"Biz tedbiri çok severiz, lâkin takdirden de kurtuluş olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın takdirine rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mâni değildir. Nitekim Kur'an-ı kerim'de:
"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyuruluyor. (Bakara: 195)
Hazret-i Allah hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır. Şerri de takdir eden O'dur. Onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır. Kul her şeyden önce Hakk'a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir: "Allah'ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi lütfet." Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında kişinin içi dışarıya çıkar."
Tedbir, Allah-u Teâlâ'nın verdiği aklı yerinde kullanmaktır. Allah-u Teâlâ imtihan için çeşitli musibetler verir, ibtilâlara uğratır. Dilerse başımıza birçok insanları musallat eder. Bir müslümanın bu gibi durumlarda gönülden Allah-u Teâlâ'ya sığınması, bir taraftan da gücünün yettiği bütün tedbirleri alması gerekir. Biz Sahib'imize sığınacağız, her iş ve hareketimizi O'nun rızâsına uygun olarak yapacağız ve bu arada tedbirlerimizi de hiç elden bırakmayacağız. Allah-u Teâlâ'ya sığınmak, takdirine rızâ göstermek, sebeplere başvurmaya mâni değildir. Hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır, şerri de takdir eden O'dur, onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Hazret-i Allah, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şahsında müminlere şöyle emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Bütün tedbirlerinizi alın." (Nisâ: 71)
Tedbir, ilâhi bir emirdir.
Cenâb-ı Hakk tedbiri emrediyor; "Bütün tedbirini al!" buyuruyor.
Tedbir bu derece mühimdir.
Musa Aleyhisselâm Mısır'dan çıkarken Allah-u Teâlâ Firavun'un elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
"Kullarımı geceleyin götür, çünkü takip edileceksiniz." (Duhân: 23)
Yine Musa Aleyhisselâm'a hitaben Mâide Sûre-i şerif'inin 23. Âyet-i kerime'sinde;
"O zorbaların üzerlerine kapıdan yürüyün! Oradan girince muhakkak galip gelirsiniz.
Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." buyurulmuştur.
Önce tedbiri, sonra tevekkülü şart koşmuştur.
Yine Yakup Aleyhisselâm oğullarına Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmelerini emrederek tedbir aldırmış, sonra da tevekkül eylemişlerdir.
"Oğullarım! Şehre bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin. (Olur ki herhangi bir musibetle karşılaşırsınız.) Bununla beraber ben, Allah'ın hükmünden hiçbir şeyi sizden gideremem. Hüküm yalnız Allah'ındır. Ben ancak O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de O'na tevekkül etsinler." (Yusuf: 67)
Tedbiri çok sevmeliyiz, lâkin takdirden de kurtuluş olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın takdirine rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mâni değildir.
Nitekim Kur'an-ı kerim'de:
"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyuruluyor. (Bakara: 195)
Hazret-i Allah hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır. Şerri de takdir eden O'dur. Onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk'a tevekkül et." (Tirmizî)
Yani malı muhafaza tevekküle halel vermez.
Allah-u Teâlâ'ya tevekkül eden bir müslüman, büyük bir azimle işe sarılır, çalışır, çabalar, elinden gelen her şeyi yapar, sonucunu da Allah-u Teâlâ'dan bekler. Meselâ tarlasını sürer, tohumunu eker, zamanı gelince sular, sonra tarlanın ürün vermesini Allah-u Teâlâ'dan diler.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde hem istişareyi, hem azim, çalışma ve gayreti yani tedbiri hem de tevekkülü emretmektedir:
"İşlerinde müminlerle istişare et! Müşavereden sonra bir de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül edenleri (kendisine bağlananları) sever." (Âl-i imrân: 159)
Sürmek, ekmek, sulamak ürünün olması için başvurulması zaruri sebeplerdir. Asıl ürünü verecek olan Allah-u Teâlâ'dır.
Müslümanların başarılarının en önemli sırrı tevekküldür. Tevekkül duygusu insan için büyük bir güç kaynağıdır. Gönüllere itminan bahşeder.
Tevekkül sebeplere değil, sebepleri yaratana güvenmek ve O'nu tercih etmektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emir buyuruyorlar:
"Kayyid ve tevekkel; tedbir al, tevekkül et."
Bütün tedbirlerini al, sonra da Hazret-i Allah'a tevekkül et.
Bu bir emri Peygamberi'dir. Binaenaleyh; tedbir olmadan tevekkül olmaz. Düşün; sana akıl vermiş, bu aklı yerinde ve güzel kullanmamız lâzım.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Tedbir gibi akıllılık yoktur, günahlardan sakınmak gibi takvâ yoktur, güzel ahlâk gibi asalet yoktur." (İbn-i Mâce)
"Allah tedbir almakta aciz davranmayı kınar. Sen tedbirli ol! Buna rağmen bir işe gücün yetmezse; 'Hasbiyallahü ve ni'mel vekil' de." (Buhârî, Ebu Dâvud)
"Tedbir hayatın yarısıdır." (Deylemi)
"Kaplarınızın ağzını kapatın, su tulumlarının ağzını bağlayın, kapılarınızı örtün, yatarken kandillerinizi söndürün." (C. Sağir)
"Bir yerde bulaşıcı bir hastalık varsa oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık çıkarsa oradan çıkmayınız." (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif'ler tedbir almanın, tedbirli olmanın ehemmiyetini gösteriyor. Hayatımızın her alanında tedbir almak sonra tevekkül etmek farzdır.
Tedbir alırsın, her hazırlığını yaparsın, sonra bir şey gelirse "Ha! Bu takdirmiş." Bir insan hazırlı olursa; "İlâhi takdir böyleymiş" der.
"İşte bu Azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)
Bu Âyet-i kerime'ye râm olur. Zira O ne takdir ederse o olacak. Şu halde, telâşa lüzum yok. Hüküm O'nun, mülk O'nun, yalnız hazırlı olmak lâzım.
Fakat boşta bulundun, o zaman mesulsün...
Her insan ne işle mükellef ise o işin gereklerinin en iyisini yerine getirmelidir. Gerek insanın, gerek malının korunması için her tedbir alınmalıdır.
Nasıl ki soğuk kış gününde hasta olmamak için sıkı giyinmek bir tedbir ise, kötü günler için her türlü tedbiri almak, erzak ayırmak, kenara para biriktirmek de bir tedbirdir. Âhir zamanda çıkacak fırtınalara şimdiden hazırlanmalıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Fırtına gelince insan şaşırır. Bu gelmeden evvel kendimizi Allah'a takdim edelim. Geldikten sonra fayda yok. Boşta bulunursa, şaşırır ve orada imanı da kayar. Hazırlıklı olursa; "İlâhi takdir böyleymiş!" der. "Zaten gelecekti, ben bekliyordum!" der. Eğer yaşamak takdirse yaşar, ölüm takdirse o husule gelir. Allah'ımız cümlemizi imanla alsın.
Bir de ahiret tedbiri vardır ki o da ölmeden evvel Hazret-i Allah'a, Resulullah'a teslim olmak. Hazret-i Allah'ın koyduğu ahkâm mucibince yaşamak, Resulullah Aleyhisselâm'ın izinden yürümek. Böylece ahirete hazırlanmak. Onun için hazırlıklı olmak lâzım.
Yusuf Aleyhisselâm zindanda sıkıntılı günler geçirirken, Mısır kralı bir rüyâ görmüş, rüyâsını tabir ettirememişti. Zindanda Yusuf Aleyhisselâm'a arkadaşlık eden kimse krala Yusuf Aleyhisselâm'dan bahsetmiş ve nihayet rüyâyı Yusuf Aleyhisselâm'a yorumlatmıştı. Zindandan çıkma vakti de gelmişti. Bu husus Kur'an-ı kerim'de şöyle anlatılıyor:
"(Kral) dedi ki: "Ben rüyâmda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini görüyorum. Ayrıca yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüyâ yormasını biliyorsanız, bu rüyâmı bana yorumlayınız."
"Bunlar karmakarışık rüyâlardır, biz böyle rüyâların yorumunu bilemeyiz." dediler.
Zindandaki iki kişiden kurtulmuş olanı, uzun bir zaman sonra (Yusuf'u) hatırladı ve: "Ben size onun yorumunu haber veririm, hele beni bir gönderin!" dedi.
(Yusuf'un yanına giderek dedi ki): "Ey Yusuf! Ey doğru sözlü kişi! Rüyâda görülen yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yemesi, yedi yeşil başak ve bir o kadar kuru başak nedir? Bize yorumla, ben de insanlara ulaştırayım da bilsinler."
Yusuf dedi ki: "Âdetiniz üzere yedi sene ekin ekersiniz. Sonra biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını başağında bırakınız."
"Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, tohumluk olarak saklayacaklarınızdan az bir miktar hariç, o yıllar için önceden biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek."
"Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki, o yılda insanlara bol yağmur verilecek, o zaman da sıkıp sağacaklar."
(Bunun üzerine) kral: "Onu bana getirin!" dedi. Elçi (Yusuf'a) gelince (Yusuf ona) dedi ki: "Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi diye bir sor! Şüphesiz ki benim Rabb'im onların hilesini çok iyi bilir."
(Kral kadınlara) dedi ki: "Yusuf'un nefsinden murad almak istediğiniz zaman durumunuz neydi?" Onlar da: "Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik." dediler. Aziz'in karısı da dedi ki: "İşte şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istemiştim. Doğrusu o sâdıklardandır."
(Yusuf dedi ki:) "Bu, Aziz'in yokluğunda ona hâinlik etmediğimi ve Allah'ın hâinlerin hilesini başarıya erdirmeyeceğini (herkesin) bilmesi içindir."
Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Rabb'imin merhameti olmadıkça nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder. Şüphesiz ki Rabb'im bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf: 43-53)
Ve nihayet Yusuf Aleyhisselâm zindandan çıkınca hemen işe başladı. Tıpkı rüyâyı yorumladığı gibi olmuş, ilk yedi yılda büyük bir bolluk görülmüştü. Halka ziraatle uğraşmalarını emretti. Halk ekin ekmedik yer bırakmadı. Kıtlığa karşı tedbir olarak büyük ambarlar yaptırıp, mahsullerin fazlasını başakları ile beraber depo ettirdi, üretimi artırmak için ayrıca çalışmalar yaptı. Kadın-erkek, genç-ihtiyar herkes onu çok seviyordu.
Derken kıtlık yılları gelip çattı. Dillere destan olan bu müthiş kıtlık; yalnız Mısır'ı değil, Şam ve Kenan da dahil, bütün komşu memleketleri etkisi altına aldı, bir baştan bir başa kasıp kavuruyordu. Her şey tıpkı Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyâyı yorumladığı gibi oldu. Yeni vezirin attığı akıllıca adımlar sayesinde yalnızca Mısır'da sıkıntı yoktu, halk ihtiyaçlarını temin etmek için akın akın ambarlara koşuyordu.
Yusuf Aleyhisselâm vazifesini adaletle yerine getirdiği için herkesin sevgisini kazanıyordu. Birkaç gün aç kaldığı olurdu. "Niçin aç kalıyorsun?" diyenlere:
"Aç kalanların halinden gafil bulunmamak için." derdi.
Hatta krala dahi günde bir öğün yemek verilmesini aşçısına emretti. Bu hareketi ile kralın açlığı tadıp, açları unutmamasını ve muhtaçları düşünmesini sağlamak istiyordu.
Mısır dışındaki bütün memleketlerin yiyecekleri tükenmiş; bolluk yıllarında Mısır'da zâhire depolandığı, Mısır Azizi'nin halka zâhire dağıttığı kulaktan kulağa her tarafa yayılmıştı. Duyan herkes uzak yerlerden binbir zahmetlerle varını-yoğunu verip Mısır'a buğday almaya geliyor, kervanların ardı arkası kesilmiyordu. Herkes ekmek derdine düşmüş, bütün komşu memleketlerin gözü Mısır'a çevrilmişti. Mısır hazineleri para ile dolmuştu.
Bu vesile ile Kenan diyarında da şiddetli geçim sıkıntısı olacak ve böylece kardeşleri ile buluşacak ve nihayet ikinci sefer Bünyamin ile gelirlerken Yakup Aleyhisselâm oğullarına yola çıkarken yolculukları ile ilgili olarak onlara bazı tavsiyelerde bulunacaktı:
"Oğullarım! Şehre bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin. Olur ki herhangi bir musibetle karşılaşırsınız." (Yusuf: 67)
Böylece nazar değmesinden sakınmış olursunuz.
"Bununla beraber ben, Allah'ın hükmünden hiçbir şeyi sizden gideremem." (Yusuf: 67)
Çünkü tedbir takdiri bozamaz. Allah takdir ettiği bir işte kişinin basiretini bağlar.
"Hüküm yalnız Allah'ındır." (Yusuf: 67)
O hükmü hiç kimse engelleyemez.
"Ben ancak O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de O'na tevekkül etsinler." (Yusuf: 67)
Allah-u Teâlâ'ya sabırla teslim olan Yakup Aleyhisselâm, daha önce oğlu Yusuf Aleyhisselâm hakkında da acı bir tecrübe geçirmişti. Şu kadar var ki, bir beşer olarak oğullarına bazı ihtiyat tedbirleri almalarını tavsiye etmek durumundaydı.
Oğulları son derece güzellik sahibi idiler. Mısır'a ilk gelişlerinde vezirden izzet ve ikram görmüşlerdi. Bu sebeple herkesin hayret dolu bakışları onlara dikilmişti. Kendilerine nazar isabet edebilir veya başkalarının hasetlerini üzerlerine çekebilirlerdi.
Uzun bir yolculuktan sonra, nihayet ikinci defa Mısır'a geldiler. Babalarının öğüdünü yerine getirerek, onun emrettiği şekilde şehre girdiler:
"Gerçi babalarının bu tedbiri, Allah'ın takdirinden hiçbir şeyi onlardan savamazdı. Ancak Yakub içindeki arzuyu ortaya koymuş oldu. Şüphesiz ki o ilim sahibiydi, ona biz öğretmiştik." (Yusuf: 68)
Yakup Aleyhisselâm onlara bazı tavsiyelerde bulunmakla birlikte; her şeyin Allah-u Teâlâ'nın takdirine bağlı olduğunu, uygun bir nizam ile meydana geldiğini, O'nun izni ve iradesi olmadan hükmünde değişiklik yapmaya veya bozmaya hiç kimsenin salâhiyeti olamayacağını, O'na sığınıp O'na güvenerek tedbirli hareket etmek gerektiğini, buna rağmen tedbirin takdire mâni olamayacağını duyurmak istiyordu.
"Fakat insanların çoğu bilmezler." (Yusuf: 68)
Kaderin sırrını bilmedikleri için, sebeplere sarılmanın kadere engel olacağını sanar dururlar.
Musa Aleyhisselâm yeri ve zamanı geldikçe onları uyarmış, Allah-u Azimüşan'ın buyruğuna dönmedikleri takdirde kendilerini büyük bir azabın beklediğini önceden haber vermişti. Fakat onlar sapıklıklarında devam ettiler. Âkıbetlerini kendi elleriyle hazırlıyorlardı.
Firavun her fırsatta İsrâiloğulları'na zulmetmeye devam ediyordu. Topluca imhâ etmeyi bile göze almıştı. Bu bakımdan mabedlerde bir araya gelmek tehlikeli olabilirdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz de Musa ve kardeşine: 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınacak yer yapın, namaz kılın.' diye vahyettik."(Yunus: 87)
Firavun'un şerrinden ve takibattan kurtulmak için bir tedbir olarak; toplu halde bulunup şüpheleri üzerlerine çekmemeleri, evlerini namazgâh haline getirmeleri, ibadetlerini gizli yapmaları emredildi.
Firavun ilâhî dâvet karşısında, yumuşama şöyle dursun, zulmünü daha da artırıyordu.
Musa Aleyhisselâm'ın Mısır'da ikameti oldukça uzamıştı. Firavun ve erkânına karşı hüccet ve mucizelerini ortaya koyduğu halde, onlar inat ve küfürlerine devam ettiler.
Firavun ve avânesinin imanından ümidini kesen Musa Aleyhisselâm, aleyhlerinde duâ etti.
Nihayet onu yalanlamalarından sonra:
"'Bunlar günahkâr bir topluluktur.' diye Rabb'ine niyazda bulundu." (Duhân: 22)
Lâyık olan muameleyi yapması için onları Hakk'a havale etti.
Firavun, Musa Aleyhisselâm ile beraber İsrâiloğulları'nı göndermekte diretiyordu. Allah-u Teâlâ Firavun'un haberi olmadan, elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
"Kullarımı geceleyin götür, çünkü siz takip edileceksiniz." (Duhân: 23)
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki biz Musa'ya şöyle vahyettik: 'Kullarımı geceleyin yürüt.'" (Tâhâ: 77)
Firavun sizi engellemesin.
"Musa'ya vahyettik ki: 'Kullarımı geceleyin yola çıkar. Çünkü siz takip edileceksiniz.'" (Şuarâ: 52)
Onlar size yetişmeden siz deniz kenarına varmış olun.
Bu ilâhî emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay ışığında yola çıktılar, gizlice Mısır'ı terk ettiler. Sabah olduğunda onlardan Mısır'da hiç kimse kalmamıştı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayat-ı saadetleri bunun misalleriyle doludur. Hicret günü yatağına Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'i yatırması, gece yola çıkması, takip edilme ihtimaline karşı gideceği Kuzey yönüne değil ters istikamete Güneye doğru evin arka penceresinden çıkıp, geceleyin, ıssız yollarda gitmesi. Sevr mağarasına varması üç gün orada kalmaları.
Bedir Savaşı'nda, Bedir kuyularının olduğu yere düşmandan önce gelmişler, stratejik noktaları tutmuşlardı. Orduyu dinlendirmiş, az ve hafif techizatlı olmalarına rağmen maddi ve mânevi her türlü tedbiri almışlardı.
İslâm Ordusu Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınında bir yerde konakladı. Resulullah Aleyhisselâm nerede karargâh kurulmasının uygun olacağını Ashâb'ı ile görüştü. Bulundukları mevkiyi çok iyi tanıyan ve henüz otuzüç yaşında bir genç olan Hubab bin Münzir -radiyallahu anh- ayağa kalkarak fikrini söyledi. "Yâ Resulellah! Biz harpçi kimseleriz. Bana sorarsan, bütün suları kapatıp, bir tek su menbaı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm." dedikten sonra: "Yâ Resulellah! Bu karargâh yaptığın yer sana Allah'ın emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsi bir görüş neticesi, bir harp ve harp tedbiri olarak mı seçtin?" diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm:
"Hayır! Şahsi bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi." buyurdu.
Bu sefer Hubab -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Burası karargâh olarak inilecek bir yer değildir. Sen halkı buradan hemen kaldır. Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim, orada bol ve tatlı sulu bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım, sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz susadıkça havuzumuzdan su içeriz, onlar ise su bulup içemezler ve müşkül duruma düşerler." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Hubab! Senin işaret ettiğin görüş doğrudur." buyurdu.
Mücâhidler bulundukları yerden kalkarak müşriklerin konacakları yerin yakınındaki suyun yanına kadar gittiler. Orada büyük bir havuz yapıldı, içi su ile doldurulduktan sonra diğer kuyuların üzeri kapatıldı.
