Muhterem Okuyucularımız;
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bugünlere dair, efkâra dair, yaşadığımız âhir zamana dair birçok ifşaatlarda bulunmuşlar, iki mühim esası sağlamlaştırmak için hâl-i hayatında mücadelesini yapmışlar, bu hususta şöyle buyurmuşlardı:
"Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun. Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
"Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu; İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz. Bugüne kadar Nûr-i Muhammedî'nin yayılmasına, ümmet-i Muhammed'i Allah ve Resul'ünde birleşmesine gayret ettik. Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır. Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz. Bölücüler bu vatanı, Din-i mübin'i parçalamaya çalışıyorlar. Biz de bunları parçalıyoruz.
"Hayır! Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir." (Enbiyâ: 18)
Bizim iki gayemiz var:
İman ve vatan.
Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. O yabancı bayrağın altında durmanın ne demek olduğunu biz biliriz amma siz bilmezsiniz. Çünkü bu bayrak altında doğdunuz, büyüdünüz. Bu bayrağın şerefini bilmezsiniz, yabancı bir bayrak altında büyüseydiniz o zaman bayrağın kıymetini bilirdiniz. Ben bunu çok iyi biliyorum. "Bayrak" deyip geçiliyor amma o bayrak çok şeyler ifade ediyor...
Ben aslen Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat Efendimiz'in aslındanım, Medine-i münevvere'denim. Orada kalabilirdim. Hatta 1952'de kalmaya da gittim ve fakat baktım ki oranın halkı Resulullah Efendimiz'e karşı çok lâubali. "Ben lâubâli yaşamaktansa hasretle yaşayayım daha hayırlı." dedim, buraya geldim. Bir yakınım askere gittiği zaman, "Gittiğin yer Peygamber Ocağı" diye ona nasihat ediyorum.
Biz her zaman şöyle dua ederiz:
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!"
Allah korusun, bir harp çıkmış olsa en önde savaşmak isterim, ordumuza her türlü yardımda bulunmak için bütün imkânlarımı seferber ederim. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Vatan sevgisi imandandır." buyuruyorlar."
"İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez."
Allah-u Teâlâ Osmanlı devletine İslâm'ı yaymak için büyük lütuflarda bulunmuştu. Ve bu sayede onlara kadar İslâm'ı ulaştırdılar. İşte bunun içindir ki, bu vatana gönül bağlamaktadırlar. Çünkü onlar İslâm'a karşı çok samimiydi ve harbe giderlerken vatanı Hazret-i Allah'a emanet ederlerdi.
Dikkat ederseniz, işgal altındaki müslümanların tek ümidi Türkiye'dir. En çok buraya gönül bağlarlar. Ümitleri ve gönülleri bu vatandadır. Fakat müslüman gibi görünenler, gerek dinimize, gerek vatanımıza, içten saldırdıkları için dış düşmandan çok daha tehlikelidirler.
Dinine ve vatanına ihanet eden, Türk bayrağını paçavra olarak görenlerin dine ve vatana yaptığı ihanet budur.
Cenâb-ı Hakk bu vatanı koruyacak, muhafaza edecek. Hadis-i kudsi'de ise şöyle buyuruluyor:
"Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azab vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Yani onlar Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhi'yesi, tecelliyât-ı ilâhi'yesi oluyor. Hadis-i şerif'te ise;
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir." buyuruluyor. (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. nr.: 198/2, vr. 486a)
Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için.
"Yâ Rabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Resulullah Medine için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!"
Bu ay içerisinde idrak edeceğimiz mübarek "Kadir Gecesi"nizi ve ay sonunda başlayacak olan mübarek "Ramazân Bayramı"nızı tebrik eder, tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
"Gün gelecek ortalık çok karışacak. Onun için bugün imanın sağlam olmalı, ahiret için hazırlık yapmalı, hiç kimseye bir şey söylemeden insan kendi yoluna böyle akıp gitmeli. Karıştığı zaman büyük dalgalar var önümüzde. Çok büyük dalgalar var. Bugün sakin, bugününü ihya etmeye bak. Fırtına koptuğu zaman imanı kurtarmak için; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor; "Dünyanın geniş vakitlerinde, (yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda) Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel) Gün; iman kurtarma günü, zaman imanı koruma zamanı. İşte Irak'ın durumuna bak, yemeği mi düşünecekler, ölüm tehlikesinden mi korkacaklar, giyim mi düşünecekler. Allah'ım beterinden saklasın."
Bu âlî ve necip millet, Din-i mübin'in hizmetkârı olmuş; dini için, imanı için, vatanı için canlarını, mallarını seve seve feda etmekten de çekinmemiştir.
Tarihte görüleceği üzere İslâm'ın bayraktarlığını yapmış, dine çok büyük hizmetlerde bulunmuş; İslâm'ın yayılması, küfrün ortadan kalkması, fitnenin söndürülmesi ve adaletsizliğin bitmesi için azimle mücadele ve mücahede etmiştir. İslâm'ı yok etmek isteyen Haçlıları yüzyıllar boyu, defalarca yenmiş, Anadolu'dan defetmiştir. Selçuklular olsun, Osmanlılar olsun bu uğurda büyük fedâkârlıklar göstermiş ve Cenâb-ı Allah'ın yardımıyla muazzam muvaffakiyetlere mazhar olmuşlardır.
Atalarımız Allah uğrunda canlarını feda ettiler, İslâm'ın yayılması ve müdafaası için her türlü fedâkârlığı gösterdiler.
Canları ile malları ile Allah uğrunda savaştılar, ülkeler fethettiler. Beşeriyeti medeniyete ve adalete yönelttiler.
Adalet ve merhametleri bütün cihana nam salmıştı. Başı darda olan her mazlum millet onlara müracaat ederdi.
Bütün ehl-i İslâm'ın, bütün mazlum milletlerin sevgi ve teveccühüne mazhar oldular. Hususiyetle Osmanlı devrinde adetâ Asr-ı saadet gibi bir devir yaşandı. Bu durumun tabîi bir neticesi olarak küfür ehlinin buğz ve düşmanlığını celbettiler.
Kâfirler dışarıdan, münafıklar içeriden bu milletin imanını çalmaya vatan ve din duygularını kaldırmaya, cihat aşkını köreltmeye çalışıyorlar. Millet adeta sindirilmiş, halk balık otu yutmuş gibi.
Mühim olan iman ve vatandır. Zira; "İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez."
Bu yüzden evvelâ dinden uzaklaştırmak, dinde parçalarak ayırmak, cihat azmi ve aşkını kırmak, vatan sevgisini yok etmek, bayrağa saygıyı kaldırmak istiyorlar.
İman kalesi çöktüğü zaman kişi ebedî felâkete düçar olduğu gibi, İslâm da asliyetini kaybeder. İslâmiyet'in asliyetinin bozulması en büyük tehlikedir.
Binaenaleyh hiçbir dış düşmanın yapamadığını bu iç düşmanlar yapıyorlar. Dikkat ederseniz dış düşmanlar maksatlarına ulaşmak için bu iç düşmanları desteklerler, barındırırlar, kullanırlar.
Küffâr dinimizi ve vatanımızı bölmek isteyenleri destekliyor, dünya üzerinde hiç bu kadar içten ve dıştan kuşatılmış bir ülke yoktur.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bugünlere dair, efkâra dair, yaşadığımız âhir zamana dair birçok ifşaatlarda bulunmuşlar, iki mühim esası sağlamlaştırmak için hâl-i hayatında mücadelesini yapmışlar, bu hususta şöyle buyurmuşlardı:
"Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
"Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu; İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz.
Bugüne kadar Nûr-i Muhammedî'nin yayılmasına, ümmet-i Muhammed'i Allah ve Resul'ünde birleşmesine gayret ettik.
Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz. Bölücüler bu vatanı, Din-i mübin'i parçalamaya çalışıyorlar. Biz de bunları parçalıyoruz.
"Hayır! Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir." (Enbiyâ: 18)
Bizim iki gayemiz var:
İman ve vatan.
Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. O yabancı bayrağın altında durmanın ne demek olduğunu biz biliriz amma siz bilmezsiniz. Çünkü bu bayrak altında doğdunuz, büyüdünüz. Bu bayrağın şerefini bilmezsiniz, yabancı bir bayrak altında büyüseydiniz o zaman bayrağın kıymetini bilirdiniz. Ben bunu çok iyi biliyorum. "Bayrak" deyip geçiliyor amma o bayrak çok şeyler ifade ediyor...
Ben aslen Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat Efendimiz'in aslındanım, Medine-i münevvere'denim. Orada kalabilirdim. Hatta 1952'de kalmaya da gittim ve fakat baktım ki oranın halkı Resulullah Efendimiz'e karşı çok lâubali. "Ben lâubâli yaşamaktansa hasretle yaşayayım daha hayırlı." dedim, buraya geldim.
Bir yakınım askere gittiği zaman, "Gittiğin yer Peygamber Ocağı" diye ona nasihat ediyorum.
Biz her zaman şöyle dua ederiz:
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!"
Allah korusun, bir harp çıkmış olsa en önde savaşmak isterim, ordumuza her türlü yardımda bulunmak için bütün imkânlarımı seferber ederim.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Vatan sevgisi imandandır." buyuruyorlar."
"İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez."
Allah-u Teâlâ Osmanlı devletine İslâm'ı yaymak için büyük lütuflarda bulunmuştu. Ve bu sayede onlara kadar İslâm'ı ulaştırdılar. İşte bunun içindir ki, bu vatana gönül bağlamaktadırlar. Çünkü onlar İslâm'a karşı çok samimiydi ve harbe giderlerken vatanı Hazret-i Allah'a emanet ederlerdi.
