İlmin sonu Hazret-i Allah'a dayanır. Bu ilme "İlm-i billâh" denildiği gibi, "Ledünî ilim" de denilir.
Bu ilme mazhar olan Hakk'ı görür, Hakk'tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ'nın tecelliyâtının sonu yoktur.
"Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez. Şüphe yok ki Allah Azîz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: 27)
Kelimât-ı ilâhiye'nin sonu yoktur. Çünkü O'nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
Hakk'ı gören ise Cenâb-ı Vâcib'ül-Vücud Hazretleri'nden başka hiçbir şey görmez. Yani Allah-u Teâlâ'yı gören, O'ndan başka bir şey görmez ve görmek de istemez. Zira her şey "Lâ" dan ibarettir. "Lâ mevcûde illâllâh" tevhidinin sırrına vâkıf ettirdiği kimseler hem görür, hem söyler, hem de o hâl ile yaşarlar. Her hâl ve kâllerinde hikmet-i ilâhî mevcuttur. Birer numunedirler, birer Hakk adamı, Hakk dostudurlar. Onlar O'nun himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesindedirler. O'nun gözetimi altında iş ve icraat yaparlar.
İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki: "Ayrıca Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O'nun cemâl-i bâkemâline bakmanın ve O'na mânen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar." (İhyâ-u Ulûmid-din)
Çok iyi anlar. Çünkü Allah-u Teâlâ öyle buyuruyor. Öyle tecelli ediyor, öyle husule getiriyor ki, oradan anlıyor. Bu, mahlûkun Hâlik'ına yaklaşması değildir. Hakk'ın mahlûkuna tecelliyatıdır. Hâlik tecelli edecek ki, o vâkıf olacak. Mahlûkun yeri değil orası. Oysa O'na her şey kolay.
Bu hakikatler kemiğin iliği mesabesindedir. Hakikatin özüdür, sözü değildir. Kemiğe kadar herkes iner, iliğe inemez. Kemik ayrı şey ilik ayrı şey.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinde Hâtem-i veli'ye verilen ilim hakkında buyurur ki:
"Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi o kabuğun özüdür." (317. Mektup)
Allah-u Teâlâ'nın göstermesi ile fakir bunu gözü ile görür, görür de öyle söyler. Hiçbir ilmim olmadığına göre, eğer Allah-u Teâlâ öğretmese bunu bilmek mümkün değildir. O bana bu ilimleri satır satır, nokta nokta öğretir ve gösterir.
Evliyâullah'ın "Has ilmullah" diye tarif buyurduğu ilim işte budur. Zât'ına mahsus bir ilimdir. Bu ilim bugün indi. Hakk'al-yakîn ilmin özü de budur. Görünen ve bilinen bir ilim değildir. Diğer ilimler bunun yanında sözüdür. Oraya inemediği için sözde kalmış. Yani kemikte kalmış, iliğe inememiş.
Buradan da anlaşılıyor ki ilmin özü Hâtem-i veli'ye verilmiş. Öz nedir? Hazret-i Allah. O özü biliyor, diğeri kabuğu biliyor. Öz ayrı, kabuk ayrıdır.
"Biz ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulan ilim işte budur, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kadar duyuruyor.
Nitekim Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsü'l-Hikem" adlı eserinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir." (sh: 43)