"Herkes ibtilâyı ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir. O'nun her taksimi güzeldir. İbtilânın en tatlı kısmı, kulunu Zât'ına yaklaştırır, gözyaşı döktürür, gönlünü tertemiz yapar, gideceği yere hazırlık yaptırır. Bu ibtilâ kişinin kabahatinden ötürü gelmez, Hakk'ın dilemesinden ötürü gelir. Hiçbir büyük zât hayatında tanınmamıştır. Muhyiddîn Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni çöpe attılar, Seyyid Nesimi Hazretleri'nin derisini yüzdüler. Birçok âlimlerin başına neler neler geldi. Sahib'imin ne takdir ettiğini bilmiyorum. Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anhüm-, İmâm-ı Azam, Şeyh Es'ad Efendi Hazretleri'nin durumlarına bakın. Binlerce ulemâ hep eziyette. Bir düşünün, İmâm-ı Azam ve ona benzerleri ne sıkıntılar çekti. Fakat hamd olsun Rabb'im cesaret vermiş, ürkeklik vermemiş. Muhyiddin Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri çok büyük bir zât, Cenâb-ı Hakk sevmiş, seçmiş, ortaya koymuş. Ve Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri dersen o da zehirle gitti. Şehit olarak gitti. Hakim'et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri sürüldü. İşte bunlar onların Resulullah Aleyhisselâm'ın varisi olduğuna delâlettir."
Sen O'nu sevdiğini iddia ettiğin için. Senin O'na karşı sevgi dereceni sana göstermek için.
Bir genç düşün, sevdiği kız uğruna canını dahi fedâ edebiliyor. Bir ehl-i dünya ki, dünya kazancı için icabında geceleri uykusuz kalıyor. Durup dinlenmek bilmeden sağa-sola koşuyor. Topladığı malın mülkün muhafazası için de, canını bile ortaya koyuyor. Sen Hakk için neyini fedâ ettin? O'nun yolunda nelere katlandın?
Şayet canını dahi veremezsen, değil malını; o zaman bu iddiâdan vazgeç, bu sahada kusurunu itiraf et ve çekil.
Mihnet, meşakkat, eziyetlere tahammül ve kusurları affetmek... Bunlar ancak ehline âit işlerdir.
Böyle azılı düşmanların yanında niçin bu kadar da sevenleri var? Çünkü onda bir Dürr-i yektâ var, başka hiç kimsede bulunmayan. Sevenler onun için seviyor onu. Dostu onun için ona âşık. Düşmanı da onun için ona hased ediyor.
Onlar yaratılışta bir istidat üzerine yaratılmışlardır. Ruhları pek büyük, çok yüksektir, kimsede bulunmaz. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın ârifleridir. Bu Dürr-i yektâ'ya sahip olanları ehil kimseler hemen tanırlar.
Allah ehli bu dünya âleminde zindan hayatı yaşarlar, gariplik çekerler. Ömürleri mihnet ve şiddetle, gam ve kederle geçer.
"Dünya müminin zindanıdır." Hadis-i şerif'i bunların hâlini anlatır. (Tirmizî)
•
Allah-u Teâlâ gülü izzetinden, hüsn-i ziynetinden yarattığı halde üzerinde birçok pirecikleri de halketti.
Eğer Mevlâ onun açmasını murad ettiyse açar ve gönüllere neşe saçar. Haşereler ona zarar vermez.
Allah-u Teâlâ'nın indinde kâinatın gülü vardır, o da insan-ı kâmildir. Üzerinde kuvve-i beşerin haricinde birçok ibtilâlar mevcuttur. Allah-u Teâlâ açmasını murad etmişse, ibtilâları ona zarar vermez.
Hiçbir peygamber yoktur ki imtihandan geçmemiş olsun. Allah-u Teâlâ o sevdiği seçtiği peygamber kullarından her birini çeşitli şekillerde imtihanlara tâbi tutmuştur. Kimisi kavmi tarafından hüsn-ü kabul görmeyip yalanlanmış, alay edilmiş, hakaret ve işkencelere mâruz kalmış; Davud ve Süleyman peygamberler gibi kimisine bol nimetler verilmiş; Eyyub Aleyhisselâm gibi kimisini de sıkıntı ve ıstıraplarla imtihan etmiştir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler, sizin başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?
Başlarına öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi, öyle sarsıldılar ki, nihayet peygamber ve beraberindeki müminler: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' demişlerdi. Biliniz ki Allah'ın yardımı çok yakındır." (Bakara: 214)
Onlara verdiği bu ibtilâ ve mihnetleri onlara gazap ettiği için değil, bir iyilik ve bir mükâfat olarak bahşetmiştir. Onlar ise o ibtilânın içine ne gibi bir cevher yerleştirildiğini çok iyi bildikleri için, bir ibtilâ ile karşılaştıklarında hiç şikâyet etmemişler, son derece haz duymuşlardır.
Allah-u Teâlâ bir peygamberi gönderirken birçok hediye-i ilâhî ile gönderir. Havsalanın dahi alamayacağı nimetlerle, rızıklarla, feyiz ve bereketlerle gönderir. Bütün insanların rızıklanmasına vesile olurlar. Fakat insanlar bunu bilmez.
O emanet-i ilâhî'yi taşıyan her peygamber, o yükün altında inler, ibtilâların her çeşidine maruz kalır, her türlü hakarete uğrar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler. Nihayet yardımımız onlara yetişti." (En'âm: 34)
Ona bütün bunlar revâ görülmesine rağmen, o ise ilâhi hediyeleri ile geldiği için hediye-i ilâhi'yi nasipdar olanlara ulaştırmayı arzu eder. Bütün güçlüklere, ezâ ve cefalara katlanır.
Âyet-i kerime'de şöyle söyledikleri beyan buyurulmaktadır:
"Bize yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim? Sizin bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız." (İbrahim: 12)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Mükâfatın büyüklüğü, ibtilânın büyüklüğü nispetindedir." (Tirmizî)
Ashâb-ı kiram'dan Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh- der ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- humma hastalığından yatakta iken yanına girdim. Elimi onun üzerine koyunca, hararetini örtünün üstünde ellerimle hissettim ve:
'Yâ Resulellah! Ateşinin hararetine hayret ederim.' deyince:
'Biz (peygamberler) böyleyiz. Bizim için ibtilâ kat kat fazla olur ve sevabı da bizim için (bu derecede) kat kat fazla olur.' buyurdu.
'Yâ Resulellah! Hangi insanlar en şiddetli ibtilâya uğrarlar?' diye sordum.
'Peygamberler.' buyurdu.
'Onlardan sonra kimlerdir?' diye sordum.
'Sonra sâlih insanlardır. Onlardan herhangi biri fakirliğe cidden öyle mübtelâ olur ki, büründüğü abadan başka hiçbir şey bulamaz ve biriniz mutlulukla sevindiği gibi onlardan herhangi birisi ibtilâya uğramakla cidden sevinir.' buyurdu." (İbn-i Mâce: 4024)
Allah-u Teâlâ'nın bütün sevgilileri yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.
İbrahim Aleyhisselâm bu rahmeti ateşin içinde buldu.
Yakub Aleyhisselâm Kenan illerinde evlât hasretiyle ah ederken buldu.
Yusuf Aleyhisselâm kuyuda buldu, zindanda buldu.
Yunus Aleyhisselâm balığın karnında, karanlıklar içinde buldu.
Eyyub Aleyhisselâm hasta iken buldu.
Ashâb-ı Kehf saraylarda bulamadıkları bu rahmeti mağarada buldular.
Allah-u Teâlâ'nın biricik Habib'i -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- ile beraber sığındıkları mağarada buldular.
Ey kardeş! Onlar burada buldular, sen nerede arıyorsun? (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri sh: 439-450)
Zevât-ı kiram'dan hiçbir büyük zât hayatında tanınmamıştır. Veliler; ilim, irfan sahibi, hakiki âlimler; zâhir ve bâtın ilimlere nail olmuş muhterem zâtlar birçok eza, cefa görmüşler, ibtilâ yaşamışlardır. Bunların sayısı yüzlercedir. İçlerinde öyleleri vardır ki kimileri zehirlenmişler, kimileri asılmışlar, kimileri suikasta uğratılmışlar, böylece şehit edilmişlerdir. Niçin? Hakk dedikleri, Hakk'ı, hakikati söyledikleri için.
Hazret-i Hasan -radiyallahu anh- Efendimiz'i zehirleyerek şehit ettiler. Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh- Efendimizi de Kerbela'da şehit ettiler. Bu hadise İslâm âleminde büyük infiale sebep olmuştur. Ehl-i Beyt'e yapılan eziyetler İslâm âleminde büyük yaralar açmıştır.
Bir düşünün, İmâm-ı Azam ve diğerleri ne sıkıntılar çekti. İmâm-ı Azam Hazretleri'ni döve döve zindanda şehit ettiler.
Abbasilerin ilk halifelerinden Ebu Câfer Mansur onu Bağdat kadısı yapmak istedi. Fakat o katiyyen böyle bir memuriyet istemiyordu.
Baskı altında, hak ve hakikata aykırı hüküm vermemek için "Ben bu işe lâyık değilim." diyerek teklifi kabul etmedi.
Halife "Yalan söylüyorsun!" deyince;
"Eğer yalan söylüyorsam, yalancı böyle bir mâkâma getirilemez. Doğru söylüyorsam bu mâkâma lâyık olmadığımı kabul et!" cevabını verdi.
Halife bunu bahane ederek tekrar zindana attırdı. Ucu kurşunlu kamçılarla o kadar dövdüler ki, bunun tesiriyle zindanda secdede iken yetmiş yaşında ruhunu teslim etti.
Hakim et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne bir bakın! Bu zât-ı muhterem birçok ibtilâlara uğradı, yalan, iftira, hakaret gördü ve memleketinden sürüldü.
Yaşadığı iftira, ibtilâ ve sıkıntıları bizzat kendileri şöyle ifade buyuruyorlar:
"İftirâlar ve iktidar sâhipleri yoluyla bana birtakım keder ve üzüntüler isâbet etti, başkası kaldıramayacağı hâlde bunu da kaldırdım. Hakkımdaki söylentiler iyiden iyiye çoğaldı ve bunların hepsiyle beni aşağıladılar. İlim taklitçilerinin benzerleri bana musallat oldu. Hevesine uyma, bid'at ve birtakım iftirâlar atfetmek suretiyle bana eziyetlerde bulundular.
Belâlar öylesine şiddetlendi ki, işi beni "Belh" vâlisi'ne şikâyet edecek kadar ileri götürdüler. Bu işten bahsedilmesine sebebiyet veren belâ da O'nun katından geliyordu. Bu defâ da ona, aşk hakkında konuşmak, insanları bozmak, bid'at çıkarmak ve peygamberlik iddiâsında bulunmak suçundan şikâyete çıkmışlardı! Hakkımda hatırıma dahi gelmeyecek şeyler söyleyerek, belâmı daha da artırdılar. Nihayet "Belh"e vardım; benden aşk hakkında konuşmayacağıma dâir bir yazı aldılar!"
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri kendisini bu belâdan ancak, valinin talep ve isteği üzerine; bir daha bu konular hakkında konuşmayacağına dâir yazılı bir kâğıt vererek kurtarabilmişti. İşte bu zât-ı muhterem ilk olarak Hâtem-i veli'den bahsetmiş ve ona tâ o zaman biat ettiğini ilân etmişti.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bir âlemdir. O zaman bilmediler, astılar ve çöplüğe gömdüler.
Muhyiddin Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri çok büyük bir zât, Cenâb-ı Hakk sevmiş, seçmiş, ortaya koymuş. Birçok eserler vermiş, ilim, hilim sahibi büyük bir Allah dostu veli idi.
Birçok kimseler ise onu anlayamadılar. İleri sürdüğü fikirlerinden dolayı aleyhinde bulundular ve öldürülmesine sebep oldular. Cahil halk vefatından sonra mezarını yıkarak bir iz bırakmadılar. Dar zihniyetli, kıt düşünceli, taassub ehli kişiler onun "Şeyhül Ekber" ismini, "Şeyhül ekfer" olarak tahrif etmişlerdir. Kendilerini aynada görmüşler.
"Sin Şın'a dahil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddin'in."
Diyen İbn-i Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Kabrinin Yavuz Sultan Selim tarafından tamir edileceğini önceden haber vermiştir. Nitekim 1517'de Mısır seferinden dönen Yavuz, kabrinin üzerine bir türbe ve civarına bir cami yapılmasını emretmiştir.
Bu muhterem Zât da Hâtem-i veli hakkında kitaplar yazmış, onunla ilgili çok ifşaatlarda bulunmuştur.
İmâm-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Hükümdar Ekber Şah devrinde kötülük ve sapıklıklar varabileceği son noktaya ulaşmıştı.
Tasavvuf birçok yerlerde olduğu gibi orada da çığırından çıkmıştı. Bu yolu siyaset ve menfaatlerine âlet etmek isteyen kişiler ortalığı istilâ etmişti.
İşte böyle bir zamanda İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri henüz genç yaşında hükümet otoritesine karşı dini ihya etmek için tek başına mücâdeleye başladı. Elindeki bütün vasıtalara ve güce rağmen, hükümet onu susturmaktan âciz kaldı. Nihayet zindana attılar. Bu ise onun halk üzerindeki tesirini daha da güçlendirmiş oldu.
İşte bunlar onların Resulullah Aleyhisselâm'ın varisi olduğuna delalettir.
Binlerce ulemâ bu şekilde hep eziyette.
Seyyid Nesîmi Hazretleri "Allah" dediği için derisini yüzdüler. Şu zulme bakın. Bunu; "Ben âlimim!" diyenler yaptı.
Ne büyük cehalet değil mi?
Seyyid Nesimi -kuddise sırruh- Hazretleri derisi soyulduğu zaman bu mübarek zât derisini omuzuna almış, "Elhamdülillâh! Postumu kurtardım!" demiş. Yani imanını kurtarmış. Derisi soyuldu umurunda değil. "İman, iman" diyor. Bu sözün çok gizli mânâsı var. Ancak kabre giren bunu hisseder. Dünya havaî, hayâlî, hayâlât... Mühim olan hakiki iman...
Hallâc-ı Mansur Hazretleri'ni hapishanede sürüklediler, neler neler yaptılar. Darağacında astılar. Neden? Hakk dediği için.
Ve kimisini zehirle öldürdüler. Bunların sayısı yüzlercedir.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin durumlarına bakın, o da zehirlenerek şehit olarak gitti.
1925'de tekkelerin kapatılmasından sonra hiç dışarıya çıkmamaya karar vererek Erenköy Kazasker'de satın aldığı köşkünde inzivaya çekildi ve sürekli polis gözetimi altında tutuldu.
23 Aralık 1930 yılında meydana gelen Menemen vakasıyla ilgisi bulunduğu iddiâsıyla tutuklanarak Menemen'e sevkedildi ve idam talebiyle yargılandı. Yaşının ilerlemiş olması sebebiyle idam cezası müebbed hapse çevrildi, oğlu Mehmet Ali Efendi'ye de idam cezası verildi.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri Menemen'deki askeri hastanede tedavi görürken 84 yaşında iken 3-4 Mart 1931 gecesi vefat etti. Zehirletilerek öldürüldüğü şeklinde bir kanaat da vardır.
Nitekim bir şiirinde:
"Ne mümkün bunca ateşle şehid-i aşkı gasletmek,
Cesed ateş, kefen ateş, hem âb-ı hoş-güvâr ateş." buyurmuştu.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu Şeyh Ali Efendi Hazretleri'ni de idam ettiler. İdam edildikten sonra hem lisanının hem de başının Kelime-i tevhid'i bir saat kadar söylediğine herkes şahid olmuştur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Birisi iman etmiş, ilmiyle Hakk'ı düşünür. Diğeri ilim tahsil etmiş, nefsini düşünür. Gerçek budur.
Bunun içindir ki Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in beyitlerini burada arz edelim.