Dikkat ederseniz, işgal altındaki müslümanların tek ümidi Türkiye'dir. En çok buraya gönül bağlarlar. Ümitleri ve gönülleri bu vatandadır. Fakat müslüman gibi görünenler, gerek dinimize, gerek vatanımıza, içten saldırdıkları için dış düşmandan çok daha tehlikelidirler.
Dinine ve vatanına ihanet eden, Türk bayrağını paçavra olarak görenlerin dine ve vatana yaptığı ihanet budur.
Cenâb-ı Hakk bu vatanı koruyacak, muhafaza edecek.
Hadis-i kudsi'de ise şöyle buyuruluyor:
"Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azab vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Yani onlar Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhi'yesi, tecelliyât-ı ilâhi'yesi oluyor.
Hadis-i şerif'te ise;
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir." buyuruluyor. (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. nr.: 198/2, vr. 486a)
Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için.
"Yâ Rabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Resulullah Medine için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!"
İman; "Kelime-i şehadet"le Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a iman etmekle başlar. Amentü olan, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere inanmakla ifadesini bulur. İman kalbi, vicdani bir durumdur. Esası, kalpte tasdik, dilde ikrardır.
Bir müslüman "Amentü" esaslarını kalben tasdik, lâfzan ikrar ettikten sonra bunun tezahürü olarak amel ve ibadetle desteklemelidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"İman kalp ile bilip lisan ile ikrar, âzâ ve cevahirle amel ve ibadet eylemektir." (İbn-i Mâce)
"Cenâb-ı Allah amelsiz imanı ve imansız ameli kabul buyurmaz." buyurdular. (Münâvî)
Hâl böyle olunca iman esaslarından sonra İslâm'ın; Namaz, Oruç, Zekât, Hacc, Kelime-i şehadet gibi temel esaslarına azami riayet yine imanın alâmetlerindendir.
İman; Hazret-i Allah'a, Resulullah'a ve Kelâmullah'a tam teslim olmaktır.
İman; nurdur, ışıktır, aydınlıktır.
İman; nezafettir, nezakettir, saadettir, doğruluktur. İnsan denilen hazinenin cevheri imandır.
İman; ebedî saadet hayatının anahtarıdır.
İman; insanın yaratılış gayesine teslimiyetinin tezahürüdür.
İman; hiçbir şeye feda edilemez. Ahirette en evvel iman aranır. İmanı olmayanlar küfür, kâfir hükmünde sayılır. İnandığını söyleyip imanında samimi olmayanlar münafıktır, onların da sûreta imanlarının ahirette faydası yoktur.
Bir müslüman yeryüzünün bütün hazineleri teklif edilse bile imanını değişmez. Dünyanın bütün anahtarları, bütün saltanatları teklif edilse iman ile değiştirilmez.
Bu imandır ki cihat azmini, şehadet aşkını verir. Seve seve canını fedâ eder.
Bir kimsenin iman ile ahirete intikal etmesi, bütün dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Hatta kıyası bile mümkün değildir. İman en büyük hazinedir.
İman; Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a yönelik olmaktır, yolunda olmak, yolunda ölmektir.
İman; Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.
İman; Allah yolunda, din-i İslâm için canını, malını vermektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edenlerin Allah'a sevgileri ise her şeyden sağlamdır." (Bakara: 165)
Hakiki iman edenler Hazret-i Allah'a gönülden sevgi ve muhabbetle, aşkla bağlıdırlar. İnsan sevdiğinin her şeyini sever, emirlerini, yasaklarını sever, her takdirine her tedbirine rızâ gösterir. İman budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'te şöyle buyuruyorlar:
"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)
İmanı muhafaza etmek şarttır. Bu da ihlâslı ibadetle olur.
İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı göz harama bakmaz. Ancak gerçek imandan mahrum olanlarda münafıklık alâmeti bulunur.
İmanın özü;
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'sindeki Emr-i ilâhi'dir.
Yani iman Hazret-i Allah'ın rızâsını gözetmek, Resulullah Aleyhisselâm'ın memnuniyetini aramak, onların vekilinin yürüdüğü yolda yürüyebilmektir.
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu.
"Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2069)
Bu hususta Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bizim iki gayemiz vardır; iman ve vatan. Vatansız iman da korunamıyor.
Vatan imanı muhafaza eder. Çünkü vatansız iman kazanılmıyor. Bu vatan çok, çok güzel amma vatandaşlar bunu bilmiyoruz.
Dergimizin logosunda Hakikat yazısının üzerinde her ay şu cümle neşredilir:
"İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez..."
İfşaat edin, ikaz edin! Dini, vatanı müdafaa edin! Bizim bu kitapları yaymaktaki amacımız; dini, imanı ve vatanımızı korumaktır. Çünkü bu vatan çok güzel bir vatan. Bu öyle güzel bir vatan ki, Osmanlılar harbe giderken "Allah'ım bu vatan sana emanet!" diyerek giderlermiş. Bu vatanın içten, dıştan yıkılmayışı emanet oluşundandır."
"Bu vatan bir emanettir. Osmanlılar harbe giderken 'Allah'ım bu vatan sana emanet' der, öyle giderlerdi. Emanet olduğu için iç düşman, dış düşman çok ama yıkılmıyor. Emanet olduğu için yıkılmıyor da halk bunun farkında değil."
"Birçok Osmanlı Padişahı sırf Allah için cihada çıktı, vatanı ve milleti Allah'a emanet etti öylece yola çıktı. Allah-u Teâlâ o emaneti kabul etti. Bizler hâlâ o emanet sayesinde ayaktayız, ilâhî yardım ve destek altındayız. Bütün kabahatlerimize rağmen bu memleket bu sayede ayakta duruyor.
Böyle bir zamana geldik ama Rabb'imiz kimin yüzü suyu hürmetine koruyor ise koruyor. Rabb'im korusun.
Dikkat ederseniz dergimizin logosunda "Türk bayrağı" vardır. Bu bölücüler bu bayrağı hazmedemezler.
Bu vatan hainleri Türk bayrağının paçavra olmasını istiyorlar.
Oysa devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar. Hatta bir defasında;
"Türk bayrağına paçavra diyen bir kimse nasıl müslüman olabilir?" demiştik."
Ancak bu bölücüler o kadar kendilerini vatanlarından ve bayraklarından ayırdılar ki bu cümleyi, bayrak hakkındaki beyanımızı İslâm'a aykırı gibi göstermeye çalıştılar. Halbuki "Hilâl" Osmanlı devrinde olsun, İslâm devirlerinde olsun "Lale" ile birlikte Hazret-i Allah'ı temsil eden bir simge olarak kullanılmıştır. Gül ve beş köşeli yıldız da Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i temsil eden bir simgedir. Bu bayrak bize Osmanlı devrinden kalan, bu ülkenin İslâm ülkesi olduğunu simgeleyen en güzel bir mirastır.
Nitekim bugün birçok İslâm ülkesinin bayrağında "Hilâl" vardır. Nasıl ki birçok hıristiyan ülkesinin bayrağında kendi inançlarının simgesi olan haç olduğu gibi.
Bir zamanlar Avrupa Birliği yetkilileri "Bayrağınızı değiştirin!" diye teklif etme cüretinde bile bulundular.
Bir hıristiyan -ateist bile olsa- çıkıp kendi bayrağına "Paçavra" derken gördünüz mü?
Binaenaleyh bu bayraktan ancak küffar rahatsız oluyor.
"Bayrak" deyip geçiliyor amma o bayrak varya çok şeyler ifade ediyor.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İslâm İlmihali" isimli eserinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şehirlerin anası, nûr kaynağı belde Mekke-i mükerreme'dir. Fakat Allah-u Teâlâ Araplardan emaneti aldı Türklere verdi.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ey inananlar! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif'lerinde Türk milletini meth-ü senâ etti. Fatih Sultan Mehmed'i ve ordusunu övdü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesinde buyurmadı mı?:
"Bu nasihatlarımı burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsinler. Umulur ki söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştırılan sözü bizzat dinleyenden daha iyi anlar."
Onlar bütün güçleri ile Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a itaat ettiler.
İslâm dünyasında birçok hizmetlerde bulundular. İslâm'ın yayılmasına çalıştılar. Bunca zaman halifeliği üzerlerinde bulundurdukları için İslâm'ın merkezi olmuş oldu.
Seyyid-i kâinât, Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardı:
"Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır! Onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!" (Ahmed bin Hanbel, Müsned; c.4, s.335)" (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, İslâm İlmihali, s. 239)
Bu aşikâr hakikatler karşısında bizim oturup düşünmemiz lâzım, atalarımız ne yaptı, biz ne yapıyoruz. Onlar "Allah yolunda cihad" etti, "Necip millet" sıfatına mazhar oldu. Biz ne yapıyoruz?
Onlar hem Âyet-i kerime hem de Hadis-i şerif'lerde ilâhi medhe mazhar olmuşlardı. Evliyaullah Hazerâtı ve devrin âlimleri onları desteklemiş, manevî orduları ile bizzat yanlarında bulunmuşlardı.
Asr-ı saâdet ve Hulefâ-i raşidin devirlerinden sonra hak ve adâlette çok dikkatli, İslâm ve ehl-i sünneti yaşamaya çok riâyetli idiler.
Osmanlılar kendilerine rehber olarak yalnız Kur'ân-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'yi almışlardı.
İslâm dini münevver bir dindir. Adâlet dinidir, son dindir.
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imran: 19)
Ecdadımız bunu biliyor ve iman ediyorlardı. İ'lâ-yı Kelimetullâh için, İslâm'ı yaymak ve duyurmak için küfür beldelerine akınlar düzenlerlerdi.
"Şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir." (Nisâ: 139)
Onlar şeref, kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu bildikleri için Hazret-i Allah'a sığınırlar ve dayanırlardı. Ve Biiznillâh-i Teâlâ galip gelirlerdi, mağlup eden olmazdı. Onlar imanları için cihada girerlerdi.
Asr-ı saâdet devrini yaşarlardı ve bütün İslâm âlemine destek olurlardı. Her türlü fedâkârlığı ve yardımı yaparlardı.
Bu hususu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle ifade etmişlerdir:
"O ruhu, azmi, niyeti ona da vermiş, ona da vermiş. Osmanlı buradan kazandı. O ruha sahip oldukları için kazandılar."
"Osmanlılardan Allah razı olun; Asr-ı saadet'i yaşadılar ve yaşattılar."
"Osmanlı padişahlarının herbirinde iman vardı. Allah ve Resul'ünün sevgisi vardı. İslâmiyet'i yaşıyorlardı. Onlarda Allah aşkı mevcuttu. İçlerinde veli olan padişahlar bile vardı. Osmanlı cihan devleti, İslâm'a bağlı kaldığı ve İslâm'ı yaşadığı müddetçe hep muzaffer ve muvaffak oldu."
Bu yüzdendir ki Cenâb-ı Hakk onlara değer vermiş, onları âli kılmıştır.
•
Geçmiş ve gelecek, olmuş ve olacak her şeyi hakkıyla bilen ve Kitâb-ı kerîm'inde açıkça beyân eden Allah-u Teâlâ, bir Âyet-i kerime'sinde müminlere hitâben şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler!
İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.
İşte bu, Allah'ın öyle bir lütf-u ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir." (Mâide: 54)
Evliyâullah Hazerâtı ve müfessirler bu Âyet-i kerime'de Araplar'dan sonra İslâm'ın bayraktarlığını üstlenen Türklere işâret edildiğini söylemişlerdir.
Nitekim Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri değişik vesilelerle bu hakikati bizlere duyurmaya çalışmışlardı:
"Osmanlı padişahları harbe giderken "Ya Rabb'i! Bu memleket sana emanet." dediler.
Evet ve hâlâ O'nun bereketi ile ayakta duruyor. Elhamdülillah! Çünkü onları Hazret-i Allah'a emanet ede ede, ede ede... Ee O'na emanet etmekten daha emniyetli bir yer olmaz.
""İşte onlar Rabb'leri yolunda olanlardır." (Bakara: 5)
İlâhi lütfa mazhar olan emr-i ilahi'ye riayet ederlerdi. Harbe çıkarken niyetleri halis idi. Gayeleri küffarı silip nuru yaymak idi. Allah-u Teâlâ'ya niyazla, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e salat-ü selâmla, zamanın velileri ile istişare yapmakla müminlerin dualarını alırlardı.
Şerefli tarihimize bakıldığında Sultan Alparslan'dan tutun, daha birçok güzide komutan ve idareci nasıl hareket etti, Hazret-i Allah'a nasıl sığındı? Bunları unutmamak lâzımdır.
Osmanlı padişahlarına, kumandanlarına dikkat edin; Allah-u Teâlâ'ya nasıl yalvardılar, nasıl secdeye kapandılar? Az bir kuvvetle çok büyük kuvvetleri nasıl yok ettiler?
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteği ile oldu.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)"
İSTİKLÂL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak,
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları enginlere sığmam, taşarım.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var!
Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.
Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "Toprak" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehid oğlusun incitme yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda,
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!
Canı, canânı, bütün varımı alsında Hüdâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli;
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli,
Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan ilâhi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır, ruh-u mücerred gibi yerden na'şım,
O zaman yükselerek arş'a değer, belki başım,
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.
Mehmet Akif Ersoy
I. Cihan Harbi'nde, Osmanlı Devleti'nin yedi düvelle savaştığı mâlumdur. Hicaz topraklarında da Şerif Hüseyin, İngilizler'in desteğiyle isyan etmişti. Cidde, Mekke, Taif'i ele geçirmiş, Medine'ye gelmişti. O sırada Medine'deki, Osmanlı ordusunun başında Fahreddin Paşa vardı. Medine'ye saldırdılar, Fahreddin Paşa'nın mukavemeti üzerine başarılı olamadılar ve bir daha cephe savaşına girmediler. Fakat kuşatma altında tuttular. 1916 yılında başlayan bu kuşatma 1918 Mondros Mütarekesi'ne kadar sürdü. Hicaz demiryolunu tahrip eden isyancılar böylece Medine'nin bağlantısını kestiler. Medine'de hastalık, kıtlık başladı ve fakat Fahreddin Paşa yine de Medine'yi teslim etmedi. Hayatını Allah için Mekke ve Medine'ye adayan Fahreddin Paşa Resulullah Efendimiz'in huzurunda; "Yâ Resulellah! Son nefesimize varıncaya kadar şehit olmadıkça senin mübarek bedenini düşman eline teslim etmeyeceğiz!" demiş, teslim olalım sözlerine; "Ben Hazret-i Peygamber'i ve kutsal emanetleri düşmana çiğnetmem!" karşılığını vermişti.
Açlık ve susuzluk baş göstermeye başlayınca; çamurlu su içerler, hurma çekirdeklerinden ekmek yaparlar. Açlıktan çekirge yerler. Bütün bu olanlara ve hastalıklara rağmen Medine'yi müdafaa ederler.
Fahreddin Paşa'nın askerlerine şu hitabı manidardır:
"Evlâtlarım! Bir söz verdik, 'İsyancılara bu şehri vermeyeceğiz!' diyerek. Elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Son mermi, son er, son kana dek. Bu azim, dayanma gücü verecektir. Bayrağımıza iyi bakın. O herhangi bir bayrak değildir. Devletimizin düşen kalesi, birçok ele geçen şehri var. Burası devletimizin son kalesidir."
Fahreddin Paşa, İstanbul'dan gelen; "Şehri terk ediniz!" emrini;
"Ben Peygamber'imiz Efendimiz'in mezarını bunlara bırakmam, ben al sancağı indirmem, eğer indirilecekse başka kumandan gönderin. İngilizlere, Araplara teslim olmaktansa kendimi fedâ ederim." diyerek reddetmiş, bir Cuma günü Haremeyn-i Şerif'in minberinden halka şöyle hitap etmişti:
"Ey insanlar! Malumuzun olsun ki, kahraman askerlerim bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevi gücünün desteği hilâfetin göz bebeği olan Medine'yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine dek muhafaza ve müdafaaya memurdur. Buna müslümanca, askerce azmetmiştir.
Bu asker, Medine'nin enkazı ve nihayet Ravzâ-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet mescidin minare ve kubbesinden al sancağı alınmayacaktır.
Allah-u Teâlâ bizimle beraberdir, şefaatçimiz O'nun Resul'ü Peygamber Efendimiz'dir." demiştir.
Fahreddin Paşa, Ravzâ-i mutahhara'yı her gün kendi elleriyle siler, süpürür, tozlarını da atmaz, saklardı. Gizlice Resulullah'ın yanına kemâli edeple varır, ona halini, mevcut durumu anlatır ve yardım dilenirdi.
Nihayet Osmanlı devleti I. Dünya Savaşı'nda yenildiği için Harbiye Nezareti'nin;
"Direnişe son ver" emrini dinlemiyor, "Hilâfet ve Padişahın iradesi olmalıdır!" diyordu.
Nihayet Padişahın bu emri de ulaşınca yine de; "Halifenin baskı altında böyle emir verdiğini" söyleyip müdafaaya devam ediyordu. Nihayet Paşa'ya; "Medine boşaltılmazsa, İstanbul işgal edilecek" denilerek ikna edilmişti.
İngilizlerle görüşmeyi diğer subaylara bırakan Paşa, Ravzâ'ya çekilir, teslim günü geldiğinde ise Ravzâ'dan çıkmaz, kılıcını İngilizlere değil, Kabr-i şerif'inin başında Resulullah'a teslim etmiştir. Gelenlere; "Peygamber'imi bırakmam, bayrağımı indirmem!" diye bağıran Paşa'yı subaylar bir yolunu bulup Paşa'yı omuzlarına alarak, tören varmış gibi Ravzâ'dan zorla çıkarırlar.
Çok üzgün olan Paşa;
"Hiç utanmaz mısınız, hiç korkmaz mısınız, bu şehri teslim etmeye? Şahit olun! Medine sokakları; ben gitmiyorum, zorla götürüyorlar, Peygamber'imiz şahittir, ben gitmiyorum!" diyordu.
Artık askerimiz teslim olmuştu. Medine'den, Türk askeri çekilirken hem asker ağlıyor, hem Medine halkı ağlıyordu.
Esir alınan Osmanlı askerleri, Mısır'daki esir kampına gönderildi. Yalnızca Hilal-i Ahmer (Kızılay) görevlilerinin yolculuğa çıkamayacak durumdaki yaralıların tedavisi için kalmalarına izin verildi. Feridun Kandemir, Osmanlı askerlerinin ayrılışını hatıratında şöyle nakletmiştir:
"Kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış askerlerin, birbirine sokulup yardım ederek, halsiz, mecalsiz bir durumda son defa Haremüşşerif'i ziyaretle Ravzâ'ya yüzlerini sürerek duâ ede ede yaptıkları veda görülecek şeydi. İngiliz altınları ile beslenerek Türklere diş biler hale getirilmiş sözde Araplar bile bu manzara karşısında göz yaşlarını tutamamıştı. Bizimle beraber Medine'de kalıp aylarca süren muhasaranın her türlü sıkıntısını çeken yerli Araplar ise tam bir matem havası içinde hüngür hüngür ağlıyorlardı."
