Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - İnsanlar ve Ülkeler Hatalarını Görebildiği Kadar İlerler - Ömer Öngüt
İnsanlar ve Ülkeler Hatalarını Görebildiği Kadar İlerler
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Eylül 2014

 

İnsanlar ve Ülkeler Hatalarını Görebildiği Kadar İlerler

Bugün İslâm coğrafyasında; Suriye'de, Libya'da, Irak'ta, Mısır'da yaşananları; küffarın Türkiye'ye ve Türkiye'nin liderliğine razı olan ülkelere bir cevabı olarak görmek mümkündür. Küffar bize bir tuzak hazırladı ve bunda muvaffak oldu. Kendi hatalarımızı ve eksiklerimizi göremezsek bu tuzaktan çıkmamız zor olacak.

 

Türkiye geçtiğimiz yıllarda Ortadoğu başta olmak üzere kendi tarihi coğrafyasını merkez alarak küresel bir çıkış yakalamaya çalıştı. Bu coğrafyada barış ve huzuru tesis etmeye, ekonomik ve kültürel etkileşimi artırmaya çalışmakla işe başladı. Kısa sürede bu yolda epey de yol aldı. Komşu ülkelere, Arap ve Afrika coğrafyasına olan ihracatımız hızla arttı. Yenilmişlik psikolojisi altında ezilen dış politik çekingenliğin değişmesi özellikle İslâm dünyası ile aramızdaki kültürel ve siyasal etkileşimi artırdı.

Bu değişim Türkiye'ye büyük bir "Yumuşak Güç-Soft Power" kazandırdı. Türkiye'nin önderliğine ve samimiyetine inanan ve güvenen ülkeler bizim bu çıkışımıza destek verdiler ve liderliğimize razı oldular.

Bu değişim o kadar hızlı oldu ki, "Siyonist"leri ve "Haçlı"ları çok telaşlandırdı.

Düşmanlarımızın bizim bu hızlı yükselişimize engel olmaya çalışacakları tahmin ediliyordu. Acımasız olacakları da tahmin ediliyordu. Daha doğrusu bu acımasız vahşi hegemonyacı emperyalistlerin; "demokrasi", "halkların mutluluğu", "İnsanların hakları" gibi bir dertleri olmadığını, kendi düzenlerini korumak için her türlü yöntemi, en iğrenç taktikleri uygulayabileceklerini bilenler bunu bekliyordu. Bilmeyenler yahut küffardan dostluk ve iyi niyet bekleyenler gafil avlandı.

Bugün İslâm coğrafyasında; Suriye'de, Libya'da, Irak'ta, Mısır'da yaşananları; küffarın Türkiye'ye ve Türkiye'nin liderliğine razı olan ülkelere bir cevabı olarak görmek mümkündür.

Küffar bize bir tuzak hazırladı ve bunda muvaffak oldu. Şimdi bu tuzaktan çıkmaya çalışıyoruz. Ancak kendi hatalarımızı ve eksiklerimizi göremezsek, doğru hareket tarzını iyi tayin edemezsek bu tuzaktan çıkmamız o kadar zor olacak. Ve daha kötüsü etrafımızdaki hemen her ülkeyi zehirleyen bu enfeksiyon bizi de etkileyecek.

Bugüne kadar yaşanan yükselişimizin ve sonrasında içine düştüğümüz tuzağın sebeplerini araştırırken devlet yönetiminde uzun senelerin tecrübeleri ile donanmış ehil bürokratlarla istişareler yapmak, akademik çevrelerin hazırladığı raporlardan istifade etmek gerekir. Bilimsel ve akademik çalışmalardan destek almak bugünkü küresel rekabet düzeninde vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ancak bu çalışmaların konusu "İnsan" olduğu için şu gerçekleri unutmamak lâzımdır:

Bilimsel ve akademik çalışma konusu olan ilim dallarını bu zaviyeden bakınca ikiye ayırmak gerekir;

Birincisi; Maddeyi ve kâinatı inceleyen fizik, kimya, matematik, biyoloji, astronomi vb. bilim dallarıdır.

İkincisi ise insanı ve toplumu inceleyen siyaset, sosyoloji, ekonomi, psikoloji, felsefe gibi ilim dallarıdır.