Buyururlar ki:
"Ey gönül aldanmak hatadır lütfuna ihsanına
Âşık isen kıl tedarik cevr-i bîpâyânına
Âşık oldur ki, kim kılar canını canâna fedâ
Vermeyen cânını cânânına kusurunu itiraf gerek."
Sizin bu sahada ne işiniz var, çekilin gidin! Burası âşıkların, sâdıkların, Hazret-i Allah'a gönül verenlerin sahasıdır diyor. Ötekilerin hepsini süpürdü.
Âyet-i kerime'ye gelince, Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Bu Âyet-i kerime'yi bilmediklerinden inkâra kalktılar. Neden? Bunların muallimi iblis... Bunlar sadır ilminden tamamen habersiz olduklarındandır.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
"Ben Resulullah'tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir." (Buharî)
Bu Hadis-i şerif'i de bilmediklerinden inkâr ediyorlar.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Buna Hakkal-yakîn ilmi denir. Bu ilimden bahseden zevât-ı kiramın bazısı âlimler tarafından bazısı zâlimler tarafından yok edilmişlerdir. Âlim, fakat bilmedi, hased etti, yok olsun gitsin dedi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri Üsküp'e gittiklerinde yaşadıkları bir hadiseyi şöyle naklediyorlar:
Bir gün Üsküp'teyim. Bir mevzu açıldı. Dediler ki "Üsküp'ün üstünde bir perde var, bu perde hiç kalkmıyor." Ve şöyle anlattılar: Bir gece halk büyük bir telâşa kapılmış, yangın çıktı diye. Hatta zamanın valisi pijama ile koşmuş. Halk ateşe doğru yaklaştıkları zaman bakıyorlar ki ateş değil, İsmail Hakkı Hazretleri'nin evinden nûr parlıyor. Vali duruma vâkıf oluyor, halkı dağıtarak hane-i saâdetine giriyor. Bakıyor ki İsmail Hakkı Hazretleri küçücük bir odada mum ışığında "Allahu nûrussemâvâti vel-ard" Âyet-i kerime'sini tefsir ediyor. Durumu gören vali özür diliyor ve çıkıyor.
Hadise ertesi günü şehre yayılıyor. Fakat dedik ya bilemediler, haset ettiler diye. Zâhiri bazı âlimler ne yapıyor biliyor musunuz? Bir tertip hazırlayarak "Bu adam zındıktır, ayakkabısının içinde Âyet-el kürsî var." diyorlar. Bakıyorlar Âyet-el kürsî çıkıyor ve bu zâtı Üsküp'ten sürüyorlar. Hanımı da hamile, şehirden çıkarken gayr-i ihtiyari Üsküp'e bir bakmış, Üsküp'ün işi bitmiş. O perde inmiş bir daha da kalkmamış.
Diyorlar ki; bir daha yerli halkı Allah-u Teâlâ burada tutundurmadı, yabancılar ona hürmet ettiler, ondan sonra bu memlekete yabancılar sahip oldular.
Neden? Allah-u Teâlâ'nın bu nûrunu oradan çıkardıklarından. Bu bir ibrettir. O zaman bunlar bu hakikati açarken anlayamadılar. Âlim hased etti, zâlim ise zulmetti, zulmünü yürüttü. Fakat şunu iyi bilin ki Hazret-i Allah'ın bu sevgililerini yok etmeleri, tıpkı yahudilerin peygamberlerini yok etmeleri gibidir.
Amma Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde ne buyuruyor?
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Bu Hadis-i şerif'e dikkat edin, yaptıkları ne büyük bir cehalet değil mi? Mârifetullah ilminden bahsettiklerinden ötürü bu haller onların başına geldi.
Din-i İslâm'a nûr saçan, ümmet-i Muhammed'e yol gösteren ve bu uğurda her türlü ibtilâlara ve belâlara sabreden hakiki âlimlerdir.
Milâdi 846 yılında vefat eden Ahmed bin Nasr El-Huzâî adındaki büyük bir Hadis âliminin din-i İslâm'a olan bağlılığını arzedeceğiz. Hakiki âlimin kim olduğunu, "Ben de âlimim!" diyenlerin kim olduğunu öğrenmiş olacaksınız.
Bu zât-ı muhteremin yaşadığı asırda "Kur'an mahlûk mudur değil midir?" münâkaşası yapılıyordu. İleri gelen ulemâ Kur'an-ı kerim'in mahlûk olduğu fikrini kabul etmeye zorlanıyor, kabul etmeyenler büyük hakaretlere uğruyorlardı. Ahmed bin Nasr Hazretleri buna karşı çıktı.
Ellerini ve ayaklarını zincire vurarak, tâ uzaklardan getirip Halife Vâsık'ın huzuruna çıkarttılar.
Halife ona Kur'an-ı kerim'in nasıl meydana geldiğini sordu. "Lâfını geveleme! Ne demek istediğini anlıyorum. Şunu iyi bil ki Hazret-i Kur'an yaratılmamıştır." diye cevap verdi.
Allah-u Teâlâ'nın ahirette görülüp görülmeyeceğini sordu. Ahmed bin Nasr Hazretleri "Gökteki ayı nasıl görüyorsan, Rabb'ini öyle göreceksin." dedi. Halife itiraz etti. Gözle görülebilen, mekânda yer tutan bir Allah'a inanmadığını söyledi.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Muhakkak ki siz Rabb'inizi şu ayı gördüğünüz gibi pürüzsüz göreceksiniz, bunda şüphe etmeyiniz."(Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 331)
Gerçek bu zât-ı muhteremin bu beyanı bu Hadis-i şerif mucibincedir.
Halife Vâsık sonra da huzurunda bulunan fakihlerden idamı için fetvâ aldı ve celladın yardımıyla bir vuruşta başını yere düşürdü.
Kulağına taktığı idam fermanında Kur'an'ın mahlûk olduğunu kabul etmediği, Allah'ı mahlûka benzettiği için idam ettirdiğini yazdırdı.
Kesik başının "Lâ ilahe illâllah" diyerek zikrettiğine ve baştan başa Yâsin-i şerif'i okuduğuna halk şahid olmuştur.
O göçtü gitti öteye ulaştı, o ulu Hazret'e. Amma "Ben de âlimim!" diyenler kaldı. Onların durumları Allah'a kalmıştır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri de; "İbtilâ Peygamber Aleyhimüsselâm'ın sünnetidir. Peygamberlerin mirasıdır." buyurarak yaşadıkları ibtilâ ve musibetlere; sabır, sükût, tevekkül ile mukabele etmişler, her zaman; azim, cesaret, tedbir ve rızâ halinde bulunmuşlar ve şöyle buyurmuşlardır:
Sahib'imin ne takdir ettiğini bilmiyorum. Bana ne takdir ettiğini O bilir. Çekiniyor muyum? Çekinmiyorum. Ve O'na bu lütfu bahşettiğinden ötürü bu yolu açtığından ötürü şükrediyorum. Gideceğim. Kalacak değilim zaten.
Fakat hamd olsun Rabb'im cesaret vermiş, ürkeklik vermemiş.
Allah'ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Yani yazacağımı, yapacağımı yaparım, bunu bilin! Sırf Allah için, Allah korkusundan yapıyorum. Bir gayem, bir maksadım, bir menfaatim var mı? Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor. Bizim karşımızda milyonlar var, deli miyim? Hayır ben deli değilim. Ben Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım.
Hatta bu bölücüler gelip haklarındaki yazıları önlemek için; "Biz sizi seviyoruz, hürmetimiz var!" dediler. Fakat biz emirle hareket ederiz. "Biç!" derlerse, hiç bakmayız biçeriz, hiç korkmayız. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müşrikler darılacak diye Kur'an-ı kerim'i tebliğden mi kalıyordu? Kâfir olmayana kâfir demenin cezası 80 değnektir. Fakat kâfire ahkâmı bildirmeyen dilsiz şeytandır, zâlimdir. Ahkâmı bilin, bilerek söyleyin.
Ben kendime iman etmedim. Ben Allah'ıma iman ettim. Siz de bunları anlamak için kendinizi zorlayın, tefekkür edin. Bu da üç şeyle olur. İbadet, muhabbet, rahmet-i İlâhi'yi kalbe akıtmakla, râbıta ile olur.
Hatta niyazım var; Allah'ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla. Ölünceye kadar da değil. Bunu Allah-u Teâlâ'dan niyaz ediyorum. Bu nuru O veriyor ve böyle bu nur gidecek. Onun için benim ölümümle iş bitmiyor!
Kardeşler! Gözünüzü açın, dikkat edin!
Hatta bir noktasını ifşa edeyim. Bu bayrama kadar yapmadık bunu. "Peki bize ne vereceksin?" buyurdular.
"Canımı!" dedim.
"Biz de her an bekleriz!" buyuruyorlar.
Çünkü insanda Allah-u Teâlâ'nın bahşettiği en kıymetli sermaye candır. Zaten fakirin ilk imtihanı canla oldu.
Kul herşeyden önce Hakk'a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir:
"Allah'ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi lütfet."
Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında kişinin içi dışarıya çıkar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Sabır göstermekle ve namaz kılmakla Allah'tan yardım isteyin." diye emir buyurmaktadır. (Bakara: 45)
Allah-u Teâlâ kullarını imanı nispetinde sabır ve imtihana tâbi tutar, ibtilâlara maruz bırakır. İman kemâlleştikçe imtihanlar da o nispette artar. Dünya bir imtihan sahnesidir.
Âyet-i kerime'de:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." buyuruluyor. (Mülk: 2)
Dünya mihnet ve meşakkat yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nispette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra iman derecesine göre diğer müminlere gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizî)
İbtilâ Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın sünnetidir. Çünkü gelen ibtilâ nefse geliyor, ruh hayat buluyor. Rahat ve istirahat nefsin hoşuna gidiyor, bu durum onu sünepeliğe sevkediyor.
Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Ne yerden kârbân-ı gam göçer olsa konar bende,
Belâ râhında şimdi bir muayyen menzil oldum ben."
(Nereden bir gam kervanı göçse gelip bende konaklanır. Belâ yolu üzerinde herkesin bildiği bir konak yeri oldum.)
Tasavvuf yolu çok çetindir. Yolcuyu bu yolda çok çeşitli sıkıntılar bekler.
Cefâ altında, ibtilâ altında kalan; Hazret-i Allah'tan başka sığınılacak yer olmadığı için O'na sığınmış olur. İşte o zaman Hazret-i Allah ile kulun arasından perde kalkar.
İbtilâlar bilhassa Allah ehline çok gelir. Bu sebeple Es'ad Efendi Hazretleri; "İbtilânın belli başlı menzili oldum, nereden kopsa beni bulur." buyuruyor.
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ'nın ne ile imtihana çekeceğini kişi bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan bilir.
Kulluk imtihan neticesinde belli olur. Orduda bir subay büyük bir yararlılık gösterince, rütbesi bir anda yükseldiği gibi, bir kul da başına gelen ibtilâya sabrettiği zaman kulluğunu göstermiş, derecesi yükselmiş olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah kime hayır dilerse onu musibete uğratır." buyuruyor. (Buhârî)
Herkes ibtilâyı ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir. O'nun her taksimi güzeldir.
İbtilânın en tatlı kısmı, kulunu Zât'ına yaklaştırır, gözyaşı döktürür, gönlünü tertemiz yapar, gideceği yere hazırlık yaptırır. Bu ibtilâ kişinin kabahatinden ötürü gelmez, Hakk'ın dilemesinden ötürü gelir.
Muhakkak murat ettiğini yapar. Mahlûk bunu yapamaz, düşünemez. Çünkü mahlûk dediğin şey bir tuluma benzer. İşi yapan üstattır, tulum yapamaz. Yalnız beğenmiş, tulumu takmış ne kadar güzel! Onunla iş görüyoruz, ama tulum iş görmez. Yalnız O, tulumu seçmiş, tulumu kendisine giydirmiş. Perde.
Hâkim et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Hâtem-i veli'ye itirazların çok oluşu onun tam varis oluşundandır." buyuruyorlar.
Elhamdülillâh. Oradan geliyor. Ne güzel parmak basmış mübarekler. Onlara Cenâb-ı Hakk göstermiş, bildirmiş, kitabı okutmuş, Levh-i mahfuz'u görmüşler.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hayât-ı saadetleri tetkik edildiğinde görülecektir ki ömrü ibtilâlar, imtihanlar, sıkıntılar, eziyetler, ezâ ve cefâlarla geçmiştir.
Zât-ı devletleri'ne bunların yazılması, not alınması sorulduğunda şöyle buyurmuşlardı:
"Bunlar ayrı bir mevzu olduğu için, bu gibi şeyleri hiç yazmasanız da olabilir. Bunlar bizim hususi hayatımıza âit şeyler. Bunlara hiç değer vermeyiz. Mânevî cihetteki noktalara değer veririz.
Siz arzu ettiğiniz için bunları ilâve ediyoruz. Yoksa bizim için bunlar basit gelir. Bizim için mühim olan, Hakk'tan gelen feyzi nakildir. Yani sohbet esnasında geçecek olan sözler Hakk'tan geldiği için, feyz-i ilâhiye olur. Biz onlara değer veririz ve onların kayıtlı bulunmasını isteriz. Ki o sözlerden kendim dahi ileride istifâde edebileyim. Ve keşke zamanında tutulsaydı da, bugün talebeliğini yapabilseydim. Bir zamanlar her akşam sohbet yapardık. O zamanki feyz bambaşka idi. O zamanlar tutulsaydı şimdi mükemmel istifade ederdik."
Evvelâ çocukluğunda beş yaşında düşüp ayağını burkmuş ve fakat bir daha tedavi edilememiştir. Doğduğu memleket olan Yugoslavya şimdiki Sancak'ın Yenipazar şehrinde babasını 6 yaşında kaybettikten sonra sıkıntılı günler başlamış, Zât-ı âlileri 9 yaşına geldikleri zaman annesi ve kardeşleriyle beraber Türkiye'ye hicret etmişlerdir.
Bu zamandan sonrasını kendileri şöyle anlatmışlardı:
"Fakat babamız orada vefat etti, takdir öyleymiş, orada kaldı. Yabancı bir devletin içinde küçücük çocuklarız.
Sonra Rabb'imizin lütfuyla, Yugoslavya'dan Türkiye'ye geldik.
Babamız zengindi, tüccardı, ona göre bir hayatımız vardı. Buraya gelince bu zenginlik bitti. Biz çok küçük yaşta hayata atıldık. 16 yaşındayken esnaf olduk. Dolayısıyla hayatın her yolunu biliyoruz. Zenginliği de, fakirliği de, yoksulluğunu da, yetimliğini de biliyoruz."
Annesine ve kardeşlerine bakabilmek için küçük yaşta ayakkabıcılık mesleğine başlar. O zamanki Türkiye ve dünya şartları bir hayli zordur.
Çektiği ibtilâlar daha gençlikte başlamış, bunu gören anneleri; "Oğlum! Bakıyorum gençlikte çok ibtilâlar geliyor başına, Allah'ım sana ihtiyarlıkta rahatlık versin" şeklinde duâ buyurmuşlardı.
O günler hakkında;
"Hakikaten gençlikte çok çalıştım, çok para kazandım. 16 yaşımda dükkân açtım.
Çok defter kapattım! Hep âlemin üstüne kaldı. 48 senelik esnafım." buyurmuşlardı.
Kirada oturduğu yıllarda soğuk bir pencereden girer diğerinden çıkardı, bu yüzden ciğerlerini de üşütmüştü. Buna rağmen; "Tutunmaya çalıştık!" buyurmuştu.
Hayatı; 18-19 yaşlarına geldiğinde mânevi tahsile başlamasıyla değişmiştir. Artık zamanın kutbu Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap edip bağlanmıştır. Kısa bir zaman sonra genç yaşta kardeşi Yusuf Efendi'yi kaybeder. Bir yıl sonra şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni, hemen sonra da vâlidesi Çelebiye Hanım Efendi'yi kaybeder.
