için bir rüsvaylıktır.
İslâm hukuku kitaplarında "Nikâh ve Evlilik" ile "Talâk" konuları ayrı birer bölüm olarak ele alınmaktadır. Bu kadar elzem olan bu konuları hiçe saymak, "Yoktur!" demek, İslâm hukukunun bölümlerini ortadan kaldırmaktır.
"Nikâh ve Evlilik" dini bir konu olup kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'ler olduğu için aynı zamanda ibadetler içinde de değerlendirilir. Bu kaynaklar evlilik müessesesinin hudutlarını belirleyip, bireylerin karşılıklı olarak sorumluluklarını ve mükellefiyetlerini oluşturur.
Bu konuda yapılan tartışmalara son noktayı koyup, "Dini Nikâh"ın ve "Mehir"in önemini, şartlarını, elzemliğini, mehirin konuşulmadığı veya verilmediği takdirde dini nikâhın geçersiz olduğu, tekrar edilip, usulüne ve şartlarına uygun bir şekilde kıyılmasının gerekliliği Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında açıklanıp izâhları yapılmış ve ümmet-i Muhammed'in istifadesine sunulmuştur.
Mehrin nikâh için şart olması, Allah-u Teâlâ'nın kelâmı olan Kur'an-ı kerim'de yer almış olmasından ve emr-i ilâhi olmasından ileri gelir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Nikâhınıza aldığınız kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin." (Nisâ: 4)
Mutlaka uygun bir mehirle onlarla evleniniz, birbirinize bağlılığınızın ve muhabbetinizin nişânesi, Allah-u Teâlâ'dan bir hediye olmak üzere mehirlerini veriniz. Hem de cömertlik ve el açıklığı ile seve seve veriniz.
Buradaki emir vücûb içindir, mehrin vâcip olduğuna delâlet eder.
"Bununla beraber eğer mehirlerin bir kısmını kendiliklerinden gönül hoşnutluğu ile size bağışlarlarsa, onu âfiyetle yiyin." (Nisâ: 4)
Mehirin kadınların ellerine teslim edilmesi gerekir. Zira mehir kadının şahsi malıdır, onu dilediği gibi tasarruf eder, kimse karışamaz, kimse icbar edemez, kocası ondan faydalanamaz. Fakat kadın arzu ederse, mehirinin tamamını veya bir kısmını, kadını buna mecbur bırakması sebebiyle değil de gönül rızâsı ile kocasına hibe edebilir. Bu hibenin gönül hoşluğu ile olması şarttır. O da onu alır, temiz ve helâl olarak dilediği işinde tasarruf eder.
(Geniş bilgi için Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Kalblerin Anahtarı" külliyatından "İslâm İlmihâli" ve "Nikâh ve Evlilik" isimli eserlerine bakılabilir.)
Hayır geçmez!
Belediye nikâhı olarak anılan resmi nikâh Türk Medeni Kanunları'na göre yapılması zorunluluktur.
İslâm'ın meşru kıldığı "Dini Nikâh" da ilâhi kanuna göre mecburidir. Çünkü dini nikâh İslâm dininin esasındandır. Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları muhafaza etmek, ilâhi hükümlerden istifade etmek ve hayatını bu istikamette tanzim etmek içindir. Bu ilâhi bir hükümdür. Bu da inanıp iman edenlere göredir. İman etmeyenlere dini nikâh zaten şamil değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bu hükümler Allah'ın hudutlarıdır. Kim Allah'ın hudutlarını aşarsa kendine yazık etmiş olur." (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ kullarını dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için hudutlarla çevirmiştir. Bu hudutlar İslâm kanunlarıdır. Allah-u Teâlâ'nın kanun-u ilâhi'sidir.
Bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu muhafaza edenler...
İşte bu müminleri müjdele." (Tevbe: 112)
Bu hudutları muhafaza edenlere Allah-u Teâlâ'nın vaad-i Sübhani'si ve tebşirat-ı İlâhî'si vardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." buyuruyor. (En'âm: 153)
İslâm'ın şiarı olan nikâhta şahitlerin müslüman, akıllı, büluğa ermiş olması, iki erkek veya bir erkek ve iki kadının şahitliği ile akdolunması, muvakkat ve gizli olmaması, mehrin ise nikâhtan önce veya kıyılırken, ya da belirli bir zamanda ödenmek şartıyla verilmesi gerekmektedir. Amma İslâm'dan habersiz olana biz ne diyelim?
Bu hakikati bilmeyenlerin yanında İslâm dini âdet olmuş, Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve yasakları bilinmediğinden ilâhi hükümler âdet mesabesinde anlaşılıyor.
•
"Kelime-i şehadet", "Namaz", "Zekât", "Oruç" ve "Hacc" İslâm'ın şartlarındandır. Şartlar yok olursa, dinin safiyeti bozulur. Değil İslâm'ın bozulması, zevaline bile engel olacak yegâne tedbir; İslâm'ın emrettiği şartlara uygun bir nikâhtır. Zira bu dine sahip çıkacak, gerektiği zaman fisebilillâh cihad edecek nesil, bu nikâh mahsulü olacaktır. Bu sebepledir ki nikâhın dinimizde çok büyük önemi vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O'nun kudretine delâlet eden âyet ve alâmetlerden birisi de, kendileriyle kaynaşmanız için, kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rûm: 21)
Nikâh; şer'i usullerine ve şartlarına riayet ederek evlenmek demektir. Dinimiz nikâhı helâl, sifahı (zinâyı) şiddetle haram kılmıştır. Nikâhın gayesi sağlam bir aile hayatı kurmak ve temiz bir nesil yetiştirmektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde evliliği teşvik buyurmuşlardır:
"Evleniniz, çok olunuz. Zira ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla geçmiş ümmetler üzerine iftihar ederim." (Ebu Dâvud)
Nikâhın önemi o kadar büyüktür ki, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'dan zamanımıza kadar meşru kılınan ve fakat cennet-i âlâ'da da devam edecek olan ibadet nikâh ve imandır.
İmanları sebebiyle cennet-i âlâ'ya girenlerin artık mal mülk gibi metaları dünyada kalmıştır. Fakat sahih nikâhla evliliklerini sürdüren mümin ve mümine eşler orada da beraberdirler.
Bir evde huzur yoksa, o ev çökmeye mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız." (Nahl: 97)
Cenâb-ı Hakk dilerse sâlih kulunu yaşatır. Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu iman edip sâlih amel işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir. Şu halde inanan ona göre çalışsın.
Size hayatın tadından haber verelim mi?
Hayatın en tatlısı, Hazret-i Allah kime ki kendisine ibadet etme aşkını, kulluk lütfunu vermişse, o hayatta en bahtiyar insandır.
Zevk, safâ, rahat istiyorsak Allah'ımıza çok ibadet edelim. İbadetin hedefi maksadı olmayacak. Dünya için olmadığı gibi, cennet arzusu ile de olmayacak. Yalnız O'nun için olacak. O dilerse yerde bulundurur, isterse gökte bulundurur.
Allah'ımız yalnız kendisi için ibadet etmek ve cemâl-i bâkemâli ile müşerref olmak devletini, kendisi ile beraber olmak şerefini cümlemize ihsan buyursun.
Bu; "Çok güzel bir hayat" nedir?
O'nunla olmak. O'nunla olursan sana huzur verir. Huzurla yaşadığın zaman kuru ekmek dahi sana tatlı gelir. Huzursuzsan para, yemek seni doyurmaz. Huzur doyurur. O huzur da ancak O'ndan gelir. Bugün huzur hacıda yok, hocada yok, zenginde yok, fakirde yok, dervişte yok.
İnsan huzuru kendi içinde bulacak ki, evine huzur verebilsin. Bu ise Hazret-i Allah'a samimi yönelmekle olur. Aşk ile ibadetle olur. Herkes uyurken, sen uyanık ol, herkes gülerken sen ağla. Zikirle fikirle meşgul olmak lâzım ki şeytan oyun oynamasın, vesvese vermesin.
Bu merbudiyetle Cenâb-ı Hakk o kuluna huzur verir. Kuru ekmeği de olsa şükreder. Ubudiyete ihlâsla devam ederse huşuyu da verir. Maiyetine alır, kurbiyyet husule gelir. Bunlar hep ilâhi lütuftur. Biz orada olmadığımızdan huzuru bulamıyoruz. Herkes yaşayayım diyor. Nefsini yaşıyor, ruhun ne olduğu belli değil.
İnsanın hayatta en çok ihtiyacı olduğu şey huzurdur. Huzursuz ibadet olmaz, huzursuz hayat olmaz, huzursuz yemek olmaz. Fakat bu huzuru da ancak dilediğine bahşediyor. Gerçekten gece ibadetini gönülle yapana ilk ihsanı, ikramı o oluyor. Huzurdan sonra huşu, huşudan sonra maiyyet, maiyyetten sonra kurbiyyet lâzım ki, gerçekten Hakk'ı bilmiş ve varmış olsun.
Amma huzuru elde edemeyen insan, huşuyu nasıl elde edecek? Maiyyete, kurbiyete nasıl varacak? Buna imkân yok.
Hazret-i Allah bir kula lütfuyla tecelli ederse.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)
İnsanın bunu kavraması mümkün değil. Niçin? Cehaletinden.
Niçin? Allah-u Teâlâ'ya yakın olmadığından.
Bütün iyilikler Allah'tan gelir derken, bir kere o huzuru kazanmak için sermaye O'ndan gelir. O sermaye ile sen O'na samimi bir şekilde yöneleceksin, aşk ile ibadet edeceksin. Bu aşk ile ibadet nasıl olur? Herkes uyurken sen uyanık ol, herkes gülerken sen ağla. Bu şekilde merbudiyet O'na olsun. Bu merbudiyet O'na olunca; "Bu kul benim!" der, ilk olarak ihsanı huzur olur. Ve o kul huzur bulur. Kuru ekmeği dahi olsa O'na şükreder, hiç başka bir şey aramaz. Bu kul ubudiyetine devam eder. Huzurdan sonra ona huşu ihsan eder. Daha derine dalar. Mahiyetinde bulundurur. Çok daha ilerlerse kurbiyet husule gelir. İşte bunlar ilâhi lütfundan başka bir şey değildir. Ancak Allah-u Teâlâ'nın lütfu olacak ki, bunlar olacak. Bir kulun bunlara ermesi mümkün değil. Huzuru kimse bulamıyor, huşuyu nasıl bulsun?
Şimdi herkes "Yaşayayım!" diyor. O kadar! Ama ruhu mu yaşıyor, nefsi mi yaşıyor o belli değil. Bu dediklerimiz ruhu yaşayan insanlara ait.
Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Bir kulum benim zikrimle meşgul olmasından dolayı kendi ihtiyaçlarının talebini unutursa ben o kuluma kendisi istemezden önce in'am ve ihsan ederim." (Tirmizî)
Sen, sen ol, O'nunla ol! Zira nefis perde olmak ister. Rabb'im şerrinden korusun.
