Yusuf Aleyhisselâm, yanına gelen kardeşlerinin sıkıntılarının son dereceye ulaşmış olmasına, mahcubiyet ifade eden ricâları karşısında daha fazla sabredemedi. Artık kendisini tanıtma zamanı gelmişti. Onları incitmeden, seneler önce, sadece kendilerinin bildiği, Allah-u Teâlâ'dan başka kimsenin içyüzüne vâkıf olamadığı hadiseyi hatırlatıverdi:
"Siz câhil kimselerken Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dedi. (Yusuf: 89)
Hava birden değişti. Bu ses kulaklarında bir çınlama yaptı, gönüllerinde âni bir şimşek gibi parladı. Ona şimdiye kadar Mısır veziri gözü ile bakıyorlardı, yüz hatlarını pek incelemiş değillerdi. Hayret ve şaşkınlık içinde yüzüne uzun uzun bakmaya başladılar.
Sonra onun Yusuf olduğuna kanaat ederek, âdeta bir ağızdan bağrıştılar:
"'Yoksa sen Yusuf musun' dediler?" (Yusuf: 90)
O da kendini ve kardeşini tanıtıp takdim etmekle müjdeledi:
"Evet ben Yusuf'um, bu da kardeşim!" cevabını verdi. (Yusuf: 90)
Suçlarının altında ezilen kardeşler mahcubiyet içinde, utançlarından başlarını önlerine eğdiler. Korkudan yüzleri sapsarı sarardı, heyecandan nefesleri kesildi.
Sonra da gayet belâgatlı ve açık bir itirafla kardeşlerinden özür dilediler:
"'Vallâhi, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik' dediler." (Yusuf: 91)
Bu şekilde bilerek hata ettiklerini itiraf ettiler.
Âlicenap peygamber Yusuf Aleyhisselâm, onların bu davranışına gayet lütufkâr ve bağışlayıcı bir mukabelede bulundu:
"Dedi ki:
Size bugün hiçbir başa kakma yok, ayıplanacak değilsiniz. Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir." (Yusuf: 92)
Artık üzülmeyiniz, sizi de ilâhî merhametin içine alır.
Bizim için ne güzel bir numune!
Bu yol af yoludur. En küçük bir başa kakış yolun prensiplerine ters düşer.
•
"Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin şefaat izni bahşettiği kumandanlar vardır. Onların tek gayesi Hazret-i Allah'ın izin verdiği kadarı ile ordusunu dünyada muhafaza etmek; ahirete intikal ettikten sonra da, sırat köprüsünden geçirmek ve cennete ulaştırmaktır. Cenâb-ı Hakk'ın izni ile dünya saâdetini, ahiret selâmetini sağlamaya gayret eder.
Cennet-i âlâ'ya ulaştırınca onun işi biter. Onun Cennet-i âlâ ile işi olmaz. Tekrar vazifeye döner. Çünkü ona benzer çok işleri vardır."
•
– Efendim imam izinli olduğu zamanlar imameti bana bırakıyor.
– Cemaat taraftarsa kıldırabilirsiniz, değilse kıldırmayın. Çünkü istenmeyen imamın duâsı makbul olmaz.
•
– Efendim rüyâlarımda ekseri askere alındığımı görüyorum.
– Zâhirde askerlik olduğu gibi, mânen de askerlik vardır. Gaye mânevî ordunun askeri olabilmektir.
O orduya, alınmış insanlar girer. Ezelî nasiple alınanlar o orduya asker olurlar. Yeter ki orduya alsınlar, Allah'ımız bizi dışarıda bırakılanlardan etmesin.
•
"Fakirden sonra bu mektep devam edecek."
•
– Efendim ben hiç rüyâ göremiyorum.
– Hayır efendim! Rüyâ görmeyi arzu etmeniz bile yersiz. Bütün arzu ve isteklerden arınmak, kayıt-kuyuttan çıkmak, denize bırakılmış bir çöp gibi olmak gerekiyor.
Teslim olamadığımız için, bizde birçok arzular yaşıyor. Arzulardır bizi, Hakk'ın arzusundan alıkoyan.
•
"Hani bir söz var; "Hasta vücud yatak ister" vücud yatıyor, biz yatmıyoruz."
•
"Ben varım diyen bir insan aklı başında olmuş olsa, bu sözünden dolayı utanması lâzımdır. Senin bu varlıkla ne ilgin var? Şu üzerindeki ilâhî nimetleri bir düşünsene!
Seni yoktan var eden O'dur, nimetlere garkeden O'dur. Seni O düşündürüyor, O konuşturuyor. İçindeki bu düzeni O kurdu, bu hayatı O verdi, sıhhati O verdi.
Bütün bunları O yerleştirirken, hani sen "Benim!" diyordun! Sende sana âit bir zerre bulabilir misin? Yok. Peki ne diye "Benim!" diyorsun? "Benim!" demek başka, "O'nun!" demek başka. "Benim!" demekle kendi varlığını, "O'nun!" demekle Hazret-i Allah'ın varlığını ortaya koymuş oluyorsun."
•
"Ulemâdan bir zât varmış, hanımı onu her gün dövermiş. Bir gün medresede talebe okuturken hanımının aklına gelmiş ki; "Ben onu bugün dövmedim!" Elinde sopa ile medreseye gitmiş, başlamış vurmaya. O da hiç ses çıkarmamış, fakat çok ağrına gitmiş. Her gün döverken hiç ses çıkarmazken, talebelerin arasında iken dövünce gücüne gitmiş.
Kadın gidince talebelerine dönmüş:
'Evlâtlarım! Siz bana müsaade edin, ben artık gidiyorum!' demiş ve çöllere doğru vurmuş gitmiş. Bu arada iki kişi ile arkadaş olmuş. Yolda giderlerken karınları acıkmış.
Birisi demiş ki:
'Biz şimdi duâ edeceğiz, Allah-u Teâlâ bize yemek gönderir. Sıra sana gelince sen de duâ edersin.'
Bunun üzerine duâ etmişler, Allah-u Teâlâ yemek ihsan buyurmuş.
Yollarına devam etmişler. Sıra ona gelince, o da duâ etmiş, bu sefer ikişer kap yemek gelmiş.
'Sen kimin yüzü suyu hürmetine istedin ki ikişer kap yemek geldi.' diye sormuşlar.
'Allah'ım! Bunlar kimin yüzü suyu hürmetine istedilerse, ben de onun yüzü suyu hürmetine istedim.' cevabını vermiş.
Onlar da:
'Filân yerde bir zât var, çok sabırlı bir kuldur, Allah-u Teâlâ'nın sevgili bir kuludur, biz onun yüzü suyu hürmetine isteriz.' diyerek kendisinden bahsetmişler.
Bunu duyunca onlardan müsaade istemiş ve evine dönmüş. Çünkü bahsettikleri zât kendisi. Allah-u Teâlâ'nın kendisini sevdiğini anlayınca her şeye râzı artık.
Kapalı kutu açıldı, içindeki esrar meydana çıktı.
Evine gelince, ibtilâsı da bitmiş.
Hanımı; 'Ah efendim, ben sana çok eziyet ettim, bir daha yapmam, beni affet!' demiş.
Niçin? İbtilâsı bitmiş de onun için."