Muhterem Okuyucularımız;
Yahudi ve hıristiyanlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve düşmanlıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
Dikkat ederseniz bütün oyunlar ve planlar İslâm dini'nin asliyetini, nezafetini bozmak ve müslümanları birbirine düşürüp kuvvetlerini ellerinden almak üzerinedir. Küffar İslâm'ın düşmanıdır. Ve intikam almak ister.
Tarih bunun örnekleri ile doludur. Hususiyetle bu millete, bu ülkeye karşı ayrı bir kin ve garezleri vardır. Zira tarih boyu devam eden iman-küfür mücadelesinde; son bin yıldır İslâm'ın bayraktarlığını bu millet yapmıştır. İslâm'ın bayraktarlığını yapmakla kalmamış, küffarı İslâm'ın çizmeleri altında yaşamaya mahkûm etmiştir. Onun için bunlar onu unutmuyor. Bunlar hiçbir zaman bunu unutmaz. Kin-intikam ateşi içlerini yakar kavurur.
Onların memleketlerini İslâm beldesi haline getirdikleri, halkını da adaletle yöneterek İslâm'ın güzelliklerini yaşayarak müslüman olmasına vesile oldukları için Batı bizi sevmez.
Osmanlı bunlarla böyle mücadele ediyordu. Zira bunların amacı müslümanların medeniyetini yerle bir etmektir. İspanya'da yaptıkları gibi. Endülüs medeniyetini ortadan kaldırdılar, bütün eserlerini yokettiler, müslümanları katlettiler, sürdüler. Kalanları da zorla hıristiyan yaptılar. Kabul etmeyenleri yakarak, işkence yaparak öldürdüler. Şu barbarlığa bakınız!
Bir de Osmanlı'ya, Fatih Sultan Mehmed'e bakınız. İstanbul'u fethediyor, kimsenin malına, ırzına, kılına dokunmuyor, ibadetine karışmıyor, adaletle yönetiyor. Kıyası mümkün değildir.
Tarih hıristiyanların acımasız soykırımları, katliamları, vahşetleri ile doludur. Batı'yı ve Amerika'yı tanımak için tarihine bakmak yeter.
Hıristiyan Batı dünyası Haçlı seferleri adı altında yüzyıllarca İslâm beldelerine saldırmışlardır. Bu savaşlar esnasında hıristiyan haçlıların müslüman çocukları parçalayıp yemeleri, masum insanların ırzlarına geçmeleri, derilerini yüzmeleri, kazıklara oturtmaları ve türlü türlü işkenceleri unutulmamıştır.
Bugün de aynı zihniyet devam etmektedir. Bizim bunları, bu vahşileri tanımamız ve gelecek nesillere de tanıtmamız lâzımdır.
Dikkat ederseniz bugün bütün Batı ülkelerinin okul kitaplarında İslâm'ı, müslümanları karalayan iftira ve hakarete varan ifadeler bulunmaktadır. Türkleri soykırımcı göstermek için parlamentolarında aldıkları kararları okullarında ders olarak okutuyorlar. Orada yaşayan ve bu ifadeleri kabul etmediğini söyleyen Türk çocuklarına ceza veriyorlar.
Bu kin ve nefretle yetişen bir Batı insanından bize karşı sevgi beslemesini beklemek mümkün müdür? Asla!. Yüzyıllardır bunlar bu kinle yetiştirilmektedir. Bu zihniyet adeta bunların kültürü olmuştur.
Bunların iç durumunu Hazret-i Allah bize tanıtıyor:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
İşte bunların amacı İslâm medeniyetini yerle bir etmek, müslümanları yok etmektir.
Bunlar böyle çalışıyor, İslâm'ı ve müslümanları parçalamak için azami gayret gösteriyor. Düşman uyumuyor. Atalarımız "Su uyur, düşman uyumaz.", "Domuzdan post, kâfirden dost olmaz." demişler. Ve fakat biz farkında değiliz. Yahudiyi tanımıyoruz, hıristiyanı tanımıyoruz, Osmanlı'yı tanımıyoruz, din kültürü yok, aile kültürü yok... Onlarla nasıl mücadele edilecek? Bugün bütün küffar düşmanlık yapıyor.
Bugün bir müslümanın ağlama günüdür. Ortalığa bakıp ağlama günü. Ne oluyor bu imanlar? Nereye yanıyor? Bu insanlar nereye gidiyor? Atalarımız neler yapmışlar, nasıl yaşamışlar, dosta düşmana İslâm'ın âliliğini, bu necip milletin ahlâkını nasıl göstermişler. Bugün iman şuuru, vatan şuuru nerede?
Allah-u Teâlâ küfür ehlini bize tanıtıyor, duyuruyor. Bunlara aldanmamamız için. Hıristiyan haçlılar bizi cepheden yıkamadıkları için 300 yıldır içeriden yıkmaya çalışıyor.
Gaye ve hedefleri intikam almaktır; her türlü entrika ile bu necip milleti din ve imandan soğutmak, parçalamak, bölmektir. Nihayet yok etmektir.
Rabb'imiz fırsat vermesin! Amin...
Bâki esselâmü aleyküm ve rahmetullah...
İslâm dini son dindir, münevver bir dindir, tevhid ve adâlet dinidir.
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imran: 19)
Ehl-i küfür ise din-i islâm'ın düşmanıdır. Hiçbir zaman İslâm'a ve müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler. Batı bizi islâmiyet'i yaydığımız, müslümanları asırlarca himaye ettiğimiz için sevmez. İntikam almak ister. Bu yüzden eskiden beri her türlü entrika ile dinimizi parçalamak, vatanımıza kastetmek ister. Atalarımız İslâm'ı yaymak için küfür beldelerine akınlar düzenlerlerdi. İ'lâ-yı Kelimetullâh için, İslâm'ı yaymak ve duyurmak için. Onlar şeref, kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu biliyorlardı.
"Şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir." (Nisâ: 139)
Onlar Hazret-i Allah'a sığınırlar ve dayanırlardı. Ve Biiznillâh-i Teâlâ galip gelirlerdi, mağlup eden olmazdı. Asr-ı saâdet devrini yaşarlardı ve bütün İslâm âlemine destek olurlardı. Her türlü fedâkârlığı ve yardımı yaparlardı. İşte bunun için hıristiyan batı bizi sevmez ve istemez. Bunların amacı İslâm medeniyetini yerle bir etmek, müslümanları yok etmektir. İslâm dünyasında yaşanan bunca hadiselerin arkasında hep hıristiyan ve yahudiler vardır.
Ehl-i küfür, Din-i İslâm'ın ve müslümanların düşmanıdır ve hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyuyor:
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Onlar her zaman müslümanların düşmanı olup, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terk edip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.
Yahudi ve hıristiyanlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve düşmanlıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir. Bu ilâhî hüküm kesindir, bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.
Dikkat ederseniz bütün oyunlar ve planlar İslâm dini'nin asliyetini, nezafetini bozmak ve müslümanları birbirine düşürüp kuvvetlerini ellerinden almak üzerinedir. Küffar İslâm'ın düşmanıdır. Ve intikam almak ister.
"Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın." (Münâfikun: 4)
Tarih bunun örnekleri ile doludur. Hususiyetle bu millete, bu ülkeye karşı ayrı bir kin ve garezleri vardır. Zira tarih boyu devam eden iman-küfür mücadelesinde; son bin yıldır İslâm'ın bayraktarlığını bu millet yapmıştır. İslâm'ın bayraktarlığını yapmakla kalmamış, küffarı İslâm'ın çizmeleri altında yaşamaya mahkûm etmiştir.
Bunun içindir ki Avrupalılar bizi birliklerine almazlar, almamaları da haklıdır. Çünkü Osmanlı seneler senesi oralarda at oynatmıştır. Onlar İslâm'ın tokadını beş yüz sene çok ağır yediler . Beş yüz sene bu tokadı unutmazlar, ancak şimdi intikam almaya kalkarlar. Kalkmıyorlar mı? Etrafımıza bir bakalım!... Bu ortalığı karıştırılanlar, hıristiyan Batı'dır, yahudilerdir. Amerika'sı olsun, yahudisi olsun, Avrupa'sı olsun buraları karıştırmaya, birbirine düşürmeye çalışmıyor mu? Çünkü onlar beraber hareket ederler:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar." (Enfâl: 73)
Allah-u Teâlâ küffârın, müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!
Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz." (Âl-i imran: 118)
Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâima uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler, bu tehlikeyi idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı; bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyleri yapacakları unutulmamalıdır.
Onun için Alman Nazi zulmünden kaçarak Türkiye'ye gelen yahudi profesör P. Neumark (Hukuk ve İktisat fakültelerinde hocaların hocası olarak ders vermiştir) bir öğrencisinin "Avrupa bizi neden sevmez hocam?" diye sorması üzerine şöyle söylemiştir:
"Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalılar Türkleri gerçekten sevmezler ve sevmeleri de mümkün değildir. Türk ve İslam düşmanlığı asırlardır kilisenin ve Hristiyanların en küçük hücrelerine kadar sinmiştir. ..."
Daha sonra "Sebeplerine gelince, not ediniz" diyerek on tane sebep saymıştır.
1- Avrupalılar sizleri Müslüman olduğunuz ve İslamiyeti yaydığınız ve Müslümanları asırlarca himaye ettiğiniz için sevmezler...
2- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeği çok iyi bilirler. Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekirdi. Osmanlı arşivi kasıtlı olarak çürütüldü ve imha edildi.
3- Dün Avrupa'nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya başladınız.
4- En az 400 yıl Avrupa'nın sırtında ve ensesinde at koşturdunuz.
5- Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise Balkanlar ve Orta Avrupa'yı Hristiyan Haçlılara mezar ettiler.
6- Sizi silah ile yenemeyenler, kendilerine benzeterek, milli ve manevi değerlerinizden kopararak yendiler ve hakimiyet sağladılar. Giyiminizden yaşantınıza kadar her şeyi kendilerine benzettiler. Ahlaki değerlerinizi yıprattılar. Ve sonra kendi içinizde sizi bölmeye başladılar.
7- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı canını, kanını ve malını İslamiyet uğruna feda etmeseydi Kuzey Afrika Orta Doğu Hristiyan ülkesi olurdu. Ve belki İslamiyet Hicaz'da azınlık olarak kalırdı. Batı her yerde İslamiyeti kendi inançlarına göre kanalize etti. Ama Osmanlı Asr-ı Saadet devrindeki inancı devam ettirdi.
8- Kilise size kin kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır.
9- Ben İstanbul'a geldiğimde Türkiye'de 2 üniversite vardı. Şimdi 19'a çıktı. Osmanlı devrinde medreseler köylere kadar yaygın idi. Her medresede bilim vardı. İlk denizaltıyı Osmanlı yaptı. Sizin haberiniz yok ama Avrupalı biliyor.
10- Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa'nın medeniyeti ve refahı yıkılır. Ama Batı size bu imkanı vermez..." (Mustafa Necati Özfatura, 08 Temmuz 2005)
Bu profesör diyor ki "Hıristiyanlar sizi sevmez."
Niye sevmez?
Çünkü bu necip millet İslâm'ın bayraktarlığını yapmışlardır. Onların memleketlerini İslâm beldesi haline getirdiler, halkını da adaletle yöneterek İslâm'ın güzelliklerini yaşayarak müslüman olmasına vesile oldular.
Küffar seneler senesi İslâm'ın çizmesi altında yaşadı. Sırplar olsun, Macarlar olsun, Bulgarlar olsun, Yunanlılar olsun, daha birçok millet böyle onların çizmesi altında yaşadılar.
Meselâ yüz elli bin Macar ordusu bir anda bataklıkta boğuldular. Sırplar da öyle. İki defa fethedildi. Onun için bunlar onu unutmuyor. Bunlar hiçbir zaman bunu unutmaz. Kin-intikam ateşi içlerini yakar kavurur.
Osmanlı bunlarla böyle mücadele ediyordu. Zira bunların amacı müslümanların medeniyetini yerle bir etmektir. İspanya'da yaptıkları gibi. Endülüs medeniyetini ortadan kaldırdılar, bütün eserlerini yokettiler, müslümanları katlettiler, sürdüler. Kalanları da zorla hıristiyan yaptılar. Kabul etmeyenleri yakarak, işkence yaparak öldürdüler. Şu barbarlığa bakınız!
İspanya o devirde hıristiyan Batı'nın en büyük devleti idi. Vatikan papalarının himayesi ve emri altında hareket ediyorlardı.
Bir de Osmanlı'ya, Fatih Sultan Mehmed'e bakınız. İstanbul'u fethediyor, kimsenin malına, ırzına, kılına dokunmuyor, ibadetine karışmıyor, adaletle yönetiyor. Kıyası mümkün değildir.
Tarih hıristiyanların acımasız soykırımları, katliamları, vahşetleri ile doludur. Batı'yı ve Amerika'yı tanımak için tarihine bakmak yeter.
Hıristiyan Batı dünyası İslâmiyet'in doğmasından itibaren müslümanlara bir önyargı, bir kin ile bakmışlar, bu yüzden de Haçlı seferleri adı altında yüzyıllarca İslâm beldelerine saldırmışlardır. Bu savaşlar esnasında hıristiyan haçlıların müslüman çocukları parçalayıp pişirerek yemeleri, masum insanların ırzlarına geçmeleri, derilerini yüzmeleri, kazıklara oturtmaları ve türlü türlü işkenceleri unutulmamıştır.
Bugün de aynı zihniyet devam etmektedir. Bizim bunları, bu vahşileri tanımamız ve gelecek nesillere de tanıtmamız lâzımdır.
Dikkat ederseniz, Sultan Murad Han'ı şehid eden Sırp askerinin bugün heykelini dikiyorlar ve milli kahraman olarak kabul ediyorlar. Bunu da Osmanlı'yı iftira ile karalama ile kendi nesillerine kin ve nefret aşılayarak yetiştiriyorlar. Bunun gibi bugün bütün Batı ülkelerinin okul kitaplarında İslâm'ı, müslümanları karalayan iftira ve hakarete varan ifadeler bulunmaktadır. Türkleri soykırımcı göstermek için parlamentolarında aldıkları kararları okullarında ders olarak okutuyorlar. Orada yaşayan ve bu ifadeleri kabul etmediğini söyleyen Türk çocuklarına ceza veriyorlar.
Bu kin ve nefretle yetişen bir Batı insanından bize karşı sevgi beslemesini beklemek mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Yüzyıllardır bunlar bu kinle yetiştirilmektedir. Bu zihniyet adeta bunların kültürü olmuştur.
Yıllarca Yunan Batı Trakya Türkleri'ne, Rum Kıbrıs'taki Türklere zulmetti, katletti. Bulgar öyle, Sırplar öyle. Türklere, Boşnaklara, Arnavutlara sadece müslüman oldukları için zulmettiler, katlettiler. Bütün Avrupa bu zulümleri, katliamları seyretti, gizlice destek verdi. Zaten Avrupa Türklerin geri dönmesi yok olması için azimle gayret ediyor. Evlerini yakıyorlar, öldürüyorlar, en küçük bahanelerle çocukları ellerinden alıp hıristiyan ailelere veriyorlar, hıristiyan mekteplerinde yetiştiriyorlar. Sırf intikam için.
Bunların iç durumunu Hazret-i Allah bize tanıtıyor:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
İşte bunların amacı İslâm medeniyetini yerle bir etmek, müslümanları yok etmektir.
İslâm dünyasında yaşanan bunca hadiselerin arkasında hep bunlar vardır. Hıristiyan ve yahudiler vardır. Hampher, Lawrence gibileri hususi yetiştirdiler.
Onlar savaşta ya da barış zamanında İslâm ve müslümanlar üzerinde her türlü hile ve entrikayı, vahşeti, katliamı, zulmü, soykırımı yaparken, bedevilik sergiliyorken, müslümanların düşmana savaşta ya da barışta gösterdikleri insanlık, medenilik örnekleri tarih kitaplarında övgüyle bahsedilmektedir.
Binaenaleyh müslümanlar insanlık âlemine medeniliği, insanlığı, ahlâkı, asâleti, adaleti getirmişlerken, hıristiyan batılılar vahşeti, kini, menfaati, adaletsizliği getirmişlerdir.
Hıristiyanlar insan haklarını bilmezken, müslümanlar insanın hak ve hukukunu gözetmiş, hatta hayvan hakkını bile nizam ve intizama bağlamışlardır.
Bunlar böyle çalışıyor, İslâm'ı ve müslümanları parçalamak için azami gayret gösteriyor. Düşman uyumuyor. Atalarımız "Su uyur, düşman uyumaz.", "Domuzdan post, kâfirden dost olmaz." demişler. Ve fakat biz farkında değiliz. Yahudiyi tanımıyoruz, hıristiyanı tanımıyoruz, Osmanlı'yı tanımıyoruz, din kültürü yok, aile kültürü yok... Onlarla nasıl mücadele edilecek? Bugün bütün küffar düşmanlık yapıyor.
Bugün bir müslümanın ağlama günüdür. Ortalığa bakıp ağlama günü. Ne oluyor bu imanlar? Nereye yanıyor? Bu insanlar nereye gidiyor?
Atalarımız neler yapmışlar, nasıl yaşamışlar, dosta düşmana İslâm'ın âliliğini, bu necip milletin ahlâkını nasıl göstermişler. Bugün iman şuuru, vatan şuuru nerede?
Ey Millet!