Onun için şu duâyı çok sık yaparız:
"Allah'ım gözümü açıp kapayıncaya kadarki mesafede beni nefsime, şeytana, şeytanlaşmış insanlara bırakma. Lütfettiğin güzel nimetleri benden alma. Af ve afiyetini diliyorum. Beni lütuf rızândan ayırma."
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Yarışanlar bunun için yarışsınlar, (imrenenler buna imrensinler)." (Mutaffifîn: 26)
Yarışanlar rıza için yarışsın. Fakat dünya zevkini isteyen onu arasın. Hakk'ı isteyen Hakk'a kavuşsun. Fakat dünyada aradığınız hepsi burada.
Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki, dünyadan el etek çekmek esas değildir, Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanmaları gerekir. O ziynetlerin, o temiz yiyeceklerin başlıcası müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere kavuşamayacakları gibi birçok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İman edip sâlih ameller işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onları yaptıklarının daha güzeli ile mükâfatlandırırız." (Ankebût: 7)
Şu halde en büyük dostun Allah. O'nunla olacaksın. Yaratıyor, yaşatıyor, donatıyor.
Ben kendimi yaranın kabuğu kadar görüyorum, ama siz yalnız bunun ismini işitiyorsunuz. Allah-u Teâlâ bize cismini gösteriyor. Bir yaranın kabuğunun ne hükmü var? Hiç. Atılır. Hepsi O'nun, O'ndan. Senin ne hükmün var? Madem ki yaranın kabuğunun hükmü yok, senin de hükmün yok. Hüküm O'nun. Bunu benimsemek lâzım.
Evlilikten maksat; Allah-u Teâlâ'nın karı ve koca arasında yaratmış olduğu meyil ve muhabbet nimetine şükredip, şefkat ve merhamet duyguları ile birbirlerini tamamlamak, tatmin etmek ve güzel nesil yetiştirmektir. Bunun için de karşılıklı sadâkat ve itimadın, saygı ve sevginin bulunması ve devam etmesi zaruridir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kadınlarınızla iyi geçinin." (Nisâ: 19)
Muâşeret, eşler arasında husule gelen beraberlik ve sevgidir. Eşler arasındaki hukukun aslını birbirleriyle iyi geçim teşkil eder. İslâm dini kadınlara iyi muâmelede bulunmayı emretmiştir.
Kocaların kadınlarına lütufkâr davranması, yumuşaklıkla muamele etmesi ve sevgisini araması esastır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."(Teğâbün: 14)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Senin için yeknesâk bir şekilde doğrulmaz.
Ondan istifade etmek istersen kendisinde eğrilik olduğu halde istifade edersin, doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kadının kırılması boşanmasıdır." (Müslim: 1468)
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Kadın eğe kemiği gibidir. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Bulunduğu halde bırakırsan eğriliğine rağmen ondan faydalanabilirsin." (Tirmizî)
O yüzden insan ahkâm-ı İlâhi'ye muğayir iş yapmayacak. Hudud-u İlâhi dahilinde olacak.
Kadında eğrilik fıtrîdir, özünde tevarüs edegelen bir şey gibidir. Eğriliklerini doğrultmaya imkân yoktur. Kadını ne pahasına olursa olsun doğrultmaya çalışan onu mutlaka kırar.
Erkek hiçbir zaman kadından müstağnî kalamayacağı cihetle geçinmenin çaresini bulmak ve sabırlı olmak ona düşen bir vazifedir. Onlarla güzel geçinmenin esası; tahammül, anlayış ve iyi davranıştır.
İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri buyururlar ki:
"Kocanın karısı ile iyi geçinmesi, ona karşı güzel ahlâkla muamelede bulunması, kadının hakkıdır. Güzel ahlâktan murad, kadına ezâ-cefâ etmemek değil, onun ezâsına tahammül göstermektir. Resulullah Aleyhisselâm'ın yolundan giderek kadının taşkınlık ve gazabına karşı halim selim davranmaktır."
Bu itibarla insan, kadından ev ve âile düzeniyle ilgili maksatları tam olarak elde etmek isterse, o takdirde mutlaka önemsiz bazı şeyleri görmemezlikten gelmesi, öfkesini tutması gerekir.
"Eğer onlardan hoşlanmazsanız, umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şeye Allah birçok hayırlar koymuş olabilir." (Nisâ: 19)
Onlardan hoşlanmıyorsanız, sırf nefisleriniz onlardan hoşlanmıyor diye ayrılmaya kalkışmayın. Hoşlanmamanıza rağmen katlanın. Belki sizin hoşlanmadığınız bir durumda, sevdiğinizde bulamayacağınız birçok hayır bulabilirsiniz. Aranızda güzel bir ülfet ve muhabbet tecellî eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Mümin bir erkek mümin bir kadına, hoşuna gitmeyen bir huyundan dolayı buğzetmesin. Eğer onun bir huyundan hoşlanmıyorsa, başka bir huyundan hoşlanabilir." (Müslim)
Çoğu zaman aynı kadında hoşuna gidebilecek başka huylar mutlaka bulunur.
İslâm dininde âile dirliği erkeğin hâkimiyetine dayandığı için kocanın hakları büyüktür.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kadın için hakkına en çok riâyet edilmesi gereken kimse kocasıdır. Erkek için en büyük hak sahibi de anasıdır." (C. Sâğir: 1186)
Kadın kocasıyla iyi geçinmeli, güzel davranışlarda bulunmalı, eziyet etmemelidir.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kadın, dünyadaki kocasına eziyet ederken, kocanın cennetteki hurilerden karısı 'Kocana eziyet etme. Allah canını alsın. Zira o senin yanında kısa bir zaman için bulunmaktadır. Yakında senden ayrılıp bize gelebilir.' der." (Tirmizî)
Güzel geçinmek erkek üzerine vâcip olduğu gibi, kadına da vâciptir.
Şu kadar var ki, eşler arasında sadakât ve itimat bağları çözülür, küçük ya da büyük anlaşmazlıklar, geçimsizlikler çıkabilir. Âile hayatı endişeli bir duruma gelir, beraber yaşamaları imkânsızlaşır. Onları bu sıkıntıdan kurtaracak ve selâmete çıkaracak hukukî bir imkân aranır. İşte bu hâl, meydana gelen huzursuzluğun giderilmesi için evliliğe son verecek bir boşanmanın meşru kılınmasını gerektirir.
İslâm dini prensip olarak evliliğin çözülmesini hoş karşılamaz ise de, zaruret zamanında son çare olarak boşanmayı mübah kılmıştır. Allah-u Teâlâ, evlilik hayatı çekilmez bir hâl aldığında, müminlere yolların en güzeline girmelerini, meşru bir boşama yapmalarını emretmektedir. Çünkü bu durumda karı ve kocayı zorla birbirine bağlı tutmak imkânı yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır." buyurmaktadır. (Teğabün: 14)
Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime'nin şümulüne girmektedir.
Kimi eşler vardır ki kocalarının, kimi çocuklar da vardır ki babalarının düşmanıdırlar. Bu düşmanlık onları sâlih amellerden alıkoymak mânâsınadır. İbâdet ve taatten meşgul ederler. Haram kazanca ve günah olan işlere sevk ederek büyük mesuliyetlere maruz bırakabilirler.
Bu düşmanlık eşleri boşamaya kadar götürebilir, böyle bir durumda nikâhın devamı büyük zararlara yol açar.
Şöyle ki;
Aralarında müthiş bir husumet ve geçimsizlik bulunduğu halde erkek karısının nafakasını ödemeye, kadın da erkeğin nikâhı altında hapsedilmeye zorlanırsa, nikâhın devam ettirilmesinde taraflar için bir fayda düşünülemez. Aksi halde daha büyük tehlikeler doğabilir, hatta cinayetlere ve intiharlara kadar götürebilir.
Bu mahzurları dikkate alan İslâm, gerektiğinde evliliğin sona erdirilmesi kapısını aralamış, nikâh haklarına riâyet edilmediği ve tarafların tamiri güç anlaşmazlıklara düştüğü durum gibi sebepler karşısında boşanmayı meşru kılmıştır. Boşanmanın hiçbir zaman sebepsiz olmadığı bir gerçektir.
Buna rağmen boşanma ictimâi bir yaradır. Çocukların sahipsiz kalmasına, fertler ve âileler arasına huzursuzlukların, düşmanlıkların girmesine sebep olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz boşanmayı tavsiye etmemiş ve bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın helâl kıldığı şeyler arasında, boşanma hiç sevmediği helâldir." (İbn-i Mâce: 2018)
Boşanmanın şer'î hükümleri değişiktir. Bazen kadını boşamak vâcip, bazen müstehap, bazı durumlarda da mübah olur. Allah-u Teâlâ dinen vâcip veya müstehap, ya da mübah kılınan bir şeye buğzetmez. Haram veya mekruh olan şeye buğzeder. Allah-u Teâlâ'nın buğzettiği boşama, mekruh olan yani sebepsiz yere yapılan boşamadır.
Böyle bir boşama evliliğin yararlarını giderir, üzüntülere yol açar. Aynı zamanda küfrân-ı nimettir.
Başta çocuklar olmak üzere talâk çeşitli zararlara yol açabilir.
"İki şerden ehven olanı tercih edilir." kaidesi ile amel edilerek daha büyük ve daha ağır zararları kaldırmak uğruna daha hafif olanlarına katlanılır.
Aile hayatının devam edebilmesi için karşılıklı hoşgörü çerçevesinde ve sabır, sükût ilkesinde birçok meseleler halledilebilir ve üstesinden gelinebilir.
Ufak sebeplerden dolayı aile yuvasını yıkmak, şer'î hükümleri bilmeden, cahilce dil alışkanlığı yaparak boşamak ve hatta üç talâk hakkını kullanıp evlilik müessesini kökünden yıkıp, çocuklarının anne ve baba şefkati olmadan büyümesine sebep olmak hoş karşılanmayan bir durumdur. Kul hakkına girer.
Zâlimin zulmü varsa mazlumun Allah'ı var. Allah'ın gücü her gücün üzerindedir. İşte insan bunu kavrayamıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Onların ırzlarını Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile kendinize helâl kıldınız." (İbn-i Mâce: 3074)
Binaenaleyh iki günlük hayat, tatlı geçerse güzel olur. Bu tatlı hayat da huzur ile mümkün olur. Bu arada birçok şeyleri görmemek lâzımdır.
Seyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Şüphesiz ki kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Senin için yeknesâk bir şekilde doğrulmaz.
Ondan istifade etmek istersen kendisinde eğrilik olduğu halde istifade edersin, doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kadının kırılması boşanmasıdır." (Müslim: 1468)
Ahkâma muğair olmayan, hudud dahilindeki hususlarda idare etmek lâzımdır.
