Her ülkenin kendi geleceği açısından hayati öneme sahip konularda karar vermekte zorlandığı durumlar vardır. Bazen harp kararı vermek zordur, bazen sulh kararı. Bazen karar vermek zorundasınızdır, bazen karar vermemek daha uygundur. Ortamın karışık, havanın bulanık olduğu zamanlarda bu iş daha da zor ve mesuliyetlidir. Bazen doğru kararın zamanında ve seri bir şekilde verilmesi gerekir; iş işten geçtikten sonra alınan kararların ise kıymeti harbiyesi yoktur.
Her durumda karar mercii konumundaki liderlerin uzak görüşlü olması veyahut bilgi ve kabiliyeti geniş, uzak görüşlü, felsefesi sağlam danışmanlara sahip olması gerekir.
Ve aynı zamanda devletin istihbaratının ve istihbarat analizinin gücü de çok önemlidir. Zira bugün istihbaratın çoğu açık istihbarat haline gelmiş, istihbaratın ve elde edilen bilginin analizi çok daha büyük önem arzetmeye başlamıştır.
Küresel ortamın kaynayan bir kazana dönüştüğü; devletlerin yanında kimi gizli kimi aşikâr örgütlerin dünya siyasetinde söz sahibi olduğu; sermayeye yön veren küresel ekonomik tekellerin bütün dünyayı inim inim inlettiği; bazen devlet içindeki farklı odakların devletlerüstü bir güç gibi hareket ettikleri; üstelik ekonomik, siyasî, askerî, coğrafî güç mücadelelerine dinî ve itikadî yorumların ziyadesiyle yön verdiği çok karışık bir devirde yaşıyoruz.
"Mesih gelsin" diye "Armagedon Savaşı"nı çıkartmaya, dünyayı karıştırmaya çalışan siyonist hıristiyan tarikatların Amerikan yönetiminde söz sahibi olduğu; "Harici" zihniyetin yeniden hortlayıp bütün İslâm dünyasını tarumar ettiği bir dünyadan bahsediyoruz.
Böyle bir ortamda sağlıklı ve istikametli analizler yapabilmek için sağlam bir temel üzerinde düşünce ve felsefenin inşa edilmesi gerekir.
Bu temel; yüzyıllardır bu millete önderlik etmiş, Ahmed Yesevî, Edebalî, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdaî -kaddasellahu esrarehüm- Hazeratı gibi zâtların ve onların günümüzdeki temsilcisinin gösterdiği istikamette kurulursa sağlam olur. Aksi halde maneviyat ehli görünümlü ancak kendine bile faydası olmayan zavallıların; Batı zehri almış kifayetsiz medya maymunlarının; ve hatta medyumların gösterdiği yere temel kurmaya çalışanların binası da, kararları da ona göre olur. Hata yapma, hatalı kararlar verme ihtimali de ona göre çok olur. Meselâ; bir zamanlar, siyasetten ekonomi dünyasına kadar birçok insanın önünde diz çöküp akıl danıştığı bir şahsiyetin bugün devletin bir numaralı düşmanı haline gelmesi, taraftarlarının Türkiye'yi uluslararası arenada zor durumda bırakmak için elinden geleni ardına koymaması ne kadar ibretamiz bir durumdur. Ve yine meselâ; bir zamanlar Batı ile paralel bir perspektifle Türkiye'nin iç sorunlarına çözüm dikte etmeye çalışan Mehmet Ali Birand-Hasan Cemal-Cengiz Çandar ekolünün -bugün kendileri itibarda olmasalar bile-; bu gibi zevatın fikirlerinin bugünkü ortamı epeyce zehirlediğini görmek ne kadar üzücü bir durumdur.
Bu netameli devirde insan kendisine öyle bir rehber bulmalı, öyle bir zâtın düsturunu takip etmelidir ki kararları ve istikameti de ona göre olsun.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri böyle bir zât-ı âlî idi. Kendisinden bize çok önemli düsturlar ve temeller kaldı. Ahirete irtihal ettiler ancak eserleri ve beyanları ile bugünümüze yol göstermeye devam ediyorlar.
Bugün bu düsturların ehemmiyeti her geçen gün daha aşikâr bir hâl alıyor. Kendisinden aldığımız bu düstur ve temelleri -bu sayfanın ilgi alanı çerçevesinde- anlayışımız nispetinde şöyle özetleyebiliriz:
1. İslâm'ın özünde tevhid akidesi vardır. Bu akideyi iman-küfür mücadelesi tamamlar. Allah katında İslâm'dan başka din yoktur. İslâm'ı kabul eden Türklerin son bin yıllık tarihi de aynı zamanda bu mücadelenin tarihidir.