Küfür ehlini Allah-u Teâlâ bize tanıtıyor, duyuruyor. Bunlara aldanmamamız için. Hıristiyan Haçlılar bu milleti cepheden yıkamadıkları için 300 yıldır içeriden çalışıyor. Tarih boyunca kaç defa bu küffara yakınlaşmaya çalıştıysak bize çok büyük zararı dokundu. Hâlâ uyanmayacak mısın?
"Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran!" (Tevbe: 73)
Osmanlı küffarın her türlüsünü biliyordu. Bunlarla büyük bir azimle mücadele ediyordu. Allah için canını, malını her şeyini ortaya koymuşlardı. Hazret-i Allah da bunları ona göre destekliyordu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir." (Nisâ: 139)
Atalarımız İslâm'ı yaymak için küfür beldelerine akınlar düzenlerlerdi. İ'lâ-yı Kelimetullâh için, İslâm'ı yaymak ve duyurmak için. Onlar şeref, kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu bildikleri için Hazret-i Allah'a sığınırlar ve dayanırlardı. Ve Biiznillâh-i Teâlâ galip gelirlerdi, mağlup eden olmazdı.
Asr-ı saâdet devrini yaşarlardı ve bütün İslâm âlemine destek olurlardı. Her türlü fedâkârlığı ve yardımı yaparlardı.
İslâm'ı yaymak vazifesi Osmanlılara verilmiş. Demek niyetleri halis, azimleri yerinde; güçlü-kuvvetli elhamdülillah. Böyle Cenâb-ı Hakk İslâm'ı onlarla yaydı. Küçük kuvvetle büyük kuvvetleri yok ettiler. Avrupa'ya İslâmiyet'i onlar taşıdı.
Osmanlı zamanında rahatlık huzur vardı. Ne güzel numune bırakmışlar. Adalet, şecaat, cesaret... Onlara Cenâb-ı Hakk vermiş.
Osmanlılar numune oldular. Fetih için gittikleri yerde bağların üzerine yediklerinin paralarını bıraktılar. Hainlik yapmayanlara dokunmadılar, kadınlara, çocuklara, yaşlılara, hayvanlara, mahsullere zarar vermediler. Her gittikleri yere adalet götürdüler.
Zira medeniyet İslâm'dadır.
Oysa onlar -küffar milletleri- zannediyorlar ki medeniyet onlardadır. Cenâb-ı Hakk fazileti İslâm'a vermiş, zilleti küffara vermiş. İslâm'da medeniyet var, onlarda bedeviyet var, fakat onlar onu bilmiyorlar, medeniyet getireceğiz derken vahşet getiriyorlar.
"Bu, Allah'ın murdarı temizden (kâfiri müminden) ayırıp, bütün murdarları üstüste koyarak, topunu bir araya yığması ve cehenneme atması içindir. İşte onlar mahvolanlardır." (Enfâl: 37)
•
Bu necip İslâm milleti, İslâm dinine çok büyük hizmetlerde bulunmuş; İslâm'ın yayılması, küfrün ortadan kalkması, fitnenin söndürülmesi ve adaletsizliğin bitmesi için azimle mücadele ve mücahede etmiş, İslâm'ı yok etmek isteyen Haçlı küfür sürülerini yüzyıllar boyu defalarca tepeleyerek defetmişti. Selçuklular olsun, Osmanlılar olsun bu uğurda büyük fedâkârlıklar göstermiş ve Cenâb-ı Allah'ın yardımıyla muazzam muvaffakiyetlere mazhar olmuşlardı.
Adalet ve merhametleri bütün cihana nam salmıştı. Başı darda olan her mazlum millet onlara müracaat ederdi. Nitekim İslâm tarihinde adalet ve merhameti ile ünlenmiş Sultan Alparslan, Selâhaddin Eyyubî, Târık bin Ziyad gibi kumandanlar ve daha niceleri küfre zerre kadar iltifat etmemişler, İslâm'ı yaymak ve zulmü ortadan kaldırmak için yılmaz bir gayretle cihad etmişlerdir.
Canları ile malları ile Allah uğrunda savaştılar, ülkeler fethettiler. Beşeriyeti medeniyete ve adalete yönelttiler.
Bu hakiki İslâm kumandanları İslâm'ın şerefini temsil ettiler, şeref ve kudret sahibi Hazret-i Allah'a teslim oldular. Küfre ve küffara zerre iltifat etmediler. Küfrü ortadan kaldırmak için cihad ettiler. Küfür kalelerini birer birer yıktılar, dünyayı küffara dar ettiler.
Zira onlar Allah ve Resul'üne imanlarının bir tezahürü olarak yalnız Allah-u Teâlâ'ya dayanır, yalnız O'na güvenirlerdi.
"Allah öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. Müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler." (Teğâbün: 13)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olmuşlardı.
On dördüncü asrın başında kurulan Osmanlı Devleti dünya tarihinde eşi ve emsali görülmemiş bir yapıya sahipti. Asr-ı saâdet ve Hulefa-i raşidin devirlerinden sonra hak ve adalette çok dikkatli, İslâm ve ehl-i sünneti yaşamaya çok riayetli idi.
Dünya tarih sahnesinde yüzyıllar boyunca hüküm sürüp, müstesna yeri olan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa, Asya ve Afrika'da İslâm dininin yayılması için büyük bir aşk ve şevkle mücadele ve mücahede etmiş, kuruluşundan yıkılışına kadar İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Zaten bu İmparatorluğun bu kadar muazzam ve muhteşem oluşu, hizmet ettiği gayenin ilâhî oluşundan kaynaklanmaktadır. Allah-u Teâlâ, Osmanlılar'dan İslâm'ı âli kılma niyetlerini muhafaza ettikleri sürece maddi ve manevi desteğini eksik etmemiştir. Başlangıçta bir beylik iken çok kısa zamanda imparatorluğa dönüşen Osmanlılar gerek zamanının gerekse günümüzün tarihçi ve ilim adamlarının dikkat ve hayranlığını celbetmiştir.
Osmanlı Beyliği daha kuruluşundan itibaren adli, askeri, mali kısaca bir bütün olarak devlet teşkilatına büyük önem vermiştir. Devlet çarkının muntazam işlemesi Osmanlılar'ın muvaffakiyetinin sebeplerini hazırladı. Fakat bu zahiri sebepler cihan imparatorluğu olan Osmanlılar'ın muhteşem yükselişinin ana sebebi değildi. Osmanlılar kendilerine rehber olarak yalnız Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'yi almışlardı. Kur'an ve Sünnet düsturlarını ve emirlerini yerine getirmeyi toplum ve devlet olarak niyet ve hedef edinen bu âli insanların başarısının gerçek sebebi işte budur.
Bu uğurda yaşadıklarından dolayı onlar için yaşam da, ölüm de birdi. Onlar İslâm'dan uzak ve şerefsizce yaşamaktansa ölümü tercih ediyorlardı. Madde, makam, mevki ve nam uğruna yaşamadıkları, Allah rızasını amaç edindikleri için Allah-u Teâlâ'nın desteğini de devamlı beraberlerinde buluyorlardı.
Bunun yanında Osmanlılar her zaman evliyaullah hazeratının ve hakiki ilim adamlarının duâ ve himmetlerini almaya özen göstermişlerdir. Şeyh Edebali'den başlayan bu silsile Akşemseddin Hazretleri ile doruğa çıkmış, Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri, Yahya Efendi Hazretleri ile devam etmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevgili, veli kulları olan bu zâtlar hürmetine, birçok belâ Osmanlı İmparatorluğu üzerinden kaldırılmış ve pek çok zafer ihsan edilmiştir. Bunlar Osmanlı Devleti'nin bir nevi manevi padişahlarıdır.
Müesseselerini, cemiyetin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde kuran Osmanlılar, ilim, sanat, imar ve ictimai yardım faaliyetlerine önem vermişlerdir. Vakıflar, cami, medrese, kütüphane, han, hamam, kervansaray, çeşme, sebil, köprü, yol, şifahane, aşhane yapmışlar, ırk ve din gözetmeksizin her muhtaca yardımda bulunmak sureti ile medeniyetin en üstün seviyesine çıkmışlardır.
Osmanlılar'ın İslâm dininden feyz alıp kemalleşen şahsi ve devlet ahlakı fethettikleri yerlerde yaşayan gayr-i müslim halkın şaşkınlık ve hayranlığını celbetmiştir. Kendi dindaşlarının yönetiminde bulamadıkları huzur ve sükunu Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altında yakalamışlardır. İslâm'ın bahşettiği adalet, eşitlik, cesaret, hayırseverlik, merhamet, doğruluk ve dürüstlük prensipleriyle yüzyıllarca cihana İslâm nurunu yaymışlardır.
Bu vatan emanettir, kan dökülerek alınmıştır, küffara peşkeş çekilmez, bunun için din-i İslâm'a, vatana ihanet edenlerin sonları cehennemdir.
İnsanların yoldan saptıkları, Allah'ın dinini bozup değiştirdikleri, küfür ve şirkin her tarafı kapladığı karanlık bir asırda Hazret-i Allah ahir son peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'ı gönderdi.
"(Ey Peygamber! Biz seni) Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik)." (Ahzâb: 46)
Dünya onun nuru ile aydınlandı. Küfür karanlığı iman nuru ile kayboldu. Dünya küfür ve şirk batağından iman hakikatine inkılap etti. İman ile küfür ayrıldı. Murdar, pis küfür, iman ve İslâm ile temizlendi.
Hakikati bulan, iman ile aydınlanan Ashab-ı kiram ve onları takip eden hakiki müslümanlar iman nimetinin icabını yerine getirmek için üstün bir gayret sarfettiler, tekrar küfrün murdar çukuruna düşmekten nefret ettiler.
"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır." (Tevbe: 95)
Küfrü ve kâfirleri hoş görmediler. Küfür ehliyle cihad ettiler. İslâm nurunu bütün dünyaya yaymak için mallarını canlarını feda ettiler.
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
"İşte onlar Rabb'leri yolunda olanlardır." (Bakara: 5)
İlâhi lütfa mazhar olanlar emr-i ilâhiye riayet ederlerdi. Harbe çıkarken niyetleri hâlis idi. Gayeleri küffârı silip nuru yaymak idi. Allah-u Teâlâ'ya niyazla, Resulullah Aleyhisselâm'a salât-ü selâmla, zamanın velileri ile istişare yapmakla müminlerin duâlarını alırlardı.
Şerefli tarihimize bakıldığında Sultan Alparslan'dan tutun; daha birçok güzide komutan ve idareci nasıl hareket etti, Hazret-i Allah'a nasıl sığındı? Bunları unutmamak lâzımdır.
Osmanlı padişahlarına, kumandanlarına dikkat edin; Allah-u Teâlâ'ya nasıl yalvardılar, nasıl secdelere kapandılar? Az bir kuvvetle çok büyük kuvvetleri nasıl yok ettiler?
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteği ile oldu.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)
"Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay etsin, size onlara karşı zafer versin, müminlerin gönüllerini ferahlandırsın." (Tevbe: 14)
İşte bu sebepledir ki cihadı farz kılmıştır. Canı ile malı ile düşmana karşı Allah yolunda savaşmak müminlerin vazifesidir. Onlara yardım edip muvaffak olmalarını sağlamayı, düşmanlarını defedip tesirsiz bir hâle getirmeyi üzerine almıştır. Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Kâinattaki akıllara durgunluk veren muhteşem denge ve düzen O'nun adaletinin eseridir. Adaletli olan müminleri sever, mütecâvizleri durdurur ve cezalandırır.
Bütün bunlar O'nun değişmez kanunudur. İnsanlık âlemi için lütuf ve kereminden başka bir şey değildir. Tarihte görülen galibiyet ve mağlubiyetler de bunun açık bir delilidir.
Şüphesiz ki tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, hayır ile şer... yeryüzünde devamlı var olmuş, inananlarla inanmayanlar arasındaki mücadele sürüp gitmiştir. Bu hususta Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'ler mevcuttur.
Allah-u Teâlâ cihadı takdir buyurmasa idi, dalâlet ehli sapıklıklarını sürdürürler, kendi zamanlarındaki muhtelif milletler üzerine saldırırlar, yurtlarını istilâ ederler, mâbedlerini harap edip dururlardı.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına savaşsız da yardım etmeye kâdirdir. Şu kadar var ki kulları ne derece kendisine itaat edecek diye denemek ister.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Eğer Allah dileseydi onlardan intikam alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek ister." (Muhammed: 4)
Kim Allah'ın dinine sarılıp yardım ederse, Allah da elbette dalâlet ehline karşı onlara yardım eder. Müminler her zaman için ilâhî desteğe mazhardırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Resulullah Aleyhisselâm'a ancak Zât-ı akdes'inden korkmayı ve tevekkül etmeyi tavsiye buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme! Şüphesiz ki Allah çok iyi bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Ahzâb: 1)
İlmi her şeyi kuşatmıştır, bütün işleri hikmet iledir. O halde yalnız O'ndan kork ve yalnız O'na itaat et.
"Rabb'inden sana vahyedilene uy! Şüphesiz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Ahzâb: 2)
Kur'an-ı kerim'in emir ve hükümlerine göre hareket et, herkes yaptığına göre cezâ veya mükâfat görecektir.
"Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb: 3 ve 48)
Bütün işlerinde O'na güven, O'na yönel. O'nun koruduğuna başkası zarar veremez, O'nun vereceği zarardan da başkası koruyamaz.
"Onların eziyetlerine aldırma!" (Ahzâb: 48)
Rabb'inden başkasından korkma, O seni yalnız bırakmayacak, eziyetlerini bertaraf edecektir.
"Seni O'ndan başkaları ile korkutuyorlar." (Zümer: 36)
Ve diyorlar ki: "Sen bizim ilâhlarımıza sövüyorsun, oysa onlar seni delirtebilirler veya öldürebilirler."
"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)
O dilediği kulunu, hususiyetle sevgili Peygamber'ini daima himaye eder, her türlü düşmanlıklardan korur.
Allah'ın Resul'ü Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ashâb-ı kiram'ı -radiyallahu anhüm- öyle kimselerdi ki bir harp öncesi kendileri ile istişare ettiklerinde ona şöyle cevap vermişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi 'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız.' demeyiz. Fakat biz deriz ki 'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.'"
Kıyamete kadar bu yolda, bu uğurda canını, malını verecek kimseler bulunacak ve bu dinin yükselmesi, yücelmesi, inkişafı için çalışacaklardır.
Binaenaleyh İslâm medeniyeti az zamanda süratle inkişaf etmiş ve tekâmül etmiştir. O mübarek peygamberin yolunu takip eden Ashâb-ı kiram, Tabiin ve daha sonraki devirlerde yaşayan müminler din-i İslâm'ı en güzel şekilde yaşamışlar, en mükemmel eserler vermişlerdir.
İslâm dini insanın mânevi huzurunu temin edip, sosyal adaleti tesis edip, cemiyetin temelini sağlamlaştırıp, fuhuş ve ahlâksızlığı kaldırıp, insanın inkişaf ve kemâliyetine önem verir ve böylece maddi ve mânevi yükselmiş insanlar cemiyeti kurar. Bunun ötesinde ahiret âleminde inanan bu insanları bekleyen mânevi lezzetler vardır.
Devletin başına gelen müslüman iyi âmirler ve onlara itaat eden müslümanlar beraberce birçok fethin fatihleri oldular. Bu ise sırf Allah rızâsı ve adaletin tesisi için idi. Asıl gaye İslâm'ın yayılması, küfrün ortadan kalkmasıdır.
Gerçekten iman sahibi olan bu iyi âmirler Allah-u Teâlâ'ya sığınmışlar, Allah-u Teâlâ'ya dayanarak ve O'na yönelerek iş ve icraatlarda bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'ya öyle bağlıydılar ki, öyle teslim olmuşlardı ki, şecaat ve adalet gibi bütün faziletlerin numunesi oldular.
Zira onlar:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir." (Ankebut: 69)
Âyet-i kerime'sine gönülden iman etmişlerdi.
Allah-u Teâlâ'nın sözü Kelimetullah'ın daha yüce olması, küfür ve azgınlığın durdurulması, fitne ve fesadın önlenmesi, İslâmiyet'in dimdik ayakta durması için O'nun yolunda her türlü fedakârlığa katlanmışlar; bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa, gizli ve aleni olan din düşmanlarına karşı cihada atılmışlardı.
Azim ve gayretleri nispetinde Allah-u Teâlâ onların yollarını açtı. Karşılarına çıkan bütün engelleri kaldırdı. Fisebilillah yaptıkları cihad karşılığında hidayetlerini artırdı, imanlarını kemâlleştirdi. Onlara destek vererek önlerine çıkan düşmanlara karşı galip getirdi. Karşılarında hiç kimse duramıyordu.
Onları dünyada nusret, muvaffakiyet ve muzafferiyetlere nâil kıldığı gibi; âhiret âleminde de uhrevî nimetlere kavuşturacağını, mükâfatların en büyüğüne erdireceğini vaad buyurdu.
Allah yolunda mücahede edenleri öven, onların hidayet üzerinde bulunduğunu ve sebat ettiğini metheden bu Âyet-i kerime'de; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onun Ashâb-ı kiram'ı ve kıyamet gününe kadar ona tâbi olan müminler kastedilmektedir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İslâmiyet daima âlî ve galiptir, mağlup olmaz." (Münâvî)
Bu galibiyet onlara Allah-u Teâlâ'ya dayandıklarından, O'na sığınıp O'na yöneldiklerinden ötürü bahşedilmiştir. Allah-u Teâlâ onları lütfuyla desteklemiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Müminlere yardım etmek üzerimize hak olmuştur." (Rum: 47)
O'nun desteklediği herhangi bir kimse, herhangi bir devlet hiçbir zaman mağlup olmaz.