Halife Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çok celâlli bir zât-ı âliydi, şeytan bile korkardı.
Hanımından sıkılmış ve bunalmış olan bir zât bir gün Halife'ye giderek hanımını şikâyet etmek ister, fakat daha Halife'nin yanına girmeden Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in hanımının kendisiyle çekiştiğini duyar ve "Ben kimi kime şikâyet ediyorum" diyerek geri döner.
Tam dönerken Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz önüne çıkar. "Niye geldiğini" sorar, o da: "Ben hanımımdan bizar kalmış, bunalmış ve onun için şikâyete gelmiştim. Fakat sizin hanımınızın size söylediği sözleri duydum, benim hanım bu kadar ileri gitmiyor, kimi kime şikâyet edeceğim diye dönüyorum" der.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Benim hanımım evimi muhafaza eder, çorbamı pişirir, çocuklarıma bakar, cehennemde bana perdedir. Bu yaptığı hareket ahkâm dairesindedir. Onun haricinde olsa ben onu yok ederim." buyurarak "Senin hanımın bunları yapıyor mu?" diye sorar.
"Yapıyor!" cevabını alınca;
"Daha ne istiyorsun?" diyerek o zâtı gönderir.
Şu halde çok dikkat etmek lâzım, çok dikkat etmek lâzım.
Hülasâ-i kelâm; şer'î hudutlar tamamsa diğer hususlar eğriyse eğriliğiyle idare etmemiz lâzım.
Karı kocanın birbirine sevgi ve saygı göstermesi lâzım.
Erkek eşini haksız yere sövüp dövmemeli, onun emanet olduğunu bilmeli, her ihtiyacını temin etmeli, kaba, haşin olmamalı, şefkat ve merhametle muamele etmelidir.
Bunu yaparken de kadını başının üstüne oturtmamalı, kalbinin içine sokmamalıdır. Lâtif ve sessiz bir idareyle idare etmelidir.
Bir hanımda şu düşünce olacak:
"Ben evdeyim, eşim de çalışıyor, çabalıyor bana getiriyor."
Her getirdiğine teşekkür etmesi lâzım.
"Efendi! Allah râzı olsun, çalışıyorsun, getiriyorsun ben oturuyorum ve yiyorum" diyecek.
Haliyle müteşekkir olacak.
Erkek de şöyle düşünecek:
"Ben dışardayım geziyorum, çalışıyorum, o benim taht-ı nikâhımda duruyor."
Bir su getirse dahi hanımına; "Allah râzı olsun, teşekkür ederim" demesi lâzım.
Bu karşılıklı teşekkür; sevgi ve saygı olunca, o eve fitne girmez. Bu bağlılık ve bu minval üzere devam edildiği müddetçe de gelecek fitneler önlenir.
Hazret-i Allah çocuğa; anne-babasına itaati, hanımada kocaya itaati emreder.
O zaman bu eve fitne girmez, bağlılık, birlik ve beraberlik girer. Böyle olalım, böyle ölelim inşallah. Zaman çok acaip oldu, onun için bunlara inceden inceye dikkat edelim.
Kadın da itaatkâr olmalıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İyi kadınlar itaatkâr olanlardır." (Nisâ: 34)
İtaatkâr olmak, kadının en mühim vasfı olduğu gibi, en mühim vazifelerinden birisidir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Eğer bir kimsenin ötekine secde etmesini emredecek olsaydım, kocası üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim." (Tirmizî: 1159)
Allah-u Teâlâ âilede erkeğin reisliğini esas kılmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Erkekler kadınlar üzerine idareci, hâkimdirler. Çünkü Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından kadınlara harcamaktadırlar." (Nisâ: 34)
Erkeklerin, kadınların üzerine hâkim olmalarının birinci sebebi fıtrîdir. Allah-u Teâlâ yaratılıştan erkeklere güç ve kuvvet vermiş, büyük güçlükler karşısında onları sabırlı ve mütehammil kılmıştır.
İkinci sebebi ise kesbîdir, yani kazançla ilgilidir. Erkekler kazanç sağlamak hususunda kadınlardan daha güçlüdürler. Bu sebepledir ki hanımı evin işini görürken, onun geçimini sağlamak erkeğin vazifesi olmuştur.
Âile yuvasının sağlam, uzun ömürlü ve mesut olmasında en az erkek kadar kadının da payı büyüktür. Kadına, erkekten çok farklı hususiyetler ihsan edilmiştir. Hamile kalması, çocuğunu doğurması, emzirip doyurması, büyütüp yetiştirmesi ve terbiye edip hayırlı bir insan yetiştirmesi, kısacası ana olması, onun sahip olduğu faziletlerin başında gelir.
Erkeğin kadın üzerindeki bu hâkimiyetini, zâlim bir insanın çaresiz bir insan karşısında dilediği gibi hükmedebilmesi için Allah-u Teâlâ tarafından bir ruhsat olarak değerlendirmek aslâ mümkün değildir. Zira İslâm, hiç kimsenin hiç kimseye zulüm ile hükmetmesine ruhsat vermemiştir.
Kadın yuvasını sevmeli, kanaatkâr olmalı, israftan kaçınmalı, kocasına karşı daima saygılı olmalı, her işte onun rızâsını kazanıp gönlünü hoş etmeye çalışmalı, yapacağı bütün işlerinde onunla istişare etmeli, kendinden evvel kocasını düşünmeli, hakkında iyilikten başka söz söylememeli, ilâhî hükümlere aykırı olmayan meşru bütün hallerde kocasına mutlak surette itaat etmelidir.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kocası kendisinden râzı olduğu halde bir kadın vefat ederse cennete dâhil olur." (Tirmizî: 1161)
Boşanmayı gerektiren aşırı geçimsizlik gibi bir durum bulunmadığı halde bir kadının, kocasından kendisini boşama teklifinde bulunması haramdır.
Sevbân -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Kocasından (boşanmayı gerektiren) çetin bir durum (bir zaruret) olmadan boşanmayı isteyen kadına cennet kokusu haramdır." (İbn-i Mâce: 2055)
Bu Hadis-i şerif'te çok büyük bir tehdit mânâsı vardır.
Ailenin huzurunda karı-koca arasındaki ahenk çok mühimdir. Çocuğun haylazlaşmasına, sapıtıp yozlaşmasına sebep olan hususlardan biri de ana-baba arasında devam edegelen aşırı geçimsizliktir.
Çocukların iyi yetişmelerinin en önemli kaynaklarından birisi de hiç şüphesiz ki anne-babanın şefkâtli davranışı, sıcak ilgisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Bir tatlı dil, bir de af!" buyuruyor. (Bakara: 263)
Çocuklara yapılacak aşırı baskı, onların eğitimlerini ve terbiyelerini menfi yönde etkiler. Ancak çocuğa baskı yapmayalım derken, tamamen de serbest bırakmamak gerekir.
Allah-u Teâlâ Uhud savaşında kusur edenlere karşı Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yumuşak davranmasını övmüştür:
"Allah'ın rahmeti sayesindedir ki, onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi." (Âl-i imrân: 159)
Bu yüksek ahlâkın en güzel numunesi Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Şahs-ı âlilerine yapılan bütün hakaret ve kusurları daima affetmişler, ceza ve intikâm yoluna gitmemişlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de de:
"Kusurlarını affetsinler, aldırmasınlar. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz?" buyuruluyor. (Nur: 22)
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Yazıklar olsun o kimseye ki bir mümine gadab eder, Allah'ın gadabını düşünmez." (Münâvi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz günün belli saatlerinde en az iki defa hanımlarını ziyarete vakit ayırırdı. Bu ziyaretler sırasında onların gönüllerini alıcı hitaplarda bulunur, dert ve şikâyetlerini dinler, yerine göre morallerini takviye eder, ev işlerinde onlara yardımcı olurdu.
Eve girişte içeridekilere mutlaka selâm verirdi. Geceleyin geldiği takdirde uyuyanı uyandırmayacak, fakat uyanık olanın duyacağı bir tarzda içeridekileri selâmlardı. (Müslim: 2055)
Ümmül-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre hanımları ile başbaşa kaldığında insanların en yumuşağı, tebessümde en ileri olanı idi.
Ziyaretleri sırasında oruçlu olsa bile hanımlarını öper, hâl-hatırlarını sorardı. (Müslim: 1106)
Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Onların ırzlarını Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile kendinize helâl kıldınız." (İbn-i Mâce: 3074)
Emanet olduğu bilinirse hayat tatlı, güzel olur. Bu da huzurla mümkündür.
Buhârî'de geçen şu Hadis-i şerif Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri'nin ilim ve hikmetinin, fazilet ve nezafetinin bir göstergesidir.
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün Ebu Derdâ -radiyallahu anh- Hazretleri'ni ziyarete geldiğinde onu evde bulamadı. Kapıyı açan eşinin eski püskü bir elbise içinde olduğunu gördü, durumunu sorunca; "Kardeşin Ebu Derdâ dünya ile ilişkisini kesti. Gündüzleri nafile oruç, geceleri de nafile namaz kılmaktan ne kendisine, ne de eve ve ailesine bakmaya vakti yok." dedi.
Bu sırada Ebu Derdâ -radiyallahu anh- geldi, selâm verdi ve kardeşini eve buyur etti ve eşine yemek hazırlamasını söyledi.
Yemek hazırlandı ve ortaya bir sofra konuldu. Ebu Derdâ -radiyallahu anh- kardeşi Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-i yemeğe buyur etti. Beraberce oturdular.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh- "Ben oruçluyum, sen buyur ye!" deyince, Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- de "Sen yemedikçe ben de yemeyeceğim!" dedi.
Bu sözden sonra Ebu Derdâ -radiyallahu anh- nafile orucunu bozdu ve beraberce yemeklerini yediler.
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- o gece orada misafir kaldı.
Gecenin bir kısmı geçince Ebu Derdâ -radiyallahu anh- geceyi ibadetle geçirmek için kalktı, Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- ona engel oldu.
Yatağa uzanıp gözlerini yumdu ve uyur gibi yaptı. Ebu Derdâ -radiyallahu anh- hemen yatağından fırladı ve namaz için hazırlığa başladığı sırada Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- cübbesinin eteklerini kavradı ve "Uyu ey kardeş!" diyerek, tekrar yatmasını söyledi.
Gece boyunca bu hâl üç defa tekrarlandı. Seher vaktine doğru Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- kardeşi Ebu Derdâ -radiyallahu anh-i kaldırdı ve "Ey kardeşim kalk, şimdi istediğin kadar namaz kıl, gönlün doyuncaya kadar Rabb'ini zikret" dedi.