Müşrikler konakladıkları yerden kalkıp müslümanların karşılarında yerlerini almadan önce; Resulullah Aleyhisselâm mücâhidleri, yüzleri batıya, arkaları doğuya gelmek üzere saf nizamına koydu. Vâdinin yukarı tarafında bulunmanın daha uygun olacağını söyleyenler olmuşsa da:
"Hayır! Saflarımı düzenledim, sancağımı diktim, artık bunu değiştirmem!" buyurdu. Elindeki ok çubuğu ile: "Beri gel!...", "Geri git!..." diye işaret ederek hizaya getirdi. Ve nihayet Allah'ın yardımıyla İslâm ordusu galip geldi.
Uhud'a gelen İslâm ordusu, savaşmak için sahanın en iyi yerini seçmişti. Uhud dağına arkasını verdi. Sağına Medine-i münevvere düşüyordu, solunda bir vâdi vardı. Bu vâdi Uhud dağı ile Ayneyn dağları arasındaydı. Düşman bu vâdiden saldırırsa İslâm ordusunun sol kanadı tehlikeye düşebilirdi. Resulullah Aleyhisselâm Ayneyn geçidine elli kadar okçu yerleştirdi, başlarına da Abdullah bin Cübeyr -radiyallahu anh-ı kumandan tayin etti ve onlara şu emri verdi.
"Düşman yense de yenilse de, benden emir gelmedikçe yerinizden katiyyen ayrılmayacaksınız. Yenildiğimizi bile görseniz bize yardım için yerinizi bırakmayacaksınız. Düşman süvarileri gelirse onları oka tutunuz. Çünkü at, oku yiyince ilerleyemez."
Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh-i zırhlı kuvvetlerin başına, Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-i de zırhsız askerlerin başına geçirdi. Daha sonra ordusunu çarpışma düzenine koymaya başladı. "Beri gel!.. Geri git!.." gibi sözlerle safları düzeltti.
Elinde tuttuğu kılıcı uzatarak:
"Hakkını ödemek şartıyla bu kılıcı kim alır?" buyurdu. (Müslim: 2470)
Ensâr'dan Ebu Dücâne -radiyallahu anh-: "Bu kılıcın hakkı nedir yâ Resulellah!" diye sordu. "Eğilip bükülünceye kadar düşmanla savaşmaktır." buyurunca: "Ya Resulellah! Ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum." dedi ve kılıcı teslim aldı.
Buraya kadar olan safha Kur'an-ı kerim'de şöyle ifade edilmektedir:
"Resul'üm! Hani sen müminleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden ayrılmıştın. Allah işitendir ve bilendir." (Âl-i imrân: 121)
Aralarında geçen bütün sırlar Allah-u Teâlâ tarafından bilinmektedir.
O gün müslümanlar arasındaki parola "Öldür!" mânâsına gelen "Emit! Emit!" sözü idi.
Resulullah Aleyhisselâm Kureyşliler'in hazırlıklarından haber alır almaz, Ashâb'ına durumu bildirdi, bu iş için onlarla istişare yaptı. Çünkü savaş hususunda Ashâb'ına danışmak, onların fikirlerini almak âdeti idi. Birçok görüşler ortaya konuldu. Selman-ı Fârisî -radiyallahu anh- Medine-i münevvere'nin çevresine hendek kazılmasını tavsiye etti:
"Yâ Resulellah! Bizim İran'da bir âdetimiz vardı. Bir şehir hariçten hücuma uğrarsa, halk şehrin etrafına hendek kazar, memleketini savunurdu. Biz de öyle yapalım, hendek kazıp şehri tahkim edelim." dedi. Hiç görülmemiş bir harp usulü ortaya koydu. Çünkü Araplar'da hendek kazmak diye bir âdet yoktu. Bu teklif uygun görüldü ve hemen kabul edildi.
Şehri savunmak üzere, çevresine hendek kazıldığı için bu savaşa "Hendek" denildiği gibi, birçok müşrik ve yahudi kabilesi müslümanlara karşı birleştiği için "Ahzâb" da denilmiştir. Ahzâb; hizibler, gruplar, bir bakıma da müttefikler demektir. İlâhî nur'u söndürmek isteyen şer kuvvetler ortak ittifak kurmuşlardı.
•
İstanbul'un fethinde Fatih Sultan Mehmed Han'ın, Rumeli Hisarı yaptırması, toplar döktürmesi, gemileri yürütmesi de tedbirdendir. Binaenaleyh; muvaffakiyet yolunda alınabilecek kararlar, yapılabilecek uygulamalar, tedbire girdiği gibi aksi olmaması için alınan tedbirler de bu kabildendir.
Müslümanın tedbir ve hazırlığı iki türlüdür.
Birincisi; ibadet ve taat ile Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesini talep etmekledir.
Bugün akıllı olan kimse Hazret-i Allah'a sığınmalıdır.
Allah-u Teâlâ:
"Allah'a kaçınız." buyuruyor. (Zâriyât: 50)
Evet bu Âyet-i kerime de vardır amma ayrıdır, bu âyetin manası; siz Allah'a kaçınız, sizin yardımcınız O'dur, ihsan ve ikramı bol olandır.
Bir de;
"Sen Allah'a sığın!" (Mümin: 56)
Âyet-i kerime'si vardır ki çok daha mühimdir. Bugün Hazret-i Allah'a sığınma günüdür. Yarın ne olacağını bilmiyoruz. Çünkü o sığınmanın sayesinde, halkın sıkıntılı, telâşlı olduğu zamanda dilerse O seni kurtarır.
İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir. Şeytandan, kötülük ve şerlerden, haramlardan, günahlardan, cehennemden... Allah-u Teâlâ'ya sığınmak, kulluğun en mühim hususiyetlerindendir.
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mâbud O'dur.
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş bulunmamaktadır.
İstiâze; Allah-u Teâlâ'ya yaklaşanların vasıtası, O'ndan korkanların sarıldığı ip, suçluların barınacakları çare, musibete uğrayanların merciidir. Kalp ve ruhu şeytanın istilâsından kurtarmaya ve Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi altına girmeye vesiledir.
İstiâze "Firâr-ı ilâllah" makamıdır. Şirkten Tevhid'e, küfürden imana, zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyâdan ihlâsa, kibirden tevâzuya, cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adâvetten muhabbete, tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba... kaçıp sığınmaktır.
O'nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O'na itimat ve teslimiyette bulunun.
Bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir." (Mâide: 16)
Tevbe edip Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a yönelenlere ne mutlu! O dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saadet, ahireti selâmet olur. Çünkü o Hakk ile idi, halk ile değil.
Hazret-i Allah'a yönelelim, bize O yeter! Kalsak yolunda, gitsek yolunda ölelim inşaallah. Bizim için fayda getirecek budur: Yolunda olalım, yolunda ölelim.
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
Kitapları daima okuyun ve böylece bu devirleri aşmaya bakın!
Ey kardeş! Sakın ilâhi hükümleri arkaya atıp, nefis arzusunun peşinden gidenlerden olma. Öğüt ve nasihatten fayda gören müminler sınıfına dahil ol!
Hazret-i Allah ve Resulullah'a gönülden bağlı ol. İbadet ve taata devam et. Mahviyyetten ve hiçlikten ayrılma. Yolu bunlarla alın... Ölçü budur.
Hazret-i Allah kendisine yönelen, ibadet eden kulunu seviyor.
Namazla, ibadetle, zikirle, fikirle, salât-ü selâmla çok meşgul olalım. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in günlük sığınma duâlarını okuyalım...
Dünyaya değil, ahirete özenin. Dünyada özenilecek yer yok. Hele şimdiden sonra ne harpler, ne felâketler var...
•
İkinci husus şu ki;
Manen tedbir almak bu kadar mühim olduğu gibi madden de tedbirli olmak lâzımdır. Zira hayatı idame ettirebilmek için lüzumlu temel ihtiyaçlardan mahrum kalmak da büyük bir tehlikedir.
Kuraklık tehlikesi var, harp tehlikesi var.
Hazret-i Mehdi'nin zuhurunu ve alâmetlerini anlatan bir Hadis-i şerif'lerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle başlamışlardır:
"Ticaret ve yolların kesildiği ve fitnelerin çoğaldığı zaman ..." (İmam-ı Süyûtî)
Görüyorsunuz petrolümüz dışarıdan, gazımız dışarıdan geliyor. Gıda ihtiyacımızı bile dışarıdan temin etmeye başladık. Ufacık bir harpte bile geçici de olsa büyük sıkıntılar yaşama ihtimali var. Büyük pahalılıklar yaşanma ihtimali var. Rusya bir hafta gazı kestiği için Ukrayna ve birçok ülke kışın ortasında soğukta kaldı. Avrupa çok sıkıntı çekti. Buna kezâ buğdayda, pirinçte dışa bağımlı hâle geldik. Hayvancılık, tarım bitti. Tarım ürünlerinin tohumları bile ithal ediliyor.
Öyle günler gelecek ki, parayla bile olsa yiyecek bulamama durumları olacak.
Gün gelecek hiçbir şey işlemeyecek. Benzin yok, araba yok, dünyanın rotası bozulacak eski günlere dönülecek, petrol olmayacak, uçak, araba olmayacak, hiçbir şey işlemeyecek, gemiler yelkene dönecek.
Hadis-i şerif'lerde Ye'cüc ve Me'cüc kavminin istilâsı anlatılırken Resulullah Aleyhisselâm bir yerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İsa Aleyhisselâm ve ashâbı Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhasaranın şiddetinden o gün bir öküz başı, onlardan her biri için bugünkü paranızla yüz dinardan daha hayırlı olacak." (Müslim: 2937 - İbn-i Mâce: 4075)
Binaenaleyh her türlü tedbiri almak lâzımdır. Erzak olsun, ısınma, aydınlanma ihtiyaçları olsun, buna mümasil her türlü tedbiri almakta fayda var.
