Kureyza oğulları, Kaynuka ve Nadîr gibi Medine yahudilerindendi. Resulullah Aleyhisselâm Medine-i münevvere'ye hicret ettiği zaman, Kureyza oğulları ile de bir antlaşma yapmıştı. Bu antlaşma ile diğer yahudiler gibi bunların da malları, canları emniyet altına alınmıştı.
Uhud savaşı'nda müslümanlar zaferi kazanamayınca Medine yahudileri iyice şımarmışlardı. O zaman Medine'de Nadîr ile Kureyza yahudileri kalmıştı. Resulullah Aleyhisselâm, yahudilerle yapılmış olan eski antlaşmanın yenilenmesini gerekli gördü. Fakat Nadîr yahudileri buna yanaşmamışlar, İslâm düşmanlığını açıkladıkları için yapılan savaş sonunda sürgün edilmişlerdi. Eski antlaşmayı yenileyen Kureyza ise yerinde bırakılmıştı.
Hendek savaşında Nadîr oğulları'nın eski reisleri, müşriklerle birleşerek Medine'ye saldırdıkları zaman, Kureyza oğulları bir müddet için Resulullah Aleyhisselâm'la yaptıkları antlaşmaya saygı gösterdi, düşmanın teklifini reddettiler. Hatta hendek kazılırken kazma, kürek gibi âletler vererek yardımcı oldular. Ancak Nadîr yahudileri Kureyza'yı kandırmayı başardı. Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı bozdurdu. Hendek savaşının en nazik anında Kureyza oğulları, Kureyşliler'le birleştiler ve savaşa girdiler. Böylece vatanlarına ihanet etmiş oldular. Ötedenberi Kureyza oğulları'nı korumakta bulunan Evs kabilesinin reisi Sa'd bin Muâz -radiyallahu anh-ın yaptığı nasihatleri dinlemediler. Hatta Resulullah Aleyhisselâm hakkında küstahça ağır sözler bile söylemekten çekinmediler. "Resulullah da kim oluyormuş? Muhammed'le aramızda ne ahid vardır ne de akit!" dediler.
Bununla da yetinmediler. Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, müslümanların âile ve çocuklarını kılıçtan geçirme teşebbüsünde bulundular. Bu hareketleriyle müslümanları savaş endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler.
Halbuki mevcut antlaşmaya göre Kureyza oğullarının müslümanlarla birlikte olmaları ve müşterek vatan olan Medine'yi düşmana karşı korumaları gerekiyordu. Düşmanla işbirliği yapmaları, müslümanlar için son derece tehlikeliydi. Kureyza'nın bulunduğu yer de Medine'ye pek yakındı. Müşrikler Kureyzalılar tarafından Medine'ye saldırırlarsa bütün müslümanları kılıçtan geçirebilirlerdi. Onlar antlaşmayı bozmakla müslümanları en nâzik ve en tehlikeli bir sırada yalnız bırakmış oluyorlardı.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hendek'ten döndüğü zaman silâhları bırakıp elini yüzünü yıkamış, tam başındaki toprakları çırparken Cebrail Aleyhisselâm geldi ve:
'Sen silâhını bıraktın, vallahi biz daha bırakmadık!' dedi ve onlara geri gitmesini söyledi.
Resulullah Aleyhisselâm: 'Nereye kadar?' diye sorduğunda 'Şuraya!' diyerek Kureyza oğulları'nı gösterdi. Resulullah Aleyhisselâm bu emir üzerine onlarla savaşmaya çıktı." (Buhârî-Müslim)
Resulullah Aleyhisselâm Hendek'ten öğle vakti dönmüş, öğle namazını Medine'de kılmıştı.
Aldığı bu emir üzerine derhâl nidâcı çıkararak:
"Allah'ın Resul'ü ikindi namazınızı Kureyza oğulları yurdunda kılmanızı emrediyor." diye ilân ettirdi. Bu dâveti duyan müslümanlar bir anda silâhlanarak toplandılar.
Resulullah Aleyhisselâm Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i yerine vekil bıraktı, sancağı Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e teslim etti.
İçinde otuz altısı atlı olmak üzere üç bin kişilik İslâm ordusu Kureyza oğulları'nı kuşattılar.
Hendek savaşı müslümanların lehine sona erdiği için, artık Kureyza oğulları meselesini halletmek, savaşın en nazik anında yapılan ihanetin hesabını sormak gerekiyordu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- yahudilerin kalelerine yaklaştı, sancağı kalenin dibine dikti. Müslümanları karşılarında görünce kızdılar, ağza alınmayacak laflar ettiler. Bu hareketleriyle yaptıklarından pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı. Kalelerine kapanarak kendilerini savunmaya karar verdiler. Sayıları dokuz yüz civarındaydı.