Arka arkaya gelen bu acılar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayât-ı saadetlerinde geçen ve müslümanların "Hüzün Yılı" diyerek isimlendirdiği o yılları anımsatır.
Zât-ı âlilerine bırakılan mânevi yolun emanetini tenvire, tebliğe başlamalarıyla da birçok düşmanlar çıkmış, Düzce'de gerek ailevi yaşantısına iftira atmışlar, gerek kendilerine suikast tertip etmişler, gerek gıyabında ve sevenlerinin nezdinde hakaret ve iftiralara uğramışlar, daha birçok çirkefliklere, saldırılara maruz kalmışlardır.
Yine kendilerini tasavvuf ehli zanneden bir kısım mukallitlerin, gerek hizmetlerini yapmasına engel oldukları, gerek nasiplilerin yolunu kesmelerine sebep oldukları görülür. O ise bunlara sabır ve sükut ile mukabelede bulunmuş, hiç durmadan ümmet-i Muhammed'i tenvir etmek için çalışmıştır. Kimseden korkmadan, çekinmeden İlâhi davayı tebliğe devam etmiş, yılmadan, yıkılmadan bu hizmete, bu nurun yayılmasına gayret etmiştir. Kimseden bir şey beklememiştir.
Hacc dönüşü ile ilgili bir durumlarını şöyle anlatmışlardı:
"Hacc dönüşü Bolu dağından inerken içime bir gariplik geldi. Herkesin evinde sobası var, bekleyeni var diye düşünürken; "Senin evinde de Allah ve Resul'ü var!" buyurdular."
Düzce'de hep yemeklerini kendisi yapmış, bulaşıklarını yıkamış, sobasını yakmış, çamaşırlarını yıkamıştır. Gelen tüm misafirleri ile kendisi ilgilenir, ikramlarını bizzat kendileri hazırlar, kendileri doldurur ve ikram ederlerdi. Bu hususta da; "Allah-u Teâlâ bize acımış, yıllarca yalnız yaşatmış, yoksa kadın, çoluk-çocuk fitnedir. Kitap okuyamazsın, ibadet yapamazsın. Bunlar olsaydı bunca kitap husule gelmezdi." buyurmuştur. Bir keresinde bir bayram günü bir arkadaşı yardımına gelmiş öğlene kadar ziyaretçilere; koku, şeker ya da şerbet ikram ettikten sonra yorulmuş. "Buna akıl sır ermez, biz şurada hemen yorulduk!" demiştir.
Bu hâlini gören Efendi Hazretlerimiz:
"Efendim! Bizim bütün ömrümüz böyle geçti!" buyurmuşlardır.
"Hayatınız çok ibtilâlı geçti!" denilmesi üzerine şöyle buyurmuşlardı:
"Elhamdülillâh. Bunu fakir şöyle tarif eder:
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- "İbtilânın belli başlı menzili oldum, nereden kopsa beni bulur!" buyuruyorlar.
Elhamdülillâh. Allah-u Teâlâ oradakini fakire çevirmiş. Nereden kopsa bulur. Sonra ibtilâ rızık gibi ezelden taksim edilmiştir. Bitecek, atacak. Bunlar hep esrâr-ı İlâhi'ye, ama lütuf. Sana lütfunu yerleştirecek ki o sermayeyle iş göresin. Mahlûka ait hiçbir şey yok. Fakat insan zanneder ki kendisinin yaptığını. Burada işte aldandığı yer burası. Ben, ben, ben! Davul çalar gibi çalar amma sesi duyulur fakat içerde hiçbir şey olmaz."
Ömrü; gündüz çalışma, gece ibadetti. Geceleri uykusu 2-3 saatti ve yatmak icabettiğinde halının üstünde yatarlardı.
Ömrü hep uykusuz ve fakat ibadetle geçmiş olduğundan vücut yorgundu. Sevenleri etrafında pervane olmak isterken o seneler senesi yalnız yaşadı. Kendi işini kendisi görürdü. Kimseye yük olmadı, azmi ve dirayeti, cesareti her şeyin fevkinde idi.
Adapazarı Vakıf binasına geçtiklerinde dahi vakfın çorbasını içmediler. Halbuki aşçılar vardı.
Bu konuda şöyle buyurmuşlardı:
"Kalemle mücadele etmeye vazifeliyim. Benim için can ve mal, böyle bir şey düşünülmez. Bu yol Allah yoludur.
Her zaman arzettiğim gibi, vakıfta oturuyorum, vakfın yemeğini bile yemiyorum. Buranın yemeği helâldir. Bütün masrafımı kendim yaparım. Kendi çamaşırımı kendim yıkarım. Kendi ütümü kendim yaparım. Kendi yemeğimi kendim yaparım. Aşağıda aşcı var. Hayır! Ben iyi bir numune olmaya çalışıyorum. Ve şöyle niyazım var; Allah'ım bana kuru ekmeği sevdir, fakat kitaplardan 40 parayı nasip etme... Emrolunduğum vazifeyi yapmak zorundayım."
Tasavvuf'a intisabı ile beraber ahirete intikaline kadar geçen yetmiş yıla yakın hep takibat altında kalmış, taciz edilmiştir. Sevenleri de bu sıkıntılara uğramışlardır. Bilhassa, gerek ihtilâllerde, gerek muhtıralarda çok sıkıntılar çekmiş, sıkıyönetim mahkemelerinde de yargılanmıştır.
1980 ihtilâlinde ifadesini almak için görevini yerine getiren ve daha sonra ihvanı olan bir kardeşimizin o döneme ait bir hatırasını arz edelim:
"12 Eylül 1980 ihtilalinde Bolu Komando Tugay'ında, sıkıyönetim harekât ve istihbarat kısmının sorumlusu Astsubay olarak görev yaptım. 1981 yılı başlarında Efendi Hazretleri hakkında Düzce'den bir ihbar mektubu gelmişti. Bu mektupta tarikat faaliyeti yürüttüğünü, tarikat şeyhi olduğunu ve ziyaretine gelip, giden çok sayıda kişi var gibi beyanlardan bahsedilmekteydi.
(O tarihte izinsiz olarak üç kişinin bir araya gelmesi suç sayılırdı.)
Bu ihbar mektubunu bir yazı ekinde, Bolu Emniyet Müdürlüğü'ne gereği yapılmak üzere gönderdim. (O tarihte Düzce ilçe idi ve Bolu iline bağlıydı.) Bu yazımız üzerine Polis yaptığı tahkikatını bize iki sayfalık bir rapor hazırlayıp göndermişti. Raporda yazılanlar özetle Efendi Hazretleri hakkında tarikat şeyhi olduğu ve Türkiye'nin çeşitli yerlerinden iki bin kadar müridinin olduğu gibi malum faaliyetler anlatılıyordu.
O zaman Tugay komutanımız rahmetli Eşref Bitlis paşaydı, kendisine sıkıyönetim ile ilgili evrakları imzalatmak için çıktığımda durumu anlattım ve polisin sadece rapor göndermekle yetindiğini, soruşturmanın derinleştirilmesi gerektiğini, (O zamanki düşünceme göre) sıkıyönetim ortamında böyle faaliyetlere izin vermemek gerektiğini beyan ettim. Bunun üzerine bana "Ne yapmak istiyorsan gerekeni yap!" dedi.
Bunun üzerine çalışma odama geldim ve bir yazı ekinde polisin raporunu soruşturmanın derinleştirilerek gerekli işlemin yapılması için Bolu Emniyet Müdürlüğü'ne tekrar gönderdim.
Gönderdim göndermesine de, ben o gece bir rüya gördüm.
Rüyâmda; yeryüzü yemyeşil çimenler ve gökyüzü açık, göz alabildiğine uçsuz bucaksız bir yerdeyim, ufukta yer ile gök birleşiyordu, başka hiçbir şey ve benden başka hiç kimse yoktu. Ayakta ellerim dua eder gibi açık halde: "Yâ Hazret-i Mevlâna!" diye üç defa yüksek sesle bağırdım. (Rüyâm devam ediyor) Rüyâmda sabah oluyor uyanıyorum, fakat kendime çok kızıyorum. "Bre günahkâr sarhoş! Sen kimsin Mevlâna kim? Senin Mevlâna ile ne işin olur?" Öyle yüce bir şahsiyeti benim gibi günahkâr bir sarhoşun anmaması gerektiğini ve buna lâyık olmadığımı, Mevlâna Hazretleri'ne saygısızlık olacağını düşünerek resmi elbiselerimi giydim evden çıkıp servis aracına bindim. Tugay'a gittim, mesaimiz başladı ve evrak imzalatmak için kurmay başkanımız Kurmay Yarbay Akan Akay'a çıktım. O evrakları imzalarken kendisine: "Komutanım! Ben bu gece rüyâmda üç defa: 'Yâ Hazret-i Mevlâna!' diye bağırdım, amma Mevlâna'yı göremedim." dedim. O da bana: "Göreceksin, göreceksin, göreceksin!" diye karşılık verdi ve uyandım.
Uyandığımda sabah olmuştu. Hemen kalktım, amma rüyamdaki kızgınlığım bütün şiddetiyle devam ediyordu. Kendi kendime Mevlâna Hazretleri'ne bir saygısızlık içindeymişim gibi bir pişmanlık duyuyordum. Rüyânın etkisi ile şaşkınlık içindeydim.
(Kendi kendime rüyâmın yorumunu şu anlatacağım olaya yormuştum. Bolu'da Diyanet'e bağlı bir yatılı okul vardı bu okulda çeşitli yerlerden gelen imamlar bir yıl kadar kurs gibi bir öğretim görüyorlardı. Oradaki bir imam öğrenci İran'da birilerine mektup yazıp, Türkiye hakkında karalayıcı propaganda yapıyor. Bu mektubu Milli İstihbarat ele geçirmiş ve sıkıyönetim komutanlığı olarak bize gereği yapılmak üzere göndermişti. O gün akşam yatsı vaktine yakın bir saatte bu okula bir baskın yapıp arama yaptık ve o şahsı gözaltına almıştık. O gece de bu rüyâyı görünce, rüyâmı bu olaya yordum ve "Öğrencilere haksızlık mı ettik acaba?" diye düşünmüştüm.)
Rüyâ gördükten tam üç gün sonra Bolu Emniyet Müdürlüğü ekipleri Efendi Hazretleri'ni Sıkıyönetim komutanlığına getirmek üzere gözaltına almışlar, evinde bulunan birkaç kitabı da yanlarına alıp akşam saat 10.00 - 11.00 sıralarında Bolu Emniyet Müdürlüğü'ne getirmişler. Bolu Emniyet Müdürlüğü'nde nöbetçi Emniyet amiri Efendi Hazretleri'ni makam odasına alıp, sabaha kadar sohbet etmişler. (Emniyet amiri Rize-Hemşinli idi, ismini hatırlamıyorum. Sonradan birlikte birkaç defa Efendi Hazretleri'ne ziyarete gitmiştik.) Sabah olunca erkenden Efendi Hazretleri'ni Komando Tugayına getirip nöbetçi amirliğine teslim etmişler.
Sabah Tugay'a vardığımda nöbetçi âmiri olan bir subay bana polislerin iki sakallı şahıs getirdiğini ve aşağıdaki odada olduklarını söyledi. Gelenlerin üç gün önce haklarında işlem yapılmak üzere polise gönderdiğim yazıda bahsedilen tarikat şeyhi olduğunu anlamıştım. "Tamam!" dedim. (Zemin katta gelen şahısların konduğu sıkıyönetime ait iki ranza yataklı bir oda vardı) Hemen aşağıya indim ve Efendi Hazretleri'nin kaldığı odaya girdim. Efendi Hazretleri'ni ilk defa orada gördüm. Yanında bir şahıs daha vardı, ben o şahsın kim olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ayağa kalktı ve ilk sözü şu oldu:
"Efendim, biz Allah ve Resul'ü deriz, başka hiçbir gayemiz yoktur!"
Efendi Hazretleri'ni görünce bir anda içim kaynamıştı, nur yüzlü ve güler yüzlü biriydi. "Buyurun oturun efendim" dedim. Oturduktan sonra ben kendisine tarikat faaliyetlerinin zararlı olduğunu beyan ettiğimde, kendisi tekrar güler yüzle aynı sözleri tekrarladı:
"Efendim, biz Allah ve Resul'ü deriz, başka hiçbir gayemiz yoktur!"
Ben de kendisine tarikat faaliyetlerinin zararlı olduğuna dair elimizde bilgiler olduğunu beyan ettim ve: "Bunu size göstereceğim." dedim, odadan çıktım. Ülkemizi tehdit eden iç ve dış güçleri anlatan bir döküman vardı. Sanki bir delil olacakmış gibi bu dökümanı inceledim. Bugünkü tüm bölücülerin, zararlı faaliyetler içinde olduklarından bahsediliyordu. Fakat Nakşibendî tarikatı hakkında hiçbir bilgi ve delil olacak bir şey de yoktu. Tekrar Efendi Hazretleri'nin kaldığı odaya geldim ve: "Siz haklısınız, o evrakta tarikatlardan bahsetmiyor efendim" dedim.
Bunun üzerine bana dedi ki;
"Efendim bir rüyânız var mı?" diye sordu.
Ben de yukarıda arz ettiğim rüyâmı kendisine anlattım.
Rüyâmı dinledikten sonra buyurdular ki:
"Efendim, Mevlâna demek efendi demek, siz mânevi bir efendi ile karşılaşacaksınız. Fakat bu komutanın sayesinde olacak." dedi.
Ben de: "Allah, Allah! Bu mânevi şahıs kimmiş acaba?" dedim. Efendi Hazretleri sadece tebessüm etti, cevap vermedi. Bunun üzerine ben kendilerine: "Efendim buyurun yukarı çıkalım!" dedim ve yanındaki şahıs ile birlikte çalışma odama çıktık. Ben kendilerine bir şeyler ikram etmek istedim, kabul etmedi, teşekkür etti. Israrlarım karşısında; "O zaman açık bir çay içeyim" dedi ve gelen çayın da yarısını içti öylece bıraktı.
Benim, Efendi Hazretleri'ne karşı içimde bir muhabbet uyanmıştı ve sohbete başladık. Kendisine sorular soruyordum ve çok güzel cevaplar alıyordum, öyle ki kendisini hiç bırakmadan konuşup sohbet etmek istiyordum. Odamızın kapısı açık duruyordu, kapı önünden geçen subay ve astsubaylar merakla bize bakıp geçiyorlar, fakat içeri giremiyorlar, koridorda dolaşıp duruyorlardı. Bu arada saatler geçiyordu. Biz sohbetimize devam ediyorduk, bir ara şube müdürüm olan Binbaşı Kemal S. odamızın kapısına gelerek işaretle beni dışarıya yanına çağırdı, (o bile odamıza giremiyordu) yanına vardım, dedi ki; "Ben komutana imza için çıkıyorum, bu şahıslar hakkında ne yapacaksın?" dedi.
Ben de; "Bunların herhangi bir suçu yok, bırakacağım." dedim. Binbaşı Kemal S. evrakları imzalatırken durumu komutanımız Eşref Bitlis Paşa'ya aktarınca, Komutan: "Tembih edin! Toplantı yapmasınlar ve bırakın gitsinler." demiş. İmza sonrası şube müdürüm Binbaşı Kemal S. komutanın talimatını bana söyleyip: "Gönder gitsinler!" dedi.
Ben de: "Tamam gönderirim." dedim. Fakat Efendi Hazretleri ile sohbetimiz bana çok hoş geliyordu ve göndermeye hiç de niyetim yoktu, ne kadar çok konuşursam benim için ayrı bir haz duymama vesile oluyordu.