Allah'u-âlem ateş sardığı zaman her tarafı saracak.
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
Çok az insan kalacak. Yalnız cephe değil, cephenin gerisindeki de gidiyor. Bir atom bombası Japonya'yı mahvetti. Amma şimdi herkeste o bomba var. Herkes birbirine attığı zaman her taraf dümdüz olur. Hüküm O'nundur. O ne isterse O'nu yapar.
Harp mazallah yalnız askere değil, sivile de dokunur, onun için yiyecek içecek için çok tedarikli olmak lâzım. Allah-u Teâlâ'nın dediği olur amma önümüzdeki harpler şiddetli.
Para da böyle. Bugün değeri çok, yarın bir bakmışsın kâğıt parçası. Amma altın öyle değil. Para pul, altın külçe olur.
İktisatlı yaşa, senin ne yediğini kimse görmez. Önümüzde Allah'u-âlem karanlık günler var. O karanlık günlerde yaşayabilmek için şimdiden tedbir almak lâzım.
Hadis-i şerif'lerden ve Ashâb-ı kiram'ın rivayetlerinden anlaşıldığı üzere "Kıyâmet Alametleri bahsi" Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tebliğ ve irşad vazifesinin bir parçasıdır.
Hatta bir rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün -gün boyu- ashabına kıyamet alâmetlerini anlatmıştır.
Amr bin Ahtab -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün bize sabah namazını kıldırdı ve minbere çıkarak tâ öğle vakti girinceye kadar bize hitap etti. Sonra minberden inip namaz kıldırdı. Tekrar minbere çıkıp ikindi vakti girinceye kadar bize hitap etti. Sonra inerek namaz kıldırdı. Sonra tekrar minbere çıktı ve bize güneş batıncaya kadar konuştu. Olmuş ve olacak her şeyi bize haber verdi. Bunları en iyi bilenimiz, en belleyişli olanımızdır." (Müslim: 2892)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilmiştir:
"Resulullah Aleyhisselâm Vedâ Haccı sırasında bir ara: "İnsanlar susup dinlesin" buyurduktan sonra hamd ve senâda bulundu, akabinde Mesih ve Deccal'den uzun uzun söz etti:
"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hâli sizden gizli kalmayacak. Rabb'inizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir." (Buhârî. Fiten 17 - Müslim: 169)
Ashâb-ı kiram Hazerâtı'nın devrinde küçük çocuklara Deccal bilgisi verildiği rivayet edilmektedir.
Allah-u Teâlâ'nın peygamberlerine bu vazifeyi vermesi kıyamet alâmetleri bahsinin irşad vazifesinin bir parçası olduğunun en büyük delilidir.
Allah-u Teâlâ peygamberlerine bu vazifeyi verdiği gibi son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın varislerine de bu vazifeyi vermiştir. Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker vazifesi tevdi edilen ümmet bu ümmettir.
Bu afatların gölgesi iyice üzerimize düştüğü şu günlerde bu irşadı kimse yapmıyor.
Biz ise elimizden geldiği kadar halkı uyandırmaya çalışıyoruz, bu Hadis-i şerif'leri hatırlatıyoruz. Bu hususta Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; "Kıyamet Alâmetleri", "İnsan Dünya ve Ahiret" ismiyle kitaplar yazmışlardır.
Görülüyor ki; kıyamet alâmetleri beliriyor. Ne zaman fırtına kopacağını Yaratan bilir, fakat sığınmamız faydalıdır.
Yavaş yavaş karışacak, yavaş yavaş kaynayacak, sonra patlayacak ve dünya ateş alacak.
Böyle böyle kaynayacak, dünya ateşe verilecek, hüküm O'nundur. Denmişti ki; dünya öyle bir hale gelmiş ki, eskimiş eve benziyor, yıkıldı yıkılacak. Çünkü vakit geldi, dünyanın ömrü bitti, nihayetindeyiz. Amma afatla, amma harple dünya alabora olacak.
Elde fırsat, dilde ruhsat varken günün değil, saatin değerini vermek lâzım. Artık yıkım devri başlamıştır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyuruyorlar:
"Mehdi Aleyhisselâm zamanına 25-26 yıl var. Onun zamanına kadar çok harpler var, dünya bitecek ondan sonra yıkılacak. Ondan sonra fertler gidecek. Dünya perişan olacak. (2006)
Halk artık azabı hak etti. Bu azgınlığa karşı bu beklenir artık. Ne zaman kopacak diye bakılıyor. Çok şiddetli harpler olacak. Allah'ım ateşlerini birbirine ver diyorum. Zaman gelecek ne petrol kalacak, ne teyyaresi kalacak! Hiçbir şey kalmayacak. Eski zamana döneceğiz.
Her şey beklenir, "Yıkacağım" buyuruyor. Murat ettiğini yapar. Çünkü insanlar azdı ve hak etti.
Bizim zamanımız öyle bir zaman ki yazıların yazılması ile beşeriyet bu kitaplardan istifade edecek.
"O çiçek misâli baharda açar, meyveleri güzün toplanır."
Bundan sonra kıyamete kadar böyle bir kitap gelmeyecek, beşeriyetin bu kitaplardan istifade edeceğini ifşa ediyorlar.
Benim ümidim Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Bunun sebebi; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i iki defa Türk kıyafetiyle gördüm. Anladım ki Allah-u Teâlâ'nın Türkiye'ye bir nazarı, bir lütfu var; onun hürmetine Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Her ne kadar batırmak istedilerse de Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak, yüzdürecek. Deniz altı batıyor amma dilediği zaman su yüzeyine çıkıyor. Biz bunlarla çok meşgul olmak zorundayız.
Ömrü olan kısa zamanda çok şey görecek, "Yevmü'l-beter" denmiş, bitmiş.
Bu gelecek dalga Allah'u-âlem çok büyük dalga, O dilediğini korur, tabi ki size de her şey anlatılmıyor. Allah'ım korusun, Allah'ım korusun, Rabb'im korusun. Allah'a emanet... Takdir ne ise o olur. Hazret-i Allah'a yönelik olmak lâzım, bakalım bu afat bu dalga kimi alır, kimi bırakır, onu Yaratan bilir.
Çok vahim hadiseler olabilir, fakat O dilediğini korur."
"Size bir temsil getireyim: Bir komşunuz var, kendi evi var, bu evini yıkıyor. 'Niye yıkıyorsun?' demeye hakkın var mı? Bu mülk de O'nun, yıkmaya başlayacak haberiniz olsun. Amma 'Niye yıkıyorsun?' deme. Mülk O'nun. Amma Ahmet'in mülkünü Mehmet'le yıkacak, Mehmet'in mülkünü Ahmet'le yıkacak. Bu yıkım gidecek. Önümüzde öyle dalgalar var ki, hafsalanın alamayacağı kadar büyük.
Bir insan Sahib'i ile olursa, Sahib'i ne yaparsa onu seyreder. Çünkü köledir, Sâhib'inin işine karışmaya sahib-i salâhiyet değildir. Mülk de Sahib'inin. İster yapar, ister yıkar. Ev sahibi evini yıkıyor bana ne! Ev benim değil! Bunu dedin mi kurtulursun. Ben O'nun kölesiyim, O benim efendim. İster yapar ister yıkar.
Şu halde insan önümüzde çıkacak büyük hadiseleri seyredecek. 'Niye oldu neden oldu?' demeyecek.
Allah-u Teâlâ insana akıl vermiştir, irade vermiştir, mesuliyeti yüklemiştir. İnsan kendisine düşen kendi tedbirini alacak, fakat Hâlik'ın işine hiç karışmayacak. Çünkü yıkacağını beyan buyuruyor. Artık yıkıma doğru gidiyor dünya. Fakir yedi-sekiz sene evvel sohbetlerde bu günleri arzettik. Mülkünü doldurduğu gibi boşaltacak.
Binaenaleyh şimdi size düşen; size âit olan tedbirleri alacaksınız, takdire karışmayacaksınız, yıkımın içine girmeyeceksiniz, Hazret-i Allah'ın lütuf kalesi içine sığınacaksınız ve hükmü O'ndan bekleyeceksiniz. Telâşa ve teşvişe düşmeyin.
Yani dünyanın sonundayız. İnsana lâzım gelen Hazret-i Allah ile olmak, devirlerin içine girmemek. Yani oraya yaklaştık. Şimdi bize lâzım gelen, iman ile göçmek için ve evlâd-ü ıyâli göçtürmek için tedbir almak.
Hadiseleri dışarıdan seyret, hadiselerin içine girme. Girersen hadiseler seni boğar. Bunu size haber veriyorum.
Ona göre tedbir almanız için bu sözleri söylemeyi lüzumlu gördüm. Gerisi size kalmış."
"Muhalif rüzgâr estiği zaman sefere çıkma! Bunlar bir engeldir. Sabırla, şuurla, temkinle hareket et. Engelleri geçmeye bak. Duvarın üstüne gidip vurma. Yavaş yavaş kalkmayacak geçmeyecek engel hiç yok. Yalnız akıl, şuur, tedbir, temkin lâzım.
Muhalif rüzgâr estiği zaman dur sen. Çıktığın zaman ya bir fırtınaya tutulursun veyahut geminin batmasına vesile olur. Dur sen!"
Tevekkül; Hakk'tan gelen her şeye boyun bükmek, maddi-mânevi her işi O'na bırakıp O'ndan istemek, yalnız O'na güvenmek ve aradan çıkmaktır.
Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, Zât-ı akdes'ine tevekkül etmeyi de emretmiştir:
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah'a tevekkül et." (Furkan: 58)
Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O'dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.
•
Tevekkül; Hâlik ile mahlûk arasında üstün bir sırdır. Hakk'a tam itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmaktır. İmanın esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir. Bedeni kulluğa, kalbi rubûbiyete bağlamak, Hakk ile mutmain olmaktır.