İnsanoğlunda bilinmeyene karşı bir merak, keşif ve çözme arzusu vardır. Bunu bize veren Hazret-i Allah'tır. Bu arzu insanoğlunun bilimsel gelişmesini sağlar ve daha önemlisi Hazret-i Allah'ın sonsuz kudretini, sonsuz sanatını ve O'nun sonsuz ilmini görmemize vesile olur. Dikkat edilirse her gün maddenin, eşyanın hususiyetlerine ve yaratılışındaki sonsuz ilme dair yeni keşifler yapılıyor.

İlim dallarını ikiye ayırmaktaki gayemiz ise şudur:

Akademik çalışma içerisine giren bir insan her şeyi formüle etmeye çalışır. Bu yaratılışımızdan gelen araştırma ve çözme arzusunun sonucudur. Bu çalışma matematik, fizik, kimya vb. bilim dalları için doğru bir yaklaşımdır, ancak insanın sosyal ve manevî yapısını inceleyen bilim dallarında bazı tespitler ve genellemeler yapılabilse de; bu tespitleri her olaya her topluma uygulanabilecek bir formül haline getirmek mümkün değildir. Çünkü Hazret-i Allah insana kendi külli iradesinden bir cüz vermiştir. İnsan o cüz'i iradesi ile hareket eden, Hazret-i Allah'ın emrinden olan ruhu taşıyan bir varlıktır. Bu sebeple insanı formüle etmeye çalışmak beyhude bir uğraştır. Daha doğrusu her insan kendi başına ayrı bir alemdir. Her toplum kendi başına ayrı bir organizmadır. Her devlet; kendi milleti, kendi iç dinamikleri ve kendi tarihi altyapısı üzerine bina edilmiş ayrı bir organizasyondur.

İnsana dair bilim dallarını inceleyen akademisyenlerin bu bahsettiğimiz konuya dair dikkat etmesi gereken husus şudur: Akademik tespitlerinize hiçbir zaman %100 güvenmeyiniz. Zamana, zemine, şartlara, ekonomik duruma göre ve hatta tek bir insanın -olumlu ya da olumsuz yönde- öngörülemeyen önderliğine, liderliğine göre bütün teorileriniz çökebilir. Ekonomik bir krizi tahmin ettiği için yere-göğe sığdırılamayan bir bilim adamı, birkaç yıl sonra ortaya çıkan gelişmeleri tahmin edemediği için rahatlıkla gözden düşebilir. Nitekim dikkat ederseniz ekonomik teoriler bütün hayatı boyunca teori olarak kalmaya mahkûmdur.

İnsana dair bahsettiğimiz ilim dallarını inceleyen ve bu bilgi birikimini pratiğe yansıtmaya çalışan bir akademisyeni bekleyen ikinci bir tehlike daha vardır.

Şöyle ki; bir akademisyen bilgi birikimini pratiğe dökmeye çalışırken, -özellikle karar verici görevde ise- yıllar içerisinde yetiştiği akademik ortamın ve bilimsel metadolojik yapının yavaşlatan ve bazen bunaltan yapısından sıyrılamazsa pratik ve hızlı karar vermesi gereken yerde geç kalabilir. Ve bazen geç kalmak yanlış yapmakla aynı sonucu verir.

Binaenaleyh toplum ve devlet işlerini yürütürken bilimsel ve akademik çalışmalardan yararlanmak çağımızda vazgeçilmez bir zorunluluk haline gelmiştir, ancak yukarıda bahsettiğimiz hatalara düşmemek kaydıyla.

Şimdi bu parantezi kapatarak Türkiye'nin yükselişinin ve bugün İslâm dünyası ve Türkiye'nin düşürülmeye çalışıldığı tuzakların sebeplerini, yapılan hataları gördüğümüz kadarıyla arzetmeye çalışalım.

Bu konuyu üç ana başlıkta toplayabiliriz:

Birincisi; Zulüm, iki yüzlülük, sömürgecilik gibi türlü türlü vasıfları temsil eden Amerika, İsrail gibi ülkelerle olan münasebetlerimiz.

İkincisi; Yumuşak Güç - Sert Güç arasındaki dengede; hangi olayda hangisini ne kadar kullanmamız gerektiğine dair karar vermede gösterdiğimiz isabet.