Resulullah Aleyhisselâm üzerlerine ok yağdırmayı emir buyurdu. Onlar da müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırmaya başladılar. Karşılıklı ok atışı gecenin bir kısmına kadar devam etti.
İlk gün ve gece böyle geçirildi.
İkinci günün sabahında Resulullah Aleyhisselâm mücâhidleri savaş nizamına soktu. Yahudi kalelerini sararak onlara ok ve taş atmaya başladılar.
Kuşatma yirmi beş gün sürdü. Yahudiler antlaşmayı bozduklarına bin pişman oldular. Kuşatmanın uzaması ve şiddetlenmesi kendilerini iyice sıkmaya başladı. Allah-u Teâlâ da kalplerine korku düşürdü.
Bunun üzerine görüşme isteğinde bulundular. Resulullah Aleyhisselâm'ın bu isteklerini kabul etmesi üzerine kabile reislerinden Nebbas bin Kays'ı gönderdiler. Nadir oğulları gibi develerinin taşıdığı kadar eşya ile çıkıp gitmeleri için müsaade istediler. Resulullah Aleyhisselâm bunu kabul etmedi. "Bari bütün malımızı olduğu gibi bırakalım, sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim." dediler. Resulullah Aleyhisselâm "Mutlaka benim hükmüme râzı olmalısınız." cevabıyla onları reddetti.
Nebbas aldığı cevaplarla kaleye döndü, olup bitenleri anlattı.
Câhiliyet döneminde müttefikleri ve komşuları olması sebebiyle, yahudiler Ebu Lübâbe -radiyallahu anh-i danışmak için kendilerine göndermesini Resulullah Aleyhisselâm'dan istediler. Müsaade edilmesi üzerine Ebu Lübâbe -radiyallahu anh- yanlarına vardı. Onu bir kurtarıcı gibi karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlayarak eteklerine sarıldılar.
"Muhammed'in hükmüne boyun eğerek teslim olmamızı sen uygun görür müsün?" diye sordular.
Ebu Lübâbe -radiyallahu anh-:
"Evet, çıkınız!" dedi ve eliyle de "Kesileceksiniz!" mânâsında boğazlanma işareti yaptı.
"Muhammed Aleyhisselâm'ın hükmüne göre teslim olursanız, sizi boğazlar!" demek istedi.
Fakat daha sonra çok pişman oldu ve bu davranışıyla Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne ihanet ettiğini düşünerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına uğramadan mescide gidip kendisini bir direğe bağlattı. Affedildiğine dair Âyet-i kerime nâzil oluncaya ve bizzat Resulullah Aleyhisselâm tarafından çözülünceye kadar sekiz-on gün yiyip içmeden direğe bağlı olarak kaldı.
Kaleden dönmesi gecikince durumunu Resulullah Aleyhisselâm'a haber verdiler.
"Eğer o doğruca benim yanıma gelmiş olsaydı, kendisinin yarlığanması için Allah'dan af dilerdim.
Madem ki o yapacağını yapmış, kendisini bağlatmış bulunmaktadır. Artık Allah tevbesini kabul edinceye kadar, ben onu bulunduğu yerden salıvermem." buyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in hanesinde bulunduğu sırada Ebu Lübâbe -radiyallahu anh-in tevbesinin kabul olunduğu hakkında Âyet-i kerime nâzil oldu.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. Bunlar tevbe ederlerse, umulur ki Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Tevbe: 102)
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz der ki:
"Seher vakti Resulullah Aleyhisselâm'ın güldüğünü hissettim. Sebebini sordum. Ebu Lübâbe'nin tevbesinin kabul olunduğunu haber verdi. Yâ Resulellah! Ona müjdeleyeyim mi?' dedim. 'İstiyorsan müjdele!' buyurdu."
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz odasının kapısına dikilerek:
"Ey Ebu Lübâbe! Seni müjdelerim, Allah tevbeni kabul buyurdu."dedi.
Orada bulunanlar bağını çözüvermek için ona doğru koşmuşlarsa da:
"Hayır! Vallahi Resulullah Aleyhisselâm eliyle salıvermedikçe buradan ayrılmam!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm sabah namazına çıkarken yanına gelip onu salıverdi.
Ebu Lübâbe -radiyallahu anh-in bağlandığı direk sonraları "Tevbe direği" mânâsına gelen "Üstüvânetüt-tevbe" diye anıldı.