Tevekkül nefsin arzularını terketmek, gönülden mâsivâyı silip atmaktır. Tevekkül söz değil, hâldir.
Her işte Hakk'a tevekkül etmek iman icabıdır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." (Mâide: 23)
Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ'sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe: 129)
"Ve yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler." (Enfâl: 2)
Büyük bir azimle işe sarılırlar, çalışır, çabalarlar, ellerinden gelen her şeyi yaparlar, sonucunu da Allah-u Teâlâ'dan beklerler. O'na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.
"Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb: 3)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Allah-u Teâlâ'ya tevekkül etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.
•
Tevekkülün de zâhiri ve bâtınisi vardır. Zâhiri olan, işe teşebbüsten sonraki tevekküldür. Bâtıni tevekkül, işi Hakk ile yapmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah kendine tevekkül edenleri (kendisine bağlananları) sever." (Âl-i imran: 159)
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah-u Teâlâ'ya hakkıyla tevekkül etseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır." (Tirmizî: 2345)
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabiî bir sonucudur.
Ashâb-ı kiram'dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik.
Sonra bize şöyle buyurdu:
"Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır." (İbn-i Mâce: 4165)
Her şeyin Allah-u Teâlâ'nın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki mânâda tevekkül eden bir mümin; O'na itimat edip, her işini O'na havale etmekle, her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk'tan gelen her şeye severek boyun büker. O'nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri yaratana bağlanır. Arzu da beslemez. Her hâliyle O'na sığınır ve herşeyi ancak O'ndan bekler. O'ndan başkasına aslâ iltifat etmez, meyletmez. Her hâlinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)
Elbette kâfidir!
Çünkü O'na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.
Bir kimse Allah-u Teâlâ'dan korkar, emredilen ve nehyedilen hususlarda takvâya riâyet eder, sebepleri yerine getirdikten sonra tam bir tevekkülle Rabb'ine yönelirse; Allah-u Teâlâ onu sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtarır, tahmin edemeyeceği, aklına gelmeyen yerlerden rızık kaynakları verir, onu başkasına muhtaç etmez.
Tevekkül makamına yükselen takva ehli, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime'lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
"Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir." (Talâk: 3)
Gerçekten bir insan gönlüne Allah korkusunu yerleştirdiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter." (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah'a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhî'dir.
Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hal imkânı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ'nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyültür.
"Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir." (Talâk: 3)
Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi yürütür.
"Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir." (Talâk: 3)
Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." (Ankebut: 69)
Bu Âyet-i kerime'de çok incelik var.
Allah-u Teâlâ; "Sizin azim ve gayretiniz nispetinde yollarınızı açarım, hidayetinizi artırırım, imanınızı kemâlleştiririm." buyuruyor.
Bu Âyet-i kerime'nin öz mânâsı şudur:
Bir mahlûkun destekçisi Hazret-i Allah olursa, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olursa bundan daha üstün bir bahtiyarlık ne olabilir? Şüphesiz ki bu da O'nun rızâsı için O'nun uğrunda çalışana verilir.
Halisane bir niyet ve ihlâs ile Hazret-i Allah'a sığınarak, Hazret-i Allah'a dayanarak Hazret-i Allah'a güvenerek azim ve gayretle çalışır mücadele ve mücahede ederse o zaman Allah-u Teâlâ; "Yollarınızı açarım!" buyurur.
İşleri O hallediyor şimdi. Size destek olur. Bir insanı Allah-u Teâlâ desteklerse onun işi bitmiştir.
Sığınmak ayrı, dayanmak ayrı. Sığınmak; samimi olarak hulusi bir kalp ile Hazret-i Allah'a sığınır iltica ederse destekler. Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegane mabud O'dur. Dayanmak da ona güvenmek demektir. "Hasbiyallah ve ni'mel vekil, Allah bana yeter" "Yeter" der. Niyeti halis, azmi çok olanı ve kendisine yöneleni Hazret-i Allah destekler...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"Allah'ım sana sığınırım, Allah'ım sana yönelirim, Allah'ım sana dayanırım, Allah'ım sana güvenirim." buyurdular.
Size bir sır daha vereyim:
Tam tevekkül; Hazret-i Allah'a kül olana mahsustur, kul olana değil. Kulluğun içinde benlik var, külün içinde hiçbir şey yok. Kul olmak başka, kül olmak başka.
Yalnız desteklenen insanlar kimlerdir? Bir insan kendisini resimden ibaret görürse, resimden farksız görürse onun destekçisi Hazret-i Allah'tır. Fakat kendisinde varlık görende "Var" olan tecelli etmez ve desteklemez. Bunu katiyetle bilin. Bunun için insan evvela kendini ifna edecek ki Var olan Hazret-i Allah ona lütfu ile tecelli etsin, onu lütfuyla desteklesin. Onun işinin yardımcısı olsun. Yardımıyla yollarını açıversin. O yollarını açtımı iş kendiliğinden gider.
Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hadiseleri yaratan, bilen, dilediğini dilediğine verip dilediğini dilediğinden alan, ezelî ve ebedî hayat ile bâki olan, zât ve kemâl sıfatları ile her şeye hâkim olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri'dir.
Bütün her şey O'nun izn-i iradesine bağlıdır. O'nun izni ve iradesi olmadan ağaçtan bir yaprak bile düşmez. Zerreden kürreye kadar kâinatta her şey Allah-u Teâlâ'nın varlığına şehadet etmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bizi, yarattıklarını görmeye davet ediyor:
"De ki; Göklerde ve yerde neler var, baksanıza!" (Yunus: 101)
Yerleri, gökleri, dağları, denizleri, içindeki çeşit çeşit canlıları yaratan da, rızıklandıran da O'dur. Her şeyi yaratan, rızıklandıran, yöneten hep O'dur. En güzel dilek makamı, sığınma makamı O'dur. Ezelî ve ebedî, gerçek vekil, gerçek dost ancak O'dur. Tevekkül O'nadır. O kendisine sığınanı yalnız bırakmaz, kendine yönelenin, sığınanın duâsını ve dileğini kabul makamı O'nun makamıdır.
Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"İşte Rabb'iniz Allah budur, O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır, öyleyse O'na ibadet edin. O her şeye vekildir." (En'am: 102)
Madem ki Kur'an-ı azimüşan'ında Âyet-i kerime'sinde "Ben her şeye vekilim." diyor, onun için Hakk'tan gelen her şeye boyun bükülecek, maddi mânevi her iş O'na bırakılacak, O'ndan istenecek, yalnız O'na güvenilecek ve aradan çıkılacaktır. Sen çık aradan, kalsın Yaradan. O en güzel vekildir.
Tevekkül Hazret-i Allah'ın elli dört farzından birisidir, ilâhi bir emirdir. İlâhi bir emir olduğu için de O'na tam teslimiyetle inanmak bir iman meselesidir.
Tabi ki o yüce Yaratan her şeye kâfidir, her şeye gücü yeter, her şeye kâdirdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Herkesten kuvvetli olmasını arzu eden kimse, Allah'a tevekkül etsin." buyuruyor. (C. Sâğir)
Bize en güzel tevekkül örneği Hazret-i Allah'ın "Halilim" dediği, Halilullah İbrahim Aleyhisselâm'dır. Ondaki tevekkül, tevekküllerin en güzelidir, İbrahim Aleyhisselâm'ın tefekkürle Hazret-i Allah'ı bulmasından sonra bütün putları kırması, kırdığı baltayı da, en büyük putun boynuna asması, Nemrut ve kavmini, büyük bir kin ile kızdırdı. Onu yakmak suretiyle büyük bir ceza vermek istediler. Kur'an-ı kerim'de bu olaydan şöyle bahsediliyor:
"Dediler ki; Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın." (Saffat: 97)
"Kavminin İbrahim'e cevabı sadece 'Onu öldürün' ya da 'Ateşte yakın!' demelerinden ibaret oldu." (Ankebut: 24)
Rivayet olunur ki; Nemrut altı ay kadar bir zaman ateş yakmayı yasaklamış, büyük bir meydana dağ gibi odun yığdırmıştır. Odunların tutuşması birkaç gün sürdü. Yakılan ateş çok uzak çevresini bile kavuracak derecede idi. Kuşlar bile oradan geçemez olmuş, geçecek olsalar yanıp kavruluyorlardı. İbrahim Aleyhisselâm'ı değil içine atabilmek yanına yaklaşabilmek bile imkânsızdı. Nihayet mancınık kurdular. İbrahim Aleyhisselâm mancınıkla, ateşe atılacaktı. İbrahim Aleyhisselâm için de Rabb'inden büyük bir imtihan vardı.
Mancınığa konduğunda gönlüne zerre kadar korku gelmedi. Çünkü öyle bir tevekkül ve teslimiyet içinde idi ki Hazret-i Allah'a dayanmıştı. O yakînin en yüksek mertebesinde idi. Allah-u Teâlâ'nın Halil'ini ateşe doğru fırlattıklarında Cebrâil Aleyhisselâm gelerek;
"Ey İbrahim! Bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. "Hayır!" diye cevap verdi.
"Allah'tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!.." dediğinde, "O'nun benim halimi bilmesi bana yeter." dedi. Çünkü o Rabb'ine güvenmiş idi, tam bir tevekkül hali içinde idi.