Nitekim Osmanlı hükümdarlarının hayatlarına dikkat edildiği zaman, Allah yolunda nasıl mücadele ettiklerini görmüş oluruz. Bu iman aşkı ile canlarını ve mallarını Allah uğrunda seve seve verdiler. Kendi hayatlarını hiçe saydılar, vatanın ve ordunun selâmetini düşündüler. Böylece şan ve şerefleri bütün dünyaya yayıldı. Gittikleri yerlere adalet götürdüler, huzur ve saâdeti, barışı yaydılar. Emri altındaki bir kâfire dahi, bir müslümana gösterdikleri ihtimamın aynısını gösterdiler.
Bu eşsiz adaleti ve apaçık hakikati gören nice gayr-i müslimler hidayete nâil oldular. Kâfir dahi olsa, beşeriyet hâlâ onları saygıyla, hayranlıkla anmaktadır.
Bu İslâm Milleti'nin Allah yolundaki azim ve gayretini, haçlı sürüleri karşısındaki müthiş muzafferiyetlerini batılı devletler asla unutmamıştır!
Batı Bizi Müslüman Olduğumuz İçin Sevmez:
Türkler İslâmiyet'le şereflendikten sonra, İslâmiyet'in bütün güzelliklerini yaşamaya yaşatmaya gayret etmişler, İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmışlardır.
Haçlı taarruzları Selçuklu ve Osmanlı askerlerinin karşısında bir kar gibi erirken atalarımız aynı zamanda bütün İslâm dünyasının müdafaasını yapıyorlardı. Sadece Haçlı seferlerinde değil her devirde Endonezya'dan İspanya'ya kadar -son demlerinde dahi- her türlü yardım talebine ellerinden geldiğince cevap vermeye çalıştılar. Bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan kaçınmadılar. Bugün dahi dünyanın neresinde olursa olsun darda kalan bir müslüman topluluk içten içe Türk'ün yardımını bekler. Gönülleri buradadır. Bize bağlıdır.
Küffar bu durumu gayet iyi bildiği için bizi katiyetle sevmez. Yıkmak, zayıflatmak için fırsat gözler. Çünkü bizler onlardan en kutsal saydıkları, Kudüs'ü, Urfa'yı, Hatay'ı, Mardin'i, İstanbul'u almakla kalmadık, ta İtalya'ya, Viyana'ya kadar bugünkü Ukrayna, Polonya, Çek, Slovak, Macaristan, Yunanistan, Sırbistan gibi ülkeleri fethederek küfür ehline Avrupa'yı dar ettik. Buralarda İslâm medeniyetinin adaletini ve en güzel numunelerini taşıdık. Birçok insan ve millet bizim vesilemizle İslâmiyet'le şereflendi.
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed'in: "Bu hânedânın yüce maksadı 'İ'lâ-yı Kelimetullâh'tır!" sözü ("Bedâyi'ü'l-Vekâyi'", vr. 197b) ve Uzun Hasan'ın annesi Sâra Hâtun'a; "Ehl-i küfrün üzerine İslâm'la gitmez, onların azgınlıklarına mâni' olmaz isek, huzûr-u ilâhî'ye hangi yüzle çıkarız?" şeklindeki hitabı; Osmanlı Hânedânı'nın şahsında, Türkler'in küffarla hangi gaye uğrunda harp ettiğinin en açık delilleridir.
Sultan Alparslan'ın Anadolu'yu İslâm yurdu yapmasıyla başlayan bu düşmanlık, Osmanlı ordularının Viyana kapılarında durmasıyla bitmemiştir. Zira Haçlı Seferleri hıristiyan Batı devletleri tarafından Türkler'i önce Anadolu'dan sonra Balkanlar'dan çıkarmak için düzenlenmiş seferlerdir. Türkler'i Anadolu'dan çıkarmadıkça bu niyet ve gayenin kaybolması mümkün değildir.
P. Neumark yukarıda bahsettiğimiz açıklamasında şöyle söylüyor: "Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeği çok iyi bilirler: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı Arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekirdi. Osmanlı Arşivi kasıtlı olarak çürütüldü ve imhâ edildi."
Türkler'in 1071 Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu'yu fethi ile başlayan bin yıllık süreçte dünya tarihini şekillendiren, değiştiren, kısaca tarihi yazan hep atalarımız olmuştu. Bugün medeniyet namına ortaya konulan hemen her şey bu bin yıllık tarihin tabii uzantılarıdır. Doğu'da Selçuklu ve Osmanlı, Batı'da Endülüs medeniyeti olmasaydı, Batı kendi küfür ve vahşet karanlığında boğulup kalırdı.
Bunu gayet iyi biliyorlar, fakat kibirleri ve küfürleri itiraf etmelerine engel oluyor. Ancak bu profesör gibi hakikatleri itiraf edenler de var. Bunlardan birisi olan Hewlett Packard'ın Yönetim Kurulu Başkanı Carly Fiorina aşağıdaki konuşmayı 11 Eylül saldırısından iki hafta sonra yapmıştı:
"Bir zamanlar dünyada çok büyük bir medeniyet vardı.
Bu medeniyet bir okyanustan diğerine, kuzey iklimlerinden tropiklere ve çöllere uzanan kıtalararası bir süper devlet yaratmayı başarmıştı. Hakimiyetinde farklı din ve etnik kökenden oluşan yüz milyonlarca insan adalet ve barış içinde bir arada yaşadı.
Dillerinden biri dünyanın çoğunun evrensel dili ve yüzlerce ülkenin insanları arasında bir köprü haline geldi. Orduları birçok farklı milliyetten oluşuyordu ve daha önce hiç görülmemiş bir barış ve refah düzeyinin yaşanmasını sağladı. Ticari sınırları Latin Amerika'dan Çin'e kadar uzanıyordu.
Ve bu medeniyet her şeyden çok yeni buluşlarla gelişimini sürdürdü. Mimarları yerçekimine meydan okuyan binalar dizayn ettiler. Matematikçileri bilgisayarların yapılmasını ve encryption'in (şifreleme sistemi) bulunmasını sağlayan cebir'i ve algoritma'yı yarattılar. Doktorları insan vücudunu incelediler ve birçok hastalığa çare buldular. Astronomları göğü incelediler, yıldızları adlandırdılar ve uzay araştırmaları ile uzaya yolculuğun önünü açtılar.
Yazarları binlerce hikaye yarattı: Cesaret, aşk ve gizem hikayeleri. Şairleri aşk'ı yazdılar, onlardan öncekiler bunları düşünmekten bile korkarken.
Diğer milliyetler düşünce'den korkarken, bu medeniyet düşünce'yi geliştirdi ve canlı tuttu. Geçmiş medeniyetlerin bilgisi sansür tarafından tehdit edilirken, bu medeniyet ilmi yaşattı ve geleceğe miras bıraktı.
Evet, İslam medeniyetinden bahsediyorum: 800'lerden 1600'lere kadar hüküm suren ve Osmanlı İmparatorluğunu, Bağdat Krallığı'nı, Şam'ı, Kahire'yi ve Kanuni Sultan Süleyman gibi aydın yöneticileri içine alan İslam Medeniyeti'nden. ... (Y. Şafak, Yusuf Kaplan, 14 Kasım)
Bu hakikatler ortada iken batılı hakim güçler ve din adamları kendi düzenleri bozulmasın diye binbir türlü yalanla halklarına Türk düşmanlığı empoze ettiler. Türkler'i vahşi, dinsiz, barbar, sapık gibi akla-hayale gelmeyen her türlü iftirayı attılar.
Bu sebeple özellikle Osmanlı Devleti'nin, cihâna hükmettiği dört asır boyunca bütün küffar âleminin gönlünde "Türk" korkusu iyice yer etmiş ve uzun müddet silinmemişti. Bilhassa on beşinci asırda, herhangi bir küffar devletinde aydın olmak için aranan ilk şart "Türk düşmanı" olmaktı. Avrupa teknoloji kavramıyla "Türk korkusu" sayesinde tanışmış, "Türkler'den korunma" telâşı batılı devletlerin ticaretinden sanatına, kültüründen inanışına kadar her alanda yerini almıştı. (Erhan Afyoncu, "Hürriyet Tarih", 15 Aralık 2004, s. 4-13.)
Hıristiyan Batı Türkler'i bu topraklardan çıkartmak ve yoketmek gayesiyle defalarca bıkmadan Haçlı seferleri düzenlemiştir. Fakat her seferinde yenilmişler ve büyük bir hüsrana uğramışlardır. Bu durum Avrupalılarda Türkler'in harp ile yenilemeyeceğine dair bir kanaat oluşturdu. Zira Küffar âlemi Türkler'in bu güçlerini imânlarından aldıklarını anlamışlardı. Bunun için bu milleti içinden yıpratmanın ve yıkmanın yollarını aradılar ve bu yönde büyük gayretle, sinsice çalışmalar yürüttüler.
1710 yılında İngiliz sömürgeler bakanlığının emriyle Mısır, Irak, İran, Hicaz ve hilâfet merkezi İstanbul'da casusluk faaliyetlerinde bulunmak ve batı çıkarları adına gizli bilgiler toplamak üzere görevlendirilmiş bir İngiliz ajan misyoneri olan Hampher; "İslâm'ı Nasıl Yok Edelim, Bir İngiliz Ajanının Hatıraları" isimli kitabında İslâm'ı nasıl yıkacaklarını, neler yaptıklarını, bu tarihte beş bin olan hıristiyan misyonerlerinin neler yaptığını, kendisinin Osmanlı devletini yıkmak, müslümanları dinden uzaklaştırmak, fitne ve fesat çıkarmak için nasıl çalışmalar yapıp, tohumlar ektiğini hatıratında yazmıştır.
Öyle ki; Eylül 2014 tarihli dergimizde yazıldığı üzere Vehhâbîliğin kurucusu olan Muhammed bin Abdulvehhab'ı nasıl kandırıp yoldan çıkardıklarını, nasıl onu İslâm'ı yıkmak, müslümanları parçalamak için kullandıklarını açıkça bir bir anlatmaktadır.
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının sebeplerinden birini oluşturan misyoner çalışmalarının en bariz özelliğini, yine Hampher'den okuyoruz. "Orta halli âileler için yaptığımız okullarda çocuklar eğitmeliyiz. O bölgelerde çok sayıda kilise inşa etmeliyiz. İçki, kumar, fuhuşu öyle yoğunlaştırmalıyız ki, genç nesil İslâm'dan tamamen yüz çevirsin."
"Müslümanların ırkçı, milliyetçi duyguları kamçılanacak, din âlimleri ile halk arasındaki karşılıklı sevgi, saygı, dostane ilişkiler bozulacak (âlimlere iftira etmek gibi) kâfirlerle cihadın vâcip olduğu inancı sarsıntıya uğratılacak."
"'Hazret-i Peygamber'in dinden maksadı sadece İslâm dini değildir. Yahudi ve hıristiyan ve diğer dinlerin takipçileri de müslümandır.' zihniyetini yerleştirmek..."
"İslâm'ı karıştırıcı bir din olarak tanıtmak."
Şu an öyle yapmadılar mı? İslâm'ı terör dini gibi göstermeye çalışmıyorlar mı?
"Âilelere nüfuz ederek âile içi ilişkiler, sömürü kültürüne göre düzenlenecek."
"Müslüman kadınların tesettürden vazgeçmesi için olağanüstü çaba sarfetmek."
Ve daha nice fitne ve fesat yayıcı taktikler için bu kitap ilk kaynaklardan birisi olmuş ve bu taktikler ajan-misyonerler ve onların kuklaları tarafından İslâm ülkelerinde tatbik edilmiştir.
Binaenaleyh Türkler'i yıkmak için bu sinsi ve iğrenç taktikler gizli gizli kullanılmıştır. Günümüzde de şiddetle kullanılmaya devam edilmektedir.
Nitekim ihaneti sebebiyle İkinci Mahmud Han tarafından 1821'de Fener Patrikhanesi'nin orta kapısında idam edilen patrik Ghrighorius, Rus çarı Aleksandr Nikola'ya gönderdiği gizli mektupta; Türkler'in ancak sinsi yöntemlerle içeriden çökertilebileceğine dair şu tavsiyelerde bulunmuştu:
"Türkler'i madden ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetlidirler; gayet mağrurdurlar ve izzet-i imân sâhibidirler. Bu hasletleri dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an'anelerinin kuvvetinden ve pâdişahlarına olan itaat duygularından ileri gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Türkler'in evvelâ itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalayıp, din sağlamlığını zayıflatmak lâzımdır. Bunun da en kısa yolu, onları millî geleneklerine ve mâneviyatlarına uymayan hâricî fikir ve hareketlere alıştırmaktır.
Mâneviyatları sarsıldığı gün, Türkler'in çok güçlü ve kalabalık kuvvetler karşısında kendilerini zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve artık onları maddî vâsıtaların üstünlüğü ile de yıkabilmek mümkün olacaktır. Bu sebeple Osmanlı devleti'ni yıkmak için, harp meydanlarındaki zaferler tek başına kâfî değildir. Yapılacak olan; Türkler'e bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki bu tahribâtı tamamlamaktır." (Rus sefîri İgnatiyef'in "Hâtırât"ından naklen.)
Bu tahribâtın bu necip milleti ne hâle düşürdüğü bugün ayan-beyan ortadadır.
Profesör'ün bu tespiti Batı'nın ortak kanaatidir. Nitekim müsteşriklerden Türkiyatçı Leon Kahun: "Eğer Türkler'in himmeti olmasaydı, İslâm medeniyeti o kadar yükselmez ve o derece geniş iklimlere yayılmazdı." demiştir.
Hazret-i Allah bu millete İslâm dinini nasip ettiği gibi, İslâm dininin ve müslüman ülkelerin müdafii ve hamisi olmayı lütfeylemiştir. Bu çok büyük bir şereftir. Bütün Haçlı seferleri Anadolu ve Balkanlar'da Türkler'in göğsünde eriyip yok olmuştur. Ve bu Haçlı seferleri müslüman Türk'e karşı yapılmıştır. Önce Anadolu'dan çıkarmak için sonra da Balkanlar'dan atmak için.
Üstelik nasıl ki Haçlılar sırf küfür gayretiyle bu seferleri tertip etmişlerse, Türkler de sırf Allah için onlara karşı cihad etmişler. Ve Hazret-i Allah da atalarımızı lütfu ile destekleyerek onlara nice zaferler müyesser eylemiştir.
Selçuklular olsun, bilhassa Osmanlılar bu uğurda canlarını ve mallarını sırf Allah için akıtmışlardı. Dünyevî maksat ve kaygılar daima arka planda idi. Gerçek ve öz niyet "Allah için"di. Onlar sefere çıkarken bu vatanı Hazret-i Allah'a emanet eder, öyle çıkarlardı. Hazret-i Allah da bu emaneti almış kabul eylemiştir ki, bu sebeple içten dıştan o kadar taarruza rağmen hâlâ ayaktadır. Bu böyle bilinmelidir.
Bütün darbelere, bu kadar bozulmaya rağmen bu milletin Allah'a ve Peygamber'ine bağlılığı bozulmadan devam etmektedir.
Bunu küffar bizden daha iyi bilir.
Binaenaleyh o zamandan beri küffar, Müslüman Türkler'in dinleri ve Peygamber'leri uğrunda gerektiğinde canlarını ve mallarını fedâ etmekten çekinmeyen bir millet olduğunu bildikleri için, daima başka yollardan yenmenin çarelerini aramışlar; ancak, asırlar boyunca buna bir türlü imkân bulamamışlardı. Küffar harp sahasında yenemediği bu milleti, ancak içlerine nüfûz ederek -mâneviyatlarını öldürmek ve kendilerine benzetmek suretiyle- yıkabileceğine kanaat getirdi. Bu milletin kuvvetini aldığı kaynağı tespit ettikten sonra da bu kaynağı bozmaya çalıştılar. Ki Türkler'i yıkabilsinler.
İslâm medeniyeti adalet, hakkaniyet üzerine kurulmuştur. Avrupa medeniyeti ise sömürü üzerine kurulmuştur. Hakimiyetleri altındaki ülkelerin bütün zenginliklerini kendi memleketlerine taşımışlardır. Bunu yaparken çok büyük katliamlar, soykırımlar, zulümler yapmaktan çekinmemişlerdir. Bu yüzlerini gizlemek hususunda çok mahirdirler. Vahşetin ismini değiştirirler demokrasi derler, dinsizliğin ve ahlaksızlığın ismini değiştirirler medeniyet derler. Para ile gazetecilere yalan yazdırırlar.
Bunların bu sahte düzenleri için en büyük tehlike bu milletin millî kimliğine dönmesidir. Zira bunlar gerçekte adalet düzeninin hakim olmasını, sömürü düzenlerinin yıkılmasını kesinlikle istemezler.
Bunların durumu budur. Bu küffarı dost edinenlerin durumu bunlardan daha kötüdür. Çünkü küffarın cephesi var. Bunlar ise müslüman kisvesi altında bu icraatları yaparlar. Küffarın silahla yapamadığını "Hoşgörü" maskesi altında yapmasına zemin hazırlarlar.
Kâfirden müslümana hiçbir zaman fayda gelmez. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, onların birbirleriyle dost olduklarını beyan buyuruyor.
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
İslâm'a ve müslümanlara olan kinleri hiç sönmemiştir. Özellikle Türkler'e karşı ayrı bir garezleri vardır. Zira tarihte Allah-u Teâlâ en derin galebeyi İslâm'a vermiş. Asr-ı saâdet'te ve Osmanlı Devleti zamanında.