Beraberce gece namazlarını kıldıktan sonra Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- şöyle buyurdular:
"Ey Ebu Derdâ; Rabb'inin sende hakkı var, âilenin sende hakkı var, bedeninin sende hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver. Devamlı oruç tutma; bazen oruç tut, bazen ye. Gecenin bir kısmını uyu, bir kısmında kalk ibadet et. Hanımınla da ilgilen."
Sabah namazı vakti gelince birlikte mescide gittiler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz namazı kıldırdı. Ebu Derdâ -radiyallahu anh- kalkıp Efendimiz'in huzuruna gitti ve Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-in söylediklerini haber verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tatlı bir tebessümle şöyle buyurdular:
"Selmân doğru söylüyor!" (Buhârî)
İnsanlar arasına kin ve düşmanlık sokan, karı-kocanın arasını açan, kardeşi kardeşten soğutan hep şeytandır. Çünkü Âdem Aleyhisselâm'a secde etmekten kaçındığı günden beri ona ve soyuna düşmandır. Onun düşmanlığı ayan beyandır.
Bunun içindir ki kişinin müslüman kardeşine sert sözler söylemesi yasaklanmıştır. Çünkü gelişigüzel söylenip kaba ve katı bir üslupla karşılık verilen sözlerle, şeytan aralarına girer ve ahengi bozar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İnanan kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister.
Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır." (İsrâ: 53)
Dil hatalarını araştırır ki, onunla kişi ve kardeşi arasında düşmanlık ve kin meydana getirsin.
Seyyid-i Kainat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'e buyurdular ki:
"Yâ Ali! Sen Hazret-i Allah'ı sever misin?"
"Severim yâ Resulellah!"
"Beni sever misin?"
"Severim yâ Resulellah!"
"Peki Fatıma'yı sever misin?"
"Severim yâ Resulellah!"
"Hasan ile Hüseyin'i sever misin?"
"Severim yâ Resulellah!"
Bunlar hepsi sevilecek şeyler, fakat;
"Yâ Ali! Bir kalbin var. Dört sevgiyi nereye sığdırdın?"
İlmin kapısı olan Hazret-i Ali Efendimiz durdu, cevap veremedi.
Hadis-i şerif'te:
"Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlmi isteyen kapısına müracaat etsin." (Tirmizî)
Buyurulmasına rağmen Seyyid-i Kainat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu suâline cevap veremedi. Utandı ve hane-i saadetine döndü.
Şimdi burada onların yaşayışını size anlatmaya çalışıyorum. Onlar nerede, biz nerede?
Hazret-i Fatıma -radiyallahu anhâ- annem buyurdu ki:
"Yâ Ali! Seni çok üzülmüş görüyorum. Eğer dünya içinse bize yakışmaz, ahiret içinse söyle, derdini paylaşayım."
"Yâ Fatıma! Resulullah Efendimiz bir suâl sordu, ben bunun cevabını veremedim. Onun üzüntüsünü yaşıyorum."
"Nedir?"
Anlattı.
"Ah! O pek kolay yâ Ali!" buyurdular.
Çünkü o Resulullah Aleyhisselâm'ın ağacının dalından husule gelmiş. O ilmin kapısı olan Hazret-i Ali Efendimiz bu sefer daha da hayret etti.
"Zira kalbin altı ciheti vardır. Hazret-i Allah'ı sever misin deyince, ruhumla severim."
Demek ki o hale ermiş. Şimdi burada herkesin durumunu da anlatmaya çalışıyorum, kimin nelere erdiğini.
"Beni sever misin deyince, imanımla severim.
Fatıma'yı sever misin deyince, insanlık nefsiyle severim."
Demek nefis; insani ve hayvani nefis var.
"Çocukları sever misin deyince, babalık şefkatiyle severim, dersin."
Demek ki burada da kimin, nerede olduğunu, hangi derecede olduğunu, kalbin kaç cihette olduğunu, kimin nasıl sevebileceğini anlatıyor.
Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz döndüğünde Resulullah Efendimiz hutbeye çıkmıştı ve gülümsedi.
"Cevapları getirdin mi?" buyurdu.
"Getirdim." dedi.
"Sende o peygamber dalı varken cevapsız kalmazsın." buyurdular.
Yani ondan öğrendiğini biliyor.
Binaenaleyh şimdi bakınız herkesin ayrı bir durumu, âlemi var. Hazret-i Fatıma annem deyince gayri ihtiyari bir mevzu aklıma geldi. Demek ki; o, o kadar âli ki, Hazret-i Ali Efendimiz ilmin kapısı olmasına rağmen bu suâle cevap veremedi, o verdi.
İnsan şu üç noktaya dikkat edecek; yiyeceği lokmaya, söyleyeceği söze, atacağı adıma.
Bunlara dikkat etmez ise boşluktadır. Bunlara dikkat etmeden yaptığı hep boştur.
Lokma helâl ise ibadeti ile o lokma nur olur ve o nur hikmet husule getirir. Söyleyeceğin söz, yapacağın iş rızâ dahilinde olur. Lokma haram ise içerini tahrip eder, seni kötülüğe tahrik eder. Konuşursun, yaparsın hep zararına olur.
Söyleyeceğin söz rızâya mucib ise senin hakkında hayırlıdır. Rızâya mucib değilse seni şeytan kurmuştur. Şeytan seni kurar kurar sen de söylersin. Şeytan igvayı ekip gider sen ortada kalırsın.
Son olarak da atacağın adıma dikkat et. Bu gideceğim yerde rızâ var mı? Yoksa; menfaat, gaye, maksat mı var? Eğer yalnız rızâ var ise Hazret-i Allah, atacağın adımın değil santimin ücretini verir. Eğer rızâ yoksa zaten sen boşluktasın. Onun için bu üç noktaya çok dikkat etmek lâzım.
Yeni evlenen kardeşlerimize, düğünden sonra ilk ziyaretlerinde şöyle buyurmuşlar:
"Kimseyi işinize karıştırmayın, kimsenin lâfına bakmayın, kendi huzurunuzu bozmayın."
•
Hanımından şikâyet eden bir kardeşe sözleri:
"Bir hânede Cenâb-ı Allah'ımızdan korkulursa, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yolunda yürünürse, kadın da efendisine itaat ederse, o hânede huzur ve saadet vardır.
Hanım tamamen ters olursa, manen çöküntüye sebep olur.
Hazret-i Allah onu size ibtilâ olarak kılmışsa o hep isyanla meşgul olacak, sizi hep üzecek. Hidayete mazhar edecekse, o da kapanacak, sizin de ibtilânız bitecek. Ona daima bazı sert bazı yumuşak telkinat yapacaksınız, rica edeceksiniz. Hazret-i Allah'ın tecellisi nasılsa öyle olur. Onu O bilir."
•
"Çok yakın bir arkadaşımız ailesinin husursuzluğundan şikâyet etmişti.
Ona:
"Bu kadının namusundan emin misiniz?" diye sorduk.
"Eminim!" dedi.
"O zaman başka hususlarını hoş görün!" dedik.
Çünkü bugün namus mevzuatı çok mühimdir, kadınların durumu çok perişandır. İffetli bir kadın namusu için canını feda eder, fakat çok mükemmel dediğiniz kadın da şehveti için imanını fedâ etmekten hiç de tereddüt etmez."
•
Hanımı ile annesi geçinemediği için evde huzursuz olduğunu söyleyen kardeşe buyurdular ki:
"Size şunu arz edelim:
Bir çocuk anne-babasına itaat etmek mecburiyetindedir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Cennet annelerin ayakları altındadır." buyuruyorlar. (C. Sağir)
Ne demek bu? Her dediklerine "Peki!" demek lâzımdır. Anne-babanın hakkı katiyyen ödenmez. Onun için biz sizi itaat etmeye teşvik ediyoruz. Yapılmayacak bir iş bile emretseler, o anda peki deyin. Yalnız Cenâb-ı Hakk'a isyan edilecek yerde onların emri yerine getirilmez.
Lâyık-ı veçhile itaat ederseniz sizden râzı olacak.
Anne-babanın rızâsını alanların Hazret-i Allah kalbine vüs'at, ömrüne bereket ihsan eder, o kuldan râzı olur. Onları üzmek ise, Hazret-i Allah'ı gadaplandırır.
Annenizin gönlünü okşamak için elinizden gelen gayreti gösterin.
Bir evlât, anne-babasına, bir kadın da kocasına itaat etmek mecburiyetindedir, anne-babanıza değil.
Yeni bir ihvan hanımı ile olan ibtilâsından bahsetti, bu arada bir de rüyâ anlattı.
"İçi toprak dolu bir saksı varmış, çiçek yokmuş, içini kurtcuklar kaplamış." Buyurdular ki:
"Tamam işte efendim. Sizin evinizde çiçek var amma, içerisinde kurt var. O saksıyı ya boşaltmanız lâzım, veyahut Cenâb-ı Hakk hidayet verir de sizi kurtarır.
Allah'ım ya ıslah etsin, ya da kurtarsın. Öyle kadın var ki yakını yabancıdır, yabancı ise yakınıdır. Nefsimden ve kadının şerrinden Allah'ıma sığınırım.
Ahkâmdan dışarı çıktığı zaman iş değişir. Biz sizi üzüyor diye üzülmüyoruz, Ahkâm hâricindeki hareketlerine üzülüyoruz. Attığı adımı takip edin, ahkâm haricinde hareket ettirmeyin.
Ahkâmı çiğnemediği müddetçe diğer hususlarına sabretmeniz gerekir.
Yoksa; sizi üzmüş, sizi kırmış, bunlar mevzu değil efendim. Size hakaret etmekle zarar etmiş olmazsınız. Sabredeceksiniz, derecenizi alacaksınız. Sabır çok iyidir, yalnız ahkâm dahilinde iyidir.
Efendi Hazretleri belki de Vâlide Hanım yüzünden ermiştir. Derecesinin artmasına vesile olmuştur. Çünkü Vâlide Hanım çok celâlli idi. Efendi Hazretleri ise çok kemâlli idi. Celâliyet, kemâliyetin yükselmesine vesile oluyor."
•
"Herkese karşı sevgimiz, saygımız, şefkat ve merhametimiz olacak. Ben kötü zannederim, belki Cenâb-ı Hakk'ın indinde çok makbuldür. Kötülemeye hakkım, salâhiyetim yok. Sevmem-saymam lâzım ki, beni de sahibim sevsin, sevdiklerinin yanında saydırsın."
•
"Güleryüz göster ki karşındakinden güleryüz bulasın, saygı göster ki saygı göresin, sevgi göster ki sevgi bulasın."
•
"Hayat boyunca dikkatli olun! Gönül kırılması cam kırılmasına benzemez. Cam kırıldığı zaman camcıyı çağırır taktırırsın. Gönül kırılması ise korkunçtur."
"Evlilik için ihvan ve iman şart!"