Fahrettin Paşa İngilizlerce Malta'ya sürgüne gönderilmiş, nihayet Paşa 2 yıl sonra bir yolunu bulup kaçarak İstiklal Harbi'ne katılmıştır.
O, ecdadın ve Âl-i Osman'ın pâk ve mübârek kanlarıyla nescedüp bize teslim eyledikleri bir emânettir. O, öyle bir çevredir ki; bütün Osmanlılığın mevcûdiyetini, şan ve şerefini, tarih ve mukaddesatını, kadınlarımızın ırz ve namusunu, kızlarımızın bekâretini, çocuklarımızın saadetini çıkınlıyor. Biz onun üzerine nasıl titremeyiz? Hepimize teneffüs hakkı veren odur. Hey'et-i içtimaiyemize ifaza-i hayat ve hararet eden hep onun asîl ve civanmerd kalbidir.
Eğer O çarpmazsa bizim de nabzımız atmaz, göğsümüz vurmaz. Allah esirgesin, eğer onun gülbenzi hasara uğrarsa 'Kâbe'mizin kara gömleği yırtılır. Peygamber'imizin yeşil örtüsü çâk edilir. Analarımızın ak saçı yolunur, kızlarımızın ırzı hetk olunur.
Görmüyor musunuz? Ne kadar canlı, asabî, serbâz ve serefrâz!.. Hiçbir gelin o kadar sevimli, zarif ve nâzenin olamaz. Hiçbir delikanlı onun kadar şehlevend, cevvâl ve nevcivân değildir. Bizzat atalarımızın ruh-i pür fütûhunu hâmil olmasaydı, saflarımızın önünde bu kadar kahramanca göğüs gerer miydi?
Sancağımız hayat-i ebedîye ile bahtiyardır. Vatanın fedakâr çocukları kanlarını, canlarını ona hibe ve ilhak ettikleri içindir ki; daima böyle genç ve dinç kalacaktır.
Karşısında cephe alarak resm-i ta'zim ifâ edişimiz sebepsiz değildir. Biz onda, bütün 'Âl-i Osman'ı, mâzimizin kahramanlıklarını, mefkûremiz uğrunda can veren bütün âbâ ve evliya-yi vatanı selâmlıyoruz. Tarihimiz ziyaa uğrarsa, Sancağımız onu yeniden ibda' ve te'lif edebilir. Ona bakarken nasıl göğsümüz şişmez, nasıl gözlerimiz yaşarmaz?.. Yedi asrın şan ve şükûhunu, âlâm ve fecâyiini ihtiva eden bu emsalsiz temaşa bizi saatlerce hıçkırtıp ağlatsa yeridir!..
Ya o al rengi biliyor musunuz? Memleketin bütün mukadderatı ve aziz istikbali için o kadar cömertçe akıtılan kanlara işaret ediyor. Filvâki babalarımız, yurdumuz için kadınların da yapabilecekleri gibi yalnız gözyaşı dökmediler.
Bu ocağı kurarken, bizzat kendilerini kurban ettiler. Sancağımızı kaldırmak için düştüler. Onun şan ve şerefle dalgalanması için kendi ciğerlerinin şehik ve zefirlerinden kasr ve tasarruf ettiler.
Onda çırpınan şey, eslâfımızın ervah-ı gayretidir. Onun mukaddes alevinde yanan çıra, şehidlerimizin ecza-yi intikamıdır.
Dünyanın bütün çiçekleri 'Albayrak'ın yanında renksiz ve kokusuzdur. Biz onun katmerlerinde bizzat cenneti koklarız. Bozkırlarda onun ateşi etrafında ısınırız, kum çöllerinde onun gelincik terâvetiyle yüreğimizi tâzeleriz. Fecrin akını gibi bir gecede Asya'dan Avrupa'ya baskın yapan Bayrağımızı bütün ufuklar tanır... 'Eflâk', 'Buğdan' Ovaları, 'Avusturya-Macaristan', 'Lehistan' Sahraları, 'Volga-Tebriz' illeri, 'Cezayir-Nis' sahilleri hep onun devrine ve devlet-i dâmenbûsuna erdiler.
'Bosna ve Kırım'ın bahçeleri, İran'ın gülistanları bu kadar güzel âteşin bir gül daha asla vermeyecek. Tuna yalıları, Hind suları Hilâlimiz gibi mürassa' ve müsa'şa, bir gerdanlık madâm-el-hayat takınmayacaktır.
Atalarımız, nasıl bayrağımızı damarlarının en girânbâhâ yakutlariyle bezemişlerse, analarımız da en güzel incilerini onun üzerine işlemişlerdir. Şu 'Ay'a bakınız, suyu ne kadar temiz ve şeffaf!.. Mukadderatımızın hulliyati için en kıymetlisi, şüphe yok, budur. Çünkü; sevgili ninelerimizin sıcak ve samimi gözyaşlariyle tarsi' edilmiştir. Ya hepimizin gözbebeği olan şu parlak 'Yıldız'... Bizi bütün gece yatağımızın başucunda uyanık bekleyen odur!.. Müddet-i hayatında bir kere bile kirpiklerini kırpmamış, her zaman üzerimize titremiş, obamızı, yurdumuzu, serhadlerimizi canfedâyâne korumuştur. Bize olan rifk-u şâfakatı annelerimizinkinden fazladır. Nazarı kuru, fakat gözleri doludur.
Sancağımızın şan ve şerefle taşıdığı büyük hamâil altında henüz kanayan cerihaları da vardır. O'nun vakit vakit kabaran göğsü, çocuklarına söylemek istemediği, maamafih hepimizin bildiği hicranlarını kâfi derecede tefsir eder. Bu yaraları zaman ve nisyan tedâvi edemez. Onları sarıp kapatacak olan ancak genç nesillerdir ve bayrağımız işte bu ümid ile mağrur ve gururunda mazurdur. İnsaf ediniz, hangi baba evlâdlarına mağrur olmaz?..
Asırlardır mefâhiriyle doldurmuş, bütün Şark'a bir fecr-i sâdık getirmiş, Allah'ın dava-yi vahdanîyeti, peygamberin tarik-ı hidâyeti, Hakk'ından ve nefsinden emin olanlara has bir kahramanlıkla, her zaman bir başına müdafaa etmiş insaniyetin nısfı mazlumunu bağrına basmış olan Sancağımıza lâyık olduğu zafer ve istikbâli Allah dirığ etmeyecek!.. Bizzat istikbâl, ondan başkasının dudağını açmasına müsaade eylemeyecektir. Her Osmanlı genci, Bayrağının aşkiyle bîihtiyardır. Onun gölgesinde gelecek her ölümü, vallahi anası gibi kucaklar!..
Boralarla şakalaşan, tayfunlarla oynaşan, tarihlere meydan okuyan ve Dünyalarla savaşan Türkler'in Bayrağı!.. Fâtihlerin Sancağı hakkındaki hikâyeler aşk ve ölümle nihâyet buluyordu.
(Medine Müdafası, Nâci Kâşif Kıcıman -özet-)
Dünya ve âhiret efendimiz,
Bir ülûlemr idik, emrine girdik,
Ezelden biatli hakânımızsın,
Er idik sâyende murada erdik,
Dünya ve âhiret sultanımızsın...
Unuttuk İlhan'ı, Kara Oğuz'u,
İşledik seni gözbebeğimize...
Bağışla ey şefî kusurumuzu,
Bin küsur senelik emeğimize...
Suçumuz çoksa da sun'umuz yoktur,
Şımardık müjde-i sahabetinle...
Gönlümüz ganîdir, gözümüz toktur,
Doyarız bir lokma şefaâtinle...
Nedense kimseler anlamaz eyvah!
O kadar saf olan dileğimizi,
Bir ümmî isen de ya Resul-el-Allah!
Ancak sen okursun yüreğimizi...
Suları tükendi gülâbdanların,
Dinmedi gözümüz yaşı merhamet!
Külleri soğudu buhurdanların,
Aşkınla bağrını yakmada millet...
Gelmemiş Türkçe'de 'Kıys' ü 'Hassan'ın
Yok bizde ne 'Bürde' ne 'Mualleka'
Yolunda baş veren Âl-i Osman'ın,
Lâl ile yazdığı tarihten başka...
Ne kanlar akıttık hep senin için,
O Ulu Kitab'ın hakkıyçün, aziz,
Gücümüz erişsin ve erişmesin,
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz...
Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz,
Can verir cânânı veremez Türkler...
Ebedî hadım-ül Haremeyniniz
Ölsek de Ravza'nı ruhumuz bekler...
(İdris Sabih Bey, İhtiyat Mülazımı, 1919)
Rusya 1877 Nisan'ında Osmanlı Devleti'ne harb ilân etti. 93 harbi diye bilinen Osmanlı-Rusya Savaşı başlamış oldu.
Bu yıllarda, Rus ordusu 250 bin kişi ile Balkanlara indi. Tuna kıyılarına gelince 50 bin kişilik Romanya ordusu ve Sırbistan, Karadağ orduları da Ruslara katıldı. Ruslar Balkanlara dayandılar. Niğbolu düştü. Şıpka gecidini ele geçiren Ruslar yardım gelmesini engellemiş oldular.
