Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri beyanlarında Peygamberlerden olan kâmillerin ruhlarının, kendi asırlarında ve kendilerinden sonrakilerin asırlarında, kendilerine vâris olan velilerin ruhlarına istimdâd edeceklerini; Şit Aleyhisselâm'ın Hatmü'l-enbiyâ'nın ve Hatmü'l-evliyâ'nın rûhunun bundan müstesnâ olduğunu beyan buyurmaktadır.
Allah-u Teâlâ hangi peygambere o ruhu ve ruhların dağılması için emir buyurmuşsa, o peygamber onun hazinesidir, o ruhların dağılmasına vesiledir.
Dikkat edilirse iki hâtemin hariç olduğunu söylüyor. Bu ikisinin herşeyi Allah'tan gelir, peygamberden ve kâmilden gelmez. Allah-u Teâlâ o hazineyi ona vermiştir, o hazineden veriyordur, amma bunlara erişmesi mümkün değildir.
•
Abdülgânî en-Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Cevâhirü'n-Nusûs fî Hall-i Kelimâtü'l-Fusûs" isimli eserinde;
"Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamber idim."
Meâlindeki Hadis-i şerif'inin tefsir ve izâhını yaparken, mevzûnun bir noktasında, "Hâtemü'l-velâye" mevzusu ile ilgili en gizli sırlardan birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü'l-evliyâ da veli iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir. Zira o, kendisine kayıtlanmış herhangi bir hâlin ve velilerin tümünün kuşatabildiği herhangi bir makâmın değil, hepsini tümüyle kendisinde toplayan bu 'Küllî Nûr'un bir şûlesidir.
Nitekim Allah-u Teâlâ;
'Ey Yesrib ehli! Size duracak bir makam yok, dönün!' buyruğuyla ona işaret etmiştir. (Ahzâb: 13)
Yani bütün hakîkatlerin çıkarılmasına sebep olan toplayıcı hakîkatinize (dönün) ki; bu, hakîkatlerin kendisinde toplandığı, Vâhidî hazîrenin de fevkindeki 'Ehadiyyet' hazîresidir.
Hâtemü'l-evliyâ'nın dışındaki veliler ise, ilmî ve ameli mücâhede ile, zâhirdeki ve bâtındaki velâyet şartlarını tahsil ettikten sonra veli olmuşlardır."
("Cevâhirü'n-Nusûs fî Hall-i Kelimâti'l-Fusûs"; Hâlet Efendi, no.: 264, 49ayaprağı)
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın vergisi ile desteği ile peygamber olmuşlardır. Veliler ise tekâmül ile Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmak suretiyle sonradan veli oldular.
Yani peygambere verilenin Hâtem-i veli'ye de verildiğini kapalı olarak ifşâ etmiş oluyor. Onunkisi vergi ve destektir. Bu Allah-u Teâlâ ile ilgili bir vergidir. Zât-ı akdes'ine âit vergiyi kime vermişse o vergi onundur. Bu beyanlarından bunu başkasına vermediği anlaşılıyor.
Âdem Aleyhisselâm'ın henüz su ile toprak arasında iken Hâtemü'l-evliyâ'nın da veli olması hususuna gelince;
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tüm ruhlar için ebul-ervah olduğu gibi; Allah-u Teâlâ Hatemü'l-veli'ye de ayrı bir paye vermiştir. Bu öyle bir pâye ki, herhangi bir veliye verilen pâye gibi değildir. Çünkü velilere verilen pâye çalışmakla, onunkisi ise doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın vermesi iledir. O Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyetine vâris olduğu gibi, bizzat Allah-u Teâlâ tarafından yürütülen bir kuldur.
Resulullah Aleyhisselâm'ı daha evvel yarattığı gibi, onu da Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel yaratmış, ne koyduysa o zaman koymuş.
Meselâ güneşin yanında başka bir güneş yok. O güneş ziya veriyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ayrı bir nur vermiş, ona da ayrı bir nur vermiş ve o nurdan velilere nur saçmış.