•
"Evlenmek için hazırlanmak gerek. Kim olursa olsun, yalnız müslüman olsun. Hazret-i Allah'a yönelik olur. Fakir, zengin. Hayır! Böyle bir şey olmaz. Onun malı için evlenmeyin. Fâsıka kız giderse günde iki defa lânet edilir. Fâsık olmayacak, bölücü olmayacak. Hazret-i Allah'a gönül veren olacak.
Koca ekmeği meydan ekmeği. Kuruda olsa evindir, yuvandır, kocandır. Babanın evinde dahi olsa o huzuru bulamazsın. Çünkü o evin yabancısı oluyorsun. Koca ekmeği öyle değil, meydan ekmeğidir. Evin hanımı, benim hükmümü sürdürür. Baba evinde hüküm yürütemez, boynu büküktür. Huzura hüzün yok.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
'Yâ Ali! Namazı vaktinde kıl, cenazeyi zamanında defnet, kız büluğa erdiğinde münasibi çıktığında hemen ver, evlendir.'"
•
"Gayet sakin bir şekilde evet, hayır düşünmeden gözlerini yumacaksın. Hazret-i Allah'a mütevekkil olacaksın. Allah'ım benim için hayırlı ise bana bir muhabbet, gönlüme bir akıntı ver! Benim için hayırlı değilse bunu buradan kestir."
•
"Bugün el kızı değil, ev kızı almak lâzım. Onu bulmak çok zor. Güzellik sûnidir, ahlâk güzelliği ebedîdir. Çünkü güzel ahlâk insanı Cennet-i alâ'ya götürür. Fakat sûni güzellik insanı cehenneme götürür. Bunu aramak, dindarı bulmak lâzım. Zira kişinin dininin yarısını tamamlıyor."
•
"Huzur olması için iki şeye dikkat edin:
Lokmaya dikkat edin, gece ibadetini artırın..."
Bazı kadın kocası yüzünden bazı erkek de hanımı yüzünden erer. Ahmet Yesevi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir hikâyesini anlatalım.
Ahmet Yesevi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin evine iki misafir gelmiş. Kapıya hanımı çıkmış "Kimi arıyorsunuz?" demiş.
"Efendi Hazretleri'ni arıyoruz!" diyen misafirlere hitaben hanımı:
"Defolun oradan be, Efendi Hazretleri diye diye onunda burnunu büyüttünüz!" demiş.
Misafirler, Efendi Hazretleri'nin nerede olduklarını tekrardan sorunca hanımı; "Ormana odun almaya gitti." demiş.
Misafirler ormana doğru gidince bakıyorlar ki Ahmet Yesevi -kuddise sırruh- Hazretleri odunları aslana yüklemiş, kamçı olarak da yılanı kullanıyormuş. Misafirlerini görünce "Bizim kelp sizi daladı mı?" demiş.
Misafirler hiç sesini çıkarmamışlar. Eve gelmişler yatsı namazını kılmadan önce, Ahmet Yesevi -kuddise sırruh- Hazretleri dolabın kapağını açmış, bir de bakmışlar ki Kâbe-i Muazzama karşılarında. O geceye hayran kalmışlar ve sabahleyin oradan ayrılmışlar.
Uzun bir zaman geçtikten sonra aynı misafirler Ahmet Yesevi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni tekrar ziyaretine gelmişler. Kapıyı bu kez başka bir hanım açmış.
"Efendi Hazretleri evde mi?" diye sorduklarında, "Yok fakat siz buyurun şimdi gelecek!" demiş.
Ahmet Yesevi -kuddise sırruh- Hazretleri gelmiş ve misafirleri ile görüşmüş. Fakat misafirlerin gönlü geçen sefer ki gibi Kâbe-i Muazzama'yı görmek istiyormuş. Yalnız bu sefer hiçbir şey görmemişler.
Bu durumu sezen Ahmet Yesevi -kuddise sırruh- Hazretleri misafirlerine:
"Öteki hanım sertti, ibtilâ idi. Ben onun bu haline sabrediyordum. Allah-u Teala ve Tekaddes Hazretleri bu harikulade halleri bana veriyordu. Şimdiki hanım melek gibi, bendeki olanları da aldı, bende hiçbirşey kalmadı ki!" demiş.
Onun için bazı kadın var erkeğin üzerindeki hassaları alıyor. Bazı kadın da var ki ibtilâsı ile kocasını erdiriyor. Bu hikâye sizin için çok mühim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Şeytan insanoğlunun kalbinin üzerinde tünemiş vaziyette bekler. Allah-u Teâlâ'yı zikredince çekilir, gaflet edince vesvese verir." (Buhârî)
Kalbi boş olursa livayı eker gider. Artık o livayı kurcalar, kurcalar, bir fındık kabuğunu dolduramaz. Onun tedavisi lâzım. Tedavi nedir? Şeytan kalbini istilâ etmiş, hemen anlayacak, her işini bırakacak, abdestini alacak, seccadeye oturacak. İki rekât namaz kılacak. Namaz kılamadı o zaman Hazret-i Allah'ı tefekkür edecek. Hazret-i Allah'ın zikriyle, fikriyle meşgul olacak. O zaman şeytan me'yus olarak dönüp gider. Şu da unutulmamalıdır:
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş bulunmamaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin söyleyeceği lâfızlarla şeytanın iğvalarından, hile ve desiselerinden kendisine sığınmayı emir buyurmuştur:
"De ki: Rabb'im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabb'im! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." (Müminûn: 97-98)
Her insan daha hayatta iken noksanlıklarını gidermeye çalışmalı, her zaman için şeytanın şerrinden Allah-u Teâlâ'ya sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.
Ruh gibi nefis de insanın yaratılışında mevcuttur. Toprak, su, hava ve ateşten teşekkül etmiş zulmânî bir buhardır. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde yeridir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.
Ruh ile nefis vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefsin hayatı da ruh iledir.
Nefis süfliyattan, ruh ise ulviyattan yaratılmışlardır. Nefis ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile techiz edilmiştir. Ruh çok lâtiftir, çok âlî, çok yüksek makamdan gelmiştir.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse önünde hazır bulur." (Âl-i imrân: 30)
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı talim buyurmuştur:
"Ey Allah'ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru." (Tirmizî)
Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ'dan gelir. Kişi helâl lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya çıkmaya başlar. Tarikat merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhî lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın.
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer. İşimiz rızâ olsun, nefsimiz değil, ruhumuz doysun.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri de nefsi şöyle tanıtıyorlar:
"Bütün fesadın kaynağı nefs-i emmare'dir. O zâtî bir hastalıktır, öldürücü bir zehirdir. Kulluk makamına zıttır." (Mektubât. 440. Mektup)
"Şeytanın hilesi çok zayıftır. Ne yapıyorsa, düşman olan nefsin ona yardım ve yataklık yapması ile yapar. Gerçekte bizim belâmız ruhlarımızın da düşmanı olan nefs-i emmare'dir. Bu hasis düşmandan başka kendine düşmanlık yapan hiçbir şey yoktur. Hariste olanlar ne yapıyorsa onun yardımı ile yapmaktadırlar.
Öyleyse yapılması gereken şey nefsin başını kesmektir. Ona boyun eğmekten kaçınmaktır." (445. Mektup)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruyor. (Furkân: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
İnsanlara kötülük telkin edenler şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur." (Mücâdele: 19)
O kerim Zât'ı zikretmekten, O'nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gâfil bulundurmuştur.
İşte şeytan, boyunduruğu altına aldığı kimselere böyle yapar.
"Onlar şeytan fırkasıdırlar." (Mücâdele: 19)
Askeri ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda birleşmişlerdir.
"İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden âhiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer." (Hacc: 3)
Bunlar Hakk'tan yüz çeviren, Allah-u Teâlâ'nın Resul'üne göndermiş olduğu apaçık doğruyu bırakarak saptırıcı liderlere, kendi arzu ve hevesleri ile bâtıla çağıranlara uyan kimselerdir.
Şeytan ismi Âyet-i kerime'de "Merid" sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
"Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?" diye sordu. O ise: "İnsanın da şeytanları var mıdır?" dedi.
Buyurdu ki:
"Evet. Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir." (Ahmed bin Hanbel)
•
Asil bir insan bir kahveyi kırk yıl unutmaz, hatır gözetir. Asaleti olmayan bir insandan ise iyilik yaptın mı hemen bir kötülük bekle.
Âile efrâdı, karı-koca ve çocuklarından teşekkül eder. Hazret-i Allah aile fertlerinin herbirine karşılıklı vazifeler ve mesuliyetler yüklemiştir. Bu karşılıklı vazifelerin Hazret-i Allah'ın çizdiği sınırlar dahilinde yapılması âile yuvasının huzur ve saâdetini temin eder.
Karı-koca arasında mevcut bulunan bağ âile içinde hepsinin en güçlüsüdür. En çok faydası olanı ve en çok ihtiyaç duyulanıdır. İslâm dini mümkün mertebe bu karşılıklı münasebetlerin korunmasına ve bu güçlü bağın kopmamasına önem vermiştir. Evlilik düzeni ile ilgili maksatların gerçekleşmesini teşvik ettiği gibi, onu iptal etmeye yönelik çabaların hoş olmadığını beyan etmiştir.
Eşler arasındaki ülfet ve muhabbetin husule gelmesi, ancak her iki tarafın kendilerini yapmaya mecbur gördükleri hasletlerle mümkündür.
Yuvada huzur ve saâdetin devamı eşlerin birbirlerine karşılıklı değer vermeleriyle sağlanır.
Daha evvel de geçtiği üzere, bir hanım "Ben evdeyim, kocam ise akşama kadar çalışıp çabalıyor ve bize her ihtiyacımızı getiriyor, ben bu nimetin kıymetini bilmeliyim." diye düşünecek, her getirdiği şeye teşekkür edip ona değer verecek.
Efendisi de "Ben dışardayım, o ise evin her türlü hizmetini görüyor, çocuklarımı yetiştirip terbiye ediyor, bana da hizmette kusur etmiyor." diyerek hanımını takdir edecek. Böylece birbirlerine değer vererek, vazifelerini ihmal etmemeye çalışacaklar.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır." buyuruyor. (Bakara: 228)
İslâm dini kadınlara karşı iyi davranılmasını, eşleri onlardan hoşlanmasalar bile, kendilerinde hayır bulunacağı ümidiyle geçimsizliklerine sabretmelerini ve büyük bir kötülük işlemedikçe onlara eziyet edilmemesini emretmiştir.
İnsanlar yaratılış itibarı ile birbirlerinden farklıdırlar. Binaenaleyh erkek; kuvvet, cesaret, mukavemet ve idare kabiliyeti... gibi meziyetlerle kadından farklı olarak fıtrî bir üstünlüğe sahiptir.