Hiçbir sınır tanımayan açgözlülüklerini tatmin uğruna giriştikleri ifsat ve sömürgecilik gayretlerinin önündeki en büyük engel daima İslâm milletleri ve bilhassa Türkler olmuştur.
Her ne kadar bu yahudi profesörü böyle diyorsa da; Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman bir ıslâh edicisini gönderir ve eski duruma getirir. Bu halka bırakılmaz, Hakk'ın işidir.
"Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin." (Âl-i imrân: 26)
Binaenaleyh hasmımızı tanımamız ve çok uyanık olmamız icabediyor. Zira Amerika olsun, Batı olsun bu İslâm milletini silâh ile yıkamayacağına kani olduktan sonra yaklaşık 300 yıldır Haçlı seferlerinin şeklini değiştirmiş, öncelikle iç bünyemizi ve manevî değerlerimizi bozmak ve yıkmak için sinsice çok büyük bir gayret içerisine girmiştir.
Bu veçhesiyle Haçlı seferleri büyük bir kin ve vahşetle devam etmektedir. Her türlü işkence vahşet yöntemini insan bedeni üzerinde pervasızca uygulayan Batı ülkeleri, benzer bir vahşet ve yok etme duygusuyla bizim dini ve manevî değerlerimizi, millî duygularımızı yıkmak, parçalamak için elinden gelen her yolu kullanmaktadır.
Amerika bir plan çeviriyor, ancak ona da kalacak değil!
Tarih boyunca bir iniş bir çıkış olmuş. Öyle murad etmiş. Bir galebe, bir mağlubiyet, bir galebe bir mağlubiyet... Bu mülkün padişahı bir tane, başka yok. Ve yarın da göçüp gideceğiz. Nereye? Murad ettiği yere. Murad-ı ilâhî ne ise o olur. Mülk O'nun çünkü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz o sevinçli ve kederli günleri insanlar arasında (bazen lehe bazen aleyhe) döndürür dururuz. Bu da Allah'ın, ihlâslı ve azimli müminleri ayırt etmesi, içinizden şehidler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez." (Âl-i imrân: 140)
Binaenaleyh Amerika'ya da kalacak değil.
Hazret-i Allah'a ve Resûl'üne imân eden İslâm kumandanları târihte emsali görülmemiş bir eser ve ün bırakmışlardır. Onlar Hazret-i Allah'ın ismini yüceltmek için yaşadıklarından Hazret-i Allah da onların ismini yaşatmıştır.
Onların hayatlarında kendilerinden sonra gelen nesiller için çok büyük ibret ve nasihatler vardır. Onların Hazret-i Allah'a bağlılıkları ve cihad azimleri her asırdaki müslümanlar için büyük birer numunedir.
Onlar hiçbir zaman küfre ve kâfirlere iltifat etmemişlerdir. Nice az topluluklarla çok kalabalık küffar ordularına karşı muvaffakiyetler kazanmışlardır. Çünkü onlar sadece Hazret-i Allah'a dayanmışlar ve güvenmişler, büyük bir iman ve azimle yollarına devam etmişlerdir.
Bu şanlı tarih içerisinde Selçuklu ve arkasından Osmanlı ile devam eden yaklaşık bin yıllık bir zaman diliminde Türkler; İslâm bayrağının, cihad sancağının sahibi ve emanetçisi olarak ehl-i imanın gönlünde taht kurmuş, ehl-i küfürün kalbinde korku salmıştır.
Hemen bütün Haçlı Seferleri Selçuklu ve Osmanlı ordularının kılıçları altında helâk olmuştur. Bu muvaffakiyet ehl-i küfrün asla unutamadığı müthiş bir hadisedir. Bu milletin Hazret-i Allah'a dayandığı zaman O'nun lütfu ve desteği ile neler yapabileceğinin büyük bir delilidir.
İşte bu sebepledir ki; bütün gayretlerine rağmen bu İslâm milleti karşısında muvaffak olamayan küffar milletleri taktik değiştirmiş, gayesine sinsi metodlarla ulaşmanın yollarını denemiştir. Yaklaşık üç yüz yıldır bu yönde büyük çalışmalar yapmıştır.
Bugün bu çalışmalar çok daha büyük mekanizmalar vasıtasıyla devam ettirilmektedir.
Bu durum karşısında uyanamayan, küffar ile dostluk kuran, onlardan bir şey umanların vay haline! Bu zavallıların eline düşen milletimizin vay haline! Hazret-i Allah bizi büyük kayıplardan muhafaza eylesin!.. Âmin.
Aşağıda Hazret-i Allah'ın hükmüne teslim olan İslâm kumandanlarının iman ve azimlerine dair örnekleri arzediyoruz.
Bu büyük kumandan 711 yılının Mayıs ayında yedi bin kişilik ordusu ile İspanya'yı fethetmek üzere bugün kendi ismi ile anılan Cebel-i Tarık boğazını geçti. Askerlerinin geriye dönüş ümidini kırmak için bütün gemilerini yaktırdı. Sonra ordusuna hitaben tarihi bir konuşma yaptı.
"İşte, önümüzde düşman, arkamızda deniz, zaferden başka kurtuluş yolu yoktur." dedi.
Bu tarihi hadise dünya tarihinin gördüğü en büyük medeniyetlerden birisi olan 800 yıllık Müslüman İspanya Endülüs medeniyetinin başlangıcı olmuştur.
Bu hakikat İslâm dinini yaymak için fetihler yapan İslâm kumandanları ile, sömürgeci küffar kumandanları arasındaki kıyası bile mümkün olmayan farkın en büyük delillerinden birisidir.
Nitekim İspanyol orduları Endülüs devletini işgal ettikleri zaman sadece soykırım yapmakla yetinmemişler, bu medeniyete dair ne varsa yok etmişledir.
Bugün sadece birkaç saray ve camiden başka bu yüksek medeniyetten hemen hemen hiçbir iz kalmamıştır.
Mûsâ bin Nusayr, büyük İslâm kumandanı, Endülüs fâtihi Târık bin Ziyâd'la Endülüs'te karşılaştığı zaman; "Ey Târık! Halîfe Velid bin Abdülmelik senin tüm bu çabalarına karşılık, sana bu Endülüs'ten başkasını vermez!" diyerek, onu hem Endülüs'ün fethi, hem de yapmayı plânladığı diğer fetihler hususunda, niyet ve azim bakımından ölçmeye çalışmıştı.
Fakat fethettiği beldelerde İslâm'ı yaymaktan, küfrün ve kâfirlerin kökünü kazımaktan başka bir şey düşünmeyen, "İ'lâ-yı Kelimetullâh" gibi ulu bir gâyeyi bırakıp da; makam, şöhret, iktidar gibi fânî ve değersiz şeyleri tercih etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen Târık bin Ziyâd, ona bu sözüne karşılık, içindeki hudutsuz ve sınırsız fetih arzusunu açığa vurarak;
"Ey emîr! Allah'a yemin ederim ki, atımla Atlas okyanusuna girinceye kadar bu arzumdan vazgeçmeyeceğim!" karşılığını verdi. (İbn Hallikân, "Vefeyâtü'l-A'yân ve Enbâu Ebnâ'i'z-Zamân", c. 5, s. 328. bas.:Beyrut, 1977.)
Selâhaddin Eyyûbî üstüste kazandığı zaferlerle, zamanla kâfirlerin ve münâfıkların korkulu rüyâsı hâline gelmiş; yaşadığı müddetçe bir an olsun onlara aman vermemişti.
Eşine ender rastlanan bu büyük İslâm mücâhidinin dirâyet ve azmine, şecaat ve şevketine Selçuklu atabegi Nûreddin Zengî de hayran kalmış; sahâbe-i kirâm'a çirkin ve asılsız iftirâlar atan Fâtımîler'e haddini bildirmek için, bu kudretli kumandanın tek başına kâfî geleceğini anlamıştı. Nitekim din-i İslâm'ı hurâfelerden arındırmak, küffarla işbirliği eden münâfıkların düzenini bozmak için, Selâhaddin Eyyûbi ile anlaştı ve Fâtımî Devleti'ne resmen savaş açtı.
Durumu haber alan mürted Fâtımîler haçlı devletleriyle anlaşarak, Selâhaddin Eyyûbî ve mâiyyetindeki İslâm ordusuna karşı küffarla aynı safta yer aldı. Onların bu çirkin hareketi imân edenlerin nazarında hiç de şaşırtıcı değildi; çünkü kâfirleri dost edinmek ve onlarla ele ele vermek münâfıkların asırlardır değişmeyen en açık ve en bâriz alâmetiydi.
Müslümanlara karşı birleşen bu kâfirler ve münâfıklar gürûhunu pusuya düşürmek için, hiç kimsenin geçmeye cesâret edemediği Tih Sahrası'ndan geçerek, bu çapulcular sürüsüne gizlice arkadan yaklaşan Selâhaddin Eyyûbî, otuz bin kişilik düşman ordusunu görünce ümitsizliğe düşen iki bin askerine hitâben, onları teskin edecek şu mânidar konuşmayı yaptı:
"Askerlerim!..
Bilin ki ölüm, Allâh'ın huzûruna varmaktır. Dinini ve imânını müdâfaa yolunda şehâdete erenlerin, doğrudan doğruya cennetlik olduğundan hepiniz haberdardır. Şâyet rahatımızı düşünüyorsak bize yakışan burada değil, karılarımızın ve çocuklarımızın yanında olmaktır!
Düşmanın az ya da çok olması bizi yolumuzdan aslâ alıkoyamaz! Şimdi siz, kaçmak zilletine düçâr olmayı mı, yoksa şehîd olmayı mı arzu edersiniz?
Allah'ın yardımı şüphesiz ki bizimledir; O dinine hizmet edene mutlakâ zafer verir!.." ("el-Kâmil fi't-Târîh", c.11, s. 342)
O'nun dinini bırakıp küfre hizmet edenlerin ise eninde sonunda belâsını verir; O'nun kudret pençesinden kurtulmaya aslâ imkân bulamazlar.
Selâhaddîn Eyyubî Kudüs'te kurulan haçlı devleti ile defalarca kere savaşmıştı. Bir gün hıristiyan kralının hasta olduğunu öğrendi. Hemen en iyi hekimlerinden birisini elçilerle beraber krala gönderdi. Sultan Selahaddîn'in bu yüksek insanlık ve ahlâk anlayışı bugün bile hâlâ konuşulmakta, kitaplara ve filmlere konu olmaktadır.
Bu büyük Sultan vefat ettiğinde, Başveziri Şam sokaklarında dellâl gezdirerek şöyle bağırtmıştı:
"Ey ahali! Bilmiş olunuz ki, Mısır'ın, Sudan'ın, Libya'nın, Filistin'in, Şam'ın, Halep'in, Musul'un, Hicaz'ın ve daha nice ülkelerin hükümdarı olan Sultan Selâhaddîn Eyyubî vefat etmiş ve Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Şahsî parası cenaze masraflarına yetişmediği için bunlar yakınları ve dostları tarafından karşılanmıştır."
Sultan Alparslan Anadolu'nun kapılarını müslüman Türklere açmış, ömrü at üzerinde ve cenk meydanlarında geçmiş, aynı zamanda adaletiyle de herkesin gönlünde taht kurmuş büyük bir hükümdardı.
Devlet idaresinde istikrarı sağladıktan sonra fetihlere başladı.
Malazgirt Savaşı başlamadan önce topluca kılınan Cuma namazının ardından askerinin karşısına geçti. Üzerinde kefene benzeyen beyaz bir elbise vardı. "İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni böylece gömünüz." dedi. Atından inerek secdeye kapandı. "Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah'ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret." diyerek, gözleri dolu dolu, secdeden başını kaldırdı ve sözlerine şöyle devam etti:
"Burada Allah'tan başka sultan yoktur. Emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bunun için benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz."
Dokuz yıl süren hükümdarlığı sırasında büyük işler başarmış, devletin sınırlarını Anadolu içlerine kadar genişletmiştir.
Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi de devletin temellerini adalet üzerine kurmuş ve bu adalet sayesinde Osmanlı dünyaya hüküm eden bir devlet haline gelmişti.
Osman Gazi son derece dinine bağlı, gönlü iman dolu, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi.
Osman Gazi oğlu Orhan Gazi'ye şöyle vasiyette bulunmuştu:
"Allah'ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in'am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zâlim olma. Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerde bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma.
Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah'ın dinini yaymaktır."
"Oruç Beğ Târihi"nde kaydedildiğine göre; Osman Gâzî, "Bey" olduktan sonra, bir gün Rumlar arasından zırhını ve kılıcını kuşanmış bir süvârî çıkageldi. Bu kimse Kostantîniyye'nin meşhur beylerinden biri idi. Gelir gelmez meydanda yüksek bir sesle; "Aranızda Osmân adlı âdem var mıdır?" diye seslendi. Hemen Osman Gâzî'yi gösterdiler. Derhâl atından inip Osman Gâzî'nin eteğine yapıştı ve: "Essalâtu ve's-selâmu aleyke yâ Resûlellâh!" deyip Kelime-i şehâdet getirerek; "Ey Osman Gâzî! Düşümde sizin Peygamber'i, Muhammed Mustafâ'yı -sallallâhu aleyhi ve sellem- gördüm. Bana din-i İslâm'ı telkîn edip, Kelime-i şehâdet'i ve Fâtiha'yı ve sûre-i İhlâs'ı bile öğretdi; "Yâ Abdullâh! Bu sabâh atlan, filân yerde bir gâzî yiğit vardır, adı Osmân'dur, bu şekle sahipdir. Hakk yolunda fî sebîlillâh gazâya niyyet etmişdir ve benim ak alemim onun katındadır. Ona var, tâbî ol!' dedi. Benim asıl adım Mihâl'dir, Hazret-i Risâlet Aleyhisselâm benim adımı Abdullâh koydu." dedi. (Oruç Beğ, "Tevârîh-i Âl-i Osmân", s. 9-10.)
Hazret-i Allah'a ne kadar gönülden bağlıymış. Vefat ettiğinde hiçbir miras bırakmadı. Birkaç tane koyundan ibaret o da misafirlere ikram etmek için. Hiçbir şey yok, yok, yok. Bütün işleri Allah içindi. Hiçbir şeye tenezzül etmemiş.
Allah'ımız hepsinin makamlarını cennet etsin, kat kat mertebelerini artırsın. Cenâb-ı Hakk onlara sehavet vermiş, Allah'ım dünyada ve ahirette kat kat ihsan buyursun.
Osmanlı Devleti'nin ikinci hükümdârı olan Orhan Gâzî, babası Osman Gâzî'nin açtığı "İ'lâ-yı Kelimetullâh" uğrunda küffarla mücâdele yolundan yürümüş ve Osmanoğulları Beyliği'ni kısa sürede beylikten Hanlığa dönüştürmüştür.
Babasının adalet üzere kurduğu devleti yine adalet, hukuk üzere devam ettirmiştir. Yaptırdığı imaretlerde fakirlere kendi eliyle yemek dağıtırdı. Ulemaya değer verir, hürmet ederdi. Numune insan, bahadır harpçi, adil ve nizamcı bir mücahid idi.
Çünkü Orhan Gâzî, küffarı azâmetiyle dize getiren yiğit bir hükümdar olmasına rağmen, kendisini hükümdarlığın debdebe ve ihtişam dolu yaşantısından da uzak tutan son derece sâde ve mütevâzî bir pâdişahtı.
Orhan Gazi'nin fethettiği yerlerdeki halk; "Ne olaydı, eski zamandan beri bunlar bize bey olaydılar." demişlerdi.
Orhan Gâzî Han vefâtı yaklaşınca, yerine geçecek olan oğlu Murad Hüdâvendigâr'a şöyle vasiyette bulunmuştu:
"Oğul!.. Saltanatının ihtişâmına mağrur olma... Unutma ki dünya, Süleyman Aleyhisselâm'a dahî kalmamıştır; onun bile tahtı âkıbet-vîrân olmuştur. Dünya saltanatı zaten hep fânîdîr. Şunu da unutmayasın ki; dünya saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz'in şefâatine mazhariyyet için, bu fırsatı iyi değerlendiresin! Dünyaya âhiret ölçüsüyle baktığında, ebedî saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin!..
Ey Oğul!.. Rumeli hıristiyanları rahat durmayacaktır! Öyleyse sen o cânibe doğru yürü!.. Kostantîniyye'yi ya fethet, yâhud fethe hazırla! Anadolu'da gâile çıkmaz ise, Rumeli işini çok rahat halledersin...
Cennet-mekân babam gâzî Osman Han, Söğüt ve Domaniç'ten ibaret bulunan bir avuç toprağı, iş bu siyâset ile az zamanda kudretli bir beylik kıldı; biz ise bi-izni'llâh, beyliği hanlığa ikmâl eyledik. Sen daha da öteye götürmelisin!..
Osmanlı'ya iki kıt'a üzerinde hükmetmek yetmez!.. Zira i'lâ-yı Kelimetullâh dâvâsı, iki kıt'aya sığmayacak kadar ulu bir dâvâdır! Selçuklu'nun vârisi biz olduğumuz gibi, Roma'nın vârisi de biziz!..
Oğul!.. Kur'ân-ı Kerîm'in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet!.. Gâzîleri gözet... Dine hizmet edenlere hizmet etmeyi kendin için şeref bil!.. Zâlimleri cezalandırmakta sakın ola tereddüt göstermeyesin! Adâletin en kötüsü geç tecellî edenidir. Sonunda hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de bir bakıma zulümdür!