•
Hazret Hâtemü'l-evliyâ'nın resuller, nebiler ve velilerle olan kıyas ve mukâyesesini ise, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a nispetle yaptığı şu değerlendirme ile beyan etmiştir:
"Takdim ettiğimiz gibi; gerek umûmî, gerekse has mânâsıyla risâlet velâyeti velisi olduğu velâyeti yönünden, Hâtemü'r-rüsul'ün resullerden olan velilerin tümüne nisbeti; nebilerin ve resullerin -aleyhimüsselâm- kendisine olan nisbetinin bir timsâli olan, onların üzerlerindekinin de ziyadesi kendisine verilen Hâtemü'l-velâye'nin, bütün velilere ve resullere olan nisbeti gibidir."
("Cevâhirü'n-Nusûs fî Hall-i Kelimâti'l-Fusûs"; Hâlet Efendi, no.: 264, 49b yaprağı)
Allah-u Teâlâ velilere velâyet vermiş, ona da velâyet vermiş, fakat onun velâyeti onlarınkinden üstündür.
Doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm'ın vazifesinin intikali olduğu için, diğer peygamberlerde ve velilerde de bulunmadığı için, o hassa oradan geliyor. Herhangi bir velinin velâyetinden almış değil.
Allah-u Teâlâ bu lütfu bahşetmeseydi, bu vazifenin yapılması mümkün değildi. Bu nurun yayılması ve zulmânâtın dağılması, O'nun izni ve iradesi ile oluyor. O O'nun rahmetinin merhametinin içindedir, kimseye muhtaç değildir.
•
Şeyh Afîfüddîn et-Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem li'l-Afîfüddîn et-Tlimsânî" isimli eserinde Hâtemü'r-rüsul için hâsıl olan "Hâtemü'l-velâye" mertebesinin, aynı şekilde Hâtemü'l-evliyâ'ya da ihsan buyurulacağına işaret ederek; kendisine has farklı bir tecelliyâtla risâlet, nübüvvet ve "Hâtemü'l-velâye" mertebeleri arasındaki farkı haber vermiştir:
"Hâtemü'r-rüsul nasılsa; onun ümmetinden ondan sonra, Hâtemü'l-evliyâ'lık mertebesinin ona hâsıl kılındığı şeye göre gelecek bir kimse olan 'Hâtemü'l-evliyâ' da aynıdır. (İkisi de) tek bir mertebede bulununca, sayılanlar içinde nihayeti bulunmayan şahıslar da bulunursa; şahısların sayısında herhangi bir noksanlık meydana getirmeksizin, o da aynı şekilde 'Hâtemü'l-evliyâ' olur.
Söyleyiciler şöyle bir şiir söylerler:
'Milyonları saymış da olsalar,
Sayılmayan tek bir taneyi sayarlar.'
Hâtemü'l-evliyâ, hatmiyyet hususundaki mertebesinde ancak zaman yönünden öne geçmiş olur; benim bildirdiğimin dışında ona yol bulamaz. Onun velâyet mertebesi nübüvvet mertebesinin fevkinde, nübüvvet mertebesi de risâlet mertebesinin fevkindedir. Bunların üçü de, tıpkı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de birleştiği gibi, tek bir kimsede birleşince; artık o hem bir Veli, hem bir Nebi, hem de bir Resul olur.
Ancak; 'Benim öyle bir vaktim olur ki, onda Rabb'imden başkası bulunmaz!'
Buyruğuna göre hamledilmiş bir velâyet olduğu için; onun velâyeti nübüvvetinin fevkinde, nübüvveti de risâletinin fevkindedir.
O (kendi velâyet mertebesinde) Hakk ile buluşur ve Hakk Teâlâ'dan, arada herhangi bir melek vâsıta olmaksızın alır. Nübüvvet mertebesinde ise Hakk'tan, ancak bir melek vasıtasıyla alır. Zira nübüvvet, birtakım haberlerin muhkem kılınmasıdır ki; bu haberler ancak Cebrâil Aleyhisselâm vasıtasıyla alınır. Lâkin nübüvvet, O'nun sözünü Cebrâil Aleyhisselâm'ın ona söylemesi olduğu için, onun nübüvveti risâletinin daha da fevkindedir. Şu kadar var ki, risâlet de O'nun sözünü beşere söylemek demektir. Dolayısıyla nübüvvetin (ondan) daha yüksek olduğu pek de gizli bir şey değildir.