2. İslâm dini'nin içerisinde bölücüler vardır. Bunlar dinimize çok büyük zararlar verdikleri gibi vatanımıza da çok büyük zararlar verirler. Ellerine fırsat geçse dini de vatanı da kendilerine maletmeye çalışırlar. Yukarıda bir örneğine değindik. Irak ve Suriye gibi ülkelerde nice örneklerini görüyoruz.
Gayesi Allah olan, dünyevî hiçbir maksat ve menfaat gütmeyen hakikat ehli başkadır, gayesi dünyada saltanat ve menfaat olan dalâlet ehli başkadır. Aradaki fark gerçek çiçek ile yapma çiçek arasındaki fark gibidir. Bilmeyen ikisine de çiçek der, ancak birisinde hayat yoktur, ölüdür.
3. Vatan, bayrak sevgisi imandandır. Dergimizin logosundaki "İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez." sözü kendi beyanlarıdır ve kendi talimatları ile konulmuştur. Bu ülkede devlet aygıtında söz sahibi olan insanlar yıllar yılı en büyük eziyeti müslümanlara yaptıkları halde devlet bizim devletimizdir, ordusu bizim ordumuzdur. Yine bunun gibi bu devlet bu milletin imanlı ve fedakar nice isimsiz kahramanı sayesinde ayaktadır. Yıkıcı hareketler ise öncelikle müslümanlara ve İslâm'ın akıbetine vurulan bir darbedir. Bu gibi hareketler 1000 yıldır hıristiyan haçlılarla mücadele eden bu ülkede yapıldığı zaman zararı sadece Türkiye'ye değil, bütün İslâm dünyası'nadır.
Bu düsturları ve temeli alan bir kimsenin analiz ve isabetli karar gücü de ona göre olur. Gerek İslâm dünyasında, gerek memleketimizde yaşanan birçok fitneyi kolay teşhis eder, küffarın gayesini ve sinsice nüfuz etmek istediği noktaları çok daha rahat kavrar.
Bugün küffar bütün orduları ile İslâm'a hücum etmek için fırsat kolluyor. Bu gaye ile; elini ateşe sokmadan, sinsice, İslâm dünyasındaki dişe dokunur bütün devletleri yıkmaya, ordularını dağıtmaya çalışıyor. Biz zannediyoruz ki; zalimi yıkacak yerine yenisini kuracak. Bu ham hayal yüzünden en büyük zalimden, küresel zulmün ve küfrün harekât merkezinden bir şey umuyoruz, bilmeden alet oluyoruz. Oysa bir de bakıyoruz ki; yıkmış, yerinde yeller esiyor. Irak'ta, Suriye'de, Libya'da olduğu gibi. Bu zannımızın sebebi iman-küfür mücadelesini anlayamamış olmamız ve yuttuğumuz "Küfrü hoşgörü" zokasını tamamen çıkartamayışımızdır. Aynı yıkıntıyı Pakistan'da, Mısır'da, Arabistan'da ve Türkiye'de de yapmaya çalışıyorlar.
Yine din bölücülerinin Irak, Suriye ve Libya'da yaptıkları zararlar meydanda. Eğer biz dindeki bölücülerin vatana yaptıkları zararı zamanında öğrenip kabul etmiş olsaydık; "Bunlar da müslüman" zannıyla hareket etmez, bu bölücüler gerçek yüzlerini ortaya koymadan, işler bu boyutta içinden çıkılmaz hâle gelmeden tedbirimizi almış olurduk. Hem dışarda IŞİD meselesinde, hem de içeride bugünkü meselelerde zararlar bu boyuta gelmeden tedbir alabilirdik. (Yine de Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yıllar önce yaptıkları şiddetli ikazlar insanların çabuk uyanmasına vesile oluyor, memleketimizi yıkıntıdan kurtarıyor. Manevî tasarruf memleketimizi ayakta tutuyor.)
Benzer şeyleri PKK meselesinde de söyleyebiliriz. "Ya devlet başa ya kuzgun leşe." gibi atasözlerimiz binlerce yıllık tecrübenin imbiklerinden süzülmüştür. Dördüncü Murad çivisi çıkmış devleti sert tedbirlerle düze çıkartırken, devlet işlerine karışan annesini oda hapsine alırken; Aziz Mahmud Hüdai -k.s.- Hazretleri'nin işaretleri ile hareket etmişti.