Oğul!.. Biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın! Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın!.." (Hoca Sa'deddin Efendi, "Tâcü't-Tevârîh", c. 1, s. 64-65.)
Murad Hüdâvendigâr, samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. "Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı" diye anılır.
Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazından sonra fakirlere sadaka dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha Bizans hakimiyetini aramamışlardır.
Murad Hüdâvendigâr Han muhârebeden önce, oğlu Yıldırım Bayezid'le birlikte ordusunun karşısına geçip onları Allah-u Teâlâ'nın cihad emrini yerine getirmeye teşvîk ederken; vezir Çandarlı Ali Paşa da sabah namazından sonra Kur'ân-ı kerîm'le istimdâda yönelip, Cenâb-ı Hakk'a duâ ederek Kelâm-ı Kadîm'i açtı, satırları saydığında karşısına:
"Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran!" (Tevbe: 73)
Âyet-i kerime'si çıktı. Paşa hikmet-i ilâhî bu Âyet-i kerime ile karşılaşınca büyük bir sevinç duydu, Mushâf'ı şerîf'i öpüp başına koydu ve hemen ata binip Hünkâr'ın huzûruna gelerek; ona, karşısına çıkan bu Âyet-i kerime'yi okudu. Sultan Murad bu Âyet-i kerime'nin Rabb'inden gelen ilâhî bir işâret olduğunu anlayıp, gönlünde kabaran imân ve azîmle mesrûr oldu. (Neşrî, "Kitâb-ı Cihannümâ", c. 1, s. 291-293.)
Sultan Murad Kosova Savaşı öncesi gece karanlığında, alnını gözyaşları içinde secdeye koyarak, Allah-u Teâlâ'ya cân-u gönülden şöyle yalvarmıştı:
"İlâhî! Seyyid'im! Sahib'im!
Bunca kerre huzûrunda duâmı kabûl edip beni mahrum etmedin, yine benim duâmı kabûl eyle! Bir yağmur verip, bu karanlığı ve tozu def' edip âlemi aydınlık kıl, tâ ki kâfir askerini gözümüz ile görüp, yüz yüze cenk edelim. Yâ ilâhî! Mülk ve kul senindir, sen kime istersen verirsin. Ben dahî bir nâçiz, âciz bir kulunum. Benim fikrimi ve esrârımı sen bilirsin. Mülk ve mâl benim maksûdum değildir. Bu araya kul-karavâş için gelmedim, hemen hâlis ve muhlis senin rızânı isterim. Yâ Rabb, beni bu müslümanlara kurbân eyle, tek bu müminleri küffar elinde mağlûp edip helâk eyleme! Yâ İlâhî! Bunca nüfûsun katline beni sebeb eyleme! Bunları mansûr ve muzaffer eyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim, tek Sen kabûl eyle! Asker-i İslâm için rûhumu teslîme râzıyım. Tek bu müminlerin ölümünü bana gösterme! İlâhî, beni civârında misâfir edip, müminler rûhuna benim rûhumu fedâ kıl! Evvelce beni gâzî kılmışdın, şimdi şehâdet nasîb kıl!" (Neşrî, "Kitâb-ı Cihannümâ", c. 1, s. 285-287)
"Sübhanallah! Hazret-i Allah ile ne kadar ince pazarlıkları varmış, ne kadar nazları varmış. Allah Allah. Ne teslimiyet ne bağlılık, ne teslimiyet ne bağlılık... Bunlar gönülden Allah-u Teâlâ'ya bağlı."
Gerçekten de Allah-u Teâlâ ona küffarın karşısında sekiz saatte büyük bir zafer vermiş; Allah-u Teâlâ'ya yaptığı samimî niyaz aynen tahakkuk ederek, savaş meydanını dolaşırken yaralı bir Sırp'lı tarafından hançerlenerek şehid edilmiştir.
Yıldırım Bayezid; ülkesinde demir gibi bir disiplin ve mükemmel bir âsâyiş kurdu. İlmi ve ulemâyı sever, şikâyeti olan şikâyetini bizzat kendisine duyurabilir, haklıysa isteği hemen yerine getirilirdi. Bir kimse tek başına eşya yükü ile, hiç rahatsız edilmeksizin memleketi bir baştan öbür başa geçebilirdi.
Kosova Savaşı'ndan yedi yıl sonra hıristiyan Avrupa 130 bin kişilik bir ordu ile Osmanlıların üzerine yürümüştü. Sultan Beyazıd, kendisine Yıldırım ünvanını kazandıran bir süratle Niğbolu'ya gelerek düşmanın önünü kesti. Yapılan savaşta mağrur haçlı ordusuna Niğbolu mezar oldu, 100 bin ölü, 10 bin esir verdiler. Savaş sonunda esir düşen düşman kumandanı Korkusuz Jan "Başımıza Yıldırım düştü" demiştir.
Başta Vatikan ve Bizans olmak üzere, papa ve tüm haçlı devletleri birleşerek, Türkler'i Anadolu'dan kovma ve eski vatanlarına yeniden kavuşma hayâliyle Niğbolu'da Yıldırım Bayezid'in karşısına çıkmışlar; ancak savaş başladıktan henüz birkaç saat sonra büyük bir yenilgiye uğramışlardı. Savaşın ardından bir çok hıristiyan şövalyesi ve asilzâdesi esir alınmıştı ki; bunların arasında Fransızlar'ın "Korkusuz (!) Jean" adını taktıkları, çok güvendikleri meşhur şövalyeleri de vardı.
Yıldırım Bayezid, hıristiyan asilzâde ve şövalyelerinin hepsini fidye karşılığında serbest bırakıp da, Jean ve arkadaşları; "Şu andan itibâren Sultan Bayezid'e karşı savaşmayacağımıza, ona karşı bir daha silâh kullanmayacağımıza dâir nâmusumuz ve şerefimiz üzerine yemin ediyoruz!" deyince Yıldırım Bayezid, beklenmedik bir şekilde sür'atle ayağa kalkarak onlara şöyle dedi:
"Avrupa'da 'Korkusuz' nâmıyle tanınan Jean'a ve mâiyyetine derim ki;
Bana karşı silâh kullanmayacağınıza dâir ettiğiniz yeminleri size iâde ediyorum! İsterseniz gidin, yeniden ordular toplayın ve tekrar üzerimize gelin! Bana bir kerre daha zafer kazanmak imkânını sağlamış olursunuz. Zira ben dünyâya, Allah-u Teâlâ'nın dinini cihana yaymak ve O'nun rızâsını aramaktan başka bir şey için gelmedim!.." (Hammer, "Devlet-i Osmâniyye Târihi", c. 1, s. 286-287.)
Çünkü o, şu Âyet-i kerime'ye gönülden inanmıştı:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, onlar Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Derviş gazi diye anılan, kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murad; Varna ve Kosova gibi iki büyük meydan savaşı kazanmış, İstanbul'u muhasara etmiş, Fatih Sultan Mehmed gibi evlât yetiştirmiştir. Osmanlılar onun zamanında dünyanın birinci devleti haline geldiler.
Haçlı orduları 1444'de Osmanlı topraklarına doğru yürümüşlerdi. Sultan Murad Han 40 bin kişilik ordusu ile Balkanlar'ı aşıp düşmanı Varna'da yakaladı.
Pâdişah Varna Savaşı'ndan bir gün önce, gece yarısı bütün paşalarını ve beylerini yanına çağırıp; yeniçeri, yaya ve azapları karşısına alarak, onları küffarla cihâda teşvik etmek üzere şu hitâbı yaptı:
"Her gazâda siz benim yoldaşlarımsınız! Hemen göreyim sizi, dîn-i İslâm aşkına küffâra -ki, onlar dinimiz düşmanlarıdır- nice kılıç vurursunuz! Zâhir bilirsiniz ki, gazânın fazileti ne mertebedir ve şühedânın mertebesi ne kadar yücedir! Şimdi kullarım, çün ki doğmakdan kalmadık, elbette ölmekden dahî kalmayız. Öyle olsa, size ve bize vâcib olan budur ki, şimdi fırsat elimize girmişken merdâne savaş edip gazâlar edelim! Öldürenlerimiz gâzi ve ölenlerimiz şehid olup, dünyâ ve âhiret muradlarına vâsıl ve mütevâsıl olalım!.." ("Gazavât-ı Sultân Murâd bin Mehemmed Hân", s. 57.)
Nihayet demir zırhlarla kaplı haçlı ordusunu gören hükümdar ellerini kaldırarak niyazda bulundu:
"İlâhi! Mümin kullarını benim günahımın çokluğundan ötürü küffar elinde zebun etme. İlâhi! Habib'in hürmeti için, ümmetini sen sakla ve sen mansur ve muzaffer eyle!"
Bu içli duâdan sonra mücahidler "Âmin... Âmin..." sesleriyle düşmanın üzerine atıldılar, çembere alınan haçlılar imha edildiler.
Varna Savaşı'ndan dört yıl sonra Haçlılar şanslarını yeniden denemek istediler ve 100 bin asker topladılar. Sultan Murad savaşın vicdanî mesuliyetini üzerinden atmak için sulh teklifinde bulundu ise de kabul etmediler. Harp kaçınılmaz olmuştu. Sultan Murad Han düşmanla Kosova sahrasında, 59 yıl önce dedesinin babası Murad Hüdavendigâr'ın düşmanı yok ettikten sonra şehid düştüğü aynı yerde karşılaştı. Yanında on altı yaşlarındaki şehzade Sultan Mehmed (Fatih) de bulunuyordu.
Sultan Murad Han diz üstü gelerek kıbleye döndü, gönlünü Allah-u Teâlâ'ya bağladı ve;
"Yâ Rabbî! Benim de adım Murad. Dedem Hüdavendigâr'a lütfettiğin zaferi bana da nasip eyle! İslâm askeri zafer şenliği yaparken benim de ruhumu kabzeyle!" diyerek duâ etti.
Sabahın erken saatinde 40 bin kişilik ordusunun başına geçerek 100 bin kişilik haçlı ordusunun üzerine hücum etti. Savaş üç gün üç gece sürdü. Üçüncü gün Sultan Murad Han düşmanı çevirmeye başladı. Sonunda da 4 bin şehide karşılık 17 bin düşman askeri imha edilmiş, binlercesi de esir alınmıştı. Bu İkinci Kosova, haçlıların Türkler'i Balkanlar'dan sürüp atmak için yaptığı sonuncu teşebbüs oldu.
Sultan Murad müstesna dehâda devlet adamı ve kumandan idi. Halk tarafından en çok sevilip sayılan bir hükümdar olarak bilinir. Halka karşı daima teveccühkâr, fakirlere karşı cömertti. Bu lütuflarını hırıstiyanlara da gösterirdi. İnce ruhlu, hassas bir insandı. İlmî sohbetleri sever, ulemâyı himaye eder, onlara muayyen tahsisat verirdi.
Hacı Bayram Velî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni Edirne'ye dâvet etmiş, günlerce başbaşa sohbet etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu cevabı almıştı:
"Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah'ın rızâsı vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır."
Osmanlı topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırdıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul'un fethi hazırlıklarına başladı. Bizansı ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Projesini bizzat kendisinin yaptığı Rumelihisarı denilen azametli kale dört ayda bitirildi. Asya kıyısında Yıldırım'ın inşâ ettirdiği Anadolu Hisarı vardı, böylece boğaz kesilmiş oldu.
Kışı Edirne'de geçirerek savaş hazırlıkları yaptı. Ortaçağ insanının hafsalasının alamayacağı azamette, iki tonluk gülle savurabilen, iki bin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. 6 Nisan 1453'de muhasara başladı. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından kaydırılarak Haliç'e indirildi. Sultan Mehmed'in karadan gemi yürütmesi akıllara durgunluk vermişti. 29 Mayıs günü sabah namazını müteakip yapılan duadan ve hükümdarın hitabesinden sonra yapılan nihai taarruzda İstanbul fethedildi.
Osmanlı bayrağını Topkapı üzerinde gören ve o andan itibaren "Fatih" ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ'ya hamd ve senâda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm Fetih'ten sekiz yüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştu:
"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir." (Ahmed bin Hanbel)
İstanbul'u fethettiğinde Fatih Sultan Mehmed 21 yaşında idi. 30 yıllık hükümdarlığı sırasında yirmiden fazla devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarih sahnesinden silmiş, topraklar kendisinden bir asır sonra 20 milyon kilometre kareye ulaşmıştır.
Devrinde 308 cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır. Fatih, her sene en son keşiflere göre ordunun silahlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.
Ortaçağ'ı kapatarak Yeni Çağ'ı açan Fatih Sultan Mehmed Han, güya ihtida edip Yakup Paşa adını alan Venedikli bir yahudi tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Vefat ettiğinde 49 yaşında idi ve nereye yapılacağını kendisinden başka kimsenin bilmediği bir sefere çıkıyordu.
Tâcizâde Ca'fer Çelebi'nin "Mahrûse'-i İstanbul Fethnâmesi"nde naklettiği üzere; Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'u fethedeceği gün seher vaktinde Allah-u Teâlâ'ya yalvararak, asıl gâyesinin O'nun yolunda cihad edip, hıristiyanlığın çirkin ve sapık akîdesini kökünden kazımak olduğunu dergâh-ı Ulûhiyyet'e şöyle arzetmişti:
"İlâhî! Ey Hâlik! Ey Melik! Ey Yaradan! Alîmlerin Alîm'i pâdişahsın, her şeyden haberdârsın ki, çirkef hasım ve alçak düşman; "De ki: O Allah bir tekdir. Allah Samed'dir; her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." Âyet'i, Vahdâniyyet'i gün gibi izhâr ederken; "Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir." kelimesi, Zât-ı mukaddes'ine denk ve benzer olmadığın ulu bir sadâ ile bildirir ve haber verir iken; hepsini külliyyen inkâr eyleyip, kadın ve erkek ve hısım nisbetin edip, 'üçün üçüncüsü' isnâd eyleyen zâlimlerdir. İsâ zamânı tamâm olalıdan beri, Cibrîl'in nüzûlüne ve vârid ve tenzîl kılınan vahye ikrâr etmeyip; 'Mesih de, mukarreb melekler de Allah'a kul olmaktan aslâ çekinmezler' buyruğunu tasdîk etmeyen dinsizlerdendir. Pâk olmayan asılları: "Benden sonra gelecek, ismi Ahmed olan bir Peygamber'i size müjdelerim!' Âyet'ini İncîl yapraklarından giderip, kendileri dahî; 'Biz evvelki atalarımızdan bunu işitmedik!' fikrini bahane edinip; 'Siz de, atalarınız da apaçık dalâlettesiniz!' hitâbıyla muhâtap olan sefîllerdendir. Ben âcizin dahî maksadı: 'Allah'a imân etmeyenlerle savaşın!' emrine imtisâl etmekle; 'Allah yolunda nasıl cihad etmek lâzım geliyorsa; öylece, hakkıyla cihad edin!' zümresinden sayılıp, elimden geldikçe sana lâyık amelde bulunmaya gayret etmekdir. İrâde senin, kudret senin, inâyet senin, kuvvet senin! 'Bizim uğrumuzda, bizim için mücâdele edenlere elbette yollarımızı gösteririz!' ilâhî müjdesi mucibince benden taleb ve ricâ, Sen'den tevfîk ve rızâ!.." ("Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi", s. 197-198.)
Fâtih Sultan Mehmed Han bu niyâzını:
"Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!.." Âyet-i kerime'si ile tamamlamıştı. (Bakara: 250)
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm'ın İstanbul'un fethiyle ilgili şanlı müjdesi onun eliyle gerçekleşmiştir. Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hayâtı boyunca din düşmanlarına dâimâ gâlip gelmiştir.
Cihan hükümdârı, Arap ve Acem sultânı Yavuz Sultan Selim Han zamanında Mısır Osmanlılar'a geçti. Mekke ve Medine Osmanlılar'a bağlandı. Halife Mütevekkil Alallâh'tan halifeliği devraldı. Suriye ve Mısır seferleri Osmanlı'ya çok gelir getirdi. Mısır seferi sırasında Osmanlı donanmasının eksikliğini gören Yavuz, Haliç tersanesini tesis ettirerek 150 gemi yapılmasını emretti.
Barbaros kardeşler bu yıllarda Cezayir'i fethederek hakimiyeti sağladılar.
Sultan Selim, Arabistan ve Mısır taraflarındaki seferlerini tamamlayıp İslâm birliğini kurduktan sonra, küffar beldelerini de İslâm topraklarına katmaya azmetmişti.
Bir defâsında Dîvân günü, vezîriâzam Pîrî Paşa içeri girip de huzûr-u sa'âdetine yüz sürünce, ona bu azîm ve karârını açıkça bildirerek;
"Kâfiristan'da memleketler ve muazzam şehirler, muhkem âlî kaleler, deryâlarda nihayetsiz mâmur gönül çeken iller olup, onda küffar tasarruf edermiş! Lâyık mıdır ki taht kurup memleketler zapt eyleye? Gayret-i İslâm yok mudur? Onların tedârikini görmek aklımda yer etdi!" dedi.
Bu sözleri işiten uyanık ve müdrik Paşa, hünkârdan sefer için lâzım olan gemileri yaptırmak için izin istedi, o da; "Hemen emr eyledim, yapdır!" diyerek kendisine izin verdi. Durumu haber alan küffar devletleri korkularından ne yapacaklarını şaşırarak; "Sultan Selim Arab ve Acem diyarını feth eyledi. Şimdiden sonra seferleri bizim memleketimizedir. Onunla mukâbele ve mukâteleye (savaşmaya) iktidârımız yokdur, bâri kul olalım!" deyip, on sekiz kâfir kral hazînelerinden üçer yıllık haraç getirerek, hepsi birden pâdişâha boyun eğdi. (Hezarfen Hüseyin Efendi, "Telhîsü'l-Beyân fî Kavânîn-i Âl-i 'Osmân", s. 158.)
