Bu zât'ın bu ifşaatındaki mühim bir sır da şu ki;
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a risalet, nübüvvet ve velâyet bahşetmiştir. Ve fakat velâyeti, nübüvvetinden de risaletinden de üstündür. Yani peygamberlik ilâhî bir memuriyettir, amma asıl kaynağı velâyetinden alır. Risalet ve nübüvvetle vazife yapacak. O bir emirdir, emri alır ve tebliğ eder. Yani Allah-u Teâlâ peygamberi ile kulları arasında onu vesile ve vasıta kılmıştır. "Risalet bu demektir." diyor. Sonra velâyete geçiyor. Velâyet-i hassa öyle değildir, o doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dan alınan bir makam olduğu için, bilhassa onun bu has velâyeti, o makamlardan da üstündür. O velâyet intikal ettiği için, üstünlük buradan geliyor.
Allah-u Teâlâ'nın onunla hususiyetle ünsiyeti vardır. Bu onda kalır, halka intikal etmez. Dilerse dilediği kadar bildirir, özü onda kalır. Veliler dahi o tümden nasibi kadar alırlar.
"Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir; ne nebi, ne de resul sokulabilir." (Keşfü'l-Hafâ)
Hadis-i şerif'inde buyurulduğu üzere, bu Allah-u Teâlâ ile kulun arasındaki ilhamdır, buraya hiçbir şey sızmaz. Ondan ona yakın olan ona duyurur. Sen dışta kalırsın. Muhaddes'in öz mânâsı budur.
Fakir der ki: "Nefeslerin en hayırlısı Hazret-i Allah ile alınandır, mülâkatların en güzeli Hazret-i Allah ile yapılandır."
Bu gizli bir konuşmadır, halk buraya giremez, girmesi de mümkün değildir.
Gerek Hatemü'r-rüsul'ün velâyeti olsun, gerek Hâtem-i veli'nin velâyeti olsun, bunlar Allah-u Teâlâ'nın desteğine dayanan bir velâyettir. Buraya ilim-hilim giremez. Bu noktanın özü budur. "Bu ilâhî bir esrârdır, onları Allah-u Teâlâ destekliyor, buraya mahlûkun girmesi mümkün değildir." diyor.
Hani bu zât-ı muhterem:
"İki bedende bir ruh." buyuruyor ya, işte bu budur. Bu kandilleri ezelden halketti. Fakat Velâyet-i Muhammediye her şeyin fevkinde olduğu için ve olduğu gibi ona da intikal ettiği için, buraya girilmez. Bu bir esrârdır.
•
"Farklı farklı nübüvvetlerin toplanıp biraraya gelmesi..." hususuna gelince;
Bu durum ondan alınmasından ötürüdür. Onlara farklı farklı gelmiştir. Kök o, öz o... Kökü de özü de o kandilden alınmıştır.
Meselâ sizin anlayacağınız bir temsil verelim: Bir ilim var; birisi başka anlar, diğeri başka anlar, herkes anladığı kadarının yorumunu yapar, bu da öyledir. O küllî bir lütfe mazhar olmuştur, nasipdar olana nasibi kadar oradan vermişlerdir. Herkes verildiğini bilir, ötesini bilmez. Amma o ise hepsini bilir. Diğeri verildiği kadar sadece o noktayı bilir, ötesini bilmez, çünkü ona küllî verilmemiş, cüz'î verilmiştir.
Her şeyin küllîsi ona verilmiş, o tecelliyâta o mazhar olmuş, Allah'tan aldığını veriyor. Başkasının onu alması mümkün değildir.
Çünkü kalbinin vüs'ati ona göredir. Ondaki kalp, ondaki ilim, ondaki dimağ kimsede yok. Yalnız o alabilir, ondan da onlara verilir.
Ne kadar?
Nasibi kadar, vüs'ati kadar. Kimisi bir fincan kadar alır, kimisi bir bardak kadar alır, kimisi havuz kadar alır, kimisi derya kadar alır. Taksimatlar böyledir. Kişinin nispetine göre o deryadan alır.
Ne kadar? Nasibi kadar.
•
Hazret yukarıdaki beyanında:
"Velâyet"in doğrudan doğruya ilâhî desteğe dayandığını beyan buyurmaktadır.
İlâhî destek, başka hiçbir şey değil, bir maske. Bu zât özünü bahsetmiş, özü işte budur. Velâyet ilâhî bir esrârdır.
Velâyetten murad, tek kelime ile bir esrârdan ibarettir. Hele Hâtem-i veli'nin velâyeti mevzusuna hiç kimsenin girmemesi gerekir. Girse bile ilmi de aklı da yetmez. Neden?
Çünkü doğrudan doğruya ilâhî lütfa dayanır, mahlûk ile hiçbir ilgisi yoktur. Allah-u Teâlâ daha Âdem Aleyhisslâm'ı yaratmazdan evvel bu iki nuru yaratmıştı.
Burada bir örtü var, içinde ne olduğu görülmüyor, örtüyü kaldırdığın zaman ne olduğu görülür. Allah-u Teâlâ'nın varlığı yaratıklarla örtülüdür. Yaratıkları kaldırdığın zaman altta O çıkar. Her yaratık böyledir. Onun için sen varlığını o perdede görürsen, perdeyi kaldırdığında O çıkar. Bu zât bir kelime ile bütün gizli işleri ortaya koymuş, görmüş ve söylemiş. Mâdem ki O var, senin hükmün yok. Sen hükmünden çıkarsan, Var olan husule gelir. Fakat bunu anlayacak kişi çok azdır. Bunun böyle olduğu bugün çözüldü.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin:
"Bir şey var amma, ne olduğu bilinmiyor." dediği işte budur.
Mahiyetini O bilir. Bunu Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri aslında açmış. Onun içinde O'nun olduğunu görmüş, o kutuyu o açmış.