Sohbetimizden hatırımda kalanlar şöyle idi:
"Şeriat hakkında ne düşünürsünüz?" dedim. Şöyle buyurdu:
"Efendim şeriat nasip meselesidir, Cenâb-ı Allah bu millete şeriatı nasip etmişse sizin ordularınız sokaklara dökülse engel olamazsınız. Cenâb-ı Allah bu millete şeriatı nasip etmemiş ise bu millet sokaklara dökülse şeriat gelmez." dedi ve devamla;
"Efendim, Şeriatın yüzde doksan sekizi kişinin kendisini ilgilendirir, yüzde ikisi devleti ilgilendirir. Siz önce yüzde doksan sekizini yapın ki geri kalan yüzde ikisini isteyebilesiniz."
Bir ara Binbaşı kapı önüne gelerek işaretle Efendi Hazretleri'ni göndermemi istedi. Ben de işaretle: "Hayır!" dedim ve daha geniş başka bir çalışma odamız vardı, oraya geçtik. Sohbetimize devam ediyorduk ve Efendi Hazretleri'nin çok temiz bir zât ve duâsı makbul biri olduğunu düşünüyordum. Efendi Hazretleri gelmeden iki ay önce ben bir trafik kazası geçirmiştim. Aldığım yaralar sebebiyle yüzümde, dudaklarım ve çenemde hasar oluşmuştu ve şekil bozukluğu vardı. Efendi Hazretleri'nin elleri ile hasar olan yüzümdeki yerlere duâ ederek sürse iyileşeceğimi düşünmeye başladım. Bu düşüncemi kendisine söylemeye birkaç defa niyetlendim. Fakat aynı yukarıda anlattığım rüyâmdaki kızgınlık gibi kendi kendime kızarak, günahkâr biri olduğumu, böyle temiz bir zâtın duâsını hak etmediğimi ve bunun istismar olacağını düşünerek bu isteğimi Efendi Hazretleri'ne söyleyemedim.
Sohbetimize devam ediyorduk.
Ruh ve madde ile ilgili kitaplar okuduğumu, terapi, hipnoz, özellikle ruhu bedenden ayırma konusuna çalıştığımı anlattım.
Bu konuda ne düşündüğünü sorduğumda;
"Bu işleri bırakmamı söyledi. Bu yolla yapacağınız her şeyin istidraç olacağını ve Allah'ın rızasının olmayacağını söyledi. Dini yaşayıp, Allah'a yönelmemi söyledi ve Allah dilerse bu gibi özellikleri verir, o zaman burada Allah'ın rızâsı vardır. Allah'ın rızâsının kazanılması ancak İslâm dinini yaşamak ile mümkün olacağını söyledi ve: Allah'ın öyle kulları vardır ki devenin hendeği atladığı gibi şu kapıdan çıkıp bir adım atar ve dilediği yerde olur. Başka türlü yollardan elde edilerek keramet gösterse, hatta gökte uçsa bile itibar edilmez. Çünkü Allah'ın rızâsı yoktur." dedi.
Bu arada öğle vakti olmuş ve yemek saatimiz gelmişti. Efendi Hazretleri ve yanındaki şahıs ile birlikte yemek için yemekhaneye gittik. İçeride bir masaya hep birlikte oturduk. Herkes merakla bize bakıyordu ve önümüze yemekler geldi. Ben yemeğe başladım, fakat Efendi Hazretleri ve yanındaki şahıs yemiyorlardı. Kendilerine; "Buyurun!" diyerek, yemeklerini yemelerini söyledim. Bana yemek istemediklerini söylediler. Ben de: "Olur mu efendim, geceden beri açsınız, yemeğinizi yiyin!" dedim.
Bana: "Efendim biz kendi kestiğimiz veya emin olduğumuz birinin kestiği hayvanların etini yeriz, Besmele çekilmeden kesilen hayvanların etini yemeyiz. Besmele çekildiğinden emin olmaz isek yemeyiz. Biz hemşiremizin evinde dahi yemek yemeyiz." buyurunca bir daha hiç üstelemedim, çünkü kendisinin çok inceliklere dikkat eden bir müslüman olduğunu idrak ettim. Ben yemeğimi yedim ve "Buyurun efendim gidelim!" dedim. Yemekhaneden dışarı çıkınca Efendi Hazretleri'ne dedim ki:
"Efendim! Benim karşılaşacağım mânevi Efendi siz olmayasınız?" (Çünkü sabahtan beri konuşmamız ve yemekhanede geçen hadise beni böyle düşünmeye sevk etmişti.)
Buyurdu ki: "Efendim aslında böyle şeyler söylenmez, bizim annemiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in soyundan gelir, babamız ise Yugoslavya Türklerindendir. Bizim adresimiz sizde mevcut, siz Düzce'ye de sık sık geliyorsunuz, Düzce'ye geldikçe bize uğrayın efendim." dedi.
(Benim Düzce'ye sık geldiğimi nerden bilmişti?)
Sıkıyönetim hizmetlerinde kullanmak üzere Yol Su Elektrik Kurumu'na ait pikap ve şoförü benim emrimde idi. Doğruca bu aracın yanına kadar vardık. Efendim sizi Düzce garajına bırakalım oradan gidersiniz dedim. "Hayır, biz gideriz efendim!" dedi. Fakat hava çok soğuk ve karlı idi, bu durumda yaya olarak bırakmam mümkün değildi, hava normal olsa bile böyle bir zâtı yaya göndermem söz konusu değildi. Polisler Efendi Hazretleri'ni getirirken kendisine ait bazı kitapları da getirmişler. Kitapları da aldım ve Efendi Hazretleri ile yanındaki şahsı Bolu'daki Düzce yazıhanesine bıraktım, oradan ayrılırken elini zorla öptüm (resmi elbiseli olduğum için halkın içinde elini öptürmek istememişti) ve kusura bakmamasını söyleyerek ben oradan ayrılıp Tugay'a döndüm.
Efendi Hazretleri ile ilk tanışmamız böyle oldu. Sonra Düzce'ye gittiğimde kendisini ziyaret ederdim. Ben görevim gereği iki günde bir Düzce'ye gider, gelirdim.
Efendi Hazretleri'mizin vefatına kadar geçen sürede sıkıyönetime gelişi ve bu yaşananlarla ilgili bana hiçbir şey sormadı. Yalnız vefatından kısa bir zaman önce en son görüşmemizde ellerini öptüm, buyur etti oturdum, hâl hatır sorduktan sonra rahatsız olduğundan hemen kalkmak için müsaade istedim.
"Otur be yahu!" buyurdular.
Biraz sonra;
"Efendim Mevlâna'yı hatırlıyor musun?" diye sordular.
Gözlerim doldu ve "Evet efendim" dedim. 30 yıl evvel 1980 ihtilâli sırasında Bolu Sıkı Yönetim Komutanlığı'na geldiğinde arz ettiğim rüyâmı bana ilk kez hatırlattılar ve bu son görüşmemiz oldu."
1981 veya 1982 yılında (tarihini tam olarak hatırlamıyorum.) Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde görülen bir davada, sanıklardan biri Efendi Hazretlerimiz hakkında tarikat şeyhi olduğu, bu konuda kitap yazdığı gibi çeşitli suçlayıcı beyanlarda bulunarak kendisi ile ilgili davaya karıştırmak için ifade vermiş.
Bunun üzerine Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Savcılığı Efendi Hazretlerimiz hakkında soruşturma başlatarak Düzce Emniyet Müdürlüğü'nden, Efendi Hazretleri'mizin yazdığı kitabı incelenmek üzere gönderilmesini istemiş. Sıkıyönetim Askeri Savcılığı'nın bu talebinin gereğini yapmak için, Düzce Emniyet Müdürlüğü'nün İstihbarat Şube Müdürü (Arif isimli bir emniyet amiriydi) Bolu Sıkıyönetim Komutanlığı'na gelip bize bilgi verdi.
Benim Efendi Hazretleri'mizin ziyaretine gittiğimi asker, polis herkes biliyordu ve hatta birçok kişiyi götürüp tanıtmaya çalışıyordum. İstihbarat şube müdürü bana dedi ki;
"Nuri astsubayım (Efendi Hazretlerini kast ederek) bu sefer hocanın işi zor!"
Ben de kendisine dedim ki;
"Ona hiçbir şey olmaz, ona hiç kimse bir şey yapamaz. Kitabı bende var size vereyim gönderin, hocama gidip de rahatsız etmeyin."
Düzce Emniyet Müdürlüğü'nün İstihbarat Şube Müdürü'ne, Efendi Hazretleri'nin kitabını Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Savcılığı'na göndermesi için verdim. Efendi Hazretleri'mizin kitabı Düzce Emniyet Müdürlüğü'nce Sıkıyönetim Askeri Savcılığı'na gönderildi. Aradan tahminen 3-5 ay kadar geçmişti. Sıkıyönetim Askeri savcılığı soruşturmayı tamamlamış ve "KOVUŞTURMAYA YER OLMADIĞINA" karar vermiş. Bu kararı Bolu sıkıyönetimi olarak bize ve bir nüsha da Efendi Hazretleri'mize göndermişler.
Kovuşturmaya yer olmadığı kararının gerekçesinde hatırladığım kadar şu cümleler çok önemliydi.
"BU ZÂTIN KİTAPLARININ DEĞİL YASAKLANMASI, BİZZAT OKUTULMASININ TAVSİYE EDİLMESİ VATANIMIZ VE MİLLETİMİZ İÇİN FAYDALI OLACAĞI KANAATINA VARILMIŞTIR" denilmekteydi.
Efendi Hazretlerimiz bu karar yazısını almış ve hiç açmamış. Nihayet hafta sonu ziyarete gelenlere, Efendi Hazretleri; "Bize bir zarf geldi, şurada duruyordu, bu neymiş bir bakınız!" diyorlar. Zarfı açıp, okutuyorlar;
"Müjde efendim sıkıyönetim Askeri Savcılığı beraat kararı vermiş" diyorlar.
Efendi Hazretlerimiz; "EFENDİM BİZ O BERAATI, O MÜJDEYİ İKİ AY ÖNCE BURSA'DAN EMİR SULTAN HAZRETLERİ'NDEN ALDIK" buyuruyor."
Hayât-ı saadetlerinde imtihan vesilesi olan birçok mevzular vardır. Bu imtihanlar birçok kişinin dökülmesine sebep olmuş. "Biz denizde fırtınada boğuşurken, kenarda olan düşmüş, gözünün yaşına bakmayız!" buyurmuşlardır.
1991 yılında Adapazarı'na geldiler. Düzce'deki evlerini, eşyalarını, dükkânlarını olduğu gibi bıraktılar, sadece bir çanta ile ayrıldılar. Hatta bir kardeşimiz;
"Efendim! Orada her şeyinizi bıraktınız. Dayalı döşeli evleri, dükkânları nasıl bıraktınız?" dediğinde;
"Efendim! Zaten bırakacak değil miyim, bir gün evvel bıraktım, aklımdan bile geçmiyor." buyurmuşlardı.
Adapazarı'nda 2 ayda bir herkesin istifade edebileceği feyzli, bereketli mânevi sohbetlerine 1995 yılına kadar devam ettiler. Gelenlerden hiçbir şey talep edilmez; yerler, içerler ve giderlerdi.
İki defa göz ameliyatı, iki defa fıtık ameliyatı olmuştu. 83 yaşında böbreklerini kaybetmiş, iki yıl süren tedavi süresinde de altı-yedi ameliyat geçirmişti.
Hülâsa, hayatının her safhasında olduğu gibi son iki yılında rahatsızlığı vesilesiyle numune bir tevekkül, teslimiyet, sabır ve şükür timsaliydi.
Bu hususta da şöyle buyurmuşlardı:
"Benim gayet rahat ve müsterih bir halim var. Rahatım, memnunum. O'ndan geldiği için gayet memnunum. En küçük bir şikâyetim, sıkıntım yok. Hiç hasta gibi durmuyorum. Bu Cenâb-ı Hakk'ın verdiği azametten geliyor. Bunun için hasta olduğuma kimse inanmıyor. Dışarıdan öyle görünüyor. Ne büyük lütuf elhamdülillâh. O karışıyor işe..."
"Takdir böyleymiş diyorum, üzülmüyorum. Memnunum, müteessir değilim. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, ibtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, sonsuz şükür...
Buna rütbe-i bâlâ denir. Yani Hakk'tan gelen rütbe denir. Hazret-i Allah'ın rütbesi bu şekildedir. Kimse görmez. O, rütbeyi takar, o rütbeyle O'na gidersin. Allah-u Teâlâ'nın rütbesidir."
Bir ömür ki hep iman ile, cihad ile, hizmet ile geçti.
Bir ömür ki hep ibtilâ ile, imtihan ile, çile ile geçti.
1997'nin o çalkantılı, muzayakalı zamanlarında da Zât-ı âlileri ve kurucu olduğu Vakıf için tahkikatlar yapılmış, hatta Vakıf'a kapatma davası açılmıştı. Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla Vakıf mahkeme kararıyla aklanmıştı.
Yakınlarının üzüntüleri, emanet-i ilâhi'nin hassasiyetin verdiği üzüntüler... Çünkü o birini sevdiği zaman Allah için sever, o birine buğzettiği zaman Allah için buğzederdi. Hakk'tan emir alır, hakikati söylerdi. Çünkü onun tek derdi vardı; Din-i mübin'di, İslâm idi.
Bu süreçte gerçekten büyük sıkıntı yaşadılar. İbtilâların yanında Din-i İslâm'ın müdafaası için mücadele ettiği bölücü gruplar; Süleymancısı, Narcısı, Refahçısı, Zât-ı âlileri'ni mahkemeye verdiler. Hatta; "Dini nikâha, İslâm nikâhına gerek yok!" dediği için eski diyanet işleri başkanına da ağır bir yazıyla ikaz ettiğinden hakkında dava açılmıştı.
Vazifesini yaparken yakınım deyip yaklaştıktan sonra gazete ve dergilere kadar gidip iftira atanlar oldu, bunlar onu çok üzse de hep tevekkel idiler.
Röportaj vermediği halde, gazetelerde; organ nakli mevzu bahanesiyle komplo kurdular, kendisini kamuoyunda küçük düşürmeye çalıştılar, ardından adli takibatla mahkemelere gitmesine sebep oldular.
Ve nihayet bütün bu davalardan, iftiralardan Hazret-i Allah onu haklı çıkarıp aklayınca, hain tezgâh ile onu ve yolunu karalamaya çalıştılar. İsmini gayri meşru oluşumların içine sokmaya çalıştılar. Bu dönemde de gittiği yerlere, hastanelere kadar kendilerini de yakınlarını da takip ettiler. Çok üzdüler, çok rahatsız ettiler, çok eziyet ettiler.
Vakfın etrafına kameralar koydular, gelen gideni izlediler. Çok taciz ettiler, çile çektirdiler. O ise hiç metanetini kaybetmedi. Sabır ve sükût halini hiç bozmadı, Hazret-i Allah'a tevekkül etti.
Kendisinin böyle gayr-i kanuni yapılarla işinin olmadığını biz biliyorduk ve Zât-ı âlileri ahirete irtihal ettikten sonra Zât-ı âlileri'nin de, yakınlarının, sevenlerinin de takibata uğradığı, telefonlarının dinlendiğini öğrendik. Nihayet böyle oluşumlarla ilgisi olmadığı yargı makamları tarafından ilân edildi, ama o da üzüldüğüyle, üzüntüsüyle gitti.
Hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden hakikati neşreder, Ümmet-i Muhammed'i tenvir eder, fitne ve fesadın sönmesi için can pahasına çalışır, "Allah uğrunda, Allah yolunda bir değil, bin canım olsa fedadır!" derlerdi.
O kendisine Hazret-i Resulullah'ı numune, Hazret-i Kur'an'ı düstur edinmişti. Bütün ömrünü Allah için, Allah yolunda, Allah rızâsı için geçirmişti.