Yavuz Sultan Selim Han dedesi Fâtih zamânında İslâm beldesi hâline getirilen Bosna'da, bâzı sinsi papazların gizliden gizliye kiliseler açıp, yolların kenarına haçlar diktiklerini ve olup biteni başka devletlere bildirdiklerini haber almış; bu gibi fetbazlıklara meydan vermemek için, ihanet ve nankörlüğe kalkışanların hakkından gelinmesini emreden şu kanunu çıkarmıştı:
"Bâzı yerlerde eski kâfir zamânından beri kilise olmayan yerlerde kilise ihdâs olunmuş ve evvelki defterde dahî kilise yazılmayan yerlerde yeni kiliseler inşâ olunmuş. Onun gibi yeni ihdâs olunan kiliseler yıktırılıp ve içinde oturup, câsusluk edip küffar diyarına haber eden keferenin ve papazların muhkem haklarından geline ve siyâsetler oluna! Ve yollarda haçlar konulmuş, yıktırılıp bundan sonra etdirmeyeler ve edenlere siyâset oluna! Ve hangi kâdının kâdîlığında olup da men'-ü def' etmezse azline sebeb ola!.." (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, "Tapu Tahrîr Defteri", nr.: 157.)
Yavuz Sultan Selim pek sade giyinirdi. Bunun sebebini soranlara: "Süslü ve şa'şaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir. Niçin boş yere bu külfete katlanalım?" derdi.
Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecburiyetinde kalırdı. Bir defasında Venedik elçisinin İstanbul'a gelip huzuruna çıkacağı haberi geldi. Bunun üzerine vezirler, üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri değiştirme ihtiyacı hissederek sadrazam aracılığıyla durumu Yavuz'a tedirginlikle de olsa bildirdiler. Yavuz hiç kızmadı ve: "Münasiptir!.." dedi.
Elçinin geleceği gün bütün vezirler, yeni esvaplarıyla padişahın huzuruna vardılar. Ancak gördüklerine inanamayarak dehşetli bir hayrete düştüler. Zira Yavuz'un üzerinde yine o eski elbiseleri vardı. Tahtında oturmuş, keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden vuran gün ışığı altında parıltısı gözleri kamaştırıyordu. Bu durum karşısında bütün vezirler, üzerlerindeki görkemli elbiselerden utanıp şaşkın bir vaziyette kaldılar.
Görüşme bitip elçi dışarı çıktıktan sonra Yavuz, sadrazama bakarak:
"-Paşa! Var elçiye sor, bizi nasıl bulmuşlar?" dedi.
Sadrazam, Padişah'ın emrini yerine getirip döndü ve elçinin intibâını nakletti:
"-Sultanım! Venedik elçisi: 'O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile...' demektedir."
Yavuz, tebessüm etti ve sadrazama şehâdet parmağı ile kılıcı göstererek:
"-İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, kâfirin gözü ondan asla ayrılamaz ve bizi görmez! Ama Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffâr, bizi hem hor görür, hem de tepeden bakar!..." dedi.
Bir hamlede imparatorluğun topraklarını iki mislinden fazla genişleten Yavuz Selim Han İstanbul'a döndü. Yüzbinlerce İstanbul'lu en samimi duyguları ile büyük cihangiri karşılamak için günlerdir hazırlık yapıyorlardı. Bunu duyan Yavuz Selim Han son derece sıkılmış, bir gün sonra merasimle şehre girmesi gerekirken; gece vakti yanında bir kaç kişiyle kayığa binmiş, gizlice Topkapı Sarayı'na çıkmıştır. Ertesi gün Hükümdar'ın sarayda olduğu öğrenilince hiç bir merasim yapılamadı.
Allah için olanlar ile gösteriş için olanlara güzel bir numune:
Yavuz Sultan Selim son derece sade giyinir, sadeliği sever, lüks ve israfa şiddetle karşı çıkardı. Her ihtimale karşı devlet hazinesini dolu tutmak isterdi.
8 yıl içinde baş döndürücü icraatlar yapan Yavuz Selim Han, 50 yaşında olduğu halde, yeni bir seferin hazırlıkları içinde iken vefat etti.
Son anlarında yanında bulunan nedimi Hasan Can "Sultanım! Cenâb-ı Hakk'a teveccüh edip Allah'la olacak zamandır." dediğinde "Bizi bunca zamandır kiminle bilirdin?" diye cevap vermiştir.
Hükümdar oluşunun ertesi yılı, Avrupa'nın kilit noktası Belgrad'ı alarak ilk zaferini kazandı. Belgrad'ın düşmesi ile Avrupa'nın bel kemiği kırılmış oldu.
Bir yıl sonra da Rodos seferine çıktı. Dedesi Fatih zamanında üç defa muhasara edildiği halde alınamayan, hıristiyanların düşürülemez kalelerinden biri sayılan Rodos fethedildi.
Kanuni daha sonra Macaristan'a yürüdü. 100 bin kişilik bir ordu ile yaptığı bu seferi, on üç seferinin en ünlüsüdür. 200 bin kişilik Macar ordusunu Mohaç'ta yakaladı. 300 Türk topu düşmanı uzaktan avlamış, ilk anda 25 bin Macar askeri imha edilmişti. Düşmanın etrafını saran mücahidler bataklık tarafını açık bıraktılar. Çıkıp fırlamak isteyen Macarlar sürüler halinde bataklığa doğru yığınlaştılar. Esir alınanlar dışında bütün düşman ordusu bataklıkta boğulup mahvoldular. Müslümanlar ise 150 kadar şehid vermişlerdi.
Mohaç, cihan tarihinin en kesin neticeli meydan muharebelerinden birisidir. İki saat içinde savaş neticelenmişti. Zaferin başkumandanı 31 yaşındaki Sultan Süleyman, tarihin en namlı serdarları arasına girdi.
Daha sonra Budapeşte fethedildi. 11 Temmuz'da Ramazan Bayramı tebriklerini Belgrad'da kabul eden Sultan Süleyman, 17 Eylül'de Kurban Bayramı tebriklerini Budapeşte'de kraliyet sarayında kabul etti.
Cezayir Beylerbeyi Barbaros Hayreddin Paşa, korkunç bir haçlı donanmasını Preveze'de yenerek, en büyük deniz zaferinin kahramanı oldu.
Hindistan'da Portekizliler'le savaşıldı ve Portekiz gücü kırıldı. Daha sonra Özdemir Paşa sefer ile görevlendirildi ve Kızıldeniz, Sûdan ve Habeşistan Osmanlı'ya bağlandı. Üçüncü sefer ise Pirî Reis tarafından düzenlendi (1552); Umman, Katar ve Bahreyn emirlikleri Osmanlı'ya bağlandı.
Kânûnî döneminde dünyaya parmak ısırtan Osmanlı İmparatorluğu, fütûhatta olsun, idare, siyaset ve medeniyette olsun, yeryüzünün tanımadığı, belki bir daha da tanıyıp bilemeyeceği bir kemâli zirveleştirmiş bulunuyordu. Asya'da Kafkas Dağları'ndan İran içlerine; Yemen'e, Aden'e, uçsuz Arabistan çöllerine uzanırken, Afrika'da Habeşistan, Mısır, Tunus, Fas, Cezayir ülkelerini almış, Hind denizlerinde görünmüş, Akdeniz'de ise kasırga gibi eserek, Venedik ve Ceneviz çevresindeki büyük küçük bütün adalarını çiçek devşirircesine koparıp derleyerek Türk vatanına ilhâk ettirmişti.
Avrupa'da ise Eğri ve Estergon kalelerine kadar Macaristan'ı itaati altına almış; Erdel Krallığı, Eflâk ve Boğdan Beylikleri, Kırım Hanlığı ile Lehistan arasındaki yerleri ele geçirmiş, Avusturya Devleti ve Venedik Cumhuriyeti, muayyen vergiler ödemeye mecbur edilmiş; Fransa, İtalya ve Lehistan dize gelmiş, İspanya hizâya getirilmişti.
1560'da Cerbe'de yapılan deniz savaşında Haçlılar büyük kayıp verdiler, 70 gemileri batmış, 20 bin askerleri ölmüştü. Osmanlılar'ın şehid sayısı ise 1000 kadardı. Bu deniz savaşı Osmanlı'nın Preveze'den sonra kazanılan en büyük muharebesidir (1560).
Sultan Süleyman Han on üçüncü ve son seferi olan Zigetvar kalesinin muhasarası esnasında 71 yaşında olduğu halde vefat etti. 46 yıl hükümdarlık yaptı.
Osmanlı İmparatorluğu'na en parlak ve ihtişamlı devrini yaşatan Kanûnî Sultan Süleyman Han, müminlere karşı şefkat ve merhamette ne kadar öne geçmişse, kâfirlere karşı sertlik ve mukâvemette de o kadar ileri gitmişti. Savaş esnâsında sâbit hedef hâline gelip, üzerine her taraftan gülle ve kurşun da yağdırılsa, küffardan aslâ korkmaz ve telâşa kapılmazdı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
Bunun içindir ki zâhirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir. İçleri dışlarına uygun değildir.
"Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalırlar." (Bakara: 217)
Çünkü kâfir olarak ölmüşlerdir. Mürted olmak suretiyle dünyada müslümanların sahip oldukları imkânlardan, ahirette de sevaptan mahrum kalırlar. Cehennemden aslâ çıkmayacaklardır.
Allah-u Teâlâ gayr-i müslimlerin müslümanlara karşı takındıkları tavrı Âyet-i kerime'sinde haber vermektedir:
"Kitap ehlinden olan kâfirler de müşrikler de size Rabb'inizden bir hayır inmesini istemezler." (Bakara: 105)
Yahudi, hıristiyan ve putperest kâfirler sizi kıskandıkları ve kin kustukları için Rabb'iniz tarafından size bir iyilik dokunmasını, öne geçmenizi, yükselmenizi istemezler.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ onların durumlarını açıklayarak şöyle buyurmuştur:
"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler." (Âl-i imrân: 120)
Müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise düşmanlığın en ileri derecesidir.
"Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Âl-i imrân: 120)
Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır.
Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ'ya itaat etmekte sabreder, yasaklarından iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve münafıkların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Müminler yalnız Allah'a güvenip bağlansınlar." (Tevbe: 51)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Andolsun ki siz, kendinizden önceki milletlerin yoluna kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı karışına muhakkak tıpatıp uyacaksınız. Hatta onlar daracık bir keler deliğine girseler bile, siz de muhakkak o deliğe gireceksiniz."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! O milletler yahudiler ve hıristiyanlar mı?" diye sordular.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Bunlar olmayınca başka kimler olur?" buyurdu. (İbn-i Mâce: 3994)
Dikkat ederseniz bu Hadis-i şerif mucize olarak gerçekleşmiş, olduğu gibi tecelli etmiştir.
Bu iki milletin ahlâk ve yaşayışlarını adeta imrenircesine benimseyenler bulunmaktadır.
Bakara sûre-i şerif'inin 120. Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı olmaz." (Bakara: 120)
Gerçekler bu kadar ortada iken kim ki bunları tasdik ederse, Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın dostluğunu kaybetmiş olur, hiçbir yardımcı da bulamaz.
Hidayete ermek için gösterilen yoldan gitmeyi istemek ve o yola yönelmek gerekir. Eğer bir kul bu tavrı göstermezse Allah-u Teâlâ ceza olarak onu saptırır ve hidayetten mahrum bırakır.
Onun için Alman Nazi zulmünden kaçarak Türkiye'ye gelen yahudi profesör P. Neumark (Hukuk ve İktisat fakültelerinde hocaların hocası olarak ders vermiştir) bir öğrencisinin "Avrupa bizi neden sevmez hocam?" diye sorması üzerine şöyle söylemiştir:
"Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise Balkanlar ve Orta Avrupa'yı Hristiyan Haçlılara mezar ettiler."
İslâm'ın ilk 300 yılında yaşanan muhteşem inkişafın duraklamaya girdiği ve Bizans'ın müslümanlar aleyhine bazı kısmî başarılar elde ettiği bir devirde Türkler'in İslâm bayrağını devralması hıristiyan Batı için büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Zira Türkler'in İslâm sancağı ile tarih sahnesinde oynadıkları rol çok muazzam neticelere sebep oldu.
1071 Malazgirt zaferinden sonraki birkaç sene içerisinde hemen bütün Anadolu Türkler'in eline geçti. 1075'te Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. Başkenti İznik oldu. Bizansın kökünden sarsılması ve Selçukluların İstanbul kapısına dayanması Avrupalıları telaşa düşürdü. Hıristiyanlar müslümanları Ortadoğu'dan atıp Kudüs'ü tekrar ele geçirmenin hayalini kurarken Müslüman Türkler Avrupa kapılarına dayanmıştı. İngiliz tarihçi Gibbon, Haçlı seferlerini anlatmaya şu cümle ile başlar: "Türkler tarafından Kudüs'ün zaptından 20 sene sonra, Pier Lermit namında bir papaz, artık Bizans İmparatorlarından ümidini kesmiş, bütün Avrupa cengâverlerini toplayıp harekete geçirmiş oluyordu." (Eduoard Gibbon, Histoire de le décandence et de la chute Romain, c.2, s. 639)
Târihte İslâm'ın nezâfetini, şefkat ve adâletini gösteren pek çok misâller bulunduğu gibi; insanlıktan çıkmış olan küfür ehlinin gaddarlık, zulüm ve vahşetini sergileyen pek çok örnekler de mevcuttur. Haçlı seferleri'nden günümüze kadar süregelen haçlı barbarlığı, yahudi ve hıristiyanların kendi dinlerinden olmayanlara, husûsiyetle müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık delilleridir.
Roger Graudy'nin sunduğu şu tespit, küffârın asırlardır hiç değişmeyen bu husustaki tavrını özetler mâhiyettedir:
"Batı, katliam yapma istidâdına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki? Amerikan kızılderililerinin imhâ edilmesini mi? Esir ticaretini mi? Hiroşima'yı mı? Auschwitz'i mi? Hıristiyan batı uygarlığı budur!.. Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde 80'i, nüfusun yüzde 20'si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir? Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! Hâlâ haçlı seferleri devrini yaşamaktayız..." (İsmail Çolak, "Yeni Dünya Düzeninde Osmanlı'yı Aramak", s. 37, bas.: İstanbul, 2000.)
Asırlar boyunca müslümanlara her türlü vahşet ve barbarlığı uygulayan, sonra da utanmadan bu vahşet ve barbarlığı müslümanlara atfetmeye kalkışan küffar devletleri; târih boyunca ortaya attıkları çirkin yalan ve iftirâlarını bugün de çeşitli yollarla sürdürmekte; cehâlet, zulüm ve vahşetle dolu olan karanlık geçmişlerine bakmadan; İslâm'ı terör dini, müslümanları da terörist gibi göstermeye cür'et etmektedirler.
Papa İkinci Urbanus'un 1095 yılında yaptığı çağrı üzerine toplanan Haçlı ordusu 1096-1270 seneleri arasında tertiplenen sekiz Haçlı seferinin ilki oldu.
Haçlı seferleri'nde barbar hıristiyanların zulüm ve katliâmda had safhaya ulaşması, tamâmen seferleri başlatan Papa II. Urban'ın ve kilisede çığırtkanlık yapan adamlarının kışkırtma ve tahriklerinden ileri geliyordu. Çünkü kilisede türlü mel'anetler işleyen râhip ve papazlar, zâten câhil oldukları için hıristiyanlığa inanan şuursuz ve anlayışsız halkı; müslümanları öldürdükleri taktirde günahlarından arınacaklarını, endüljansa sâhip olacaklarını, Kutsal ruh'u ve İsâ'yı hoşnut kılacaklarını ve buna benzer asılsız safsataları telkin ederek azdırmaya, kin ve nefretlerini uyandırıp müslümanları topyekün ortadan kaldırmaya teşvik ediyorlardı.
Allah-u Teâlâ küffârın müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!
Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz." (Âl-i imrân: 118)
Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâimâ uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler bu tehlikeyi idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı, bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyi yapacakları unutulmamalıdır.
Haçlılar yaklaşık 600,000 kişi toplamıştı. Yağma ve tahribatlar yaparak ilerleyen bu çapulcular daha Almanya'da yolun başında 10.000 yahudiyi kılıçtan geçirmişlerdi.
Fransız Akademisi üyelerinden Funck Bretano'nun ifâdesine göre; vahşî hayvan sürülerinden farksız olan haçlı gürûhu 1096 yılında Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civârında yakaladıkları müslüman çocukları parçalamışlar, etlerini ateşte kızartıp yemişlerdi. Antakya'ya ulaştıklarında ise, başlarındaki kan içici papaz Pierre I'Ermit'in ısrârıyla, yerlerde yatan şehid Türkler'in cesedlerini birer birer toplamışlar, etlerini kemiklerinden ayırmışlar; sonra da tuzlamış, pişirmiş ve karınlarını bununla doyurmuşlardı. Onlar kızarttıkları müslüman etleriyle iştahlarını (!) tatmin ederken, ölenlerin zincire vurulmuş olan yakınları da surlardan büyük bir acı ve çâresizlik içinde, gözyaşları dökerek olup biteni seyrediyorlardı.