"Allah bana kâfi, o ne güzel vekildir." virdine devam ediyordu. Ne iman ne teslimiyet... Tevekkülün en üst derecesine ulaşmıştı. Ateşe atıldığında Hazret-i Allah'ın bir emri ateşin su, odunların balık ve gül bahçesi olmasına yetti, "Yakıcı ol!" emri yerine bu sefer Halilullah için:
"Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol." Emr-i ilâhisi gelmişti. (Enbiya: 69)
Âyet-i kerime'de İbrahim Aleyhisselâm'ın tevekkülü Hazret-i Allah'ın sevgisini çekti; "Allah onu ateşten kurtardı." (Ankebut: 24) Âyet-i kerime'sinde, buyurduğu gibi Allah-u Teâlâ nârı nûr eyledi. Cehennemi andıran yer, bir anda gül gülistan kesildi, çiçekler açtı, akarsuların, gül bahçelerinin ortasına selametle iniverdi.
İbrahim Aleyhisselâm tevekkülün mükâfatını gördü, büyük bir imtihanı da Hazret-i Allah'ın rızasını, sevgisini kazanarak verdi.
Hazret-i Allah dilerse atar, dilerse tutar, ne zaman nerede nasıl imtihan edeceğini O bilir, bize düşen ise O'na tevekküldür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde İbrahim Aleyhisselâm'ın duâsı hakkında buyururlar ki:
"Güçlü bir iman ve yakîn duygusu ile bu zikr-i şerifin tekrar ve tilâvetine devam olunsa, mal ve can üzerine gelmesi muhtemel olan musibet ve tehlikelerden insanı korur:
"Allah bana yeter. O ne güzel vekildir." (C. Sağir)
Yusuf Aleyhisselâm'ı kardeşleri öldürmeyi planladıkları zaman değişik planlar yaptılar ve onu alıp kırlara götürdüler, dövüp, gömleğini yırtıp bir kuyuya attılar.
Âyet-i kerime'de:
"Onu götürüp de kuyunun derinliklerine atmaya topluca karar verdikleri zaman biz Yusuf'a 'Andolsun ki sen onların bu işlerini, hiç farkında olmayacakları bir sırada kendilerine haber vereceksin!' diye vahyettik." buyuruyor. (Yusuf: 15)
Yusuf Aleyhisselâm kuyunun derin suyuna gömülmüş fakat Hazret-i Allah'ın yardımıyla ağzı dar, dibi geniş olan karanlık kuyudan ölümle burun buruna gelmesine rağmen, bir kayaya tutunarak kurtulmuş böylece Hazret-i Allah onu karanlık kuyudan çıkarmıştı.
Yusuf Sûre-i şerif'inin 15. Âyet-i kerime'sinde Hazret-i Allah, kuyudaki haline üzülmemesini, kurtaracağını, nice nimetlere nasıl ereceğini, mertebesini yücelteceğini haber vermişti. O da tevekkül halinde üzülmedi, sabretti, bekledi ve nihayet bu tuzaktan kurtuldu,
Üç gün geçmişti ki kuyunun yakınlarına bir kervan geldi, sucularını kuyuya su var mı, yok mu kontrole gönderdiler. Sucu kovayı kuyuya sarkıttığında kovayı çekerken zorlukla çekiyordu. Çünkü Yusuf Aleyhisselâm kovaya yapışmıştı. Bu güzel yüzlü, temiz yaratılışlı çocuğu görünce kervanın yanına getirdi ve onu satmak için mallarının arasında sakladılar. Ve nihayet Mısır'a vardıklarında esir pazarında;
"Onu değersiz bir fiyat ile bir kaç dirheme sattılar." (Yusuf: 20)
Takdir-i ilâhi'ye boyun büktü ve köle iken vezir oldu. Kardeşlerine bu yaptıklarını haber verdi, Hazret-i Allah'ın ihsanı, ikramı ve lütuflarına nail oldu.
Kur'an-ı kerim'de Yusuf Aleyhisselâm'ın şöyle duâ yaptığı haber veriliyor:
"Rabb'im! Sen bana hükümranlık verdin, rüyâların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Eyyub Aleyhisselâm da büyük bir sabır örneğiyle büyük bir tevekkül içinde imtihanını geçti. Eyyub Aleyhisselâm büyük bir servet sahibi idi, çocukları, malı, mülkü, sürüleri, arazileri vardı. Sağlığı sıhhati, zenginliği yerinde idi. İlk imtihanını Allah-u Teâlâ bol lütuflar bahşederek verdirdi. Fakat o bu dünyalıklara dalmadı, aldanmadı;
"Bu nimetler Allah'a aittir, onları bize emanet olarak vermiştir, onları ister bırakır, ister geri alır." buyurdu. Sonra Allah-u Teâlâ onun bu sabır ve tevekkül halini insanlara numune olarak göstermek üzere ağır bir ibtilaya, imtihana tâbi tuttu. Verdiklerinin hepsini geri aldığı gibi, çocuklarını, en sonunda sağlığını da elinden aldı. Şiddetli bir hastalığa yakalandı, yemeğini iki eliyle zor yiyor, yediklerinin hiçbir yararını görmüyordu. Vücudunda derman kalmamıştı, hanımının haricinde herkes kendisinden yüz çevirmişti, bütün ibtilâsını ufacık bir mağarada tamamladı. Hazret-i Allah'a tevekkülden bir an bile olsun yüz çevirmedi. Artık şeytan da vesvese vermeye çalışıyordu, bütün kapılar kapanmıştı.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Kulumuz Eyyub'u da an! O Rabb'ine 'Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.' diye nidâ etmişti." (Sâd: 41)
Nihayet takdir edilen süre tamamlanınca, tam bir teslimiyet ve merbudiyetle ilk ve son olarak naz ile niyaz etti.
"Eyyub'u da an! Hani Rabb'ine: 'Bana bir dert gelip çattı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!' diye niyaz etmişti." (Enbiyâ: 83)
Bunun ötesinde hiçbir şeyden söz etmedi. Edeb ve hayâsının kemâlinden ötürü hiçbir istekte bulunmadı. İtimadını hiçbir zaman sarsmadı. Her şeyi Mevlâ'sına bıraktı.
Böyle bir itimad, böyle bir yöneliş içinde iken, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ Eyyub'unun duâsına icabet buyurdu, çilesine son verdi, imtihanını nihayete erdirdi.
Vakti gelince Hazret-i Allah ondan aldıklarını tekrar geri verdi, ikinci zemzem olan suyu ayağını vurmasını emrederek çıkardı, suyla hem sağlığını, hem güzelliğini geri verdi. Altın çekirgeler ile servetini de iade buyurdu.
Tevekkülü sayesinde ağır bir imtihanı Hazret-i Allah'ın rızasını kazanarak geçti ve Âyet-i kerime'deki şu meth-ü senâya mazhar oldu:
"Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk. O ne iyi kul idi. Daima Allah'a yönelirdi." (Sâd: 44)
İbrahim Aleyhisselâm, Yusuf Aleyhisselâm, Eyyub Aleyhisselâm, Yunus Aleyhisselâm gibi, nice peygamberler, salih kullar, evliyâullah da çeşitli ibtilâ ve imtihanlara maruz kalmışlar, sabır, sükût, tevekkül, niyaz ve mahviyet halinde bulunmuşlardır.
"Onlar sabreden ve yalnız Rabb'lerine güvenen kimselerdir." (Nahl: 42)
"De ki: O benim Rabb'imdir, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Yalnız O'na tevekkül ettim, dönüş de yalnız O'nadır." (Ra'd: 30)
"Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler." (İbrâhim: 12)
Allah-u Teâlâ'nın indinde her insanın bir hakikati, yani özü vardır. Dünyaya gönderilmeden önce şekil almamışlardı, daha doğrusu çekirdek halinde idiler. Bunlara tasavvuf dilinde "Âyân-ı sâbite" adı verilir.
Gözle görülemeyecek kadar küçük bir zerre olan Âyân-ı sâbite'de kişinin bütün mukadderâtı dürülüdür, her birinin kendine göre bir istidat ve kabiliyeti vardır. "Âlem-i emir"de bulunurlar.
Bu Âyân-ı sâbite'ler Allah-u Teâlâ'dan kendi istidat ve kabiliyetlerine göre meydana çıkmayı istediler.
"Yâ Rabb! Sen bizi meydana çıkar, icraatlarımızı görelim." dediler.
Allah-u Teâlâ da bu isteklerini kabul etti, onları zamana ve mekâna göre bu âleme sevketti. Âyân-ı sâbite'ler bunu kendileri istemişlerdi.
İnsanları dünyaya göndermesinden maksat, onların da bilmeleri içindir, yoksa Allah-u Teâlâ'nın öğrenmesi için değildir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu kavrayamaz." (Tâhâ: 110)
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Eğer bizi göndermeseydi, gayet haklı olarak iddialarda ve itirazlarda bulunacaktık.
"Aman Allah'ım, senin bir kulun olarak hiç bu işleri yapar mıydım?" diyecektik.
Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri;
"Ey kulum, ben senin bunları yapacağını biliyordum, sen de gör yaptıklarını..." diye bize göstermek için bu imtihan sahasına gönderdi. Yoksa ne yapacağımızı bilmediğinden değil.
Bir Âyet-i kerime'de:
"Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyururdu." buyuruyor. (Enfâl: 23)
Cenâb-ı Hakk "Âlîm"dir, her şeyi bilir. İlm-i ezelisinde kişinin dünyada neler yapacağını, neler söyleyeceğini, âhiretteki yerini, ne olacağını, bütün icraatlarını biliyordu ve takdir filminde beyan etmişti. Bildiği için beyan etmişti. Çünkü hiçbir şey O'nun bilgisinin dışında değildir.
Zerreden kürreye kadar her şey böyledir. Kâinat da böyledir, insan da böyledir. Her şeyin filmi çekilmiş ve dürülmüş, kaseti tutulmuştur. İnsan bir teypten ve çekilen bir filmden ibarettir.
Âyet-i kerime'de:
"Biz herkesin dünyadaki amelini kendi boynuna doladık." (İsrâ: 13)
Buyurduğu üzere bütün icraatların filmini çekti ve sardı. Hepsini Levh-i mahfuz'da beyan etti. Anbean o filme göre insan icraatları husule geliyor.