Bu bakımdan erkek ailenin reisi ve sorumlusudur. Ailenin muhafazası, münasip bir ev, nafaka ve her türlü ihtiyaçların temini ona aittir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kimse tasadduk niyeti ile israf etmeksizin ehl-ü iyâline infak ederse niyeti nisbetinde sevab kazanır." (Buhâri)
"Kulun iyilik kefesine en evvel konan şey ehl-ü iyâline verdiği nafakadır." (Münâvî)
"İnsanların kötüsü iktidarı olduğu halde ehl-ü iyâlinin maîşetini dar tutan kimsedir." (Münâvî)
"Cenâb-ı Allah rızık bolluğu ihsan ettikten sonra iyâlini sıkarak iâşe eden kimse, ümmet-i kâmilemizden değildir." (Münâvî)
"Bir insanın kendi ehl-ü iyâline verdiği nafakası sadaka makamındadır." (Buhâri)
Âyet-i kerime'de:
"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." buyurulmaktadır. (Nisâ: 34)
Ancak bu hâkimiyet tahakkümle değil... Allah'ın kendisine bir emaneti olduğunu düşünerek ona sadâkat, nezaket ve muhabbetle muamele etmelidir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de de:
"Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şeye Allah bir çok hayırlar koymuş olabilir." buyuruluyor. (Nisâ: 19)
Hadis-i şerif'lerinde ise Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Kadınların haklarına riâyet ediniz. Bu hususta Allah'tan korkunuz. Zira siz onları Allah'tan emanet olarak almışsınızdır." (Ebu Dâvûd)
"Aranızda en hayırlı kimseler, kadınlarına karşı huyu en iyi olanlarınızdır." (Tirmizî)
"Kadınlarınıza karşı hayırlı olmanızı, iyi davranmanızı tavsiye ederim. Kadınlarınız üzerinde sizin hakkınız, sizin üzerinizde de kadınlarınızın hakları vardır." (Tirmizî)
"Kadın eğe kemiği gibidir. Onu doğrultmaya kalkışırsan kırarsın. Bulunduğu halde bırakırsan, eğriliğine rağmen ondan faydalanabilirsin." (Tirmizî)
Aile yuvasının sağlam, uzun ömürlü ve mesut olmasında en az erkek kadar kadının da payı büyüktür.
Kadın yuvasını sevmeli, kanaatkâr olmalı, israftan kaçınmalı, çocuklarına şefkatli davranıp ahkâma uygun olarak yetiştirmeli, kocasına karşı daima saygılı olmalı, aile sırlarını korumalı, her işte onun rızâsını kazanıp gönlünü hoş etmeye çalışmalı, yapacağı bütün işlerinde onunla istişare etmeli, kendinden evvel kocasını düşünmeli, hakkında iyilikten başka söz söylememeli, ahkâma aykırı olmayan meşru bütün hallerde kocasına mutlak surette itaat etmelidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, fakirliğinden dolayı sadaka veremediği için üzülen bir hanıma hitaben şöyle buyurmuştur:
"Zevcine ettiğin hizmet sadakadır." (Camius-sağir)
Âyet-i kerime'de:
"İyi kadınlar itaatkâr olanlardır." buyuruluyor. (Nisâ: 34)
Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kadın beş vakit namazını kılar, ramazan orucunu tutar, ırzını korur, kocasına itaat ederse cennete girer." (Camius-sâğir)
"Hangi kadın ki zevcini gadaplandırır, Cenâb-ı Allah'ın lânetine müstehak olsun." (Münâvî)
"Kocası kendisinden râzı olduğu halde bir kadın vefat ederse cennete dâhil olur." (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif'teki müjde büyük günahtan korunan hanımlara âit olduğu âşikârdır.
Diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Eğer bir kimsenin ötekine secde etmesini emredecek olsaydım, kocası üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim." (Tirmizî)
"Kişi karısını yatağına davet ettiğinde kadın kaçarsa, kocası da ona gücenerek gecelerse, melekler sabaha kadar ona lânet ederler." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1337)
"Güzel kokusunu insanlara duyurmak üzere güzel koku kullanan kadınlar zinâ etmiş hükmündedir." (Tirmizî)
"Kocasından başkasına kendisini tezyine süse kalkışıp dışarıya çıkan bir kadın, kıyamet gününde nûrsuz bir karanlığa benzer." (Tirmizî)
"Dünya bir metâdır, o metânın en hayırlısı ise sâliha bir kadındır." (Müslim)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayete göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Bana cehennem gösterildi. Bir de ne göreyim? İçindekilerin çoğu kadın idi. Zira onlar küfrederler."
– Yâ Resulellah! Allah'a mı küfrederler?
"Onlar kocalarına karşı küfran ederler. Kendilerine alınanlara, giyecek ve yiyecek gibi nimetlere nankörlük ederler. Onlardan birisine oldukça ihsan etsen de bir defasında senden ufak bir itiraz görse, ben senden bu ana kadar hiçbir hayır görmedim der." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 27)
Kur'an-ı kerim'in ayrı ayrı yedi yerinde ana-babaya iyi davranılması, hürmet, hizmet ve itaat edilmesi; Allah-u Teâlâ'ya itaattan sonra ana-babaya itaat etmenin farz olduğu beyan buyurulmaktadır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruyor:
"Allah'a kulluk edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilikte bulunun." (Nisâ: 36)
İtaatsızlık etmek, karşı gelmek, gücendirmek ise büyük günahlardan olup kat'i haramdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah'ın rızası ana-babanın rızasında, gadabı da gadaplarındadır." (C. Sağir)
"Cenâb-ı Hakk'ın birinci sevdiği amel, vaktin girmesiyle beraber edâ olunan namazdır. İkincisi ana-babaya ihsân ve dine aykırı olmayan emirlerine uymaktır. Üçüncüsü Allah yolunda olan cihâddır." (Buhârî)
Yaptıkları fedakârlıklar göz önüne getirilirse, haklarını ödemenin imkânsızlığı ortaya çıkar. Bir evlât hiçbir surette onların hakkını ödeyemez. Allah-u Teâlâ onlara "Öf!" demeyi bile hoş görmüyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ana-babaların ihtiyarlık zamanlarında bunlardan birine veya her ikisine yetişip de, lâyık oldukları hürmette bulunmadıklarından dolayı cennete giremeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün!" buyurmuştur ve üç kere tekrarlamışlardır. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyururlar:
"Bir evlât babasının hakkını lâyıkıyla ödeyemez. Ancak babasını başkasının kölesi olarak bulup da satın alırsa ve azad ederse ödeyebilir." (Müslim)
Büyük günahları sıralarken de "Allah'a ortak koşmak, ana-babaya asi olmak ve yalancı şahitlik yapmak." buyurmuştur. (Buhârî)
Bir başka Hadis-i şerif'lerinde, Allah-u Teâlâ'nın dilediği bir çok günahların cezasını kıyamet gününe kadar tehir edeceğini, ana-babalarına isyan edenlerin ise cezalarını dünyada iken başlatacağını haber vermiştir. Ayrıca Allah-u Teâlâ'ya arzedilip de geri döndürülmeyen duâların arasında ana-babanın evlâtları için yaptıkları bedduâları da saymıştır. (Buhârî)
Bunun içindir ki bir evlât onlara karşı vazifesini hakkıyla yapmak mecburiyetindedir.
Maddî-mânevî ihtiyaçlarını istemeden karşılamalı, gönüllerini incitecek hareketlerden şiddetle kaçınmalı, kusurlarını görmemezlikten gelmeli, başkalarının yanında hep iyiliklerinden söz ederek itibarlarını korumalı, şikayet etmemeli, hayatta iken olsun öldükten sonra olsun haklarında duâ etmeli, vefatlarından sonra dostları ile ilgiyi devam ettirmelidir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Biz insana anne babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi onu karnında zahmetle taşımış ve güçlükle onu doğurmuştur." (Ahkâf: 15)
"Onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman: 15)
"Rabb'in yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya güzellikle muâmele etmenizi emretti.
Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlığa ererlerse onlara öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel ve tatlı söz söyle.
Onlara acıyarak tevâzu kanatlarını yerlere kadar indir ve de ki:
Ey Rabb'im! Onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerine öylece merhamet et." (İsrâ: 23-24)
Allah ve Resul'ünün haklarından sonra anne ve baba hakkı gelmektedir.
Dünyaya gelmemize vesile olan, yetişmemiz için her türlü sıkıntı ve güçlüklere katlanan, istirahat ve istikbâlimiz uğruna kendi huzur ve rahatlarını fedâ etmekten çekinmeyen anne ve babamıza karşı evlâtlık vazifelerini hakkıyle yapmak mecburiyetindeyiz.
Onlara saygı ve sevgi göstermeli, gönüllerini incitecek ve kıracak hareketlerden şiddetle sakınmalıyız.
Hayırlı bir evlât, ana-babasının âdetâ gözlerinin içine bakar, ihtiyaç zamanlarında yardımlarına koşar. Cennet onların ayakları altında gizlidir.
Onlara itaat, hürmet ve ahkâma uygun olan emirlerine inkıyad etmek kati bir farz; itaatsizlik etmek, karşı gelmek ve gücendirmek ise büyük günahlardan olup kati bir haramdır. Çünkü büyük günahların başında Allah'a şirk koşmak, hemen sonra da ana-babaya isyan gelmektedir.
Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Ana-babaya hizmet, itaat ve ihsan sebebiyle Cenâb-ı Allah insanın ömrünü artırır." (Camius-sağir)
"Ana-babaya kavlen ve fiilen ihsân eylemek Allah yolunda cihadda bulunmak kadar faideyi gerektirir." (Camius-sağir)
"Ana-babaya ihsan ömrü artırır. Yalan rızkı azaltır, hayır duâ kazâları savuşturur." (Camius-sağir)
"Üç şey vardır ki onlarla amel ve ibâdet faydalı olamaz. Birincisi Cenâb-ı Allah'a şirk, ikincisi mümin olan ebeveyne isyan, üçüncüsü savaşta cepheden kaçmaktır." (Camius-sağir)
"Cennete girmek analara tevâzu, itaat ve hoşnudluklarını kazanmak için ayaklarına kapanmakla olur." (Camius-sağir)
"Bir kimse ana-babasının üzülmesini gerektirecek harekette bulunursa büyük günah sâhibi olur." (Münâvî)
"Ana-babasına ve yaratıcısına itaatkâr olan kul, cennetin en yüce makamlarındadır." (Münâvî)
"Ana-babasına muhabbetle nazar etmek, evlâd için ibâdet makamındadır." (Münâvî)
Evlâdın ana-babaya hürmet ve itaatı farz olduğu gibi, anne babanın da çocuklarına karşı aynı güzellikte muâmele etmeleri dini bir vazifedir.