Haçlı ordusunun Anadolu'ya geçen ilk büyük grubunu Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Kılıç Arslan, İznik önlerinde kılıçtan geçirdi. Haçlıların esas kuvvetleri 1097 senesi Mayıs ayında Anadolu Selçukluları'nın başşehri İznik'i kuşattılar. Kanlı çarpışmalar iki taraftan da ağır kayıplara sebep oldu. Altı yüz bin kişilik Haçlı ordusu karşısında tutunamayan Birinci Kılıç Arslan çarpışarak geri çekildi. İznik, Bizans'ın eline geçti. Eskişehir istikametinden Anadolu'ya giren Haçlı ordusuna karşı Sultan Birinci Kılıç Arslan (1092-1107), yıpratma savaşlarına başladı. Anadolu'da Haçlıları en stratejik bölgelerde yakalayıp, âni baskınlarla imha hareketlerine girişti, pek çoğunu kırdı.
Altı yüz bin kişilik kuvvetle Anadolu'ya geçen Haçlılar, Türkler'in imha hareketi sonucu, Antakya Kalesi önlerine geldiklerinde 100.000'e inmişti. 1097 yılı Ekim ayında Antakya'yı kuşatan Haçlılar, kale içindeki hıristiyan ahaliden birinin ihaneti sayesinde ancak dokuz ay sonra, Haziran 1098'de şehre girebildiler.
Gözlerini kan ve vahşet bürümüş olan haçlı gürûhu Antakya'ya saldırdıklarında yaklaşık on bin Türk'ü boğazlayarak, bölgedeki bütün câmileri yakmışlardı. Nitekim hâdiseyi bizzat gözleriyle gören papaz Lemoine yapılan yağma ve katliamdan bahsederken; "Bizimkiler sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı. Ancak o gün herkes boğazlanamadı. Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler." demişti.(Funck Brentano, "Les Croisades", Paris 1934, s. 57)
Hıristiyan târihçilerinden Ch. Mills ise, Fransa kralı I. Philippe'nin torunu olan Bohémond'un mide bulandırıcı bir gaddarlığından söz ederek:
"Antakya'da Bohémond, birkaç Türk esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi." diyordu.(Ch. Mills, "Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi", s. 66, 183.)
Kana susamış olan azgın haçlı sürüsü, Halep'in Maarra kasabasını ele geçirdikten sonra baş gösteren açlıkta da; on beş gün boyunca bataklıkta kalmış olan binlerce müslümanın çürümüş ve kokmuş cesedlerini birer birer parçalamış, sonra da oturup tuzlayarak yemişlerdi.
Nitekim Fransız târihçilerinden Rudolf of Caen de, onların bu iğrenç fiillerinden bahsederek şöyle diyordu: "Askerlerimiz Maarra'da dinsizlerin (müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler." (Amin Maalouf, "The Crusades Through Arab Eyes"; London, al-Saqi Books, bas.: 1984, s. 38.)
Antakya'yı alan Haçlılar, kırk bine düşen kuvvetleriyle Kudüs'e hareket ettiler. Şiî-Fatımîlerin elinde olan şehir, kısa sürede Haçlıların eline geçti. Kudüs, Haçlıların eline geçince, tarihte görülmemiş büyük bir katliama uğradı. Yetmiş bin kişiyi -mabetlere sığınan kadınlar ve çocuklar dahil- acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları, kan ve cesetlerden geçilmez oldu.
Kudüs'ü istilâ eden vahşî haçlı sürüleri, yaptıkları bu büyük katliam yetmezmiş gibi, Hazret-i Ömer Câmii'ne sığınan on bin müslüman'ı da boğazlayarak şehid etmişlerdi.
Birinci Haçlı Seferi'nde müslümanların katledilmesine öncülük eden Godefroy de Bouillon, etrâfındaki cânîlere müslümanların etini pişirmelerini tavsiye eden Papa II. Urban'a yazdığı mektupta:
"Kudüs'te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malûmunuz olsun ki, Süleyman mâbedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!." diyordu. (Necati Kotan, "Tarih Fıkraları", İstanbul, 1988, s. 80)
Vahşet, başka bir kaynakta şöyle târif ediliyordu:
"Haçlılar şehri istilâ ederken, Kudüs'te öldürülen Müslümanların kanının ayak bileği hizâsına çıktığı söyleniyordu." (Louis Brehier, "Histoire Anonyme De La Premiére Croisade", bas.: Paris, 1924.)
Öldürülenlerin çoğu da kadın ve çocuktu!..
Gaddarlığın ve vahşetin çığırından çıktığı Kudüs katliâmı başka bir eserde şu sözlerle anlatıyordu: "Katliâm korkunçtu!.. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında haçlılar, sevinçten haykırarak kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini âyin için uzattılar." (G. E. Perry, "The Middle East:Fourteen Islamic Centuries Englewood Cliffs", s. 78, bas.: 1983.)
İlk Haçlı Seferi'ne bizzat iştirak etmiş bir şövalye: "Böyle bir katliâmı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir." diyordu. (T. G. Djuvara, "Türkiye'yi Parçalamak İçin 100 Plân", s. 37, bas.:İstanbul, 1979.)
Haçlılar, Kudüs'te işlerini bitirdiklerinde şehir tamamen insan cesetleriyle dolmuştu. Ortaçağ tarihçilerinden Fulcherius Carnotensis, gerçekleşen katliâmın dehşetinden şöyle söz ediyordu: "Şövalye ve askerlerimiz, öldürdükleri insanların midelerini deşip, bağırsaklarının içlerini boşalttılar ve sağken yuttukları altınları aldılar. Bütün evlere giren askerlerimiz, bir kişinin bile sağ kalmasına izin vermediler. Hattâ bebeklerin ve yalvaran kadınların bile!.." Ünlü Arap târihçisi Ebu'l-Fidâ ise "el-Bidâye ve'n-Nihâye" adlı eserinin ilgili kısmında; "Öldürülenlerin büyük bir kısmı Müslümanların ileri gelenleri, âlimleri ve mukaddes mekâna mücâvir olan âbid ve zâhidleriydi." demekteydi.
Birinci Haçlı Seferi neticesinde Kudüs'te Katolik Latin Krallığı, Antakya ve Urfa'da birer Haçlı devleti kuruldu. 1144 senesinde Musul Atabegi İmâdeddin Zengî, Urfa'yı geri aldı. Bu durum İkinci Haçlı Seferi'ne sebep oldu.
Urfa'nın Müslümanlar tarafından geri alınması üzerine, papa Eugenius'un teşviki neticesinde İkinci Haçlı Seferi başlatıldı. Alman İmparatoru komutasında 75.000 kişilik ilk kafile, Konya Ovası'na geldi. Bu ordu, Türkiye Selçukluları Sultanı Birinci Mesud tarafından imha edildi. Alman İmparatoru, canını zor kurtararak, beş bin kişiyle İznik'e sığındı. Fransa Kralı Yedinci Louis, 150.000 kişi ile yola çıktı. Alman İmparatoru'nun geriye kalmış döküntü kuvvetleriyle İznik'te birleşti. Bu kalabalık orduya karşı meydan muharebesi yapmayı uygun bulmayan Sultan Mesud, Haçlıları, Toroslar geçidine çekti. Burada büyük kayıplara uğratılan Haçlıların artıkları, Antakya'ya sığındılar. Şam'ı muhasara ettilerse de, Türkler tarafından mağlup edildiler.
Selahaddin Eyyubî, Şiî-Fatımî Devleti'ni ortadan kaldırıp, Eyyubî Devleti'ni kurduktan sonra, Haçlılara karşı harekete geçti. 1097 senesinden beri Haçlıların elinde bulunan Kudüs'ü, 1187 senesinde ele geçirdi. Bunun üzerine Papa Üçüncü Clemens'in teşvikiyle Fransa ve İngiltere Kralları ile Alman İmparatoru, Üçüncü Haçlı Seferi'ne katıldılar. Avrupa'nın en ünlü kral, imparator ve kumandanlarının katıldığı bu sefer, meşhurdur.
Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa, kara yolu, Fransız Kralı Philippe Auguste ile İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard, deniz yoluyla hareket ettiler. Türkiye Selçukluları Sultanı İkinci Kılıç Arslan, Alman İmparatoru'na Anadolu'ya girmemesini ikaz etmişse de, kabul etmedi. Türkler'i dinlemeyen İmparator Friedrich Barbarossa, ordusunun büyük bir kısmını Selçuklu askerlerinin elinde kaybetti. Sonunda, Akdeniz'e ulaşamadan nehirde boğuldu. Başsız kalan ve ağır zayiat veren Haçlılar, perişan bir vaziyette Filistin'e ulaştılar. İngiltere Kralı, deniz yoluyla Kıbrıs'a varıp, Bizans valisini adadan kovarak Latin Krallığı'nı kurdu. Kıbrıs'tan Akka'ya geçen Arslan Yürekli Richard ve deniz yoluyla Akka'ya varan Fransız Kralı, uzun süren muhasaradan sonra kaleyi aldı.
Üçüncü Haçlı seferi'ni başlatan İngiliz kralı Aslan Yürekli (!) Richard, bağışlayacağına söz verdiği üç bin müslüman esiri hunharca katletti.
Nitekim "Histoire des Croisades" adını taşıyan dönemin en önemli târih kaynağının yazarı olan Ch. Mills, milletinin başında bulunan bu kana susamış canavarın, insanlığa sığmayacak kadar çirkin olan bu tavrını: "Kanlı Richard, silâhsız ve savunmasız düşmanlarının boğazlanarak denize atılmalarını emretmiş, ancak hunharlıktan daha aşağılık bir tamah hırsıyla hareket ederek, büyük fidye vererek kendilerini kurtarmak imkânına sahip kimseleri bu âkıbetten uzak tutmuştu." diyerek kınamıştı.(Ch. Mills, "Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi", s. 183.)
Kudüs'ü yeniden almak için savaştılarsa da muvaffak olamadılar. Fransa ve İngiltere kralları, acı tecrübeler ve ağır kayıplar neticesinde, Kudüs'ü alamayacaklarını anlayınca, ülkelerine döndüler.
Papa Üçüncü Innocentius'un çağrısı, Foutges de Neville'nin propagandası neticesinde Bonifacio'nun tertip ettiği bu Haçlı seferine Almanya İmparatoru Altıncı Heinrich katıldı. Haçlılar, Venedik gemileriyle İstanbul önüne geldiler. 1204 yılında Bizanslılardan İstanbul'u aldılar. Bizans İmparatoru, tahtını İstanbul'dan İznik'e taşıdı. Bu olay, Bizans tarihinde ilk defa oluyordu. Nihayet İstanbul'da 1261 senesine kadar devam eden 'Latin İmparatorluğu' kuruldu. Bu sefer sonunda Venedik ve Ceneviz Devletleri, Yakındoğu'da, büyük nüfuz ve toprak parçaları elde edip zenginleştiler. Haçlılar, dindaşları olan İstanbul'un Ortodoks hıristiyanlarına, çok zulüm ve eziyet yaptılar. İstanbul'un sanat eserleri, zengin olmak hırsıyla tahrip edildi, evler yağmalanıp, binlerce İstanbullu, şehrin tarihinde görülmemiş, insanlık dışı tecavüzlere uğradı, soyuldu ve işkenceyle öldürüldü. Dördüncü Haçlı Seferi'nden, Müslümanlardan ziyade Ortodoks hıristiyanlar zarar gördü.
Papa Üçüncü Honorius'un teşvikiyle Macar Kralı İkinci Andrias, Kuzey Avrupa'dan gelen Haçlılarla, 1217 senesinde Akka'ya geldi. Kral Andrias, Müslümanlar karşısında dayanamayınca, geri döndü. Geride kalanlar Dimyat'a saldırıp, şehri aldılar. Daha sonra Kahire'ye yöneldilerse de Eyyubîler tarafından bozguna uğratılıp, dağıtıldılar.
Papa Dokuzuncu Gregorius'un teşvikiyle Alman İmparatoru Üçüncü Frederich tarafından tertip edildi. Alman İmparatoru Kudüs'e kadar geldi. Eyyubî Sultanı Melik Kâmil'in dış baskılardan bunaldığı bir devrede, Haçlıların Kudüs'e gelmeleri antlaşma zemini doğmasına sebep oldu. Antlaşma ile Kudüs Haçlıların eline geçti. Fakat Türkler tarafından mağlup edilmeleri sonucunda şehir, tekrar Eyyubîlere teslim edildi.
Kudüs'ün müslümanlar tarafından alınması üzerine, Fransa Kralı St. Louis tarafından tertip edildi. Mısır'da yeni kurulan Memlûklular, Haçlıları, 1250 senesinde, Mansûre Meydan Muharebesi'nde mağlup edip, Fransa Kralını da esir aldılar. Haçlılar dağıldı. St. Louis, Dimyat'ı Müslümanlara verip ülkesine döndü.
Antakya'nın müslümanlar tarafından fethedilmesi ve Yedinci Haçlı Seferi'nin öcünü almak için Fransa Kralı St. Louis tarafından düzenlendi. Bu seferin hedefi, Kudüs olmayıp, Akdeniz kıyılarındaki müslüman denizciler üzerineydi. St. Louis, Tunus'a çıktıysa da, salgın hastalıktan öldü. Fransa ordusu geri döndü. Bu sefer de başarısızlıkla sonuçlandı.
1096-1270 seneleri arasında, müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı seferleri sonucunda, bir takım Lâtin devletleri kuruldu. Bunlar, Kudüs Krallığı, Kıbrıs Krallığı, Trablus Kontluğu, Antakya Prensliği, Urfa Kontluğu, İstanbul Lâtin İmparatorluğu, Mora Prensliği, Atina Dukalığı, Kefalonya Kontluğu, Naksos Dukalığı, Saint Jean Şövalyeleri idi. Bu Lâtin devletleri, Türkler tarafından ortadan kaldırıldı ve Haçlılardan hiçbir iz bırakılmadı.
Bu vahşi sürülere Selçuklular Anadolu'yu mezar ettiler.
Bir müddet ara verilen Haçlı Seferleri Osmanlı Türkleri'nin Balkanlara geçerek burada hızlı bir şekilde fütuhata devam etmesi üzerine yeniden başladı.
Sultan Birinci Murad 1362 yılında Edirne'yi fethetti. 1364 yılında Papa'nın çağrısı üzerine toplanan Haçlı ordusu Edirne'ye kadar geldi. Hacı İl Bey komutasında Osmanlı ordusu Sırpsındığı denilen mevkide Haçlıları perişan etti. Bu zafer Osmanlı'ya Balkan topraklarını tamamen açmış oldu. Dedeağaç, Gümülcine, Kavala, Drama, Samakov Osmanlı'ya geçti.
1389 yılında toplanan başka bir Haçlı Ordusu Birinci Kosova Savaşı olarak tarihe geçen harpte başkumandanları dahil sekiz saat içerisinde imha edildi. Sultan Murad Hüdavendigâr harp sahasını gezerken yaralı bir Sırp askeri tarafından şehid edildi. Bu zaferden sonra Balkanlar tamamen Osmanlılar'ın eline geçmiş oldu.
Yıldırım Bayezid'in İstanbul'u kuşatması üzerine 1396 yılında muazzam bir Haçlı ordusu daha tertip edildi. Macaristan, İngiltere, Fransa, Norveç, İskoçya, Polonya, İspanya, Aragon krallıkları, Almanya İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti, Papalık, Rodos ve Ceneviz kuvvetlerinden oluşan Birleşik Haçlı ordusu 100.000 ölü, 10.000 esir bırakarak yok edildi.
İkinci Murad Han devrinde Haçlılar Osmanlı'ya karşı dördüncü defa bir araya geldi. Macaristan, Almanya, Polonya, Bizans, Venedik, Papalık... gibi devletlerin orduları bir araya geldiler. 1444 Varna Savaşı'nda düşman ordusu imha edilmesine karşılık Osmanlı ordusu sadece 150 şehid vermişti.
Haçlılar 1448 yılında tekrar şanslarını denediler. 100.000 kişi toplamışlardı. Yine büyük bir bozgun yaşadılar. Bu, haçlıların Osmanlı Türkleri'ni Balkanlar'dan çıkartmak için son teşebbüsleri oldu. Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar Balkanlar'ı Haçlılar'a mezar ettiler.
Modern Avrupa tarihinin Haçlı Seferleri ile başladığını söylemek mümkündür. Bu sebeple Türk'ü Anadolu'dan çıkarıp atmak fikri Haçlı Batı'nın damarlarına, genlerine işlemiştir. Nitekim bütün iç çekişmelerine rağmen her fırsatta Türklere karşı birlik olmuşlardır.
Birinci Dünya harbinde Kudüs'ün elimizden çıkması üzerine, müttefikimiz olan Almanlar, bayram yapmıştır.
Müslümanların Endülüs'te büyük bir medeniyet kurmalarını hazmedemeyen İspanyol kilisesi, hâkimiyetleri altında bulunan Endülüs'lü müslümanlara hıristiyan olmaları veyâ bölgeyi terketmeleri yönünde baskı yapmaya başlamış; kısa bir müddet sonra Engizisyon mahkemeleri aracılığıyla, bölgedeki müslüman halka uygulanan baskı, yapılan işkence ve şiddet son haddine varmıştı.
Gustave le Bon, İspanya'daki hıristiyanların müslümanlara yaptıkları barbarlık ve zulmün vahşet ve soykırım seviyesine ulaştığını "Civilasition des Arabes" adlı eserinde şöyle anlatır:
"Zafer kazanan hıristiyanların mağlûp Müslümanlar'a karşı icrâ ettikleri her çeşit zulüm ve katliamların hikâyelerini titremeden okumak mümkün değildir!