Nitekim Şeyh(ü'l-ekber) bu mânâyı 'Beyt şiiri'nde şöyle zikretmiştir:
'Nübüvvet makâmı berzahlar içindedir,
Velinin kavrayışı Resul'ün fevkindedir.'
Dolayısıyla;
'Resuller bile onu görmek istedikleri vakit, ancak Hâtemü'l-evliyâ mişkâtından görürler.'
Sözüyle de, bizim bahsettiğimiz şey murad edilmiştir. Resuller de hem kendilerinin, hem de velâyetin, zikri geçen mişkâtından ibaret olan Hâtemü'l-evliyâ mertebesi altında gönderildikleri için; onunla ilgili iş, bizim zikrettiğimiz şeye göre artık kolaylaşmış demektir."
("Şerhü'l-Fusûs li'l-Afîfüddîn et-Tlimsânî"; Şehid Ali Paşa, nr.: 1248, 25a-25b yaprağı.)
Bu zât-ı muhterem'in burada anlatmak istediği şu ki; Hâtem-i veli'de hem Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyeti var, hem nübüvveti, hem de risâleti var. Niçin? O kandile intikal ettiği için. Nübüvvetin vazifesini de risaletin vazifesini de o görüyor. O bu durumu açık olarak ilân ediyor. "Bunların üçü onda toplanmış." diyor; "Bu vazife ile muvazziftir." diyor. Hâtem-i veli hakkında ifşaatta bulunan zevât-ı kiram'ın ayrı ayrı beyanlarının özünü bu zât bir noktada toplamış oluyor. "İki bedende tek bir ruh" sözünün mânâsı da budur. Bu kandilde tecellî ettiği için bu kandil o işleri görüyor. Tecelliyât-ı ilâhiye Allah'tandır, Resulullah Aleyhisselâm'ın o kandile teşrifi, emânetlerle beraber intikal etmesi, o işi görür, o vazifeyi ona gördürür.
Meselâ İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buraya temas ederek buyurur ki:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür."(234. Mektup)
O nübüvvetten almış, öyle ki Allah-u Teâlâ dilediğini ona bildiriyor. O bildirilen şeyi ister kendinde bırakır, isterse ilân eder. Velâyet ise zaten doğrudan doğruya ilâhî bir ilhamdır. "Aynı hâl onda da var, bu üçü de onda var, ona bunları lütfetmiş, ikramda ihsanda bulunmuş." diyor.
Bu öyle bir sır ki, orada kişi dahi bulunmaz. Değil bir peygamber, değil bir melek; kişi dahi orada bulunmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın o anda nasıl tecellî edeceğini kişi dahi bilmez, onu kimse bilmez. Nerede ve nasıl tecellî edeceğini ancak O bilir. Bunu ifşâ etmemiştim. Çünkü yok olacak ki, O husule gelsin.
"Onun velâyeti nübüvvetinin fevkinde, nübüvveti de risâletinin fevkindedir." beyanına gelince;
Fakir bunu otuz sene evvel söylemişti. Şöyle ki: "Bazı veliler vardır ki irşada mezun değildir, fakat belki irşad memurundan daha üstündür." demiştik. Çünkü kime nasıl tecellî edeceğini yalnız O bilir. Amma bazısına hem onu, hem onu, hem onu vermiştir. O da ayrı. Oradan öz geliyor. Niçin öz geliyor? Allah'tan geldiği için öz geliyor.
Nübüvvet Allah-u Teâlâ'nın tecelliyâtıdır, fakat perdeler içindedir. O ise doğrudan doğruya hitâbât-ı ilâhîye mazhar olduğu, için ondan ona yakın olduğu için perdeye lüzum kalmıyor. O'ndan ona yakın olan ona hitap ediyor, gelen ona perdesiz geliyor. Risaletle vazifeli olmadığı için de o tecelliyât kendinde kalıyor.
"Resuller bile onu görmek istedikleri vakit, ancak Hâtemü'l-evliyâ mişkâtından görürler."
Sözünün mânâsı ise; Hâtem-i veli onlardan evvel yaratılmıştır, onun nuru evvelden konmuştur. Ondan sonra onlar geldiği için ona muhtaçtırlar. Niçin? Rabbül-âlemîn oraya koyduğu için. Zamanında o kandile tecellî ettiği için o kandilden görüyorlar, o kandilden alıyorlar.