Her zaman kendilerini gizlemişler, şöhretten kaçmışlar, nam, makam için değil Hazret-i Allah ve Resululullah için çalışmışlar, hiçbir kimsenin kınamasından çekinmeden yalnız ve yalnız doğru olanı, bildirileni, mânevi olarak işaret edilenleri duyurmaya gayret göstermişlerdir. Din-i İslâm'ın ilk tazeliğini, Asr-ı saâdet devrinin yaşanmasını tüm hayatı boyunca sağlamaya çalışarak, etraflarına numune olmuşlar ve gelenlere yalnız Allah ve Resul'ünün sevgisini doldurarak, gerçek bir mümin, örnek bir müslüman, numune bir insan olmalarına gayret ederek irşad etmişlerdir. Beşeriyetin istifadesi için mübarek dillerinden dökülen sohbetleriyle gönüllere ışık saçıp yol göstermişler, eserler neşrederek Ümmet-i Muhammed'i tenvir etmişlerdir.
Son anlarında hastanede iken buyurdukları;
"Din emanettir, din emanettir, din emanettir!
Dinine hıyanet eden, imanını kaybetmiş olur. Siz duyurun, ister uyar, ister uymaz!"
Beyanları onun hayât-ı saadetlerindeki düsturunun, yaşayışının, vazifesinin, cihadının özü, hülâsası idi.
Hazret-i Allah Hadis-i kudsî'de Yahya Aleyhisselâm'a vahyederek şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 23)
Gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Marifeti Hatmü'l-Evliyâ" isimli eserinde Kur'an-ı kerim'in Nisâ sûresindeki bazı Âyet-i kerime'lerde onun hakkında şöyle buyurulduğuna işaret ediyor:
"Etkili ve keskin bir uyarı için geleceği, öteden beri sürüp geleni (dini) parça parça böldürmeyeceği ve onun (Hâtem-i veli'nin) mertebesinin ve yerinin (makamının) selim akıllılar için apaçık ortada olduğuna dâir dört âyet vardır."
Hazret-i Allah âhir zamanda, bu karanlık devirde göndermiş. Hâtem kılmış; yüze yakın Evliyâullah Hazerâtı onun hakkında kitaplar yazmış, ifşaatlarda bulunmuş, yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, hatta asırlar evvel hakkında talebelerine dersler vermişlerdir. Bir lütuf ki Hazret-i Allah'ın ikramı, ihsanıdır. Âhir zamanda gönderdiği hediye-i İlâhi'sidir...
"Hâin Tezgâh" isimli eserinde, bu hususta çok mühim mevzulara parmak basmışlardır:
Bizim ömrümüz insanlara hakikati anlatmakla, Allah ve Resul'üne davet etmekle geçmiştir.
Makam, nam, şöhret, menfaat peşinde olmadım. İslâm'a tam bir teslimiyetle bağlı kalmaya çalıştım.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hud: 112)
Âyet-i kerime'sini düstur edindim. Müslümanlara da bunu tavsiye ettim.
Ancak öyle bir devirde yaşıyoruz ki, her türlü fitne, her türlü bölücülük almış başını gidiyor. Her türlü ahlâksızlık yaşanıyor.
İşte bu en kötü devirde vatanda bölücüler olduğu gibi dinde, İslâm dini'nin içinde de bölücüler türedi. Vatan bölücülerinin vatanımızı parsellemeye çalıştıkları gibi bunlar da Allah-u Teâlâ'nın dinini, din-i İslâm'ı bölüm bölüm bölmeye, kendi nam ve hesaplarına parsellemeye çalışıyorlar. Kendi zanlarını hüküm yerine koymaya, insanları nefis putunun etrafında toplamaya çalışıyorlar. Herkes kendi parselinde memnun, rahatı istirahatı yerinde. Ancak belli bir vakte kadar:
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O hâlde benden korkun.
Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.
Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak.
Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır onlar işin farkında değiller." (Müminûn: 52-56)
Hıristiyan ve yahudiler ellerindeki kitap tahrip edildiği için fırkalara ayrıldılar. Dinden çıktılar. İslâm dini'nin bölücüleri ise Kur'an-ı kerim olduğu gibi durduğu halde fırkalara ayrılıyor, dinden çıkıyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:
"Doğrusu kitaplılar kendi dinlerinde yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Biri hariç diğerleri cehennemliktir." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ geçmiş ümmetlere dinini yenilemek için peygamberler göndermiştir. Onların yaptığı bu vazifeyi Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kıldığı peygamber varisi alimleri de aynen yapmaya devam etmişlerdir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Diğer Hadis-i şerif'lerde de şöyle buyuruluyor:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
"Ümmetimin âlimleri benî İsrâil'in peygamberleri gibidir."
İçinde bulunduğumuz zaman dünya kurulalı beri görülmemiş fitnelerin bulunduğu âhir zamandır.
Bu fitne zamanında Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kılması ile bu din bölücüleri ile mücadele ettim. Bunlara ve müslümanlara İslâm dini'nin hakikatlerini tebliğ ettim. Tam bir teslimiyetle İslâm dini'nin hükümlerine tâbi olmayanların, kendi zanlarını hüküm yerine koymaya çalışanların yollarının ve dinlerinin ayrı olduğunu ilân ettim.
Bu beyanlarımızı bize maletmek istediler. Halbuki hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le konuştuğumuz için bunda muvaffak olamadılar. Hiçbir cevap da veremediler. Bu sebeple bizi susturmaya, karalamaya, halkın nazarında itibarsız duruma düşürmeye çalıştılar. Bunu hem dinimizin dış düşmanları hem de iç düşmanları yaptı. Mahkemelerde bunlarla mücadele ettik.
Binaenaleyh biz bu mücadeleyi Allah-u Teâlâ'dan korktuğumuz için, O'nun dininin müdafaası için yaptık. Hakikatleri olduğu gibi neşrettik, kimseden de çekinmedik.
Buna kalemle cihad denilir.
Bizim bu müdahalemiz bu yalancı ve iftiracıları durdurttu, istedikleri gibi at koşturamadılar. İslâm dini'ni bölmekte muvaffak olamadılar. Ancak halkı böldüler, gönüllerde fitne ve fesadı çoğalttılar. Doğrularla yalanları, hakikatle dalâleti karıştırdılar. Böylece en büyük zararı bu millete yapmış oldular.
Allah-u Teâlâ âkıbetimizi hayırlı etsin. Büyük sıkıntıların gelmesinden korkulur. Bu memlekete çok büyük kötülükleri oldu. Bizden sonra artık her türlü şeyi bekleyin.
Binaenaleyh bunların bu iftiraları, yaptığımız neşriyat dolayısı iledir. (Hâin Tezgâh sh: 27-29)
O, Hazret-i Allah'ın sevip seçtiği, ilminden ilim verdiği, vazifedar kıldığı büyük bir Zât-ı âli idi. İrşad ile geçen ömr-ü saadetlerinde "İman" ve "İslâm" hakikatlerini, Hazret-i Allah'tan gelen maneviyat ilmini neşrettiği eserleri ile ümmet-i Muhammed'in istifadesine arzetti. ("Kalblerin Anahtarı" isimli 37 ciltten müteşekkil külliyatı aynı zamanda Kur'an-ı kerim tefsiri mahiyetindedir.)
Bu meyanda -Hazret-i Allah'ın vazifedar kılmasıyla- âhir zaman fitneleriyle de mücadele etti. Bu fitneleri çıkartanların içyüzünü ortaya koyan eserler neşretti. İslâm binasını yıkmaya çalışanlarla mücadele etti.
Bu mücadele sebebiyle iç ve dış düşmanlıklara maruz kaldı, kendisine cevap veremeyenler onu yalan ve iftiralarla karalamaya çalıştılar. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin karşısına çıkamadıkları için, iftira ile bu Zât-ı âlî'yi susturmak istediler.
Hazret-i Allah'ın biricik Habibi Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e de vazifesini yaparken birçok iftiralar atılmış, değişik suikast ve tertipler yapılmıştı.
Onun vekiline de bunlar reva görüldü. Fakat Hazret-i Allah ne murat ederse o olur.
Bu Zât-ı âli başkaları gibi menfaat çarkı ve saltanat düzeni kurmak istemiş olsaydı en âlâsını yapabilirdi. Ancak o, zerre menfaate tevessül etmedi, hatta düşmanlık celbetme pahasına Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ etti. Saltanat ve menfaat peşinde koşanları ifşa etti.
Allah-u Teâlâ'nın dini uğrundaki bu gayreti sebebiyle takdir edip, hakikate tâbi olması gerekenler İslâm dini'nin hükümlerine tâbi olmak yerine kendi düzenlerini devam ettirmeyi tercih ettiler, Bu zâta düşmanlık beslediler, iftira attılar, tuzak kurmaya çalıştılar.
Yukarıda da arzettiğimiz gibi bu tuzakların kurulması, bu iftiralara, yalanlara düçar olmak "Peygamberlerin sünneti"dir. Onlar da birçok ve defaatle sıkıntılara, azap ve üzüntülere uğratıldılar. Evliyâullah Hazerâtı, hakiki âlimler de böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizî)
Hazret-i Allah'ın bütün sevgilileri, yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp, hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olunacaksınız." (Âl-i imrân: 186)
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı artırılır. Derecesine göre; kimisi her an imtihandadır, kimisi arasıra, kimisi de pek seyrek imtihana tâbi tutulur. Her an imtihana tâbi tutulanların Allah-u Teâlâ ile her ânının ipi gergindir, diğerlerinin gevşektir, bazılarının daha gevşektir.
Terazinin kefesine ağır bir şey koyarsan çok ağır basar, hafif bir şey koyarsan hafif basar. Allah-u Teâlâ'nın ibtilâ yüklediği kimse ağırdır, o kendi katında da çok kıymetlidir. Hafif olanlar ise O'nun katında da hafiftir. Bunu böyle bilin.
Şu hakikati duyurmaya çalışıyoruz ki; Allah-u Teâlâ mükâfâta nâil etmek istediği kulunu önce imtihana tâbi tutar, imtihanını veren kullarını da bol ihsanlara nâil ve dahil eder. Hazret-i Allah ile alış-veriş buna denir işte. Halk ile alış-veriş başka, Hakk ile alış-veriş başka. Mevlâ sevdiği ile meşgul olur, sevmediği ile olmaz.
Ahir ömründe uydurulan yalan haberler, atılan iftiralar Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni çok üzmüştü, sağlık ve sıhhatine zarar vermişti.
Bu tâkibatın yapılmasına sebep olanlar ve kasten yapanlar Allah indinde mesuldür. Ama o hiç metanetini kaybetmemiş, Hakk yoldan, hak bildiği davadan ayrılmamıştı. Onun gayesi; Allah ve Resul'ü, davası; İslâm idi.
Bu Zât-ı âli'nin üzüntüsünü şimdi daha iyi anlıyoruz. Çünkü bu iftiralar sebebiyle, geçen aylardaki dergimizde de yazdığımız gibi; hem kendisi hem de yakınları hakkında gizli bir takibat yapıldığını, telefon dinlemeleri yapıldığını, bunca yıl herkesin, bütün telefonlarının dinlenildiğini, izlenildiğini, takip edildiğini ne yazık ki öğrenmiş bulunuyoruz.
Kişinin suçsuz yere mahremine uzanan böyle bir duruma sebep olanlar bundan mesuldür. Hukukta bunun yeri yoktur. İslâm'da hiç yoktur.
Devletlerin güvenlik kurumlarının herkesi ve her şeyi dinlemeye çalıştığı bilinen bir vakıa. Yargı kararlarına rağmen insanları dinlemeye çalışanlar her zaman olabilir. Bundan sonra da olabilir.
Ancak suçsuz yere insanların bütün mahremini takip etmek, kayıt altına almak, imha edilmiş olsa bile büyük bir eziyettir. Kul hakkıdır.
"Hâtemü'l-velâye" mertebesine çıkarılan kimseye ibtilâ yalnız bedenî hastalıklar yönünden değil, vazifesi itibâriyle de gelir. Nitekim bâzı zevât-ı kirâm; Hâtem-i veli'nin içyüzlerini halka teşhir ettiği, bazı münâfıkların beyanlarına cevap vermekten âciz kaldıkları için ona çirkin iftirâlarla eziyete kalkışacaklarını bizzat müşâhede etmiş ve kitaplarında haber vermişlerdir.
Üsküdârî Hâşim Baba -kuddise sırruh- Hazretleri asırlar öncesinden bu zamana nazar ederek, "Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi"nde inkârcı müşriklerin Hâtemü'r-rusül Aleyhisselâm'a eziyet, iftirâ ve hakârete kalkıştıkları gibi; onun temiz neslinden zuhur edecek olan Hâtemü'l'evliyâ'ya da âhir zamanda, "Allah'ın kendileriyle alay ettiği" ve "Azgınlıklarında mühlet verdiği" bâzı münâfıkların eziyet, iftirâ ve hakârete kalkışacaklarını, fakat Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle eninde-sonunda hakkı izhâra muvaffak olacağını haber vermiştir:
"İki cihân Sultânı Cenâb-ı -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretleri'nin 'Levlâke levlâke: Sen olmasaydın, sen olmasaydın…' şehâdeti ve 'Halaka'llâhu teâlâ nûrî min nûrihî: Allah-u Teâlâ benim nûrumu kendi nûrundan yarattı.' müjdesiyle yaratılışlarının tam zuhûrunu bilemeyip, nefislerinin bâtıl kıyasları ve fâsid iddiâları üzere, sihirbaz ve kâhîn ve mecnûn ve istidrâc itibârıyle türlü türlü eziyet ve hakâret, kınama ve ayıplamaya herkes cesâret etmişti, bu zamanda Ehlullâh'a yaptıkları gibi. Lâkin Rabbânî destek, Rahmânî kudret zâhir olup:
'Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır!' (Sâff: 8)
Mefhûmu üzere her biri bir Ehâdî eserler ve Muhammedî mucizeler ile mahcûb ve şaşkın olup, İlâhî yardım ve ezelî saâdete yâr olanlar tasdîk ve karâra gelip kurtuluş buldular ve ezelî kötülük üzere kalanların kimi dünyada berbâd, harâb ve kimi âhirette azâba düçâr oldular.
Şimdi Cenâb-ı -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem- Hazretleri'nin mişkât-ı Hatm-i nübüvvet'lerinden feyiz almış, zâhiren ve bâtınen temiz nesillerinden zuhûr edip, zâhiren ve bâtınen ilm-ü irfânlarına vâris olup 'Hâtemü'l-evliyâ' olanlara dahi:
'Allah onlarla alay eder, azgınlıklarında kendilerine mühlet verir.' (Bakara: 15)
Kavl-i şerîfi üzere, küfür ve azgınlıkta ileri gitme fitnesine tutulan münâfıklar açıklanan yön üzere, kınama ve ayıplama, eziyet ve hakâret etmeye çaba ve gayret gösterirler."
Göstermiyorlar mı? Herkes icraatını yapacak... İyi iyiliğiyle, kötü kötülüğüyle meşgul. Onlar hiç ölmeyeceklerini, o kabre hiç girmeyeceklerini sanıyorlar, orada herkes yaptıklarının zerresinden hesaba çekilecek.
"Allah'ın verdiği güçle hâli yüce ve O'nun sırrına mazhar olduklarını ortaya çıkarmaya bâdî ve bâis olurlar ki, kelâm-ı Muhbir-i Sâdık buyurur:
'Belâların en şiddetlisi peygamberlere, sonra velîlere, sonra da onlara en çok benzeyen kimselere gelir.'(Tirmizî)
Bu manâya delâlet ve şehâdet eder." ("Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi", Süleymâniye Ktp. Reşid Efendi, nr.: 784, vr. 108b-109a)
Bu zât-ı muhteremler tâ o zamandan hem yapılan cihadı görmüşler, hem de münafıkların yaptıkları düşmanlıklarının, hile ve hâin tezgâhlarının eninde sonunda kendilerine döneceğini ifade buyurmuşlardır.