Üçüncüsü; Ülkelerin iç işlerine müdahale noktasına geldiğimiz durumlarda muhatap aldığımız grup ve kişileri doğru seçmekte veyahut bu müdahale politikasının lüzumuna dair karar vermekte gösterdiğimiz isabet.

1. Amerika ve İsrail gibi ülkelerin planlarına karşı gösterdiğimiz direncimiz veyahut teslimiyetimiz; uluslararası arenada yükselişimizin ve düşüşümüzün en temel noktasıdır. Daha öncede değişik vesilelerle bu konuyu izah ettik. 2003 yılında TBMM'nin Amerikan askerinin Türkiye topraklarından geçişine izin vermemesi önemli bir mihenk noktası oldu. Bundan sonra Türkiye Bush'lu Amerika'nın Irak ve İran gibi komşularımız hakkındaki politikalarına direnmeye devam etti. Kendi barış politikasını başarılı bir şekilde kabul ettirdi. Bu süreç Türkiye'yi dünya ülkeleri nezdinde haklı bir itibara kavuşturdu. İkinci mihenk noktası; Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı'nı azarlaması oldu. Bu çıkıştan sonra siyonistlerin ve Amerikalıların yaşatmaya çalıştığı "Türkiye bizim peykimizdir" ilizyonu yok oldu.

Obama seçildikten sonra tekrar "Amerika ile birlikte hareket etme", "Amerika'nın desteği ile Osmanlı olma" sevdasına kapıldık. Sonra da Amerikan baskısına boyun eğip Malatya'ya füze radarı yerleştirilmesine razı olduk. Bir anda Rusya, İran, Irak, Suriye gibi bütün komşularımızla arayı açtık. Hızlı bir yükselişin ardından hızlı bir düşüşü yaşadık. Suriye'deki karışıklıklar çıktığında yalnız kalmamızın ve elimizin-kolumuzun bağlanmasının en büyük sebeplerinden birisi bu oldu.

Uzun menzilli füze ihalesini Çin'e vermemiz bu hatalarımıza küçük bir merhem olur diye ümit ettik. Ancak onda da Amerikan baskısından olsa gerek karar vermekte zorlanıyoruz. Çin mi bizi oyalıyor, biz mi Amerika'dan korkuyoruz henüz anlayamadık.

2. Türkiye yukarıda bahsettiğimiz hızlı yükseliş dönemlerinde müthiş bir "Yumuşak Güç-Soft Power" etkisine sahip oldu. Sözü dinlenilen ve liderliği kabul edilen bir ülke olmuştuk. Filipinler'den, Latin Amerika'ya kadar itimat edilen, dünyanın en uzak ülkelerindeki siyasal sorunların çözümünde bile arabulucu olarak çağırılan bir ülke haline gelmiştik. Batılıların burnunu uzatmaktan korktuğu Afrika'nın en ücra köşelerine, Afganistan'ın en tehlikeli vadilerine girebilen bir ülkeydik.

Ancak "Arap Baharı" adı altında başlayan süreçte yumuşak güçten sert güce doğru kaydık. Tehdit dili kullanmaya başladık. Mısır'da netice alınca Suriye'de daha şiddetli bir dil kullandık. Kılıcımızı kullanmaya niyetimiz olmadığı halde ucunu gösterdik. Yani "Sert Güç" gösteriminde isabetli hareket edemedik. Sert gücümüzü kullanmamız gereken yerde ise kullanamadık. 2008 kışında Kuzey Irak'taki askerimizi Amerika bastırınca geri çektik. Bugün geldiğimiz noktada Aysel Tuğluk isimli milletvekili "PKK tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor. İsterse savaş seçeneğine yönelebilir ve sonuç da alabilir." diye konuşuyor. Terörün bitmesi elbette iyi bir şey ancak kendi ayağımızla geldiğimiz noktada PKK "Türkiye'yi yenebiliriz." diye inanıyor. Bu yüzden kabul edilemeyecek şartları ileri sürüyor. Bu da yeniden çatışma ortamına dönme ihtimalini artırıyor.

Binaenaleyh "Sert Güç"ümüzü göstermemiz, kullanmamız gereken yerleri ve göstermememiz gereken yerleri tayin ederken hatalar yaptık. İslâm dünyasında bize karşı gösterilen umumi hüsn-ü kabul ve tarafsızlığımıza olan itimat azaldı, niyetimiz sorgulanmaya başlandı.