Çocuk anne-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Kalbi tertemizdir, ekilmemiş bir tarladır, hangi tohum atılırsa o büyür. İyilik telkin edilir, iyi işler yaptırılırsa iyi bir insan olur. Dünya ve âhirette saadet ve selâmete erer. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştirdikleri için anne ve babası da onun ecir ve sevaplarına ortak olurlar. Şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler, günahına da ortak olurlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz." (Tirmizî)
"Cenâb-ı Hakk'tan korkunuz, in'âm ve ihsan hususunda evlâdınız arasında adâlet ediniz. (Müslim)
"Evlâdlarınızı Peygamber'inize, ehl-i beyt'ine ve kırâat-i Kur'an'a muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz." (Camius-sağir)
"Bir kimsenin üç oğlu olur da birisini olsun 'Muhammed' ism-i şerif'iyle tesmiye etmezse cehâlet etmiş olur." (Camius-sağir)
"Çocuğun kokusu cennette bulunan 'reyhan' kokusunu andırır." (Camius-sağir)
"Cenâb-ı Allah o babaya merhamet buyursun ki, evlâdına hayırlı işler için yardımcı olur." (Münâvî)
"Evlâdın pederleri üzerindeki hakları, güzel bir isim ile isimlendirip ve İslâm âdâbı ile kendilerini eğitmek ve yetiştirmektir." (Münâvî)
Çocuk dünyaya gözlerini açınca, yıkanıp kundaklandıktan sonra yapılacak ilk iş, sağ kulağına Ezân-ı Muhammedî sol kulağına ikâmet okumaktır. İkinci yapılacak iş çocuğa güzel bir isim koymaktır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'e bir adam gelerek "Oğlum bana ezâ-cefâ ediyor, beni dövüyor." diye şikayette bulundu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çocuğu çağırarak "Hiç Allah'tan korkmaz mısın? Hiç evlât ana-babasına isyan eder mi? Babanın evlât üzerindeki haklarını bilmiyor musun?" diye sorunca:
"Güzel yâ Emîrel-müminin! Buna karşılık evlâdın da ana-babasının üzerinde bir takım hakları yok mudur? dedi.
Bu haklı itiraz karşısında Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Evet vardır. İffetli ve asâletli bir hanımla evlenmeli, çocuğuna güzel bir isim koymalı, ahkâm-ı ilâhiye'yi öğretmelidir." buyurdu.
Genç de şunları söyledi:
"Babam sizin bu saydıklarınızdan hiçbirini yapmamıştır. Annem olan kadını esir pazarından satın almıştır. Bana, pislik yuvarlayan böcek mânâsına gelen Cuâl adını takmıştır. Ahkâm-ı ilâhiye'ye âit hiçbir şey de öğretmemiştir."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çocuğun babasına dönerek:
"Oğlum bana isyan ediyor diye bir de şikâyet ediyorsun. Aslında sen ona fenâlıkta bulunmuşsun. Bu hatâyı önce sen işlemişsin." buyurdu.
Çocukların ahkâma uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhi bir emirdir:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve ehl-ü ıyâlinizi cehennem ateşinden koruyunuz, onun tutuşturucusu insanlar ve taşlardır." (Tahrim: 6)
Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç bir vazife amma onları korumak mecburiyetindeyiz.
Bu emr-i şerifi bilen biliyorsa da, nerede ve nereden başladığı bilinmediği için herkes kabahati çocukta arıyor. Kendi kusurunu bilmiyor ve görmüyor.
Yuva kurmaya karar verdiğin zaman asil, dindar, iffetli ve temiz bir kız aradın mı?
Çünkü Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mâide sûresi 5. Âyet-i kerime'sinde, mümin, hür ve iffetli kadınlarla evlenmeyi emrederken Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise "Mezbelelikte biten yeşillikten sakınınız." buyurmuşlardır.
Helâl yiyip helâl yedirdin mi? Bu evliliğin Rızâ-i ilâhiye'ye uygun olup olmadığına dikkat ettin mi?
Çocuğa güzel bir isim verip Ahkâm-ı ilâhiye'yi öğrettin mi? Ekilmemiş gönül bahçesine Allah ve Resul'ünün sevgisini ektin mi?
Göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâlarının Hazret-i Allah tarafından verildiğini; sıhhat, âfiyet, rızık ve mâişet gibi sonsuz nimetler verdiği gibi, ahirette de daha nicelerini vereceğini haber verdin mi? Ölüm, kabir, mahşer, sırat, cehennem gibi vartalardan kurtulması için nasıl hazırlanması gerektiğini bildirdin mi? Cennet ve Cemalullah'a kavuşması için kendisine yardımcı oldun mu? Bu uğurda harcanan masrafın en kıymetli sadaka-i câriye olduğunu ve ona bırakılacak en kıymetli mirasın din terbiyesi olduğunu bildin mi?
Çocuklarından şikâyetçi olanlar, bu hususlara dikkat ettiler mi?
Bize düşen vazifelerimizi yapmamışsak, onlardan bir şey beklemeye de hakkımız yoktur. Ne verdik ki ne bekleyeceğiz?...
Salih bir evlâdın yetişebilmesi için insan yatakta dahi edebini muhafaza edecek, şayet edep muhafaza edilirse Hazret-i Allah da o çocuğa edep ihsan eder.
Anne-babanın çocuklarına güzel bir numune olmaları da çok mühimdir. Çünkü çocuk onlardan gördüklerini, iyi veya kötü hemen kapar.
Çocuklara dâima hayır-duâ edilecek, onlara şer ve zarar verici duâlar etmekten kaçınılacak.
Yaşı ilerledikçe nerelere gidip, kimlerle arkadaşlık ettiği, her hâl ve hareketi inceden inceye takip edilecek.
Zira Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Günahkâr ve isyânkâr arkadaşlardan sakın. Zira senin de onlardan olduğun anlaşılır." (Câmius-sağir)
Evine helâl lokma, seçme lokma kazanıp getirilecek. Alttan, göz görmemiş, gizli ve kapalı olanını tercih edecek; açıkta satılanlardan almayacak, çünkü onu almaya gücü yetmeyen vardır, gözü kalmıştır.
Haramla beslenen bir vücud hep kötü şeylere meyleder. Bu gibi kimselerin asi olması gayet tabiidir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, iyi yetişmemiş çocuklardan anne babayı mesul tutarlar, kendisine birçok güzel hasletleri öğrettiği ve verdiği için kendi babasına, annesine duâ ederlerdi.
Bir çocuk odaya hızla girdiğinde veya babasından evvel bir yere girdiğinde, baba arkada kalıp çocuk önde oturduğunda veya babanın önünde yürüdüğünde çok kızarlardı. Çocuğa bir şey verdiğinde; kendi mi yiyor, yanındaki kardeşine, arkadaşına mı takdim ediyor bu bile bir ölçü idi. "Çocuğu; çocuk olduğu için, Hazret-i Allah'ın emaneti olduğu için sevmeli ama bu sevgi kalbe girmemeli şefkatle olmalıdır. Bu sevgi ve şefkat çocukların edep ve terbiyelerine mani olmamalıdır." derdi. Yani her şeyleri ölçülüydü. Çocuğu çok sever amma yüz vermezdi.
"Beşeriyetin içinde nasıl numune olur, helâl lokma nasıl yediririm. Onu geceleri Hakk'ın beğeneceği, gündüzleri halkın beğeneceği hale nasıl getiririm düşüncesi babanın vazifesidir."
"Gözle terbiye edin, sözle değil. Dayakla hiç değil" buyururlardı.
Câhiliyet devrinde kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Fakat kız masum olduğu için cennete giderdi. Zalim müşrik baba ise cehenneme giderdi.
Eskiden cehalet vardı. Şimdiki cehalet çok daha büyük. Hâlâ farkında değilsiniz. Zalim anne baba, canım yavruyu kendi elleriyle cehhenneme koyuyor. Kendi de gidiyor.
Bir hanımın ihlâslı olmasının, çocuğunu yetiştirmesinde çok faydası olur. Çocuğuna her şeyden evvel helâl lokma yedirmeyi, Hazreti-i Allah'tan korkması gerektiğini, Resulullah Aleyhisselâm'a nasıl sevgi göstermesi gerektiğini, iyaline nasıl tazim göstermesi gerektiğini öğretti mi artık işi kolay.
Akıllı anne bunları düşünür. Onun için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Sâliha bir hatuna sahip olmak dünyanın yarısına malik olmaktan daha hayırlıdır." buyurmuşlardır.
Efendi Hazretlerimiz'in bu husustaki diğer bir beyanlarını da arz edelim:
"Çocukları çok serbest bırakırsanız, dizginlerini tutmazsanız, elinizde bulundurmazsanız, çocuk yoldan çıkar. Sonra peşimden gel dersin, amma gelir mi? Onun için çocuğa evvelâ terbiye vermemiz lâzım, edep vermemiz lâzım, her güzelliği vermemiz lâzım. Ondan sonra çocuktan bir şey beklersiniz. Kendi yerine çocuğu oturtursanız çocuktan ne beklersiniz?
Çocuk yerini bilecek, adam yerini bilecek, kadın yerini bilecek. Babamız dövmezdi bakardı. Bizi gözle terbiye etti. Üç çocuktuk, bakar korkusuyla ellerimiz diz üstünde oturur, birbirimize bakardık. Allah râzı olsun. Allah'ım nur etsin.
Bir de ikinci tabiatı vardı. Kendi tüccardı, elime beş kuruş verdiğini hatırlamam. Eve ne lâzımsa getirir, çocuğa da ne lâzımsa getirirdi. Ben büyüdüm para elime geçmeye başladı amma harcamasını bilmiyorum, çünkü öğrenmemişim. Bize iktisadı öğretti.
Çocuk dövülmez, çok seyrek dövülür, gözle terbiye edilir. Çok döversen arsız yaparsın, çok söylersen yüzsüz yaparsın.
Çocuğu at gibi yetiştirmeyin, insan gibi yetiştirin. Yani adam yetiştirmeyin, insan yetiştirin. O yüzden demişizdir ki: İnsan yetiştirmek murat, adam yetiştirmek değil."
"Çocuğun eline bir-iki mecmua verin "Bunu dağıt!" deyin. Gaye kalbine iman ve cihat tohumunu ekmek. O tohum imanın çoğalmasına, kökleşmesine sebep olur. İslâm müdafisi olur, küfrün karşısında durur. Maksat kalbine bu imanı ekebilmek. İslâm'ın müdafisi yapabilmek, küfrün karşısında durmasını sağlamak. Böyle olması, böyle ölmesi için..."
Ne güzel ölçü bırakmışlar...
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)
Diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruluyor:
"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisâ: 31)
"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)
Allah'ımız ahlâkımızı güzelleştirsin, kötü ahlâkı bizden alsın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyanetsiz olan alış-verişidir." (Ahmed bin Hanbel)
Çocuğun iffetli, faziletli bir kimse olabilmesi için helâl lokma yedirmeye, helâl giydirmeye itina gösterilmeli, eğitim ve terbiyesine dikkat edilip ahkâm-ı ilâhî öğretilmelidir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Çocuklarınızı Peygamber'inize, Ehl-i beyt'ine ve Kur'an okumaya muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz." buyuruyorlar. (Câmiü's-sağir)
Sâlih bir evlâdın yetişebilmesi için kişi yatakta dahi edebini muhafaza etmelidir. Eğer böyle yaparsa Allah-u Teâlâ da o çocuğa edep ihsan eder.