Bu gibi zevât-ı kiram en lâtif, en nezih bir güzel ahlâkın temsilcisi oldukları gibi Ümmet-i Muhammed'in emaneti ve dirliğinin teminatı olan devlet söz kosunu olduğunda ve yeri geldiğinde en dirayetli duran insanlar bunlar olmuştur. Çünkü onların ahlâkları ve düsturları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahlâk ve düsturundan gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz güzel ahlâkın en güzelini yaşamış ve öğretmiş en yüce Zât-ı âlî idi. Harp meydanına çıktığı zaman da müslümanların en cesuru ve en vakarlısı da yine o idi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle demiştir: "Bedir günü savaş kızıştığı zaman Resulullah Aleyhisselâm'a sığınmıştık. O gün insanların en cesaretlisi ve en kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın olan bir kimse yoktu."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i örnek alan Ashâb-ı kiram Hazerâtı'nın ardından gelen Tarık bin Ziyad, Selâhaddin Eyyubî gibi zâtlar nasıl birer iman ve cihad timsali olmuşlarsa, Sultan Alparslan, Sultan Kılıçarslan, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi, Fatih, Yavuz gibi Türk hükümdarları ve kumandanları da birer iman ve cihad timsali idiler. "Gazi" lik rütbesini Sultanlıktan-Padişahlıktan daha üstün bildiler. Merhametin, adaletin, nezafetin temsilciliğini yaptıkları gibi Allah yolunda gazanın da temsilciliğini yaptılar.
Bugün yapılan bazı harekâtları doğru mu yaptık, yanlış mı yaptık diye tartışıp duruyoruz. Ancak 2008 Güneş Harekâtı'ndan beri kılıcımızı saklayıp duruyoruz. Bazen "Amerika ile birlikte hareket etme" gibi bir takıntı yüzünden bazen de "Bataklığa girmeyelim." gibi haklı düşüncelerle geri duruyoruz. (Takıntılar hâlâ devam ediyor.) Bu politika içerisinde düşünürseniz en doğru hareket yapılıyor. Ama genel resme baktığımızda PKK olsun IŞİD olsun bu gibi örgütler, "Türkiye bize bir şey yapamaz, yapmaya niyeti yok." zehabına kapılıyor. Esad uçağımızı düşürüyor, Yunanistan burnumuzun dibine her türlü silahı yerleştiriyor, İsrail hava sahamızı ihlal ediyor, Amerika askerimizin başına çuval geçiriyor.
"Aman kılıcımız kınından çıkmasın" düşüncesi ile bizi harbe çekecek tehlikeler mi bertaraf ediliyor, yoksa okumuzu fırlatmak için yayın kirişini mi çekiyoruz, bilmiyoruz. Şu Âyet-i kerime'yi unutmamak lâzımdır:
"Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın. Onlar sizde büyük bir azim ve sertlik görsünler. Bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir." (Tevbe: 123)
Elimizi vicdanımıza koyup cevap verelim: "Düşmanlarımız bizde azim ve sertlik görüyor mu?"
Bununla beraber; hesapsız-kitapsız hareketler yapalım demek de istemiyoruz. Elbette yerine ve zamanına göre hareket etmek gerekir. Ancak niyetimiz buna göre olmaz, sadece lafını yaparsak üzerimize düşman çekmekten başka bir şey yapmamış oluruz.
Arslanları bağlarsanız meydan sırtlanlara kalır. Türkiye müdahale etmemiş olsaydı, Kıbrıs bugün her türlü düşmanlığı yapmaya çalışan bir Rum toprağı olurdu. (Dikkat ederseniz tanklarımızın Suriye'de kendisini göstermesi bile bir heyecan vesilesi oldu, gaza duygularını canlandırdı.)
Bu sözleri sadece bazı kişileri eleştirmek için söylemiyoruz. Ülke ve millet olarak bu atalet genel bir görünümü temsil ediyor. Yapılan işleri eleştireyim diye devlete zarar verecek boyutta yaygara yapanlar ise, bu genel durumdan daha da geride bir zaafın temsilcileri durumunda. Onlara söz söylemeye bile gerek yok.
Binaenaleyh millet olarak kendimize gelmemiz, silkinmemiz lâzım. İstişareyi ve danışmayı ehliyle yapmamız lâzım. Bu ehiller bugün belki hayatta değiller ancak düsturları güneş gibi yol göstermeye devam ediyor.