Diğer bir husus, askerî olarak henüz küresel askerî güçlerle boy ölçüşebilecek seviyeye gelmiş değiliz. Bu sebeple yumuşak güç kullanırken bile temkin gerekir. Küresel güçlerin ekonomik ve siyasî nüfuz alanlarına dokunan büyük bir gayeniz varsa; ilmek ilmek örmek, gönül birlikteliklerini nihayeti askerî birliktelik noktasına varan doğrultuda ilerletmek gerekir. Çünkü ümit verdiğiniz bir halk, sömürgeci ağababası ile karşı karşıya kaldığında yanında olabilmeniz gerekir. Temkin de yerinde ve zamanında, cesaret de yerinde ve zamanında gerektir.

3. İç düzeni bozulan bir ülkede muhatap alacağımız -özellikle muhalif- siyasî aktörleri iyi belirlemek ve onlarla gönül birlikteliğimiz varmış izlenimi vermemek gerekir. Onlarla olan muhatabiyetimizin, kendi ülkelerinin halkını temsil ettikleri ve temsilde samimi oldukları nispette olduğunu ihsas ettirmeliyiz. Çünkü şartlar değişebilir veyahut insanlar göründükleri gibi olmayabilir.

Meselâ; Mısır'da cumhurbaşkanı seçilen Mursî'yi Müslüman Kardeşler kökenli olduğu için sempati ile karşıladık. Ancak geçmişte Türk siyasî tarihinde gördüğümüz; şahsını ön plana çıkartan, din ve siyaseti kendi varlığına bağlayan sorunlu karakterlerin Türkiye'ye verdiği zararlar gibi, Mısır'da bugün yaşanan darbe yönetiminde Mursî'nin de payı olabileceğini düşünemedik. Akademik bir kategorizasyonla, "İlkeli duruş" argümanı gereğince Mısır'a kimsenin göstermediği tepkiyi gösterdik. Mısır'la neredeyse düşman kardeşler haline geldik.

Diğer bir örnek; Hamas, İsrail izin verdikten sonra girdiği ilk seçimi kazandığında milletvekillerinin ilk işi meclisteki Filistin bayrağı yerine Hamas bayrağı asmak oldu. Bunun üzerine El-Fetih militanları meclisi bastı ve tekrar Filistin bayrağı astı. Bugün İsrail kin ve vahşetle Gazze'ye saldırdığında bize düşen elbette bütün samimiyetimizle Filistinlilerin yanında olmak ve oradaki siyasî otorite konumundaki Hamas'a destek vermekti ve bunu da elimizden geldiği kadar yaptık. Ancak şunu unutmadan: Bugün Türk diplomasisi Filistin'in birliği için mesai harcıyor ve ter döküyorsa bunun sorumluluğunun bir kısmı da Hamas'tadır.

Bu konuyla ilgili dikkat etmemiz gereken husus şudur: Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, din adına ortaya çıkan ve siyasî maksad güden liderler içerisinde samimi olanlarını bulmak çok güçleşmiştir. Daha doğrusu dünyevî bir maksat için dini argümanla ortaya çıkmak işin başından sorunlu bir harekettir. Bu hususta iki numune şahsiyeti örnek vermek isteriz; Cevher Dudayev ve Aliya İzzetbegoviç: İman, samimi liderlik, bütünleştiricilik ve cihad... Önümüze çıkan lider konumundaki kişiler için işte size iki turnusol karakter. Böyle liderler bulursak elimizden gelen desteği verelim. Eğer bulamazsak "Sert Güç" alanına girmekte ziyadesiyle temkinli hareket edelim. Önümüzde Işid gibi bir örnek varken bu hususa ne kadar dikkat gösterilmesi gerektiği ortadadır.

Binaenaleyh, Türkiye'nin büyük bir değişim yaşadığı şu günlerin doğru karar ve doğru hareketlerle yeniden yükselişimize vesile olmasını diliyoruz.

Zira zaman ve olaylar çok hızlı ilerliyor. İstikametli harekette geç kalmanın telafisi çok zorlaşıyor.


  Önceki Sonraki