Osmanlı'nın Avrupadaki en önemli kalesi konumunda olan ve şayet Plevne düşerse hedefin İstanbul olduğunu bilen Plevne'nin kahraman kumandanı Gazi Osman Paşa toprağı kazdırarak yaptığı tahkimatlarla ve az sayıdaki askeri, bitmek üzere olan cephanesi, açlık gibi sıkıntılara rağmen Ruslar'ın, İstanbul'a gelişini beş ay geciktirmiş, dünya tarihinde büyük bir müdafaa örneği sergilemiştir.
Gazi Osman Paşa'nın cihad azmi, vatan aşkı su sözlerinde aşikârdır:
"Plevne bize mezar olacak. Yine zâlim düşman bu aziz toprağa ayak basamayacak. İşte kumandanınız ve karındaşınız Osman; sizin önünüzde şehit olmaya gidiyor, Allah'ını seven arkamdan gelsin..."
Plevne'yi savunan Gazi Osman Paşa üstün gayretlerle Birinci Plevne savaşını herşeye rağmen kazandı. 10 gün sonra Ruslar Plevne'de tekrar mağlup oldular ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Ruslar Plevne önüne asker yığmaya devam ettiler.
432 topla Plevne Rus ateşi altında dövülüyor, buna 58 topla karşılık veriliyordu. Osman Paşa bu güçlü orduya karşı 30.000 kişi ile müdafaa yapıyordu. Neticede Rus taarruzu boşa çıkmıştı.
Tekrar taarruz etmelerine rağmen, yine başarılı olamamışlardı. Bu üç harpten zaferle çıkan Gazi Osman Paşa ve askerleri, dört taraftan kuşatma altında olduğundan yardım alamıyordu. Açlık ve kıtlık başlamış kış gelmişti. Beklediği yardımı alamadan aç-susuz askerleriyle ve askeri mühimmatın bitmeye başlamasına rağmen Plevne'yi savunmuş, Rusları dize getirmişti. Fakat kuşatma uzayınca Paşa, aralık ayında kuşatmayı yarmak istedi. Plevne halkının da askerlerle beraber gelmek istemesine izin vermişti. Çünkü hepsi katledilecekti. Sivil halkla beraber yapılan bu huruç, yarma harekâtı zor ve çetin oldu. Osman Paşa yaralandı. 2500 şehid verildi ve çok zayiat vermemek için Paşa ateşkes istedi, yaklaşık beş ay direnen Plevne, teslim olmak zorunda kaldı.
Esir alındıktan sonra, alınan kılıcı Rus başkomutan tarafından askeri törenle iade edildi. Rusya'ya götürüldü, Çar huzuruna kabul etti, orada iyi muamele gördü ve nihayet İstanbul'a döndü ve II. Abdülhamit tarafından ilgi ve alâka, gördü ve mühim görevler üstlendi.
Gazi Osman Paşa'nın Plevne'deki bu mücadelesini, Hikmet Efendi, "Plevne Kahramanı; Gazi Osman Paşa" isimli eserinde Gazi Osman Paşa'nın hatıralarını yazmış bir yerinde askerlerine şöyle hitap ettiğini nakletmiştir:
"Ey Plevne'nin şanlı arslanları! Bugünler yiğitlik ve kahramanlık günleridir. Dini, vatanı, namusu koruma günleridir."
"Ölmek var, dönmek yok, Plevne bize mezar olacak, ama bu zâlim düşman bu toprağa ayak basmayacak."
Orada yaşayan müslüman halka;
"Korkmayın hemşerilerim! Allah düşmanı yine perişan etti, nusret bizimdir. Benim ve yiğit askerlerimin vücutları parçalanmadıkça burada yaşayan din kardeşlerimizin tüyüne halel gelmez. Resul-i Ekrem Efendimiz bizimle beraberdir" demiştir.
Aynı eserde kendisine padişaha yaptıklarından bahsedilmesi teklif edildiği, onun ise şu cevabı verdiği haber verilmektedir:
"Vatanıma olan borcuma, devlet ve padişahımdan nihayetsiz yediğim ekmeğin hakkını ödemeye çalışıyorum. Ne yaptım ki? Ne yapabilmeye muktedirim ki? Allah-u Teâlâ'nın yardımı ve ihsanı, Resulullah Efendimiz'in imdâd-ı ruhaniyeleri olmadıkça hiçbir şey yapamam. Öyleyse bu galibiyetleri, bir takım yaldızlı sözlerle hâşâ zâtıma nasıl isnad edeyim. Ben aciz bir kulum. Hakim ise her dilediğini yapan ancak Allah-u Teâlâ'dır."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ahir zamandaki seyyiat zamanının Osmanlılar'dan sonra başladığını haber vererek hem bizleri ikaz etmiş, hem de içinde bulunduğumuz durumu iman ve izan sahiplerine duyurmaya çalışmışlardır:
"Bütün dünya küfür içinde iken, Resulullah Aleyhisselâm ve onun nuru yavaş yavaş zulümanatı kaldırdı, Rabb'imin dilediği kadar o nuru yaydı. Ve bu nur bütün dünyaya yayıldı. Fakat 1400 sene gibi bir zamanda ortalık karardı. Karardıkça karardı. Çünkü Osmanlı Devleti'nden sonra ahir zaman başladı.
Allah-u Teâlâ Osmanlıları destekliyordu. Ve bu vatanın ayakta durmasının sırrı; onlar giderken 'Allah'ım bu vatanı sana emanet ediyoruz.' derlerdi. Ve bu vatan emanet edilmiş bir vatandı.
Binaenaleyh onlar Allah için hareket ediyorlardı. Fakat zaman geldi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanları husule gelecek... Artık, Hazret-i Mehdi'nin çıkma zamanı geldi, Deccal'in çıkma zamanı geldi, İsa Aleyhisselâm'ın çıkma zamanı geldi ki, bu fesat ve ifsad zamanı geldi. Bu kadar fesat ve ifsad içerisinde Hazreti Allah'ın velileri yok olmadı. Onların yüzü suyu hürmetine birçok defa iyilik, kötülük, iyilik, kötülük, ayakta duruyoruz, ama velileri çektikten sonraki durum çok vahim."
"Şunu arz etmek istiyoruz ki;
Kâfirler yüzlerce sene evvel milletin imanını nasıl aldılar? Vakta ki Osmanlılar yok oldu, artık onların zemini geldi, küfrün yayılmasına vesile oldu ve küfür alabildiğine yürüdü, her şey değişti.
Çok şükretmemiz lâzım. Cenâb-ı Hakk bizi sevmiş, seçmiş bu nurun yayılması için, küfrün azalması için, insanların hidayetine vesile olmak için. Hakikaten Osmanlılardan sonra seyyiat zamanı geldi. Ancak iman sahipleri müstesna. Onun için nasihatle insanların imanını korumak ve coşturmak, onları din ve vatanın müdafii haline getirmek... Kendisini ve evlâd-u ıyalini de koruması lâzım."
"Osmanlı'dan sonra devir değişti. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin veli kulları mevcut olduğu için ibtilalar iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor. Ne zaman tehlike var? Velileri kaldırdığı zaman."
"Resulullah Efendimiz buyuruyor ki:
"Allah yer ehline azap etmeyi murat ettiğinde onlara nazar eder de, azabı derhal onlardan geri çevirir." (el-Vesaya li-İbnü'l-Arabi)
"Ateşi veliler sayesinde kaldırıyor. Çünkü onların yüzü suyu hürmetine indireceği azaptan vazgeçiyor. Velileri kaldırdığı zaman kim kaldıracak?
Arz ettiğimiz gibi Hazret-i Allah veli kulları sayesinde bu milleti, bu devleti dilediği kadar muhafaza ediyor. İyi kötü, iyi kötü... bu veliler sayesinde yürütüyor. Velilerin sonu kesildiği zaman ateş başlar. Öyle bir ateş ki, gide gide Mehdi Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâm'a kadar gider. Deccal çıkar, Çinliler (Ye'cüc, Me'cüc) çıkar. Dünya böyle böyle boşalır..."
"Bunlar her şeyin başlangıcı. Salladığı zaman dünya sallanacak."
Hadis-i şerif'lerden ve Evliyaullah Hazerâtı'nın ifşaatlarından anlaşılmaktadır ki, âhir son devirde Hazret-i Allah üç merdiven gönderecek. İlki Hâtem-i veli olan bu Zât-ı âli idi ki geldi, vazifesini yaptı. İman kurtarma cihadıyla meşgul oldu, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, Ümmet-i Muhammed'in Allah ve Resul'ünde birleşmesinin gayreti içinde oldu. Mehdi Aleyhisselâm'ın geleceğini, onun öncüsü olduğunu, ona tâbi olmanın kurtulmak için şart olduğunu haber verdi. Bu üç merdivenin diğer ikisi ise Hazret-i Mehdi ve İsâ Aleyhisselâm'dır. (Bu beyanların delillerini, bugüne kadar yaşamış olan yüze yakın evliyaullah hazeratının beyanlarını dergimizde her ay neşrediyoruz.)
Bu zât-ı âli Hazret-i Mehdi'nin ve İsâ Aleyhisselâm'ın zuhurunu, zamanını, yerini, vazifesini haber verdiği gibi, bu iki zâtın zuhuruna kadar yaşanacak büyük hadisatları ve afatları da haber vermişlerdi.
Esasında böyle büyük bir Zât-ı âli'nin vefatı bile en büyük bir haberdir. Sonun başlangıcıdır. Kendileri de "Bizden sonra her şeyi bekleyin!" buyurmuşlardır.
Zira Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül)
Onlar Hazret-i Allah'ın sevgili kullarıdır, seçtiği, Zât'ına çektiği, nurunu akıttığı, kudsî ruhuyla desteklediği ve vazifedar kılıp gönderdiği has ve hususi kullarıdır. Onlar naz makamındadır, insanlığa rahmettir.