Onları zorla vaftiz ettirdiler. Kutsal (!) Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Bu işleri kestirmeden halletmek için de Tuleytule başrahibi hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Araplar'ın kılıçtan geçirilmelerini emretti.
Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya'nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanâyicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri Avrupa'nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü.
Bu korkunç katliamlar yanında, 'Saint Barteleni Gecesi' (Protestanların katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilâcılar arasında bile, bu derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!" (Gustave le Bon, "Civilasition des Arabes", s. 129, 160.)
Bu onların, küfürleri nedeniyle kalplerinin kaskatı oluşundan, gönüllerinde merhametten eser dahî bulunmayışından ileri geliyordu.
Macarlar'ın 'Drakul', yani şeytan, Ulahlar'ın 'Çpelpuç', yani cellâd, Türkler'in de "Kazıklı Voyvoda" diye isimlendirdiği, ölümünden asırlar sonra filmlere konu olan III. Vlad Tepeş, Fâtih Sultan Mehmed Han döneminde Eflâk voyvodalığına tâyin edilen, ancak kendi halkına uyguladığı görülmemiş işkenceler ve pâdişâha karşı yeltendiği isyan nedeniyle alaşağı edilen zâlim ve gaddar Kazıklı Voyvoda'nın en sevdiği cezâ yöntemi kazık işkencesiydi. Yemek yerken, kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları da kazığa oturtur, öldüttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi. Bazen de annelerin göğüslerini kestirip yerine çocukların başlarını diktirir; insanları doğrayarak çömlek içinde pişirtirdi.
Onun binlerce insanı nasıl acımasızca katlettiğini dönemin papalık elçisi Modrusa şöyle târif etmekteydi:
"Kimilerini arabanın tekerlekleri altında kemiklerini kırdırarak öldürttü, kimilerinin bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzdürttü; kimilerini ya kazıklara geçirtti, ya da kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırttı, kimilerinin ise başlarını, göbeklerini, göğüslerini deldirtti; kazıklara otutarak, kazığın ağızlarından çıkmasını sağladı. Böylece, hiçbir işkence yöntemini ihmâl etmedi. Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu kazıkların üzerine attırdı." (Zeynep Dramalı, "Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula", Hürriyet Tarih dergisi, 5 Şubat 2003, s. 5.)
Vahşet ve gaddarlıkta sınır tanımayan Kazıklı Voyvada'nın en büyük düşmanı, himâyeleri altında yaşadığı Türkler'di. Bu hıncını tatmin için bir defâsında kazıklara vurulmuş ve işkenceler içinde can vermekte olan Türkler'in karşısına geçerek, onlara baka baka saray halkıyla birlikte büyük bir iştahla yemek yemişti. Eline Türk esir geçtiğinde ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile oğuşturulmasını, sonra da elem ve azabın daha da artması için keçilere yalattırılmasını emrederdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından kendisine gönderilen Osmanlı elçileri, sarıklarını başlarından çıkarıp önünde eğilmeyi kabul etmeyince, sarıklarını üçer çivi ile başlarına çiviletmişti.
Sefilliğine bakmadan Osmanlı Devleti'ne başkaldırmaya kalkışan acımasız voyvodanın defteri, çok geçmeden cihan hükümdârı Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından dürüldü ve yaktığı fitne ve katliam ateşi bir daha alevlenmemek üzere söndü. Kaçıp sığındığı Macaristan'da yakalanarak öldürüldü.
Fransızlar Cezayir'de 1830 ile 1962 yılları arasında 1 milyon Cezayirli'yi öldürdüler. Bu süre içinde her türlü işkence, kültürel soykırım, tecavüz yöntemleri uygulandı. Cezayirliler tıp deneylerinde kobay olarak kullanıldı. Fransızlar 8.000 köyü yok ettiler, Cezayirli köylü nüfusun yarısı (1.8 milyon Cezayirli) Fransızların kullandıkları napalm bombalarının etkisiyle yok edilen evlerini ve verimsizleşen topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. 2.5 milyon Cezayirli'yi toplama kampı şeklindeki bölgelerde tecrit ettiler. Birçok Cezayirli korkunç işkenceler altında hayatını kaybetti. (Bkz. Batı Tarihinde İnsanlık Suçları, Sefa M. Yürükel)
İsmâil Çolak'ın "Filistin'de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı" adlı makâlesindeki şu tespitleri, Osmanlı Devleti'nin yıkılışından sonra Arap yarımadasını kan gölüne çeviren yahudi vahşetini özetleyecek mâhiyettedir:
"Haçlı Seferlerinden asırlar sonra Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle beraber, bölge ikinci bir şedit/kanlı barbarlık ve soykırım dalgasıyla daha karşılaşacaktı: "Siyonist Vahşet"... Osmanlı'nın bıraktığı boşluğu sonuna kadar değerlendiren Siyonistler, İngilizlerin de desteğini arkalarına alarak Filistin'de bir Yahudi Devleti kurabilmek için siyasî arenada sarfedilen mücadeleler kadar Yahudi göçmenlerin Filistin'e yerleşmelerini, toprak sâhibi olmalarını ve nüfus bakımından çoğunluğu ele geçirmelerini de oldukça önemsiyorlardı. Göçmenlere daha fazla yer açabilmek için ne kadar fazla Filistinli katledilirse kâr düşüncesiyle hareket eden Siyonistler, Kudüs ve Filistin'i kana bulamaya şu parolayla ahdetmişlerdi: 'Vatansız bir halk için halksız bir vatan!' (Alan R. Taylor, 'İsrail'in Doğuşu', bas.:İstanbul, 1992. s. 1362.)
Kendilerine gönderilen Peygamberleri dahi fütursuzca katleden, yeryüzünün en bozguncu ve lânetlik kavmi olan Yahudiler, Filistinlileri yok ederken (aynen haçlı papazlarının yaptığı gibi) muharref Tevrat'ın şu hâlis barbarlık tavsiyelerini düstur ediniyorlardı: 'Rabbin Musa'ya emretmiş olduğu gibi bütün erkekleri öldürdüler, kadınları esir aldılar, bütün şehirleri yaktılar... Bütün erkek çocukları ve bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları öldürün. Fakat bütün bâkireleri kendinize saklayın!' (Edward Said, "Oryantalizm", s. 477, trc.:S. Ayaz, bas.:İstanbul, 1989.)
Bu ve bundan sonraki katliamların en baş fâillerinden olan Ariel Şaron'un aşağıdaki sözlerinin haçlı seferlerine komuta eden kan içici canavarlardan hiçbir farkı yoktu: 'Yemin ederim ki; eğer ben sıradan bir İsrail vatandaşı olsaydım, gördüğüm her Filistinli'yi yakardım, acı çekerek ölmesini sağlardım. Refah'ta 750 Filistinli'yi öldürmüştüm. Arap kızlarına tecavüz etmelerini sağlayarak askerlerimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Filistinli kadınlar yahudilerin ancak kölesi olabilir. Biz onlara istediğimizi yapabiliriz. Kimse bize ne yapmamız gerektiğini söyleyemez. Ama biz herkese ne yapacağını söyleriz!..' Şaron ve diğer Siyonist teröristler, kanlı eylemlerinde daima, İsrail'in kurucusu Ben Gurion'un şu doktrini istikâmetinde hareket ediyorlardı: 'Kadın ve çocuklar dâhil savunmasız, mâsum insanları acımasızca vurmak gerekir.'" (İsrael Şamir, 'Kaybedilen Ateş İmtihanı', trc.:A. Ünaltay, Yarın Dergisi, Mayıs - 2002.)
İsrail halen daha Filistin'de müslüman kanı akıtmaya devam etmekte, müslümanların topraklarını günagün zorla işgal etmekte, Mescid-i Aksa'yı, kutsal mekânları askerlerine çiğnetmektedir.
Osmanlı'nın çöküşü yıllarında Balkanlar'da, Girit'te, Kırım'da, Kafkaslar'da yaşanan katliamlar hâlâ belleklerde.
Birinci Cihan harbi ve devamında İngilizler'in, Fransızlar'ın, İtalyanlar'ın, Ruslar'ın, Ermeniler'in, Bulgarlar'ın, Sırplar'ın yaptığı müslüman katliam ve soykırımları, zulüm ve işkenceleri unutulmamıştır.
"Yunanlılar 1919'da İzmir bölgesini işgal edip Orta Anadolu'ya doğru girdikleri zaman, büyük çapta bir katliamı tamamladılar. 25 Haziran 1919'daki Aydın katliamı, cinayetler zincirinden bir tanesiydi. Yunan askerleri önce, kasabanın Türk mahallesini yoğun bir topçu bombardımanına tabi tuttular. Kaçmaya çalışan Türkler, Yunan askerleri veya yardımcı sivil kuvvetler tarafından vurulup öldürüldü. Ondan sonra, Yunan ordusu mahalleye girdi ve yıkıma devam etti. Bazı Türk aileleri, evleri ateşe verilerek diri diri yakıldı. Diğerleri sokaklarda öldürüldü. Bir bina içerisine saklanmış olan dört kadın, tahta kazıklara bağlanarak katledildiler. O gün yaklaşık onbin Türk zalimce katledildi." (Pierre Oberling, Bellapais'e Giden Yol. Bkz. Vahşi Batı, sh. 279)
Ve daha dün Kıbrıs'ta yaptıkları katliamlar unutulmadı. "1970'lere gelinceye kadar yüzlerce Kıbrıs Türk'ü, vahşi Yunan'ın silahlarıyla can verdi. Rumlar, silahsız gençlerden dağlarda sürülerini otlatan çobanlara, çaresiz yaşlılardan küçücük çocuklara kadar rastladıkları her Türk'ü, içlerindeki vahşet ateşiyle katlettiler." (Dr. Sedat Cereci, Vahşi Batı, sh. 284)
Akabinde Bulgaristan'da, daha sonra Bosna-Hersek'te, arkasından Azerbeycan'da, Çeçenistan'da, Arakan'da yaşanan vahşet ve katliamlar hâlâ yüreklerde.
Özellikle Bosna-Hersek'te yaşananlar medeni(!) Avrupa'nın soykırım ve vahşet geçmişinin hâlâ devam ettiğinin en bariz göstergesiydi. 500 yıl önce Amerika yerlilerinin hamilelerinin karınlarını deşen Avrupalı soykırımcılar aynı şeyi 10 yıl önce Avrupa'nın göbeğinde yaptılar. Köprünün altından çok sular aktı amma Avrupa'sı, Amerika'sı genlerindeki vahşetten zerrece bir şey kaybetmediler. Bosna'da yüzbinlerce insan sadece müslüman oldukları için vahşice katledildi. Bütün Avrupa seyretti, ellerini ovuşturdu.
Hep aynı vahşetle, Birinci Haçlı seferindeki katliamlardan bin yıl sonra dün Bosna'da, bugün Irak'ta, yarın İran ve daha hangi İslâm coğrafyasında bu vahşet devam edecek!
İşte bu medeniler(!)in gerçek yüzü budur: Vahşet, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme!..
Bugün de değişik kisveler altında Haçlı seferleri devam etmektedir. Zira Batı'nın temel zihniyeti budur. Bütün çıkar çatışmalarına rağmen Batı'nın Türkiye'nin parçalanması noktasındaki işbirliği dikkat çekmektedir. İşte bunların durumu budur.
Komünizmin yıkılmasından sonra İslâm'ı hedefine koyan küffar bütün İslâm dünyasında işgal ve katliamlara başladı. Ancak kılıfına uydurmak önce zemin hazırladı. Bosna kıyımı ile başlayan süreçte, Kosova, Afganistan, Irak diye devam eden bir bir dönem yaşandı ve hâlâ yeni versiyonları sahneye konmaktadır. Bunlar ilk askerlerini gönderirken "Bu bir haçlı seferidir." diye arz-ı endam ediyorlardı. Tepki gelince bu söylemleri bıraktılar. Zira küffar icraatını sinsice yapar, kelimelerin ve kavramların arkasına saklanır. "Demokrasi getiriyorum!" dediğinde aslında "Vahşet"i kastettiğini, "Medeniyet getiriyorum!" dediğinde de aslında "Kendi küfrünü ve ahlâksızlığını" kastettiğini anlamak gerekir.
Küffar İslâm dünyasını yok edip parçalamak ve işgal etmek fikrinden vazgeçmiş değildir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene (Kur'an'a) inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır." (Mâide: 81)
Bu Âyet-i kerime'ler İslâm'a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde: "Küfrün tek millet olduğunu" haber vermişlerdir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır." (Enfâl: 73)
Onlar küfür ve sapıklık hususunda bir tek millettir.
Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur."(Enfâl: 73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi ışıktır, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah'ın düşmanıdır, mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
Gerek ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlar, gerek müşrikler ve gerekse müslüman gibi görünerek müslümanlar arasında fitne çıkaran içteki düşman münafıklar hep aynı tıynette ve vasıftadırlar. İslâm dininin ezelî ve ebedî düşmanıdırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ: 104)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bu ilâhi buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
•
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in birçok Âyet-i kerime'lerinde yeri geldikçe onların vasıflarını bir bir beyan etmekte, inananların onlara karşı uyanık bulunmaları için uyarılarda bulunmaktadır:
"Onlar düşmandır, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!" (Münâfikûn: 4)
Onlar hem İslâm'a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler. Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
"Allah onları kahretsin!" (Münâfikûn: 4)
Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır. Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.
"Kitap ehli'nden olan kâfirler de müşrikler de size Rabb'inizden bir hayır inmesini istemezler." (Bakara: 105)
Yahudi, hıristiyan ve putperest kâfirler sizi kıskandıkları ve kin kustukları için Rabb'iniz tarafından size bir iyilik dokunmasını, öne geçmenizi, yükselmenizi istemezler.
"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler." (Âl-i imrân: 120)
Müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise düşmanlığın en ileri derecesidir.
"Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Âl-i imrân: 120)
Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır.
Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ'ya itaat etmekte sabreder, yasaklarından iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve münafıkların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
"Sen kendileriyle antlaşma yaptığın halde, onlar her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozarlar." (Enfâl: 56)
Bu onların tıynetlerinde vardır. İşlerine gelince anlaşmaya sadık kalırlar, işlerine gelmediği zaman kitabına uydurup kaldırırlar, işlerine geldiği şekilde kendi menfaatlerine uygun olanı yürürlüğe koyarlar.
"Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır." (Haşr: 14)
Oysa ki onlar son derece ihtilâf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif rüzgârla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibarettir.
"Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar." (Mâide: 64)
Onların bu vasıfları tarih boyunca devamlı olarak sergilenmiş, bir ibret numunesi olarak kalmıştır. Her devirde her mekânda onlar kargaşalık çıkarmışlardır.
"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!' denildiği zaman: 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler." (Bakara: 11)
Yeryüzünde fesat çıkarmak küfürdür. Kim Allah'a isyan ederse yeryüzünde fesat çıkarmış olur.
Kendilerinin ıslah edici kimseler olduklarını iddia ederlerken, yaptıkları anarşiyi örtmek isterler. Çünkü onlar doğruyu ve gerçeği seçemedikleri için, bozmayı düzeltmek sanırlar. Kalplerindeki hastalık sebebiyle fesadı ıslah şeklinde tasavvur ederler ve gizli gizli hâinlik yaparlar.
"Allah fesadı sevmez." (Bakara: 205)
Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar." (Bakara: 12)
Ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek isterler.
"Onlardan birçoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün!" (Mâide: 80)
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımamız için yeterlidir.
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek isterler." (Tevbe: 32)
İçlerini ve dışlarını saran küfür, onlara bu cehaleti yaptırmaktadır.
"Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar." (Âl-i imrân: 118)
İslâm dışındaki bütün din mensupları, inkârcı ateistler ve münafıklar da bu Âyet-i kerime'nin kapsamına girmektedirler.
"Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar." (Âl-i imrân: 118)
Bu gibi kimseler İslâm'a daima karşıdırlar ve müslümanlara sıkıntı ve zorluk verecek her şeyi arzu ederler.
"Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür." (Âl-i imrân: 118)
Sinelerinde gizledikleri açıkladıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzlerinden okunur. İslâm'a ve müslümanlara karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir.
"Allah onlara lânet etmiştir." (Nisâ: 46)
Bu lânet onlar için dünyada da ahirette de geçerlidir.
"Allah onlara gazap etmiştir." (Mâide: 80)
Lânet üstüne lânete, gazap üstüne gazaba uğramışlardır.
"Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Sen de kâfirleri sevme, sen de onlara meyletme!
"O halde sakın kâfirlere arka çıkma!" (Kasas: 86)
Onlara muhalefet et, isteklerine uyma!
"Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Mümtehine: 9)
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.
"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!" (Bakara: 89)
•
Allah-u Teâlâ küfrün vasıflarını da Âyet-i kerime'lerinde beyan buyuruyor:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır." (Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçılması gereken pis koku gibidirler.
•
Allah-u Teâlâ Kâfirun sûre-i şerif'inde kıyamete kadar gelecek müslümanlara, onların dinlerinden bütünüyle uzak durmalarını emir buyurmuştur:
"Resulüm! De ki:
'Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam, benim taptığıma da siz tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza asla tapacak değilim, benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.'" (Kâfirun: 1-6)
Bu ifade kâfirlere hoş görünmek için değil, küfürleri devam ettiği müddetçe onlardan kesinlikle ilişkiyi kesmeyi ilân etmek içindir.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir.