Ulu bir basamakta gaybı çözdüğüm vakit
Gözümün üzerinde yokluk meydana geldi
Rabb'imi gördüğüm nisbette sevgim derildi
Kalbimin üzerinde de bir yokluk belirdi
Çiçeğim koktuğu vakit sırrım filiz verdi
Nûr'umun üzerine her ne varsa serpildi
Gizli niyâzla ehlim ızdırap duyduğu an
Rahmân'ın tarafından bana kelâm edildi
Nihâyet ben seçkin bir sevgili olduğumda
Burâk beni Kerîm Olan'a dek seyr ettirdi
Hiçbir ehli gözümde büyütmeyip dağıttım
Alçaldım ve Rahmân ve Rahîm olanla kaldım
Yıldız ötesinde Rahîm'e ulaşmış oldum
Arşın etrafında dönüp hırsı taşa tuttum
Râzı olunduğumda sırrımı saklı tuttum
"Şems" vaktinin "Mim"ini imam olarak buldum
Yakınlıktan kolaylaştı işim bir lâhzada
Zikr olduğu üzere ona atanmış oldum
"Altı"dan sonraki ferd için onunla oldum
Mükemmel, Alîm Zât'ın akdini yaymış oldum
Ondaki zaman manâsını ben izhar etsem
İbâre ve rakamla ondan âciz olurdum
Lâkin ben işimi olması için setr ettim
Onun azâmetini göstermeye set çektim
Her keşfin işlerini dahi ben gizli tuttum
Göz için ancak selîm takvâlısını buldum
Biz en ulu Beyt yolundan, bir vakit en yüce Nebevî şeref üzere söz etmiş, hatta başka bir kitapta da kısa tutmaksızın ve daraltmaksızın yine onda sebat ve karar kılmış; lâkin [48b] yalnız küllî mânâya delâlet eden cüz'î birtakım lâfızlarla yürümüştük.
İnsanın iki nesebe sahip olması ve onun âlem hususunda iki mensûbiyeti bulunması da tıpkı bunun gibidir. En yüce neseb ve en ulu mensûbiyyet; anne-babaya değil, Hakk'a nasbedilendir. İşte bu rütbe onun için sahîh olunca, O'nun huzurundaki ebedî hizmetçiliğin, en üstün yakınlık derecesiyle feyizlenmenin ve "En âlî neseb"in ona sahîh kılındığını en ulu kulakla işitebilme tasarrufunun sırrını da kâim kılar. İşte o zaman da bu "Filân'ın oğlu" değil, "Allah'ın kulu" ve insanların ve cinlerin, kendisine iktidâ edeceği imamı olur.
Biz en ulu Beyt'in şerefini takdim edince, ilkin bizim murâd ettiğimizi reddetmiş olanlar; "Hissî vâris"in ve "Nefsî arz"ın vârisliğini ona iliştiren "Neş'et şerefi" hakkındakileri kavramakla, artık ilgili olan mertebeyi de ayırt edebilir.
İşte hayvan neslinin içinde mevcut olmayan "İnsanın gayb âlemi"yle öne geçişi de bu şekilde sahih olur. O hareket hâlinde, tasarruf hâlinde, uyanık hâlde ve tanıma hâlindedir. Lâkin insanların çoğu izhar edilmeyen âlemin görünmezliklerinden yana perdelenmiş bir hâldedir. Bu ise en yüce olanı elde edebilmekten, mânevî incilere kâni olabilmekten; onların arasına konulduğu ve sırları beyân edildiği hâlde, onların aralarındakileri tahayyül edebilmekten ve sırlarını beyan edebilmekten mahrum oldukları içindir. Hâlbuki onlara konulan, bu duvarın gölgesini ilâhî nûrların göz kamaştırıcı ışıltısıyla, saydam ve belirgin hâle getirir. Hiç şüphe yok ki şerefli bir varlık ve latîf bir sır artık onun olmuştur. Şu hâlde sen, ondan haberdar ol ve onu güzel bir biçimde gör!
Âlem "İki âlem" olunca, vârisi de "İki vâris" olarak tanı! O'na âit olan en büyük âlemdeki "En ulu vâris", ilâhî sırların ve tecelliyât nûrlarının vârisidir. En küçük âlemdeki "Nûrlu vâris" ise, şehirlerin halîfeliğinin ve hürleri köleleştirebilmenin vârisidir.
Güneş, yerini doğduğu çevreden kendini uzaklaştırmaksızın değiştirir. Yaratılışının zâhiri üzere, senin hakkındaki güneşin doğuşunun uzak olmayışı da tıpkı bunun gibidir.
[49a] Bil ki, güneşin doğudan batıya doğru akıp gitmesi devam ettiği gibi; onun dışında, kendi nefsiyle, gözü şaşırtmaksızın ve lüt'ü hayrete düşürmeksizin, batıdan doğuya doğru akıp gitmesi de zevâl bulmaz. Dolayısıyla bir gün onun, onunla ilgili hareketini izhâr etmesi ve onun terkini i'tâ etmesi hiç de uzak olmaz. [67] Kişiye belirli olan eceli gelir, O'na icâbet eder de mağfiret olunmaz. Zira artık tevbe kapısı kapanır ve O'nun güneşi batıdan doğar. İşte bu vakitte, iman etmiş olmayan kimsenin imanı artık kendisine bir fayda sağlamaz. O ise basîreti oldukça güçlü olan kimsedir; hiç şüphe yok ki Allah-u Teâlâ büyük olduğu hâlde büyüklük taslamayan kulunun tevbesini kabul eder.