Bunların hepsi, kendi asliyetlerine yakışacak çeşitli iftirâları dillerine dolamaktan çekinmedikleri gibi; bu ifşaat, azgınlıklarını büsbütün arttırmaları için bunlardan bazı gürûhun eline bir zamâna kadar fırsat verileceğini, bu şımarıklık içinde azgınlık ve taşkınlıkta tamâmen haddi aşarak, ona çirkin iftirâlar atmaya yelteneceklerini açık bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Öteden beri dinimizi ve vatanımızı savunmak için yaptığımız mücâdeleyi içlerine sindiremeyen, münâfıklıkları ve yalancılıkları ortaya çıkmasın diye her türlü hîle ve entrikayı çeviren bölücüler; sapkın yollarını gizlemek, fitne ve fesadlarını yürütmek için zaman zaman bize çeşitli iftirâlar atmaktan çekinmemişlerdir.
Biz ilâhi emirleri beyan ediyoruz. Dilimizi göstermiyor, delil gösteriyoruz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Muhakkak biliyoruz ki söyledikleri cidden seni incitiyor. Fakat hakikatte onlar seni yalanlamıyor. Lâkin o zâlimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar." (En'âm: 33)
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdir'ül Usûl"ün yüz yirmi sekizinci aslında Resulullah Aleyhisselam'dan sonra ashâbının önde gelenlerinin dini bid'at ve fitnelerden temizleyip aslını koruduklarını misallerle anlatarak, bahsettiği Hâtem-i veli'nin de dini ve onun ehlini buna benzer fitnelerden koruyacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
"O öyle bir kimsedir ki, bunun benzeri şeyleri (dinden) uzaklaştırıp defeder. Ondan temizleyip, kovup uzaklaştırması sayesinde de artık onu giderir. O'nunla düşündüğü, O'nunla konuştuğu için O'nunla defeder. İşte o Allah'ın halk üzerindeki hücceti, O'nun sürüsünün çobanı ve kullarının mânevî tabibidir. Onu engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur." (Nevâdir'ül Usûl c.2. sh: 225)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibilerin âkıbetini Ebu Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne ifşâ ederek şöyle buyurmuştur:
"Ey Ebu Hureyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, kıyâmet gününde vereceği hesabın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ", Hâlet Efendi, nr.: 198/2, vr. 486a)
Bu onların âhiretteki durumlarıdır, dünyada başlarına ne gibi bir belâ vereceğini de O bilir.
Nitekim bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın has kulları olduğu için: "Bu benim kulumdur, ona dokunmayın, ona dokunursanız bana dokunmuş olursunuz!" buyuruyor.
Ona buğzetmek kişiyi ilâhî rahmetten mahrum bırakır.
Hakk'ın sevgilisine dokunulmaz. Çünkü o veli Hakk'ta fânî olmuş, esrâr-ı ilâhî'de yok olmuştur. Allah-u Teâlâ'nın bir mahlûkuna en üstün lütuf ve ihsanı, onu Zât-ı akdes'ine çekmesi ve ondan râzı olmasıdır.
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." (Yunus: 62)
Niçin korku duymazlar? Varlığını ifnâ etmiş, Var ile olmuş... İşte onun için hiçbir korku yoktur. Neden? Var ile olduğu için.
Bu ifnâ da Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve tecelliyatı ile mümkündür. Yoksa kişinin "Attım" demesi ile mümkün değildir. Allah-u Teâlâ tecelli eder, gerçeği ona duyurur. O da zamanla varlığını ifnâ eder.
Üsküdârî Mustafa Hâşim Baba -kuddise sırruh- Hazretleri "Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi"nin bir başka noktasında; Hâtemü'r-rusül Aleyhisselâm'ın getirdiği Şerîat'ı delil ve te'vil aramaksızın ikrar ve tasdik etmek nasıl ki halka vâcipse, onun Nübüvvet'inin bâtını olan "Velâyet-i kübrâ"yı da kayıtsız-şartsız öylece tasdîk etmenin vâcip olduğuna işaret etmektedir:
"Ey doğunun Nübüvvet sırrının esrârına vâkıf ve ey batının Velâyet güneşinin nûruna tâlip olan!
Şerîat-ı mutahhara'yı delilsiz ve tevilsiz tasdîk ve ikrâr vâcip olduğu gibi, Nübüvvet'in bâtını olan "Velâyet-i kübrâ'yı; yâni 'En büyük velâyet'i dahî delilsiz ve tevilsiz, hakikata tâlip olanlara tasdîk ve ikrâr vâciptir." ("Kadem-i Hatm-i Velâyet Risâlesi", Süleymâniye Ktp. Reşid Efendi, nr.: 784)
Hazret; "En büyük velâyet" olan Hâtem-i evliyâ'yı kabul ve tasdikin vacip olduğunu buyurarak Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Âl-i imrân sûre-i şerif'indeki Âyet-i kerime'lerde geçtiğini haber verdiği "Onu tasdîkin halka vâcip olduğu" beyanını mühürlemiştir.
"Sakınıp korunmanız ve böylece merhamete nâil olmanız için, aranızdan sizi uyaracak bir adam vasıtası ile, Rabb'inizden size bir zikir (bir haber) gelmesine şaşıyor musunuz?" (A'râf: 63) (Sırru'l-Esrâr Rütbe-i Bâlâ sh: 197-201)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in peygamber olarak zuhur ettiği o devirde Arap yarımadasında edebiyat çok ileri idi. Bir çok hatipler ve şâirler yetişti. En meşhur şâirlerin şiirleri Kâbe-i muazzama'nın duvarına asılır ve teşhir edilirdi.
Kur'an-ı kerim nâzil olunca hiç birinin hükmü kalmadı, asılanlar indirildi. Hüküm Hazret-i Allah'ındır.
Bu devir ise müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, sapıtıcı imamların, âhir zaman âlimlerinin insanları hak yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devirdir.
Maddecilik, dünyaya aşırı muhabbet gönülleri tutuşturmuş, medya insanların zihinlerini bulandırmış, felsefe fikirlerde kararsızlık husule getirmiş ve nice insanları imandan İslâm'dan uzaklaştırmıştır.
Bu ilim gelince bunların da hepsi cevapsız ve hükümsüz kaldı. Onun içindir ki bu devir yazı devridir. Bu ilim bunun için geldi. Beşeriyetin Hazret-i Allah ve Resul'üne bağlanması, nur-i ilâhînin yayılması için bu kitaplar yazılıyor.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir taraftan Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarını tebliğ eder, dinin inceliklerini Ashâb-ı kiram'ına açar ve açıklar, anlaşılmayan yerleri üç defa tekrar ederdi. Diğer taraftan din-i İslâm'a engel teşkil eden kâfirlerle cihad eder, üzerlerine harp ilân ederdi.
İkinci bin yılın müceddidi de böyledir.
Bir taraftan Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle tebliğ edip tarif etmek; diğer taraftan da bu sapıtıcı imansız imamlarla harp etmek, bu koyun postuna bürünen kurtlar ile savaşmak için bu ilim bugün inmiştir.
Zira bu türemeler iyice azdılar, kurdukları dini ayakta tutmak için, Allah-u Teâlâ'nın dinini yıkmak için her türlü hile ve desiselere başvuruyorlar.
Biz de bu münafıklarla savaşmakla, başlarına vurmakla emrolunduk. Tâ ki yok edinceye kadar.
Bunun böyle olduğunu ispat için İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretlerinin 261. Mektubundaki beyanını inceleyebilirsiniz.
Buyururlar ki:
"Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.
Herhalde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunun için:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizi)
Buyurdu da "Başlangıcı mı hayırlıdır, ortası mı?" buyurmadı. Demek ki sonra gelenlerin öncekilere daha ziyade benzediğini gördü, bu arada bir tereddüt oldu.
Diğer bir Hadis-i şerif'inde:
"Ümmetimin en faziletlileri önde ve sonunda gelenlerdir, ikisinin arası bulanıktır." buyurdu.
Evet... Bu ümmetin son gelenleri arasında baştakilere çok benzeyenler olacaktır. Fakat sayıları azdır, hatta azdan dahi azdır. Ortada gelenlerde o kadar benzeyiş yok ise de miktarları çoktu, hem pek çoktu. Fakat sondakilerin az oluşu kıymetlerini daha da arttırmış, öncekilere daha da yaklaştırmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şu Hadis-i şerif'i ile müjdeli kıldı:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!" (Müslim)
Bu ümmetin sonu, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatından bin sene sonra, yani ikinci binin başlaması ile başlamıştır. Çünkü aradan bin sene geçmesi ile insanlarda büyük bir değişiklik ve eşyada kuvvetli bir tesir meydana çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ bu dini kıyamete kadar değiştirmeyeceği için, ilk zamanda gelenlerin tazelikleri sondakilerde de görülmekte ve böylece ikinci bin yılın başında bu dini kuvvetlendirmektedir.
Bu iddiâyı ispat etmek için iki kuvvetli şahid olarak İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Hazretleri'nin bu bin içinde var oluşlarını gösterebiliriz.
Bir şiir:
"Alsaydı kudsî ruhtan eğer yardımını,
İsa'dan başkası da yapardı onun yaptığını."
Ey kardeşim! Bugün bu sözler pek çok kimselere ağır gelir, anlayışlarından uzak görülür. Fakat onlar bilgileri, mârifetleri insaf ile ölçerlerse ve İslâmiyet'le karşılaştırırlarsa, İslâmiyet'e hangisinin daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp kabul ederler." (261. Mektup)
Bediüzzaman Hazretleri'nin muhtelif fırkaların hepsini "Tam susturacağına" dair ifşaatı da gerçekten tahakkuk etti. Sapıtıcı imamların örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bertaraf edildi.
Emirdağ Lâhikası isimli eserinin 259. sahifesinde Mehdi Aleyhisselâm'ın vazifesinden bahsederken, Mehdi Aleyhisselâm'dan evvel gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Mehdi Aleyhisselâm'a hazır bir program olarak hazırlandığını işaret ve ifade ederek şöyle buyurmuştur:
"Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.
Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem her şeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilafet-i Muhammediye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.
Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." (Hâin Tezgâh sh: 32-35)
Evliyâullâh Hazerâtı Hâtemü'l-evliyâ'nın vasıf ve alâmetlerini tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serdikleri gibi; dîn-i mübîn'i bozmak ve değiştirmek isteyen müfsidlere karşı yapacağı tecdîd vazîfesi hakkında da son derece mühim işâretler ve ipuçları vermişlerdir. Öyle ki; onun bu vazîfesi hakkında müşâhade edip de haber vermedikleri bir husus hemen hemen yok gibidir.
Âhir zamanda gönderilecek olan Hâtemü'l-evliyâ'nın vazîfesine asırlar öncesinden nazar eden ve an be an yapacağı tüm icraatları haber veren bu zevât-ı kirâm'dan, ilk ifşaatlarda bulunan Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (ö. 932) "Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde Hâtemü'l-evliyâ'nın vazîfesine işâret eden önemli ipuçları verdiği gibi; diğer eserlerinde de yeri geldikçe bu husustan sözetmiştir.
Nitekim o, "Hatmü'l-Evliyâ" kitabında bu zâtın ve etrâfındaki topluluğun âhir zamanda müşâhade edilecek olan fiillerini şöyle özetlemiştir:
"Onlar (Hâtemü'l-evliyâ), kendilerine duyulan ihtiyâcın iyice harâretlendiği bir devirde bulunurlar. Nitekim Allah, kitap ile gönderilen peygamberleri de Hakk'ı gerçekleştirmek ve bâtılı yok etmek için, mânevî yönden boşluk ve körlük içindeki kimselere ve bâtıl bir devlete gönderirdi. Şu hâlde âhir zamanda da halka hüccet kılmak için evvelkilere denk bir kimseyi bulundurması hakkında, gönüllerdeki bu kibir neyin nesidir?
Ali bin Ebî Tâlib -radiyallâhu anh- Kümeylü'n-Nehâî Hadîs'inde:
'Allah'ım! Yeryüzünü İlâhî hüccetini ayakta tutacak olan kimseden hâlî bırakma! Onların sayıları çok az, Allah katındaki değerleri ise çok yüksektir. Kalpleri en yüce yere bağlıdır. İşte onlar, kulları ve beldeleri içinde Allah'ın halîfeleridir.
Ah, onların yüzlerini görmeyi ne kadar çok isterdim!' buyurmamış mıdır? (Ebû Nuaym, "Hilyetü'l-Evliyâ", c. 1, s. 79-80)
Sonra da ağlamış ve ona karşı iştiyak duyduğunu söylemiştir." ("Hatmü'l-Evliyâ")
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin diğer bir beyanlarındaki ifâdesine göre; Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû- Efendimiz'in kendisini özleyip gözyaşı döktüğü, âhir zamanda İlâhî hücceti, Âyet ve delilleri ayakta tutacağını haber verdiği bu kimse "Hâtemü'l-evliyâ"dan başkası değildir:
"Allah "Hâtemü'l-evliyâ'yı getirmedikçe dünya yıkılmaz. O İlâhî hücceti (Âyet ve delilleri) ayakta tutar."("Hatmü'l-Evliyâ")
Hazret "Şifâu'l-Alîl" kitabında, onun "İlâhî hücceti ayakta tutma" vazîfesinin keyfiyetini şöyle açıklıyor:
"O, O'nun adâletini düzeltip dengeler; O'nun üstünlüğünü, lütfunu ve keremini açığa çıkarır ve bu halka yeryüzünde O'nun tecdîdini neşreder." ("Kitâbu Şifâu'l-Alîl", Veliyüddin, nr.: 770, vr. 2a)
Onun vazîfesi işte budur; âhir zamanda O'nun adâletini düzeltip dengelemek ve dinini tazeleyip halka alenen neşretmektir.
Zira Cenâb-ı Hakk Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri bu fakîr-i pür-taksiri kalem ile cihâd etmek üzere göndermiş. Kalem ile, kelâm ile gönderdiği gibi, o doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm'ın vekâletini alarak, o vazîfe ile gönderilecek.
Bir taraftan dîn-i İslâm'ı telkin edecek, tebliğ edecek; diğer taraftan da küffâr topluluklarıyla ve münâfıklarla harp yapacak. Bunun içindir ki bu ilim kıyâmete kadar devam edecek. Nasîbi olan anlayacak, nasîbi kadar anlayacak.
Geçmiş bütün Evliyâullâh hep bu ilme nazar etmişler, bu ilmi târif etmeye ve tanıtmaya çalışmışlar.
Hüsâmeddîn el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" isimli mecmuânın "Sûfiyye ıstılahları"ile ilgili risâlesinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünya ve âhiret düzgünlüğüne ancak onunla erişilir. O kemâlin nihâyetindedir, O'nun ulûhiyetini izhâr eder; ölüme de ancak bu düzgünlükle tahammül edilebilir. Şer'î mesûliyetler ona yükseltilir, o şaşırmış gibi olan halka nazar eder." ("Mecmû'a-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, nr.: 164, vr. 268)
•
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne göre; ümmetin ilk gelenleri arasında Sıddîk-ı Ekber -radiyallâhu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in fâzilet ve üstünlüğü ne ise, âhir zamanda gönderilecek olan Hâtemü'l-evliyâ'nınki de öyledir:
"Âhir zamandaki bu fitnelerde de bir kimsenin İlâhî adâleti ayağa kaldırıp zulmü yok ettiği vakit, ikisinin üstünlüğüne kavuşabileceğini görmez misin?" ("Hatmü'l-Evliyâ")
Bu onun, münâfıkların İslâm dinini bozmaya ve yıkmaya çalıştıkları bir anda, fesâdı ıslâha tebdil ederek tüm İlâhî hükümleri yenilemesinden ileri gelmektedir. Onlar, o zaman henüz yeni inzal buyurulan İslâm'ın en büyük iki yardımcısı idiler; Hâtemü'l-evliyâ ise bâtınındaki has velâyetle dîn-i mübîn'den tahrifâtı giderip aslını ve esâsını yeniden izhar etmekle, bu noktada onlarla birleşmiş ve bütünleşmiştir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şifâu'l-Alîl" kitabında Hâtemü'l-velî'nin vazîfesinden bahsederken şöyle buyururlar:
"O'na sevap ve ikab yolu üzere dâvet eden kimsenin durumu; onları O'nun emrine ve nehyine dâvet etmek, onlara O'nun sevâbından ve ikâbından bahsetmek, böylece de nefislerini bununla tedâvi etmektir." ("Kitâbu Şifâ'u'l-Alîl", Veliyyüddin, nr.: 770, vr. 8b)
Fitne ve fesâdın iyice arttığı âhir zamanda bu vazîfeyi icrâ ederken, Allah ehli oldukları ve sırtlarını yalnız Hazret-i Allah'a dayadıkları için, zamanın kötülüğü ne ona, ne etrâfındaki müminlere hiçbir zarar veremeyecektir:
"Onların sığındıkları ve dayandıkları Allah'tır. Onlar O'nun tedbir ve meşîetini murâkabaya da ehildirler.