Hadis-i kudsî'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz. Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Bu Hadis-i kudsî'de bu zâtların manevî yükseklikleri, Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhiye'si, tecelliyât-ı ilâhiye'si oldukları ve aynı zamanda rahmet-i ilâhiye'ye vesile oldukları beyan buyurulmaktadır.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelir ki, insanlardan bir topluluk savaşır. Onlara: 'İçinizde Peygamber Aleyhisselâm'ı gören kişi var mıdır?' diye sorulunca: 'Evet vardır!' diye cevap verilir. Nihayet ordu içindeki Sâhâbî'ye hürmeten zafer verilir.
Sonra bir zaman daha gelir. Onlara da: 'İçinizde Resulullah Aleyhisselâm'ın Ashâb'ını gören kişi var mıdır?' diye sorulur. 'Evet vardır!' diye cevap verilir ve zafer müyesser olur.
Sonra bir zaman daha gelir, yine harp edilir. Onlara da: 'İçinizde Resulullah'ın Ashâb'ını görenleri gören var mı?' diye sorulur. Bu defa da: 'Evet vardır!' denilir. Yine fetih müyesser olur." (Buharî. Tecrid-i sarih. 1223)
Bu Hadis-i şerif onun en açık mucizelerinden birisidir, buyurduğu gibi öylece tahakkuk etmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu ifşaatı bugün için de geçerlidir. Bu beyanın izahı şu Hadis-i şerif'tedir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş Hadis-i şerif'in sonunda şöyle buyurmuşlardır:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir. Onun için ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî"; Hâlet Ef. no.: 198/2 486a yaprağı)
"Velileri kaldırdığından sonraki afata dikkat et. Bizi Cenab-ı Hakk öne sürmüştür. Hakim-i Tirmizi -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyuruyor: 'O kıyamet zamanında Kelimatullah-i İlahi'yi ondan başka müdafaa edecek kimse yoktur.'"
"Ben size gizli bir şey söyleyeyim:
Ben hayatta iken Cenâb-ı Hakk sizi korur. Fakat beni aldıkları an, bütün tedbirlerinizi alın, sonrasını bilmiyorum."
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı "Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde, kırkların tümünün zuhurundan sonra "Hâtemü'l-evliyâ" olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (v. 932), yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı "Büdüvv-ü Şe'n" adlı risâlesinde belirttiğine göre, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk'e gönderileceğini keşfetmişti.
Hazret sanki âhir zamanın fitne, sıkıntı ve buhranla dolu karanlık günlerinde yaşayan insanların, isyanları nedeniyle belâya maruz kaldıkları bir âna nazar edercesine, mânâ âleminde; "halkın hepsini susmuş, korkudan dehşete düşmüş" ve "kimileri kimini tanımaz ve korkudan garipleşmiş" bir hâlde müşâhade etmiş; kendisine Allah tarafından "emrolunmuş bir kimse"nin, "hiç kimse farkına varmadan" böyle bir ortamda "yardımcılarıyla birlikte" yeryüzüne geldiği haber verilmişti.
Bu kişi diğer veliler üzerinde söz ve tasarruf sahibi bir zât olmalıydı ki, tanımadığı bir kimse kendisine; "Şu acâipliği görüyor musun? Emrolunan kişi kendileriyle konuşmak için tüm dünya ehlinden kırk kişiyi istemiş!" diyerek, onun "hepsi dünya ehlinden olan bu kırklar"ı mânevî bir toplantıya çağırdığını bildirmişti. Toplantı emri yalnız kırklar'a gelmiş, ancak bu zâtı, yanındaki bazı velîlerle birlikte Hazret de merâk edip görmeyi istemişti. Öyle ki; "Emrolunan kişiyi ben hangi şeyle tanıyacak ve (onunla) ne zaman tanışacağım?"diyerek, bu arzusunu açıkça da dile getirmekteydi. Bunun üzerine Hazret'e: "Kırkların henüz tamamı mevcud değilken; emrolunan kişinin bunların üzerine, Türk'e geleceği haber"verildi.
Nitekim Hazret, bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra; halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtaran bir de ordu bulunduğunu müşâhade ederek; "Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu." diyor ve ardından "Kendilerini korkuttuğunu görmüş olduğum şeyden onlar sayesinde tesellî buluyorlardı." buyurarak, halkın içine düştükleri fesaddan bu ordu sayesinde kurtulduklarına işaret ediyordu. Çünkü bu zât "Türk'e geleceği" sırada, henüz "kırklar tamamına ermeden bu halk fesâda düşmüş"tü.
Hazret nihayet kırklarla birlikte bu toplantıya katılacağını haber aldı ve kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. O an kendisine: "Niye ağlıyorsun? Biz onunla konuşup sırlaşacağız ya!" diyen bir kimseye; "Ben başka bir yere konulacağım diye ağlamıyorum. Kalbimin merhametinden ötürü ağlıyorum. Bana insan topluluklarının içine konulacak olan kırklar daha bu devirde seyrettirildi ya, işte bunun için ağlıyorum!" demiş ve yine kendisine heyecanla: "Emrolunan kişiyi gördün mü? Emrolunan kişiyi gördün mü?"diyen başka bir kişiye ise: "Hayır! Lâkin kubbe kapısının sonuna kadar vardım, iki ayağımla sıçrayarak emrolunan kişinin kapısını çaldım. Emrolunan kişiyi bu kubbeden elini çıkarır gibi gördüm." cevabını vermişti.
Bunları söylerken, birdenbire "emrolunan kişi"nin "kırklar"a işaret ederek; "Bu kırkları şu hazîreye götürün, onları burada 'ayakta tutma'ya hapsedin!" emrini verdiğini işitti. Hazret, o kişiyi görme lütfuna eriştiği bu andan sözederken; "O bu dünya ehlinden daha farklı ve seçkindi. Ben emrolunan kişinin küçük ordusuyla ve Türk'le yürüyordum, bana hiç kimse zarar veremiyordu. O ben de dâhil olmak üzere, büyüklerin hepsini bu toplantıda biraraya topladı." diyordu. Bundan sonra o zât, Hazret'e; "Mescide çık, sana kendimle ilgili sırlar vereceğim!" dedi ve ardından kendisine: "Sen onların tümünün zuhuruyla kâim olacak kimseyi görüyorsun!" şeklinde bir hitap geldi. (Hakîm et-Tirmizî, "Risâle-i Büdüvv-i Şe'n", İsmâil Sâib, nr. 1571, vr. 215b-216a-217a)
Bu beldenin Türk beldesi olduğunu Allah-u Teâlâ ona bin küsur sene evvel bildirdi. Bu doğrudan doğruya ilâhî bir ilhamdır ve bir keramettir.
Hazret arzettiğimiz beyanlarında; "Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu." buyuruyor.
Bunun mânâsı;
Osmanlı Devleti bir zamanlar İslâm'ın bayrağını götürüyordu. Hilâfet onlardaydı. Allah-u Teâlâ onları her devirde velilerle destekledi. Fakat âhirzaman geldi, fesat devri başladı ve bu necip millet bozuldu, fesat hâline düştü. Öyle bir fesat ki, iman ile küfür birbirine karıştı.
Böyle bir zamanda, bu necip milletin necip olanlarını kurtarmak için, Allah-u Teâlâ bu beldeye Hâtem-i veli'yi gönderdi. Bu milleti seviyor, neciplerini ayırıyor, onları desteklemek için bir lütuf veriyor.
Daha evvel de arzetmiştik ki; bu birinci basamaktır. Hem Türk milletine, hem de Türk ordusuna gönderildi. Bu gönderilme Türk milletinin ıslâhı, ordunun mânevî desteğidir.
Binaenaleyh bu destek ahirete çekilinceye kadar devam edecek. İşin nezaketi daha sonra başlayacak. Nasıl ki her çadırın bir direği olur, çadırı ayakta tutan odur.
"Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur bilmiyorum, o zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?"
Âhir zamanda zuhur edecek olan "Hâtemü'l-evliyâ"nın vasıflarını açıkça gözler önüne seren Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adlı eserinin son satırlarında Hâtemü'l-evliyâ'nın vazîfesine işaret etmiş; onun Allah tarafından verilmiş iki kılıca sahip olduğuna dikkati çekerek, onu "Din kâfirleri" ne gâlip getiren bu kılıçlardan birinin "Kalem" i, diğerinin ise, vâris olduğu "Yakîn" mertebesi olduğunu haber vermiştir:
"Bil ki, onun alâmetlerinden birisi de; onun kılıcının, mukâbele ettiğinde kendisini gâlip getiren 'kalem'i olmasıdır.
Peygamber Aleyhisselâm kâfirlere kendi kılıcıyla vurup, onları öldürürdü; Hâtemü'l-velî de onlara bâtında, kendi kalemiyle vurur ve onları helâk eder. Böylelikle Allah onu, Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir 'kılıç' kılar.
Allah-u Teâlâ'nın kılıcı ikidir:
'Din kılıcı' ki, Muhammed Aleyhisselâm'ın izinde bulunmaktır. O kılıç, din ehlinin kendisiyle ayakta durduğu; şirk, şek (şüphe) ve tahmin ehlinin boyunlarının kendisiyle vurulduğu kılıçtır.
'Yakîn kılıcı' ise 'Kibriyâ kılıcı'dır ki; Kudsî ruh'tan sür'atle 'Hâtemü'l-evliyâ'ya ulaşır. Bu kılıç ise; 'Temkîn ehli'nin kendisiyle ayakta durduğu, alâkaların ve mel'un (şeytan)ın vesveselerinin kendisiyle kesilip koptuğu, din kâfirlerinin ruhlarının Zât'ıyla katlolunduğu bir kılıçtır.