Şu Âyet-i kerime'de bu husus açıkca ifade edilmektedir:
"Nihayet kardeşleri Yusuf'u alıp gittiler ve onu kuyunun dibine atmaya karar verdiler.
Biz de Yusuf'a şöyle vahyettik; Muhakkak ki sen onlara hiç farkında olmadıkları halde bu işlerini haber vereceksin." (Yusuf: 15)
Nitekim öyle oldu.
Bu film anbean geçtikçe, tekrar insanın hareketlerini çeken bir makine daha var. İkinci bir film sarılıyor. Birinde takdir filmi tecelli ediyor, diğerinde ise bütün yaptığı işlerin filmi tekrar çekiliyor. Bir zerre de öyle mükevvenat da öyle. O'nun hudutsuz, sınırsız bilgisi karşısında bir zerre ile mükevvenat arasında hiç fark yok.
Bunların da üstünde, yalnız kendisinin bileceği takdir vardır. Bu takdir Levh-i mahfuz'da da yoktur, kişinin filminde de yoktur. O kendisine aittir, kendisinden başka hiç kimse bilemez.
Sen buna şaşıyor musun? Bir insan, kendi çevirdiği bir filmi seyrederken biraz sonra hangi sahnenin geleceğini biliyor da, Hazret-i Allah takdirini beyan ettiği şeylerin her zerresini bilmez mi? Zaten senin takdir filmini sana takan O'dur.
İman-küfür, itaat-isyan, hayır-şer... Bunların her biri insanın kabiliyetine göre Cenâb-ı Hakk'tan talep ettiği şeylerdir. Ne diledi ise o verilmiş ve verildiği şeyin yolu kendisine kolaylaştırılmıştır.
Bir Âyet-i celile'de Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
"Kim âhiret ekimini dilerse, onun ekimini artırırız. Kim de sadece dünya ekimini isterse ona da yalnız bundan veririz. Âhirette ise onun hiçbir nasibi yoktur." buyuruyor. (Şûrâ: 20)
Birisi Hazret-i Allah'tan ahireti istiyor, iman ve taatı istiyor. Hazret-i Allah da ona o yolu kolaylaştırıyor, iyiliği sevdiği için ona iyilik yaptırıyor.
Bu husus Kur'an-ı kerim'de şöyle belirtiliyor:
"Bizim uğrumuzda mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." (Ankebût: 69)
Azim nispetinde Cenâb-ı Hakk kulunu destekliyor, hidayetini artırıyor ve önüne ışık tutuyor.
Diğeri yalnız dünyayı istediği için Cenâb-ı Hakk da onu müyesser kılıyor. Yani istediği için, kötülük yapmayı kolaylaştırıyor. Yaptıkça, hoşlanıyor, böylece arzusuna nail olmuş oluyor. İyilik isteyene iyilik, kötülük isteyene kötülük veriyor.
Buradaki maksat şu ki, yarın huzur-u ilâhi'ye çıktıkları zaman "Yâ Rabb'i, sen bizi dünyada istediğin gibi hareket ettirdin, bizim kabahatimiz ne?" diyemesinler.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"İşte bu şahidlendirme, kıyamet günü; 'Bizim bundan haberimiz yoktu!' dememeniz içindi." buyuruyor. (Â'raf: 172)
Kullarının hep iyiliğini isteyen Hazret-i Allah, hiç kimseye cebren aslâ kötülük yaptırmaz. Herkese arzusu verilmiş ve herkes onları yapmaya koyulmuşlardır. Binaenaleyh bir kulun; "Sâlâhımı isterse sâlah olurum, etmezse olmam!" diyerek kaçamak yollar aramaya, yaptığı, yapacağı bütün kötü işlere bunu perde yapmaya hakkı yoktur. Kendi kendisini kandırmaktan bir şey yapmış olmaz. Şeytan işini kadere havale etti, kâfir oldu. Âdem Aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk'a sığındı, Cenâb-ı Hakk da onu affetti.
Kula düşen şudur:
Hazret-i Allah'a muhtaç olduğunu bilecek, O'ndan isteyecek, O'nu bilecek başka bir şey bilmeyecek.
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz masum oldukları halde ibadet ettiler. Aşere-i Mübeşşere -radiyallahu anhüm- cennetle müjdelenmelerine rağmen ibadetten bir an bile geri kalmadılar.
Allah-u Teâlâ "Âlim"dir, her şeyi bilir. Ezelî ilminde kişinin dünyada neler yapacağını, neler söyleyeceğini, ahiretteki yerini biliyordu ve takdir filminde beyan etmişti. Hiçbir şey O'nun bilgisinin dışında değildir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Yaratan bilmez olur mu hiç?" buyuruyor. (Mülk: 14)
Zerreden kürreye kadar her şey böyledir. Kâinat da böyledir, insan da böyledir. Her şeyin filmi çekilmiş ve dürülmüş, kaseti tutulmuştur.
Allah-u Teâlâ insanın dünyada zuhur etmesini dilediği zaman "Akl-ı kül"de tasarruf ederek ilk şeklini çizer. Onu orada dilediği kadar tutar. Akl-ı kül'e "Akl-ı evvel" ve "Cevher-i evvel" de denir. Akl-ı evvel, Allah-u Teâlâ'dan ilk zuhur eden şeydir.
Buna "İlâhî ilmin ilk zuhuru" adı da verilir. Oradan "Nefs-i kül"e gelir. "Kâinatın ruhu" demektir. Sonra "Arş-u rahman"dan, "Kürsü"den süzülüp yedi kat göklerden geçer. "Felek-i kamer" adı verilen ay feleğine gelir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın ezelî kudretinin tezahürleridir.
Âlem-i ervah'tan merhale merhale "Felek-i kamer"e geldikten sonra, oradan da madde âleminin temel unsurları olan ve "Anâsır-ı erbaa" adı verilen "Ateş"e, "Hava"ya, "Su"ya ve "Toprak"a düşer. İnerken yağmur taneleri ile iner, toprağa düşünce bitki olur. İnsan onu yer, bir müddet insanda kalır. Daha sonra ana rahmine geçer. Nihayet bir bebek olarak dünyaya gelir. Yani cisim teşekkül eder.
Bütün bu olanların hepsi Allah-u Teâlâ'nın "Ol!" emri ile oluyor, onun takdiri husule geliyor.
İnsan-ı kâmil olabilmek için üç devir tamamlamak gerekmektedir. Dünyaya gelen her insan bu birinci turu yapmış olur.
Hiç şüphe yok ki bu efdal ümmet içinde yağmurun toprağa düşmesi ile ölü toprağın nebat fışkırttığı gibi, Hakk'ın izni ile ölmüş kalpleri diriltenler de mevcuttur.
Onların bu derece faziletli oluşları, güçlük ve engellere rağmen yalnız Allah için mücâhede ve mücâdele etmeleridir. Ashâb-ı Kehf Hazerâtı'nın faziletleri de bundandır.
Cenâb-ı Hakk mahlûkatın en ekmeli ve eşrefi olan insanı, en güzel iş ve hareket yapma istidâdı üzerinde halketmiştir. Böyle iken Hakk ve hakikati bırakıp gayrıya çalışması bâtıl değil midir?
Buhâri'nin rivâyet ettiği bir Hadis-i şerif'te Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Bakî-i Garkad mezarlığında bir cenazede bulunuyorduk. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Elinde bir asâ vardı. Başını eğdi ve asâsıyla yere vurmaya başladı. Sonra buyurdu ki:
"Sizden hiçbiriniz müstesnâ olmamak üzere hepinizin cennetteki yeri de cehennemdeki yeri de yazılmıştır. Şâki veya Said olacağı tespit olunmuştur."
Bunun üzerine Ashâb-i kiram'dan bir zât sordu:
"Öyle ise yâ Resulellah! Amel ve ibadeti bırakıp Cenâb-ı Hakk'ın takdirine itimad edemez miyiz? Zira bizden saadet ehli olanları, ilâhi takdir saadet ehlinin ameline sevkeder, kişi cennete girer. Yine bizden şekâvet ehli olanları, ilâhi takdir şekâvet ehlinin ameline sevkeder, kişi cehenneme girer."
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevaben:
"Güzel ameller yapmaya devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o iş kendisine kolaylaştırılmıştır. Saadet ehli olan saadet amelleri yapar, Şekâvet ehli olan ise şekâvet amelleri yapar." buyurdu ve akâbinde şu Âyet-i kerime'leri okudu:
"Kim ki verir, (mâsiyetten sakınır) Allah'tan korkarsa,
Ve o en güzeli (Kelime-i tevhid'i) tasdik ederse,
Biz de ona kolay olanı hazırlarız, (hayra karşı tatlı bir arzu veririz).
Fakat kim de cimrilik edip, inâyet-i ilâhî'den kendisini müstağnî görürse,
O güzel kelimeyi tekzip eder, yalanlarsa,
Biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız, (hayra karşı bir isteksizlik veririz)." (Leyl: 5-10)
Kişi baktığı zaman kendisini bu hakikat aynasından görebilir.
Yine bu hususta Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim'inde şöyle buyuruyor:
"Kim bu çarçabuk geçen dünyayı isterse, biz de burada ona, evet kimi dilersek ona, dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Kınanmış ve rahmetimizden kovulmuş olarak oraya girer.
Kim de inanmış olarak ahireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte onların bu çalışmaları meşkûr ve makbul olur.
Hepsine, onlara da bunlara da (dünyayı isteyene de ahireti isteyene de) Rabb'inin vergisinden birbiri ardınca veririz. Esasen Rabb'inin ihsanı hiç kimseye yasak kılınmış değildir." (İsrâ: 18-20)
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizî: 2145)
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah bir topluluğu sevdiği zaman şüphesiz ki onları ibtilâlarla imtihan eder.