Şu hâle göre onlar, herhangi bir zamana ve ehline nasıl aldanabilirler?
Bu fitne ve kötülük zamanı onlara ne gibi bir zarar verebilir? Hiç şüphe yok ki arzı ayakta tutanlar onlardır. Arzın ayakta durması ve O'nun ehline gereken yardım, âhir zamanda iyice harâretlenmiş olacaktır!"("Hatmü'l-Evliyâ")
Dünya kurulduğundan beri böyle bir fesad devri gelmedi, şimdiye kadar böyle bir bunalım geçirilmedi. Allah-u Teâlâ böyle bir zamanda ıslâh vazîfesi görecek kimseyi de ona göre seçmiş, beşeriyetin arasına büyük bir kemâlâtla göndermiştir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-velî hakkında kaleme aldığı kitabının bir noktasında şöyle buyuruyorlar:
"O'nun kelâmı ile terbiye ederek, halkı O'nun yoluna çeviren halk içindeki adâlet kırbacıdır. Tevhid ehli'nin kalplerini O'nun sözüne bağlar, Hakk ile bâtılın arasını ayırır." ("Hatmü'l-Evliyâ'", 11. Bölüm)
Muhammed Aleyhisselâm'ın yolundan başka tüm yollar kapalıdır. Hidâyet rehberi odur. Hazret-i Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir. O hakikatin köprüsüdür, kıyamete kadar gelecek insanlann tamamı onun irşad sahası içindedir.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır!" (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime'lerinden anlaşılacağı üzere, o Nûr kıyamete kadar bâkî kalacaktır.
O'nun vârisleri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın "Nûr"unu taşıyan vekilleridir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebû Dâvud)
Ey müslümanlar!
Sizi İslâm'a dâvet ediyorum ve sizi Hazret-i Allah'ın azâbıyla korkutuyorum. Sizden evvel isyan eden nice nesilleri helâk ettiğini bir bir hatırlatıyorum.
İsyan ve tuğyanları, azgınlık ve şımarıklıkları karşısında Allah-u Teâlâ'nın önceleri onlara nasıl mühlet verdiğini, son noktaya geldiklerinde ise onları nasıl kahrettiğini, başlarına gelen felâketleri görün ve ince ince tefekkür edin…
Bu öyle bir dâvet ki; Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a olan bir dâvettir. Din İslâm'dır, hudûdullah Allah'ın hudûdudur. Bu hudûdu aşmayın, ahkâm-ı İlâhî dışına çıkmayın, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sinden ayrılmayın!..
Bölücüler bu vatan gemisini bütün güçleri ile batırmaya çalışıyorlar. Buna rağmen ayakta tutan Hazret-i Allah'a hamd-ü senâlar olsun.
"Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan."
Bu nifakın sonu ne olacak? Bu vatan hâinlerinin eline ne geçecek? Nedamet ve pişmanlık çok olacak. Zira mülkün sahibi, mülkünü dilediğine verecek.
Âyet-i kerime'sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadır:
"De ki:
Ey Mülkün sahibi Allah!
Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın.
Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin." (Âl-i imran: 26)
İki gayemiz var bizim. İman ve vatan. Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. Siz bu bayrağın şerefini bilmezsiniz, çünkü bu bayrak altında büyüdünüz. Amma yabancı bir bayrak altında büyüseydiniz o zaman bayrağın kıymetini bilirdiniz. Ben bunu çok iyi biliyorum...
Ben aslen Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat Efendimiz'in aslındanım, Medine-i münevvere'denim. Orada kalabilirdim. Hatta 1952'de kalmaya da gittim ve fakat baktım ki oranın halkı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e karşı çok lâubali. "Ben lâubâli yaşamaktansa hasretle yaşayayım daha hayırlı." dedim, buraya geldim.
Bir yakınım askere gittiği zaman, "Gittiğin yer Peygamber Ocağı" diye ona nasihat ediyorum.
Biz her zaman şöyle dua ederiz:
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!"
Allah korusun, bir harp çıkmış olsa en önde savaşmak isterim, ordumuza her türlü yardımda bulunmak için bütün imkânlarımı seferber ederim. Bu ne suç ne de günahtır.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Vatan sevgisi imandandır." buyuruyorlar.
"İmansız vatan, vatansız iman müdafaa edilmez."
Ancak bu bölücüler kendilerini öyle ayırdılar, kalplerini öyle bir kinle doldurdular ki, hiçbir hakikati duymak istemiyorlar. Her iftirayı peşinen kabul ediyorlar. Yarın bir harp olsa cepheden kaçmak isterler. Çünkü düşman olmuşlar.
Herkes icraatını yapıyor. Güneş balçıkla sıvanmıyor. Halk bunları biliyor.
Binaenaleyh biz Hazret-i Allah'a bağlıyız. Bize "Birilerinin elemanı" yaftasını yapıştırmak çok büyük bir hakarettir. Zira Hazret-i Allah'ın nurunu yayma vazifesini yapan bir kimseye bu iftirayı atmak, Hazret-i Allah'ın nurunu söndürmeye, hükümsüz kılmaya çalışmaktır. Zaten bunların maksadı da budur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır." (Saff: 8) (Hâin Tezgâh sh: 102-103)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri âhir ömründe çok rahatsızlandılar. Hastalığının başlangıcından son anına kadar da hep sabır, şükür ve tevekkül halinde idi. Takdir-i ilâhi'ye boyun eğmiş, Hakk'ın hükmüne râm olmuşlardı. "Sırru'l-Esrâr, Rütbe-i Bâlâ" isimli eserinde bu durumu şöyle arz ediyorlar:
O'nunla olayım, O'nun için olayım. O'nunla olmak hayat, O'nsuz olmak vefat. Başka bir şey yaşatmadı gönlümde Hazret-i Allah.
Bu yüzden bunca hastalığa rağmen biz halimizden memnunuz elhamdülillâh. Buna rütbe-i bâlâ denir. Hakk'tan gelen rütbe... Hep şükür, hep şükür, hep şükür... Yani rütbe-i İlâhi'ye denir. Hamd-ü senâlar olsun!
Aynı Efendi Hazretleri'nin durumuna ben de düştüm. O ise vaiz idi, vaizlikten sonra şeyh oldu. Şeyhteki vaziyeti kutuptu. Fakat Hazret-i Allah yavaş yavaş varlığını aldı. Bu hale düşürdü, yani o felçli idi, nüzullü idi, iki kişi taşırdı. Cenâb-ı Hakk'a hamdolsun, bunca ameliyatlardan ve hastalıklardan sonra evvelâ ayaklarımı aldı; güzel. Sonra ellerimi aldı, o da güzel... Çünkü Güzel'den geliyor. Efendi Hazretleri'yle aynı hale beni de düşürdü.
Takdir böyleymiş diyorum, üzülmüyorum. Memnunum, müteessir değilim. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, ibtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, sonsuz şükür...
Buna rütbe-i bâlâ denir. Yani Hakk'tan gelen rütbe denir. Hazret-i Allah'ın rütbesi bu şekildedir. Kimse görmez. O, rütbeyi takar, o rütbeyle O'na gidersin. Allah-u Teâlâ'nın rütbesidir.
Şöyle bir düşünün.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri şehit edildi. Efendi Hazretleri'nin hastalığı şimdi benim hastalığım. Bakıyorum aynen kopya üzerine geldi. Hatta bazen aynen diyorum. Onun için bunlar gelecek.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz'in şehadetini düşünüyorum da niçin öldürdüler? Hazret-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sevgilisi, dostu, dünya ve ahiret arkadaşı, damadı. Buna rağmen şehit ettiler. Takdir böyleymiş diyelim.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz Hicret'in 35. senesi Zilhicce ayının 18. gecesi düşmanları tarafından sıkıştırılıp muhasara altına alınmış ve bir damla suya hasret bırakılmıştı. Oruçluydu ve diz üstü oturmuş Kur'an-ı kerim okuyordu. Bir ara susuzluğun ve yorgunluğun verdiği tesirle birden bire başı öne eğildi ve uykuya daldı...
Rüyâsında önünde bir koridor açılıyordu, onu tutanlar götürüyorlardı; "Buradan buradan" diyorlardı, sonra bir ışık kümesi gördü, orada birileri oturuyordu. Yaklaşınca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördü. Bir yanında Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, diğer yanında Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- vardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz iftar için acele edince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Yâ Ömer acele etme, şimdi Osman gelecek" buyurdular.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bakıyor, gülümsüyordu ve "Hadi Osman bu akşam seni bekliyoruz bereber iftar yapacağız!.." dediler.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz birden uyandı, Cuma günü akşam üstüydü, hakikaten iftar olmadan şehit ettiler.
Burada gizli bir husus var:
Onların vücutları yok oluyor, ruhlarına hiçbir şey olmuyor. Ebedî saadete kavuşuyor ve karışıyorlar. Onun için üzülmemeli, takdire güzel boyun eğmeli. O nasıl takdir etmişse o olacak...
Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum. Bu sözüme itimat edin, ölmeyi istiyorum, hatta diyorum ki; beni aldıkları zaman üzülmeyin, ben huzur-u İlâhi'ye, ziyafet-i İlâhi'ye gidiyorum, müsterih olun...
İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bu kâmilin ağrıları çok, hareketi az, kuvveti zayıftır." buyuruyorlar. ("Marifet-nâme"; 5. Bâb, 7. Fasıl)
Benim gayet rahat ve müsterih bir halim var. Rahatım, memnunum. O'ndan geldiği için gayet memnunum. En küçük bir şikâyetim, sıkıntım yok. Hiç hasta gibi durmuyorum. Bu Cenâb-ı Hakk'ın verdiği azametten geliyor. Bunun için hasta olduğuma kimse inanmıyor. Dışarıdan öyle görünüyor. Ne büyük lütuf elhamdülillâh. O karışıyor işe...
Eyyub Aleyhisselâm'a en büyük lütfu ona; "Nasılsın Eyyub'um!" buyruğuydu. Bu hitâb-ı ilâhiye mazhar olmak mesele. Hasta olmak değil de bu hitaba mazhar olmak. Bu hayat dersi. Bizim hastalığımız size numune olmalıdır. Yaa demek hastalık hayat veriyormuş. Neden? O hayat O'ndan geldiği için...
Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm mevzusunda sabır başka, haz başka. Sabır; sükût edersin, edeple karşılar, boynunu bükersin. Haz duymak; ilâhi lütfa mazhar olursun. İlâhi lütfa mazhariyet her şeyden üstündür. Bu Hazret-i Allah'ı bilene âittir. Çünkü yalnız O'nu biliyorsun, yalnız O'nu bekliyorsun, tanıyorsun. Bu yalnız O'ndan geliyor. Eyyub Aleyhisselâm'ın hâlâtını ayrı ayrı gösteriyorlar, şu şöyle oldu, şu şöyle oldu.
Onu rehber kılmış. Bunlar gizli şeyler. Gizli şeyler ama yakınlık husule getiriyor. Çok büyük ibtilâ ile çok yakınlık husule gelmiş.
İşte Eyyub Aleyhisselâm bundan zevk alırdı. O beşeriyete numune oldu. Dilerse seni de yapar. Yalnız sen bir şey olmazsın...
Bir de şuna dikkat edin ki Allah-u Teâlâ hiç kimseye vermediğini vermiş.
İbtilâyı koparttıran Hazret-i Allah'tır, muhafaza eden yine O'dur.
İbtilâ bir madene benzer, içine nasıl bir cevher yerleştirildiğini ancak yerleştiren Mevlâ'mız bilir.
Verilen ibtilânın toprak gibi tümüne ihlâs ile sabredip, Hakk'a tevekkül edilirse; bir gün o cevher meydana çıkarılır ve kişiye verilir. Öyle bir mücevherat ki, yalnız dünyada geçerli değil, ahirete de şâmildir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık." (Hucurât: 7)
Bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyuruyor:
"Biz her peygambere suçlulardan bir düşman verdik." (Furkân: 31)
Burada bir sır var; "Biz musallat ettik!" mânâsına geliyor.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise buyurur ki:
"Sabredecek misiniz diye bazınızı bazınıza fitne kıldık." (Furkân: 20)
Sizden her biriniz bulunduğunuz hâle sabreder, sevaba mı nâil olursunuz; yoksa sabretmeyip belâya mı giriftar olursunuz?
Ona musallat ettiren de O, tutan da O. Hazret-i Allah kulunu böyle imtihan eder. Hem elinde tutuyor, hem de ibtilâyı koparttırıyor. Onun için ibtilâya irkilmemek: "Dilerse muhafaza edecek O'dur!" deyip sabretmek lâzımdır.
O musallat etmedikçe gelmez, fakat o muhafaza ettikçe hiçbir şey olmaz. Çünkü imtihandayız. Eyyub Aleyhisselâm'a şeytanı musallat etmedi mi? Amma o sabretti, bu sabrı ile beşeriyete numune oldu. O ibtilâ olmasaydı, Eyyub Aleyhisselâm'ın bu kadar ulvî kıymeti anlaşılır mıydı? Onun çok sabırlı olduğunu Mevlâ biliyordu, amma biz bilmiyorduk. Böylece beşeriyet öğrenmiş oldu, kıyamete kadar da beşeriyete sabır numunesi oldu.
Bize de insan şeytanlarından geldi. Görünüşte hiçbir şey yok. Mesuliyet çok büyük, kurtuluşu yok. Neydi sebep? Ben, benlik...
Hazret-i Aişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle buyuruyorlar:
"Peygamber Aleyhisselâm'ın ağrı ve hastalığından daha şiddetlisini hiç kimsede görmedim."
O'nun vekili de öyledir. (Sırru'l-Esrâr, Rütbe-i Bâlâ sh: 231-234)
İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bu kâmilin ağrıları çok, hareketi az, kuvveti zayıftır." buyuruyorlar. (Marifet-nâme)
Dolayısıyla, Allah-u Teâlâ'ya yakın olan insanların hasta oluşuna, ibtilâ çekişine acımayın. Hastalık, günaha kefarettir, yıkar. İbtilâ, derecelere işarettir, çıkarır. Bununla Cenâb-ı Hakk sevdiği kulunu kontrol altına alır ve bunları yapar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ bir kul için önceden mânevî bir makam takdir etmiştir. Fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malı ile ilgili bir ibtilâ verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar." (Câmiü's-sağîr: 669)
Elhamdülillâh! Şükürle vakit geçiriyorum. Buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür.
O'ndan gelen hep hoş, tasalar hep boş...
"Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir." (İbn-i Mâce: 4031)
Bir defasında hemşire bir kız kolumu yaralamıştı, bir daha o kolumdan işlem yapılamadı, çok hastalandım ve tekrar ameliyat oldum.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat Efendimiz buyurdular ki:
"Bunu biz yaptık! Sakın kimseye bir şey deme! Bizden geldi bu sana."
Onlar işe müdahale ediyorlar.
Peki dedim. Allah râzı olsun...
Şöyle bakıldığı zaman Allah ve Resul'ünden geliyor bu ibtila. Onun için tatlı.
Bir daha tevbeler tevbesi olsun, başkaldırır mıyım? O başkaldırma değil de rica idi. Fakat başkaldırmaymış, rica bile ağır geldi. Çünkü zamanında demiştim ki: "Her emrine boynum büküktür, canla da olsa."
