İslâm aşkıyla, cihad ruhuyla bütün dünyada at koşturmuş, bayrak dalgalandırmış; bu büyük ulvî gaye uğruna yüzlerce yıl harp meydanlarında boy göstermiş; İslâm ve vatan için milyonlarca şehidini gözünü kırpmadan feda etmiş, vatan topraklarını su yerine kanla sulamış bir atanın evlatlarıyız.
Öyle bir ata ki; yere hiç düşmeyen bir ok gibi daima hedefine ilerledi, çatlamak nedir bilmeyen bir at gibi nal sesleri hiç kesilmedi. Öyle bir ata ki; ab-ı hayat suyundan içmiş gibiydi, can verdi, canlar verdi ama ölmedi. Kılıç şakırtıları cennetten gelen bir musikiydi sanki; ruhundaki zevk, neşe, sevinç duygularını şaha kaldırıyordu.
Şairin dediği gibi;
"Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik."
Çünkü çok ulvî bir gaye ile yola çıkmıştı.
"Gazi"lik ünvanını "Şah"lığa, "Sultan"lığa tercih etmişti. Kendisine Ertuğrul Gazi dediler, Osman Gazi dediler, Orhan Gazi dediler.
Oğullarına şöyle vasiyet ettiler:
"Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir. Yolumuz Allah yoludur, maksadımız Allah'ın dinini yaymaktır."
(Neşrî, "Kitâb-ı cihannümâ", c. 1, s. 145-147.)
Bu yolda yürüdüler, bu uğurda nice canlar yere düştü. Ancak gaye ulvî olduğu için ilâhî yardım eksik olmadı. Sayıca kat be kat üstün düşman karşısında sayısı unutulmuş nice zaferler kazandılar. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz..... Yok etmek için kurdukları Haçlı ittifaklarının sayısını artık sayamaz oldular. Bu ulvî hatıra ve ilâhî yardım en müşkil anlarımızda bugünümüzde bile imdadımıza yetişti. Çanakkale'de, İstiklâl Harbi'nde, Kıbrıs'ta.
Harp meydanında kükrediği zaman düşmanına korku salan dehşetengiz bir arslana dönüşen bu kahraman cengâver, sulh zamanında ve dahi harpte bile hiçbir kindarlık, barbarlık göstermeyecek kadar âlî bir karakter sahibiydi. Bu karakter Resulullah Aleyhisselâm'dan ve ashabından geliyordu. Allah'ın arslanı Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bir savaş esnasında yakaladığı bir düşmanını tam öldürmek üzereyken yüzüne tükürünce bırakmıştı. Sebebini sorunca şöyle cevap verdi: "Ben seninle Allah yolunda ve sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için savaşıyordum ve onun için seni öldürecektim. Sen yüzüme tükürünce öfkelendim, sana kızdım. Eğer o an öldürseydim, sana olan kızgınlığımdan dolayı bunu yapmış olacaktım. Seni kendi nefsim için öldürmüş olacaktım." Bunu duyan o adam hemen orada müslüman oldu.
İşte bu ulvî gayeyi devam ettirdikleri için Birinci Dünya Savaşı'nda Londra'da toplanan İngiliz Harp Konseyi'nde başbakan ve bakanlar "Bizim medenî(!) milletlerin orduları savaşta barbarlığa yaklaşıyor, barbar saydığımız Türk orduları ise savaşta medenîleşiyor.?" diye soruyor, cevabını bulmaya çalışıyordu.
Öyle bir ata ki; Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in kahramanlığı gibi onun bu yüksek ruhunun da mirasçısı oldu.
Düşmanları onlar hakkında şöyle dedi: "Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli yıldırıma, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur." (Tasso-İtalyan Şair)
Bu haslet imanlarından ve manevi terbiyelerinden geliyordu. Çünkü onlar sadece düşmana değil, nefislerine de savaş açmıştı. Bu yüksek ruh büyük bir iman, büyük bir aşk, büyük bir sevda ile bağlandıkları Resulullah Aleyhisselâm'dan geliyordu. Bir harp dönüşü "Küçük cihaddan büyük cihada döndük." buyuran Rahmet Peygamberi Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-in izinden gidiyorlardı. Peygamberlerini öyle seviyorlardı ki Peygamberimiz'in naaşını kaçırmayı planlayan Vatikan papazları, Türkler gelip Vatikan'ı tepemize yıkarlar diye korkup bu tehlikeli fikirden hemen vazgeçmişlerdi.
Cihad onun ayrılmaz bir karakteriydi. Onu tanıyanlar şöyle dedi: "Silahlı milletin en canlı örneği Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak, katibinin kalem ve hatta kadınlarının etek tutuşunda silaha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk ata biner gibi oturur, keşfe yollanan asker gibi uyanık yürür." (Alman Mareşal Moltke)
Onlar ser verdiler, sır vermediler, can verdiler küffara boyun eğmediler. "Necip Millet" diye anıldılar.
Bu sır, bu azim, bu ruh sebebiyle Hazret-i Allah onlara dünya hükümdarlığını verdi.
Bugün şeytanın bütün orduları ile ittifak yapan küffarın hüküm sürdüğü bir dünyada bu azim, bu kararlılık, bu ruh, bu sır olmadan yeniden tarih sahnesine çıkabilir miyiz? Küffara karşı azim duymadıkça, cenk duygusunu içimizde yaşatmadıkça "Necip Millet" sıfatını biz de hakedebilir miyiz? Küffar ittifaklarının içinde oldukça, hâlâ bu ittifakların içine girmeye çalıştıkça, burnumuzun dibinde küffarla işbirliği yapmadan bir fiske vuramadıkça bu sıfatı hakedebilir miyiz? Onlar neredeydi, biz neredeyiz?
Bu niyet olmadıkça bütün dünya bizim olsa yine o sıfatı bize vermezler.
O eski "Necip Millet" değiliz. Ancak sayıları az da olsa bu milletin "Necip" olanlarında bu ruh, bu azim yaşıyor. Hazret-i Allah küllenen bu koru tekrar canlandıracak inşaallah. Ancak şu bir hakikattir ki sancısız doğum olmuyor.