Kim ki rızâ gösterirse Allah'ın rızâsı o kimseyedir. Kim de öfkelenirse, Allah'ın gazabı o kimseyedir." (İbn-i Mâce: 4031)
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir. İnsanın ibtilâdan kaçması, onu istememesi boşunadır. Takdir ettiği ibtilâ muhakkak başına gelecektir. Kula düşen Hakk'a sığınmak ve bitmesini beklemektir. Damlaya damlaya biter, sonra gider, sonu hayırla neticelenir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki biz sizi imtihan edeceğiz. Tâ ki içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri meydana çıkaralım." (Muhammed: 31)
İlâhî emirlere uyarak, değil malını, canını bile ortaya koyan, isteye isteye ortaya atılan, en şiddetli ibtilâlara karşı sabır göstererek ilâhi takdire teslimiyette bulunan müminler belirlenmiş olsun.
Allah-u Teâlâ öyle bir imtihan tertip eder ki, bu imtihanda hakiki müminler ortaya çıkar, münafıklar da rezil ve rüsvay olurlar.
Bu imtihan bilgi edinmek maksadıyla değil, bilgilendirmek kabilindendir. Allah-u Teâlâ insanların ne yapacağını ilm-i ezelîsinde biliyordu. Onların da bilmesi için imtihan sahnesine göndermiştir.
"Ve haberlerinizi de açıklayalım." (Muhammed: 31)
İman ve sadakatinizle, yaptıklarınızla ilgili haberleri ortaya döküp beşeriyete ilân edelim de güzellikleriniz açığa çıkmış olsun. Çünkü haber, haber verilen şeye göredir. Haber verilen şey iyi ise, haber de iyidir, kötü ise haber de kötüdür.
Nitekim İbrahim Aleyhisselâm'ı oğlu İsmail'i kurban etmekle imtihana çekmiş, o ise sadâkatini en güzel şekliyle ispat etmişti. Allah-u Teâlâ o zamanda İbrahim Aleyhisselâm'a yaptığı in'am ve ihsanla kalmamış, kıyamete kadar nesiller ve çağlar boyunca hatırasının anılacağını Âyet-i kerime'sinde haber vermiş ve:
"Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." buyurmuştur. (Saffat: 108)
Bu ve buna benzer birçok misaller vardır.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'ın rızâsı ise daha büyüktür." buyuruluyor. (Tevbe: 72)
O kullarını:
"Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır. Onlar Allah'tan yana olanlardır." Âyet-i kerime'sinin tecellisine mazhar eder. (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! Sen Rabb'inin hükmüne kadar sabret!" (Kalem: 48)
Dünyaya imtihan için gelmiş bulunuyoruz. Birçok çilelere maruz kalacağız. Allah-u Teâlâ ne yapacağımızı ilm-i ezelîsinde biliyordu. Bizi bilsin için de, imtihan sahasına gönderdi. İcraatımızı yapacağız ve gideceğiz.
Dünya saadetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Yazıklar olsun o kimseye ki lisan ile Allah'ı zikreder, kalbinden ise Cenâb-ı Hakk'ın yaptığına râzı olmaz." (Münâvi)
Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.
"Eğer Allah sana bir zarar isabet ettirecek olursa, onu kendisiden başka hiçbir kimse gideremez. Sana bir hayır isabet ettirirse, (bunu da kimse geri alamaz). Şüphesiz ki O her şeye kâdirdir." (En'am: 17)
İnsan için kader yayından atılan oku müdafaa bâbında, rıza gibi bir zırh ve kale bulunamaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." buyuruyorlar. (Câmiüs-sağir)
Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:
"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta yazılmış olmasın." (Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ'nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.
"Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid: 22)
Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O'na güç değildir.
Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.
Bu husus Âyet-i kerime'de şöyle beyan buyurulmuştur:
"Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir." (Hadid: 23)
Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.
Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk'tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönüllerini Allah-u Teâlâ'nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam; olmayan bir iş için 'Keşke olsaydı!' dememden bana daha sevimli gelir."
Her nimet ve musibetin takdirle olduğunu bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.
"Allah kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." (Hadid: 23)
Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.
Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabb'ine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.
Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.
Hayır ancak Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O'ndan isteyeceğiz. Her şey O'nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.
Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan birçok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.
Kul bütün iyiliklerini Hakk'tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Bir mühim husus da şudur ki; Enbiyâ-i izam ve Evliyâ-i kiram Hazerâtı'nın şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ'dan niyaz etmek de O'na olan merbudiyete, O'nun takdirine teslimiyete mâni değildir.
•
Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ'dan ümidini kesmemeli, bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre kapılmamalı, O'ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Başına gelen bir musibetten dolayı hiç kimse ölümü istemesin. Eğer istemekten başka çare yoksa: 'Allah'ım! Benim için yaşamak hayırlı ise beni yaşat, ölüm daha hayırlı ise beni öldür.' desin." (Müslim: 2680)
Onun bu ilticası, sabrına mâni değildir, ecrine noksanlık gelmez. Allah-u Teâlâ'ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.
Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona da bir çıkış yolu gösterir.
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder, düştüğü darlıktan kurtulacağı bir çare gösterir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur." (Yunus: 107)
O'ndan başka hiç kimse o zararı gidermeye kadir değildir. O'nun yazısını reddedecek, hükmünü aksatacak, lütfunu engelleyecek bir güç yoktur.
"Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz." (Yunus: 107)
Hayır ve iyilik bizzat istenilen şeydir, zarar ve sıkıntı ise bir takım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir.
Hikmeti gereğince O'nun lütuf ve nimeti dilediği kullarına ulaşır.
"O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, merhametlidir." (Yunus: 107)
İbtilâ ve sıkıntılarla günahları örter, ihsanları ile âfiyete, esenliğe eriştirir.
İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler, bu sabırsızlıklar imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir.
Sabır şuna denir ki, hâlini kimseye bildirmez, sadece Hakk'a sığınır. Başına gelen bir belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa, Sahib'ini şikâyet ediyor demektir.
Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer. Takdir edilen ibtilânın bitmesini gözetlemek düşer. Bir akarsuya bakın ki, taşlara vura vura gidiyor, hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çer-çöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de su gibi olalım ki yolumuza devam edelim.
•
Kul her şeyden önce Hakk'a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir:
"Allah'ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi lütfet."
Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında kişinin içi dışarıya çıkar.
Sabırsız kişiler her zaman darlık içindedirler. Onların dünyevî hadiselere hiç dayanıklılıkları yoktur. Herşeyi isterler, herşeyden rahatsız olurlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Yoksa insan her umduğu şeye sahip mi olacak?" buyuruyor. (Necm: 24)
Her canının çektiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayali gerçekleşecek değildir.
Bu gibi kimseler az bir yokluk görünce tahammül edemezler.
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-u himaye etmeyi dilemişse:
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)
Âyet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ'nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi iledir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
"O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Dünyada hesaba çekmez, kötülük yapanları hemen cezaya uğratmaz. Bu da O'nun rahmetinin bir eseridir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
Hayrın ve şerrin nede ve nerede olduğunu kişi bilemeyeceği için, Allah-u Teâlâ'ya sığınmaktan ve hakkında hayırlı olanı dilemekten başka bir çare yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz." (Bakara: 216)
Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve kötülük, yarar ve zarar bilinemez. İnsan aklı iyiye ve kötüye, güzele ve çirkine tam olarak vâkıf olamaz. Vâkıf olan Allah-u Teâlâ'dır.
İnsanın teslimiyeti tam olursa, bir dere geçileceği zaman, onu geçmeden önce hazırlarlar. "Geç!" denildiği zaman düşünmeden geçer. Halbuki o geçmemiştir, önceki hazırlıktan ötürü geçirilmiştir. Fakat hazırlıklı olmayanın karşısına küçücük bir dere çıkar. Ona "Geç!" derler. "Ben burada düşerim!" der. "Düşerim!" dediği anda düşer zaten.
İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ'nın kişiyi ne ile imtihana çekeceğini bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan bilir.
İnsan: "Ben iman ettim!" der, fakat herhangi bir imtihana çekildiğinde ne iman kalıyor ne de iz'an! Deniz sakin olduğu zaman durumu çok güzel, dalgalandığı zaman bocalama başlıyor. İbtilâya sabredemeyip tahammülsüzlük başladığı zaman içi dışına çıkıyor.
İman odur ki, Allah-u Teâlâ her ne ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu Hakk'a uzattığı için, o boyun orada kalır, bir daha da çekmez. O bilir ki imtihandadır. Bu imtihana hazırlanmak için bir sır vardır: İhlâs-ı kalbiyye ve samimi bir muhabbet.
Bunlar olursa iltimas-ı ilâhî'ye mazhar olunur. İmtihana tutulmazdan önce hazırlanmış olur. İmtihanla karşılaşınca da, hazırlıklı olduğu için geçiverir.
Fiili imtihan olduğu gibi, hâli imtihan da olur. Hâli imtihan âni olduğu için, insanın aklının çalışmasına fırsat olmaz.
Fakat daha önce doldurulmuş olan kimse hemen geçiverir. Fiili imtihana çekildiğinde de, tutulması sebebiyle kurtulur. Diğeri aklını işletinceye kadar o geçmiştir bile. İşte bunlar mutlu insanlardır.
Anlaşılıyor ki ancak hıfz-u himayeye girenler kurtuluyor. Diğerleri ise yürüyormuş gibi görünüyor amma, bir fırtına koptuğu zaman hepsi yıkılıyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin.
Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)
Sabır, başa gelen ibtilânın geçmesi için Allah-u Teâlâ'nın yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir.
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir iş ağır gelince, ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca hemen namaza başlar ve bu Âyet-i kerime'yi okurdu.
Namaz; zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımın celbedilmesinde en büyük âmildir.