Burada ince bir sır var:
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"O, Allah-u Teâlâ'nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder; O'nunla konuşur, O'nunla bakar, O'nunla tutar, O'nunla anlar." buyuruyor. (Nevâdirü'l-Usûl fî Marifeti Ehâdîsü'r-Resul, c. 1, s. 619-620)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
Ne melek girebilir, ne de şeytan girebilir, hiçbir şey giremez.
Arada hiçbir vasıta yoktur.
Nitekim Hâlik-ı Azîmüşan Hazretleri Âyet-i kerime'si ile bu mülâkatın mümkün olduğunu belirtiyor ve şöyle buyuruyor:
"Onlar sıdk makâmında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Bu lütuflar ancak Allah-u Teâlâ'nın kendisi için seçtiği ve çektiği kullarına mahsustur, umuma şâmil değildir. Onu kendisi için yaratmıştır. Öyle murad ettiği için yaratmıştır, yaratılış sebebi odur. Sevdiği için de huzuruna almıştır.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bu güçle ona yakınlık da verilir. Bu güçle ona Hakk ile konuşabilme de verilmiştir." (Kitâbu İlmü'l-Evliyâ)
Hakîm et-Tirmizî -kudddise sırruh- Hazretleri "Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y" isimli eserinde şöyle buyurmaktadır:
"İlm-i billâh, Allah'ı tanımak ve Allah'tan düşünmek, şu üç şeyi ihtivâ eden kişinindir: Kalbini Allah ile dirilten; O'nun ibtilâsını güzel görüp, ruhunu temizleyip, ubûdetini sağlam kılan ve nefsin esaretinden hürriyetle zafere ulaşan.. İşte onun rütbesi delil, menzili aşikâr, eşkâli de seyyid'liktir; Mevlâ'sı ile keremlileşmiştir. O, öne alması ve geride bırakması sayesinde, onu arzu ettiğinden daha da yücelere ulaştırır." (Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y, s. 191, bas: Beyrut, 1992)
Hamdolsun. Bu O'ndan geldi, O'ndan geldiği için güzel.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"O nerede olursa olsun her yerde sadâkat gösterir ve her halde Rabb'ine boyun eğer." (Gunye li-Tâlibi Tarîku'l-Hakk; c. 2, s. 162. bas: Kahire, 1956 (h. 1375)
Bu bir teslimiyettir, Hakk'a boyun eğmedir. Bunu yalnız dil ile değil, bütün kalıbı ve kalbi ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.
O'ndan çıkacak ilâhi hükmü peşinen kabul edenler, her emrine âmâde olup, samimi ve ihlâsla yönelip boyun bükenler hakkında Allah-u Teâlâ iltifatta bulunmaktadır:
"İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara: 157)
Hatta size bir sır daha vereyim:
Bir gün İstanbul'a Eyüp Sultan Hazretleri'ne ziyarete gitmiştim. O gece namaza kalktığımda, abdest alırken ayağımı lavaboya kaldıramadım ve düştüm, elimin bileği çatlamış. O gün sırf onu ziyarete gitmiştim. Bu hâdisât oldu, buyurdular ki: "Bir rütbe de bizden olsun!" Elhamdülillâhi Rabb'il âlemin. Bunlar hep O'ndan geldiği için güzel!..
Rütbe-i bâlâ denilen Hakk'tan gelen bu yüksek rütbeye bir tane daha eklenmiş oldu.
Bir ayda üç ameliyat geçirtti, akılda hayalde yoktu. Niçin? Öyle takdir etmiş. O merdiven de öyle tecelli etmiş.
O merdivende o tecelliyatı koymuş. O tecelliyat bitecek, o merdiven aşılacak ki O'na ulaşılacak.
Bunlar hep tekâmüliyet. Tekâmüliyetin tekâmüliyeti. Tecelliyatın tecellileri... Bunları, sizin anlayacağınız şekilde anlatmaya gayret ediyorum. Oysa anlatılamayan öyle sırlar var ki akıl, havsala almaz. (Sırru'l-Esrâr, Rütbe-i Bâlâ sh: 420-422)
Bu çok gizli bir noktadır. Bunu kimse bilemez ancak yaşayan kimse bilir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Eyyub Aleyhisselâm'a ne kadar büyük ibtilâ verdi! Şeytanı sevdiğinden mi? Hayır, kızdığından...
Peki şeytana kızdı da ne diye ibtilâ verdi? Onu mükâfatlandırmak için. Burası gizli. Burayı hemen hemen çözmek zor. Sonra düşmanını kahretti, ona lütfetti.
Cenâb-ı Hakk Eyyub Aleyhisselâm'ı imtihan etmek ve şeytana göstermek maksadı ile o büyük hastalık içinde "Eyyub'um nasılsın?" dediği zaman Eyyub Aleyhisselâm o hitabât-ı İlâhi'ye karşısında mest olur ve hastalığını unuturdu. Niçin? İlâhi hitaba mazhar olmuş, vücut bir tarafta kalmış, ruh O'nunla hemhâl oluyor.
Hazret-i Mevlânâ'nın oğlu Bahaeddîn Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri vefatından önce şu beyti okumuştur:
"Bu gece mutluluğa erdiğim ve kendi benliğimden kurtulduğum gecedir."
Yani; "Ben bu akşam varlığımdan sıyrılacağım!" buyuruyor. Çünkü en büyük kesafeti yapan vücuttur. Ruhum bugün vücuttan ayrılacak ve hürriyete kavuşacak demek istiyor. Şu beden ruhun elbisesidir, bir elbiseden farksızdır. İnsan gece yatarken elbisesini çıkarır ve uyur. Hiç elbiseyi düşünür mü? İşte bu da bundan farksızdır.
Burada anlatmaya çalıştığımız; verilen nur, ateşle veriliyor. Ateşi hazmedersen nura dahil olursun. Ateş kalkar, nur olursun. Nurun alâ nur olursun...
Hazret-i Allah yakınlığı ekseriyetle ibtilâ ile beraber verir. İbtilâya kimse âşık değildir. Ama O'na âşık olduğu için ona ibtilâ verirse O'na yaklaşacağını bilir. Yani O'na yaklaşmak için ibtilâ isteniyor, yoksa kimse ibtilâ istemez. Şu halde o ibtilâ ile beraber o hayat geldiği için istenir. Ateş ile beraber sıcak gelir. O ibtilâ ile beraber ona nur gelir. Bazısına da çok yakın olmak lütfu gelir.
Hastalığın faydası vardır. Allah-u Teâlâ bir kulu temizlemeyi murat ettiği zaman ona hastalık verir. Günaha kefarettir, derecâta işarettir, Hakk'a yaklaşmaya vesiledir. Yolculuk için hazırlık olur. Güldür güzeldir, dikeni vardır; iman ne tatlı şeydir, lâkin ibtilâsı vardır. Bunun sırrı lezzet almaktır. Nefse acı gelen ruha hep tatlıdır. Nefis onun altında inlerken ruh yol bulur.
Onun için bir insan ibtilâda mı, acımayın; ama zevk-ü sefâ da mı acıyın.
•
Terakkiyat yolunda bir sâlike ezelî taksimi nispetinde deniz dalgaları gibi ibtilâlar gelir.
O bakımdan senin de hazır olman lâzım. Hangi rüzgâr olursa olsun, hangi imtihana çekilirsen çekil, hangi ibtilâya maruz kalırsan kal; Cenâb-ı Hakk'a sığın, Pirân-ı izam'dan istimdat et, yılma, yıkılma, düşme, sebat et... Azmedersen, Hazret-i Allah da o bütün dalgaları kırar.
•
"Şu ibtilâyı vereceğim, şu mükâfatı da peşinen vereceğim." dese, kul belki çekinir.
Fakat O dilerse hem verir, hem yükler, hem de götürür. Kolay değil, hafsalanın alacağı işler değil, demek istiyoruz.
Bir ibtilâ ki seni Hazret-i Allah'a yaklaştırıyorsa rahmettir, uzaklaştırıyorsa felâkettir. Nefis kendisini haklı çıkarır. "Böyle olmamalıydı." der.
Bunun içindir ki Hazret-i Allah'a sığınmak gerekiyor.
Allah'ım! Ne olur beni bana bırakma. Benim göğe çıkmam için merdiven de yok, yere kaçmak için bir yolum da yok. Mülk senindir, mahlûk da senindir. Sen nasıl takdir edersen, ondan başkası da olacak değil. Ben ister râzı olayım, ister râzı olmayayım. Ona da bakacak değilsin.
Şu halde insan Hazret-i Allah'a yaslanacak, O sana bu lütfu verirse seni kurtarır.
Dikkat ediyoruz ne zaman ibtilâ büyük olacaksa, hemen boğazımızı kesiyorlar. Gelecek ibtilânın büyüklüğünü oradan öğreniyoruz.
İbtilâ acı gibi görünür. Fakat aslında ne kadar tatlıdır, ne kadar güzeldir.
Bazı dostlarımız yalnız diye bize acır, düşmanlarımız sevinir. Bize acıyan dostlarımız ne olur kendilerine acısalar! Çünkü beni benden fazla seven Allah'ım varken, benim için takdir ve hüküm yürütmüşken, dostum beni ne kadar sevebilir?
Gerçekten görüyorum ki, Allah'ım beni benden fazla seviyor. Çok defa uçurumun kenarına geliyorum, eğer beni bana bıraksa mahvolacağım. Beni tutuyor ve kurtarıyor.
Beni benden fazla seven Allah'ım bana kötülük yapar mı?
Hep bal verecek değil ya, bazen de zehir verir. İnsan sabrederse o zehir de bal olur. (Sırru'l-Esrâr, Rütbe-i Bâlâ sh: 225-230)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en şiddetli ibtilâya uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra derece derece farkeder, kişi dinine bağlılığı ölçüsünde ibtilâya uğrar. Dinine bağlılığı sımsıkı ise ibtilâsı da şiddetlidir. Dinine bağlılığı zayıf ise, o nispette ibtilâya uğrar. Kul yeryüzünde günahsız yürüyünceye kadar ibtilâ ondan ayrılmaz." (Tirmizî, Zühd 57)
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ'dan ümidini kesmemeli, sıhhat gibi servet gibi bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre kapılmamalı, O'ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır. Onun bu ilticası, sıhhat ve selâmet temenni etmesi sabrına engel değildir, ecrine noksanlık gelmez. Allah-u Teâlâ'ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.
Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ Eyyub Aleyhisselâm'a gösterdiği gibi, ona da bir çıkış yolu gösterir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan, çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder.
Sabır şuna denir ki, halini kimseye bildirmez, sadece Hakk'a sığınır. Başına gelen bir belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa, Sahib'ini şikâyet ediyor demektir. Hem sabır hem sükût gerektir.
Sabır çok acıdır, sonu çok tatlıdır. Acılığın verdiği gözyaşının altında hayat vardır. Sabredilirse ibtilâ günâgün küçülür, sabredilmezse büyür ve ağırlaşır. Sabırlı olmak gerekir, fakat yerinde sabırlı olmak gerekir.
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imrân: 186)
Rıza gösteren kulundan da râzı olur.
Bu demek değildir ki hastalıklarımıza şifâ aramayalım.
Allah-u Teâlâ Eyyub Aleyhisselâm'ı bir sebebe tevessül etmesini emretmeden bir anda şifâya kavuşturabilirdi. Halbuki görüldüğü üzere ona ayağını yere vurmasını, yerden fışkıran sudan içmesini ve yıkanmasını emir buyurdu. Buradan da tedâvinin vâcip olduğu anlaşılmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Hasta olunca tedâviye devam ediniz. Zira Allah devâsız bir hastalık yaratmamıştır. Ancak haramla tedâvi olmayınız." (Münâvî)
Şu halde derman arayacağız. Hastalık için âfiyet istemek, şifasını aramak, doktora görünüp ilâç kullanmak, maddî ve mânevî çarelere başvurmak, sebeplerini araştırmak vazifemizdir. Bunlar şikâyetten sayılmaz. İslâm dini tedâviyi emretmiştir, sağlığını korumayan kimse günahkâr olur.
Şu kadar var ki tedavi olurken, hakiki şifâ verenin Allah-u Teâlâ olduğuna inanmak, doktor ve ilâcı sebep olarak görmek lâzımdır. Doktora ve ilâca o imkânları bahşeden Allah-u Teâlâ'ya şükranlarını arzetmelidir.
İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
İnsanın hasta ve ibtilâlı olduğu an, Hazret-i Allah'a en yakın olduğu zamandır.
Eyyub Aleyhisselâm'ın da sırrı budur. Eyyub Aleyhisselâm çok hastaydı ama Hazret-i Allah'a çok yakındı. Çünkü O'ndan başka hiçbir desteği yoktu. Eyyub Aleyhisselâm sekine buluyor, rahatlık ve huzur buluyor, feveran etmiyordu. Hazret-i Allah destekliyordu ama kimse görmüyordu.
İbtilâ Hakk'tan gelir. Cenâb-ı Hakk bir vesile ile musallat eder ve ibtilâ gelir. Bir de belâ vardır ki insanın kendi eliyle işlediği bir günahın karşılığıdır. Rabb'im onlardan etmesin!
Çünkü Cenâb-ı Hakk:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." buyuruyor. (Şûrâ: 30)
Bunun için ibtilâ ayrıdır, belâ ayrıdır. Kendi elinizle işlediğiniz bir günahın karşılığının burada gelmesi de bir nimettir. Niçin? Burada gelmezse ahirette gelecek. Burada geçmesi kolay olur.
İbtilâ zehir gibidir, fakat mânen tatlıdır. Hazret-i Allah kuluna, kulun kendisinden daha yakındır. Bu yakınlık kâinatta da böyledir. Bunu izah etmek, hakikati duyurmak için şöyle demişizdir: "Arşurahman dahi büyük maskesidir."
Hazret-i Allah kişiye kişiden yakındır. Fakat günahlarımızın ve kötü işlerimizin neticesinde gönül kirleniyor. Cam kirlenince öteyi göremezsin, gönül kirlenince de iç âlemini göremezsin. O iç âlemini silecek, temizleyecek en güzel şey gözyaşıdır. Sile sile o hale gelir ki senden sana yakın olanı hissetmeye başlarsın. İşte en tatlı noktası da burasıdır.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Hüzün, benim ayrılmaz bir arkadaşımdır." buyurdu.
İbtilâlı insan hüzünlü olur. Hüzün de insanı Hazret-i Allah'a yaklaştırmaya yegâne vesiledir.
Yakup Aleyhisselâm da Rabb'ine hüzünle yaklaşırdı. Yusuf Aleyhisselâm için ağlayıp sızlıyordu ama Hazret-i Allah'a çok yakındı. Vaktaki Yusuf Aleyhisselâm bulundu ama Mevlâ'sı ile olan irtibatı gitti.
"Yusuf'um bulundu, Kenan bulunmaz!" buyurdu.
Yakup Aleyhisselâm, Yusuf Aleyhisselâm'ın hasreti ile aşkı ile yanıyordu. Fakat Hazret-i Allah ile idi. Yusuf Aleyhisselâm bulundu ama Allah-u Teâlâ ondan elini çekti. Bu anlatamayacağım kadar ince bir husustur. Yani mahzuniyet nispetinde Allah-u Teâlâ'nın yakınlığı ve desteği vardır. Mahzuniyet kalktığı zaman yakınlığı ve desteği kalkar.
•
Daha evvel takdir edilmiş bir ibtilâ vardır. Bu ibtilâ başına gelecek. Kaçmakla bitmez. Hazret-i Allah'a sığınmakla neticelenir.
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)
Bunlar kişinin maruz kaldığı musibetlerdir. Mümin, Allah'ın lütuf ve keremi ile bu musibetlerin Allah'tan olduğunu bilir, Allah'ın takdirine teslimiyet gösterip râzı olur ve sabreder.