Yakınlığın incelikleriyle onlardan sıyrılıp çıkarılan müminlerin ruhlarının cemaati içinde Allah, onları katlettiği din kılıcını Hâtemü'l-enbiyâ'ya has kılmış ve şeytanın nüfûzundan selâmete erişen Yakîn erbâbı'na mîras bırakmıştır." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 207b)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; "Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan" buyurarak bu hususu şöyle izâh etmişlerdir:
"İslâm dini kardeşlik dinidir. Uhuvvet İslâm'ın temel düsturlarındandır.
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." (Enfâl: 46)
Hazret-i Allah'ın emri budur. Hazret-i Allah'ın kitabı budur, Hazret-i Allah'ın dini budur.
Biz "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvet ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz.
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Muhakkak iç ve dış, din ve vatan düşmanlarına karşı yekvücut olmamız lâzım.
Âyet-i kerime'lerde:
"Mü'minler kardeştirler." (Hucurât: 10)
"İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." buyuruluyor. (Mâide: 2)
"Allah-u Teâlâ muhakkak birleşmeyi emir buyururken bizim Allah ve Resul'ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa her bir bölücüye ayrı ayrı tabi olup paramparça olmamız mı? "Elbette birliktir" diyeceksiniz. O halde Allah ve Resul'de birleşelim. Bu "İlâhi Görüş Birliği'ne Dâvet"tir.
Hazret-i Allah'ta, Resulullah Aleyhisselâm'da, Kitabullah'ta birleşelim. Yek vücut halinde hem dinimizi hem vatanımızı kuvvetlendirelim.
Allah'ımız bir, Kitabımız bir, Peygamberimiz bir. İslâm'da kardeş olalım."
"Bizim iki gayemiz var; nuru yaymak, küfrü kaldırmak!.."
"Ancak öyle bir devirde yaşıyoruz ki, her türlü fitne, her türlü bölücülük almış başını gidiyor. Her türlü ahlâksızlık yaşanıyor.
İşte bu en kötü devirde vatanda bölücüler olduğu gibi dinde, İslâm dini'nin içinde de bölücüler türedi. Vatan bölücülerinin vatanımızı parsellemeye çalıştıkları gibi bunlar da Allah-u Teâlâ'nın dinini, din-i İslâm'ı bölüm bölüm bölmeye, kendi nam ve hesaplarına parsellemeye çalışıyorlar. Kendi zanlarını hüküm yerine koymaya, insanları nefis putunun etrafında toplamaya çalışıyorlar. Herkes kendi parselinde memnun, rahatı istirahatı yerinde. Ancak belli bir vakte kadar:
Gerek İslâm'a ve gerekse vatana düşman olan bu bölücüleri iyi tanıyın. Sakın parçalanmayın. Sabırlı olun. Allah-u Teâlâ yardım edecek ve bunları, bu küfür ehlini bir bir yok edecek. Din-i İslâm ve vatan selâmet olacak."
Âyet-i kerime'de:
"Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin." buyuruluyor. (Hacc: 78)
Hakkını vermek için insan canını, malını, her şeyini ortaya koyacak öyle çıkacak. Ben yatağımda yatayım, param da cebimde olsun, canım da cennette olsun, bu olmaz. Osmanlı'ya bak, canını, malını fedâ etti, bu galibiyetleri elde etti. Bugün de bu iman kalesini muhafaza etmek için insan da canını, malını feda edecek, lâf işi değil.
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir. İşte onlar sâdıklardır." (Hucurât: 15)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın ve ona tabi olan bahtiyar müminlerin Allah yolunda yaptıkları cihad sebebiyle ne kadar büyük, ulvî ve ebedî mükâfatlara nâil olduklarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Fakat o peygamber ve onun maiyetinde bulunan müminler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler." (Tevbe: 88)
Allah-u Teâlâ'nın cihad emr-i şerif'ine muhalefet etmediler. Çünkü kendilerinden daha üstün olan peygamberleri de cihad etti.
"İşte bütün hayırlar onlarındır, saâdete erişenler de onlardır." (Tevbe: 88)
Onlar sadece geçici zevklerle yetinmeyip, ebedi olan isteklerine de ulaşan kişilerdir.
Müminlerin canları ve mallarıyla cihada atılmalarına karşılık olarak Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve ikram edeceği mükâfat elbette ki büyüktür:
"Allah onlar için altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır.
İşte bu en büyük kurtuluştur." (Tevbe: 89)
Allah yolunda bilfiil cihad edenler, güzel niyetleri sebebiyle mükâfata erecekleri gibi, bu mühim vazifeyi severek yaptıkları için ayrıca mükâfata müstehak bulunmuşlardır. Cehennemden kurtulmuş, cenneti ve oradaki nimetleri elde etmişlerdir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kim Allah'a ve Resul'üne inanır, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Hakk yolunda cihad etse de veya doğduğu yerde otursa da, Allah onu cennetine koymayı vâdetmiştir."
–Yâ Resulellah! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?
"Elbet cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyiniz. Çünkü o, cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allah'ın arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar." (Buhari. Tecrid-i sarih: 1179)
Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk bunu cihad edenlere verecek.
Allah-u Teâlâ'nın cennet sakinlerine lütfettiği nimetler, beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki farklar da büyüktür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah yolunda cihad edenin, sabahtan kuşluğa kadar veya öğleden akşama kadar yapacağı bir yürüyüş, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." (Buhari)
"Allah yolunda ayağı tozlananları, Allah cehenneme haram kılmıştır." (Buhari)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin, ümmetinden havarileri ve sünnetine tâbi olan, emrine uyan ashabı olmasın.
Sonra onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkar.
İşte kim ki onlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim ki onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim ki onlara karşı kalbiyle mücadele ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi de yoktur." (Müslim: 80)
Ebu Zerr -radiyallahu anh- rivayet ediyorlar:
"Ey Allah'ın Resul'ü! Amellerin en hayırlısı nedir? diye sordum.
"Allah'a iman etmek ve Allah yolunda cihat etmektir." buyurdular." (Buhârî)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!" buyuruyor. (Tevbe: 73)
İnanan hakiki iman etmiş bir müminin bu Âyet-i kerime karşısında titremesi lâzımdır.
Diğer Âyet-i kerime'sinde ise Hazret-i Allah şöyle buyuruyor:
"Muhammed Allah'ın Peygamber'idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır. İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekicilerin hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah iman edip sâlih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfat vâdetmiştir." (Fetih: 29)
Bunlar hep imanî konulardır. Hazret-i Allah'ın emridir, hüküm O'nundur.
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sabittir. Allah'tan ziyâde ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir." (Tevbe: 111)
Bunca şehitler bu Âyet-i kerime'nin şerefine nail olmak için canlarını verdiler, mallarını feda ettiler. Allah için!
Bir dış düşman saldırdığında Allah için onunla cihad eden bir müslüman hayatını kaybettiği zaman şehid olur, ebedî saadete nail olur.
Kâmil iman sahipleri hakkında ise Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Bir kâfirin bir müslümana vereceği en büyük ceza, işkence yaparak veya idam ederek onu öldürmesidir.
Ve fakat Allah-u Teâlâ onu iman şerefi ile müşerref etmiş ise, şehâdet rütbesine ulaşarak ebedî saâdete ermesine vesile olur.
"Şehit" cennetlik olduğuna şâhitlik edilen kişi demektir. Allah yolunda öldürülen müminlerin ruhunu Allah-u Teâlâ'ya yükseltmek için birçok melekler hazır olur ve onun Allah yolunda öldürüldüğüne şâhitlikte bulunurlar.
Şehitlik Allah-u Teâlâ'nın mümin kullarına bahşettiği en yüksek mertebelerden birisidir. Kur'an-ı kerim'de on beş yerde şehitler övülmekte, Âyet-i kerime'lerde Allah yolunda hayatlarını fedâ etmekten çekinmeyen muhterem şehitlerin yüksek mertebeleri, ilâhî lütuflara mazhar kılındıkları, ruhânî bir haz içinde ebedî bir hayat ile berhayat oldukları haber verilmektedir:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın." (Âl-i imrân: 169)
Bu hitâb-ı ilâhî her ne kadar Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ise de, kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlara şâmildir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin." (Bakara: 154)
Buyurularak onlara "Ölü" denilmesi yasaklanmıştır. Çünkü onlar Allah yolunda hayatlarını cömertçe fedâ ettiler. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir.
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Bu Âyet-i kerime onların ölü zannedilmemesi hususunda kati bir delildir.
"Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda merzuk olmaktadırlar. Yerler, içerler, gezerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmedik bir hayat yaşarlar. Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ onlara nasıl bir hayat bahşetmiştir.
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Uhud savaşında kardeşlerimiz şehit olunca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Onlar cennet nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler ve Arş'ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillere konarlar.
Onlar yiyecek ve içeceklerinin tadını, eğlenip dinlendikleri yerin güzelliğini görünce de: 'Kardeşlerimizin cihaddan uzak durmamaları ve savaştan yüz çevirmemeleri için, bizim cennette rızıklandırıldığımızı onlara kim bildirecek?' dediler.
Allah-u Teâlâ: 'Sizin arzunuzu onlara ben duyururum.' buyurdu. Bunun üzerine bu âyetler indi." (Müslim-Ebu Dâvud)
Hadis-i şerif mucibince her sıfata bürünürler, istedikleri kılığa girip çıkarlar, her yeri gezerler, icabında makamdan makama uçarlar.