Anne ve babanın çocuklarına güzel bir numune olmaları da çok mühimdir. Çünkü çocuk iyi veya kötü olarak gördüklerini onlardan öğrenir.
Ana-babasının havâî şeylere daldığını gören bir çocuk, ahlâkî değerleri öğrenemez.
Ana-babasından devamlı surette katılık, öfke, sinir ve parlama, ezâ ve cefâ gören bir çocuk düzenli olamaz ve kendine hâkim olmayı, dil tatlılığını, nezih konuşmayı öğrenemez.
Âyet-i kerime'de:
"Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?" buyuruluyor. (Saff: 2)
Ana-babasından dedikodu, gıybet, yalan, hile gören; ana-baba, komşu, arkadaş, akraba hakkına riayeti görmeyen çocuk yarın bunları yaparsa mesul gene biziz. Niçin? Güzel numune olmadığımız için.
İslâm'da çocuğun eğitimi kadının hamilelik dönemi ile başlar ve ömür boyu sürer.
Bu hususta bir temsil arzedelim:
İstanbul'da medfun bulunan Şeyh Vefa Hazretleri'nin küçük oğlu, yoldan geçen sakaların su tulumlarını iğne ile delmeyi âdet hâline getirmiş. Sakalar bu durumu bu sâlih zâta söylemeye utanırlar. Nihayet bir gün tahammül edemeyip Şeyh Vefa Hazretleri'ne meseleyi intikal ettirirler.
O da kendi kendine bunda çocuğunun değil, ya annesinin ya da kendisinin suçu olabileceğini düşünür ve derin bir murakabaya dalar. Bir hatasını göremeyince hanımına sorar. Hanımı iyice düşünür ve der ki:
"Efendi ben bu çocuğa hamile iken komşuya misafirliğe gitmiştim. Masanın üzerinde portakallar vardı. Çok canım istedi, söylemeye utandım. Bir ara ev sahibinin yokluğundan faydalanarak elimdeki iğneyi batırdım ve portakaldan çıkan suyu azıcık emdim."
Bu cevabı alan Şeyh Vefa Hazretleri: "Hemen git komşudan helâllık al." buyurur. Ertesi günden itibaren, hiç tembih etmedikleri halde çocuk da bu huyundan vazgeçer.
Bu durumdan çok hislenen anne: "Benim güzel yavrum, en ufak hatamı bile gizlemedin!" der.
Görülüyor ki hamile olsun veya olmasın her kadının yediklerine ve içtiklerine dikkat etmesi, küçücük hatalarının gelecekte çocuğa yansıyacağını unutmaması gerekir.
•
İkinci bir temsil:
Fatih Sultan Hazretleri İstanbul'un fethinden sonra annesine: "Anneciğim! İstanbul'u fethettim." der. Annesi: "Oğlum! İstanbul'u sen değil ben fethettim." karşılığını verir. Fatih: "Nasıl olur? Askerleri denizden, gemileri karadan yürüten ordunun başında ben vardım." dediğinde annesi şöyle söyler:
"Hayır oğlum, İstanbul'u ben fethettim. Çünkü ben hamile kaldığımda harama, helâle, tesettürüme o kadar dikkat ettim ki, bırak akrabalarım, yakınlarım dahi hamile olduğumu anlayamamışlardı. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah-u Teâlâ bana senin gibi bir evlât verdi. Ben böyle olmasaydım, sen İstanbul'un fatihi olamazdın."
Fatih: "Haklısın anneciğim!" diyerek annesinin elini öper.
Baba ile anne, çocuğun dünyaya gelişine sebep oldukları ve ona güzel bir terbiye vermek suretiyle yetiştirdikleri için, onların bir nevi kazancı sayılır ve ahirette karşılığını alırlar. Bu ise büyük bir saâdettir. Çocuklarını cehennemden korudukları gibi, kendileri için de bir ahiret sermayesidir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İnsan ölünce yapmakta olduğu hayırlı işleri durur. Ancak üçü müstesnâdır:
Sadaka-i câriye, yani kesilmeden devam eden hayır yapanların, faydalı ilim bırakanların, arkasından kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan kimselerin amel defterleri kapanmaz." (Müslim: 1631)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir başka Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Şüphesiz ki bir adamın cennette makamı yükseltilir. Bunun üzerine adam: '(Ey Rabb'im!) Bu nereden geldi?' diye sorar. Kendisine: 'Çocuğunun sana istiğfarı sebebiyledir.' denilir." (İbn-i Mâce: 3660)
Mümin ana-babanın geride bıraktıkları çocuğun onlar için yaptığı duâ ve istiğfarı, günahlarının bağışlanmasını dilemesi kendilerine yararlıdır. Çünkü çocuk ana ve babanın bir kazancı ve eseridir.
Bazı kimseler; "Küçük!" diyor "Çocuk!" diyor, çocuklarını çok açık giydiriyor. Kısa pantolon giydiriyor. Halbuki hayasını kaçırdığının farkında değil.
Meselâ bir esansın kendisine mahsus kokusu var. Şişeyi açtın mı kokusu gidiyor, suyu kalıyor. Çocuk da böyle, haya gidiyor.
Küçükken eğitilmezse büyüyünce artık tatbik etmez. Çünkü zamanla o irade ondan emilmiştir.
"İki kızım var, görüyorum ki ateşe doğru gidiyorlar. Yanacaksınız diyorum ve onları kurtarmaya çalışıyorum..."
Hakikaten şimdiki evlâtlar, ateşe doğru gidiyorlar. Onları zaptetmek de çok güç. Edebilirseniz hem kendinizi hem de onları cehennem ateşinden kurtarmış olursunuz.
Çünkü Cenâb-ı Hâlık'ımız:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." buyuruyor. (Tahrim: 6)
Bu bir emr-i ilâhi'dir, bu emre göre hareket edelim. Onlardan bir tanesi giderse insan mesul olur. Çünkü çoban sürüsünden mesuldür. Hiç şüphe yok ki, ana-babanın büyük vazifesi vardır. Bu vazifeler bazen bilerek bazen bilmeyerek ihmal ediliyor.
Öyle bir zamandayız ki, çocukları terbiye etmek çok güçleşti. Hatta bazen öyle diyoruz, bugün çocuğum olsa şöyle yetiştiririm diye katiyyen söyleyemem. Çünkü çok güç. Ebeveyn bu güçlük altında olduğu halde düşünüp idrak edemediği zaman kendi haline bırakıveriyor. O zaman da olmuyor işte. Biz dahi her an ikâza, irşâda muhtacız, değil ki çocuk.
Bize verilmiş bir hayat var. Bu hayatın sonunda "İrciıy" daveti bize gelecek, alınacağız. Bu alınmada evvelkilerin geçtiği yoldan hepimiz geçmiş olacağız.
Şimdi bir düşünce beliriyor. Çocuklarımızı nereye bırakacağız? Hakk'a mı bırakacağız, halka mı bırakacağız. Onları nasıl yetiştirdik? Durumları ne olacak?
Biz gidiyoruz, bunun hiç şakası yok, onlar da kalacak. Amma biz nasıl gidiyoruz, onlar nasıl ve kime kalacak? Onlara Hakk'ı tanıtmışmıyız, Hakk yolunda yürütmüşmüyüz? Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ve ıyâlini sevdirdik mi? Ahkâm-ı ilâhi'yi öğrettik mi? Helâl yiyip helâl yedirdik mi? Onlara numune olduk mu? Biz; bize düşen vazifelerimizi yapmamışsak, onlardan ne bekleyeceğiz? Biz onlara her şeyi öğrettik amma bunu öğretmedik.
Kur'an-ı kerim'de ibrahim Aleyhisselâm hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Rabb'i ona: 'Teslim ol!' dediği zaman o: 'Ben âlemlerin Rabb'ine teslim oldum!' demişti." (Bakara: 131)
O bu emri sadece kendisi yerine getirmekle kalmamış, İslâm'ı kendi soyundan gelenlere de tavsiye etmişti:
"İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti." (Bakara: 132)
Kendisi Rabb'ine gönülden teslim olduğu gibi, oğullarından da aynı şekilde söz vermelerini istedi.
İbrahim Aleyhisselâm ömrünün sonuna doğru evlatlarına dine bağlı kalmalarını vasiyet ettiği gibi, torunu Yakup Aleyhisselâm da aynı şekilde vasiyette bulunmuştu:
"Yakup da: 'Oğullarım! Allah bu dini sizin için beğenip seçmiştir. Siz de ancak müslüman olarak can verin.' dedi."(Bakara: 132)
Onlar da babalarına bu hususta söz vermişler, umur-u dine dikkat edeceklerini belirtmişlerdi.
Allah-u Teâlâ onun bu tavsiyesini bu Âyet-i Kerime'sinde bütün beşeriyete numune bir vasiyet olarak takdim ediyor.
İslâm dini üzere yaşayan Yakup Aleyhisselâm, ikinci mühim tavsiyesini vefat etmek üzere iken yaptı.
"Yoksa siz Yakub'a ölüm geldiği zaman orada mı idiniz?" (Bakara: 133)
Yakup Aleyhisselâm, ömrünün son anlarında, dedesi İbrahim Aleyhisselâm'ın vasiyetini oğullarına tekrar etti. Onlar da babalarına tevhid dinine bağlı kalacaklarına dair söz vermişlerdi.
"Hani o oğullarına: 'Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?' diye sormuştu. Onlar da: 'Senin Allah'ın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Allah'ı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız.' dediler." (Bakara: 133)
Lokman Aleyhisselâm'ın oğluna vermiş olduğu öğütler de ne kadar arza şâyândır:
"Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür." (Lokman: 13)
"Oğulcuğum! Yapılan iyi veya kötü bir iş hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu mutlaka çıkarır, Allah her şeyden haberdardır." (Lokman: 16)
"Oğulcuğum! Namazı kıl! İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan! Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." (Lokman: 17)
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme! Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah kendini beğenip övünen ve böbürlenen kimseleri aslâ sevmez." (Lokman: 18)
"Yeryüzünde mütevâzi ol! Söz söylerken yavaş sesle söyle! Şüphesiz ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir."(Lokman: 19)
Onlar peygamber oldukları halde, çocuklarına bir bir nasihat ettiler, uyandırdılar. Biz ne yaptık?
İnşallah bu vazifeyi ele alırsanız, aldığınız nispette mesuliyetten kurtulursunuz. Onları korumak çok güç, amma korumak zorundayız.