Buradaki insanlar onları göremezler, bilemezler. Çünkü onlar Âlem-i berzah'ta, Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteğindedirler. Âlem-i berzah'ın yanında dünya bir avuç kadardır. Orada perdeleri açıldığı için her tarafı görerek, bilerek hareket ederler. Dünya ile ahireti bir görürler, perde yok çünkü onlarda. Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği her şeyden haberdardırlar. Buradaki insanlar bakan kördürler, onlar ise görüyorlar.
Bu gizli bir hayattır, bu hayata "Hayat-ı hakiki" de denilir. Dünyadaki hayata ise "Hayat-ı hayâlî" denilir.
Gizli hayatta hakiki hayat vardır.
Size o gerçek hayatın zevkini duyurmaya, dünyanın değersizliğini göstermeye çalışıyoruz. Çünkü herkes dünyaya sarılmış gidiyor.
•
Allah-u Teâlâ yine haber veriyor ki, şehitler hayatın diğer bir hususiyetine de nâil olmuşlardır:
"Allah'ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler." (Âl-i imrân: 170)
Onlara bağışlanan böyle bir kurbiyetten, böyle bir hayatta olmaktan, Rabb'lerinin kendilerini şehitlik gibi bir mertebeye muvaffak kılmasından dolayı sevinirler. Allah-u Teâlâ'nın rızâ-ı Bâri'sinin bulunduğu bir nimet ve rızıktan daha çok hangi şey onları sevindirebilirdi?
"Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i imrân: 170)
Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler. Kardeşlerinden alâkalarını kesmemişler, onlarla olan bağlarını koparmamışlardır.
Cihadda henüz canlarını vermemiş olan mücahid kardeşlerinin, şehit oldukları takdirde, ölümden sonra mazhar olacakları nimetler sebebiyle, hem kendileri adına hem de arkada bıraktıkları kardeşleri adına sevinirler. Çünkü ahirette kardeşlerinin herhangi bir korkuları olmayacaktır ve dünyadan ayrılmalarına da üzülmeyeceklerdir.
"Onlar Allah'tan olan nimet ve keremin; Allah'ın müminlerin ecrini zâyi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler." (Âl-i imrân: 171)
Allah-u Teâlâ sevinçle ilgili olan nimet ve lütfu hatırlatmak için onların sevinçlerini ikinci defa zikretmiştir.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
"Bir defasında üzgün bir halde bulunurken Resulullah Aleyhisselâm'la karşılaştık.
Bana:
'Seni niye böyle üzgün görüyorum?' diye sordu.
'Babam Uhud'da şehit düştü. Geriye bakıma muhtaç bir ıyâl ve bir de borç bıraktı.' dedim.
Bunun üzerine:
'Allah'ın babana hazırladığı nimeti sana müjde edeyim mi?' buyurdu.
'Evet!' deyince devam etti:
'Allah hiç kimse ile yüz yüze konuşmuş değildir, daima perde gerisinden konuşur. Ancak babanı ihyâ etti ve perdesiz konuştu. 'Ey kulum! Ne dilersen benden iste vereyim!' dedi. Baban: 'Ey Rabb'im!' Beni dirilt, senin yolunda ikinci sefer bir daha öldürüleyim!' isteğinde bulundu. Allah-u Teâlâ: 'Fakat ben daha önce ölenlerin artık geri dönmeyeceklerine dair hüküm koymuştum.' buyurdu.
Bunun üzerine Âl-i imrân suresinin 169. Âyet-i kerime'si nâzil oldu." (Tirmizî: 3013)
Âyet-i kerime'ler Ashâb-ı kiram hakkında nâzil olmakla beraber, sebebin hususi oluşu hükmün umumi oluşuna mani olmadığı için; sözü edilen bütün bu ihsanlar, kıyamete kadar gelecek bütün şehitlere ve mücahidlere de şâmildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ashâb-ı kiram'ı şüphesiz ki bu hususta en büyük ve en canlı numunedirler.
•
Şehit kimdir? Müslüman olan, yalnız ve yalnız Allah için harbe giden, hiçbir gaye ve menfaat taşımayan, Kelimâtullah'ın yükselmesi ve din-i İslâm'ın yayılması için gayret eden; dinini, vatanını, namusunu korumak için, o niyetle ölenler şehittir. Başkalarına şehit denmez. Onlara şehit denilmesi insanların taktığı bir isimden ibarettir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah yolunda öldürülen şehittir." buyurmuşlardır. (Müslim)
İhlâs olmadan Allah-u Teâlâ'nın rızâsı gözetilmeden ne yapılırsa yapılsın İnd-i ilâhi'de makbul olmuyor. İhlâs ise ancak niyetle olur. Bütün amellerin özü ve esası niyettir. Allah-u Teâlâ'nın amellere bakması niyet sebebi iledir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Ümmetimin şehidlerinin çoğu, başı yastıkta ölenlerdir. Savaş meydanında nice öldürülenler vardır ki, onların niyetini ancak Allah bilir." (Ahmed bin Hanbel)
•
Şehitlerin Allah katında kazanmış oldukları mertebe, Resulullah Aleyhisselâm tarafından muhtelif Hadis-i şerif'lerde belirtilmiştir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Şehitten başka cennete giren hiçbir kimse yoktur ki, dünyaya dönmeyi ve yeryüzündeki her şeyin kendisinin olmasını dilesin. Şehit ise gördüğü ikramdan dolayı dönmeyi ve on kere öldürülmeyi temenni eder." (Müslim: 1877)
Bu Hadis-i şerif, şehitliğin faziletini gösteren delillerin en büyüğüdür.
Bazı rivayetlerde belirtildiği üzere Allah-u Teâlâ: "Bir arzun var mı?" diye sorar. Şehitler hiçbir arzularının olmadığını, sadece yeryüzüne dönerek Allah yolunda tekrar şehit olmayı temenni ettiklerini belirtirler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir başka Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanın aldığı her yara Allah yolundadır. Sonra kıyamet gününde bu yara, vurulduğu günkü kılığında olacak, kan fışkıracaktır. Renk kan rengi, koku misk kokusudur." (Müslim: 1876)
Şehitin misk gibi güzel kokusu, onun fazilet ve şerefini mahşer halkına duyurmak için yayılacaktır. Kanının ve cenazesinin yıkanmaması da bundandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mertebeyi her vesile ile beyan etmiş ve ümmet-i muhteremesini daima teşvik etmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Muhammed'in nefsini kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi ne kadar isterdim." (Buhârî - Müslim: 1876)
Aslında savaşa ölmek için değil, düşman öldürmek, saldırı ve azgınlığı durdurmak için gidilir. Ölümden korkmaya gerek yoktur. Çünkü bu, Allah-u Teâlâ'nın değişmeyen kanunudur.
•
Mikdam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şehide, dökülen ilk kanı esnasında altı haslet verilir: Günahları bağışlanır. Cennetteki makamını görür. Cennet hurisiyle evlendirilir. (Kıyametin) büyük korkusuna karşı teminat verilir. Kabir azabından emin kılınır. İman elbisesi ile ziynetlendirilir." (Buhârî)
Şehitlik öyle büyük bir lütuftur ki, cennetin bütün yollarını açar ve hurilerin istikbale çıkmasını sağlar. Rahmet meleklerinin refakatine sebep olur. Şehidin ruhunu yetmiş bin melek elleri üzerinde yükseltir.
Ruhları bedenleri ile devamlı irtibat halindedir. Bu bakımdan birçok şehitlerin bedenleri çürümez. Yalnız kendileriyle meşgul değil, aynı zamanda dünyadaki müminlerle de yakından ilgilidirler.
• Cephede şehid olanlar,
• Hükmen şehid olanlar,
• Aşk şehidleri ki bunlar kitapta izâh edilmiştir.
Şehidlik kul hakkı dışında, bütün günahların bağışlanmasına vesiledir.
Ebu Katâde -radiyallahu anh- anlatıyor:
Bir kimse: "Yâ Resulellah! Ne buyurursun? Allah yolunda öldürüldüğüm takdirde bütün günahlarım affolur mu?" diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Evet, ihlâsla sabrettiğin halde ileri gidip geri dönmeyerek Allah yolunda öldürülürsen!" buyurdu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sonra: "Nasıl dedin?" diye sordu.
O kimsenin, sorusunu aynen yenilemesi üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sözlerini şöyle tamamladı:
"Evet, ihlâsla sabrettiğin halde, ileri gidip geri dönmeyerek Allah yolunda öldürülürsen! Yalnız borç müstesnâ. Zira bunu bana Cebrâil Aleyhisselâm söyledi." (Müslim: 1885)
Ancak denizlerde Allah yolunda savaşıp şehid düşenlerin diğer bütün günahlarıyla birlikte kul hakkından doğan günahları da bağışlanır, Allah-u Teâlâ hazine-i gaybından ihsan eder.
•
Duâ ederken bir kişinin değil, Ümmet-i Muhammed'in affını isteriz. Çünkü vallâhi Allah-u Teâlâ'nın bir kişiyi affetmesi ile Ümmet-i Muhammed'i affetmesi arasında fark yoktur.
Duâya başlamadan evvel de şunu söyleriz:
Yâ Rabb'i! Habib'in buyurdu ki; "Kullar senin kulun, azab edersen senin kulların, merhamet edersen sen lütuf, ihsan ve kerem sahibisin, affedersin."
Yâ Rabb'i! Ümmet-i Muhammed'i affet. Sen öyle bir Kerim Mabud'sun ki, beni affetmekle Ümmet-i Muhammed'i affetmek arasında hiçbir fark yok.
Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'e umûmî rahmetle muamele et! Amin!...