Allah'ın kelâm'ını şiddetle nasıl öne sürmesi ve şâyet, peygamberi Mûsâ için, zamanının sahibi olması nedeniyle arada herhangi bir vasıta bulunmaksızın, dağa bu Rubûbiyyet'i hakkında tecellî etse, [bu yüzden] dağın bile parça parça olması, [22a] parçalandıktan sonra helâk olması nasıl bir şeydir?
İşte O, yaratılış ve mülk edinme hususunda da onun bir temsilini ve benzerini ortaya koymuştur.
Rubûbiyyet'in tecellîsi bu hadd üzere meydana gelince, bundan daha sonra gelen Ulûhiyyet'in sendeki tecellîsi nerede gerçekleşir? İlâhî Kelime'de kendisine tâbi olunanın aldığı mânevi lezzet ve hisse bu olunca, ya hükmün Sâhibi'ne tâbi olanın mânevi lezzet ve hissesi nasıl olur? Bu sıfatlar hakkında bizim güç yetirebildiğimiz ancak ondan acziyet işidir, herhangi biri O'ndan yana, kendisine güç yetirebildiğinin dışında bir şeye ulaşamaz.
"Zât'ı bilme"ye gelince;
Sıfatlarla ve isimlerle yapılanmış kuşatıcı bir İzzet perdesinin perdelediği bir karanlığın içinde nispet edilen Nûr'un kavranmasıdır. Gâye; gaybın (görünmezliğin) içinde gâip olanın karşılığında, buradaki bu perdenin arkasındaki yakınlığa vâsıl ve talep edilen şeylerin nihâyetine, dünyevî şeylerin sonunda, yaratılışında ve derinliklerindekine vâkıf olmaktır.
Kim ki an ben an, yokluğun bulunduğu makamda O'nu görme ve çözmeye yükselmeye veya yönelmeye, isimlere uzanmaya ve yemînini O'na arz etmeye devam ederse; kayıplardan rücû etmiş ve hayrette kalmış olur. Zulme, eğriliğe ve sapmaya kasteden ise Esfel-i sâfilîn'e varacak ve çamura batacak kadar düşmüş ve inmiş olur.
Her kim basiret ve öz akıl sâhiplerinden olursa, Sübhân'ın veçhinden kalkmayan bu perdeye vâsıl kılacak edeplerden bir edep kendisine gerekir. O takdirde O'nun künhüne (hakikatine) vâkıf olur. Hâl ile bu perdenin kalkmasına varan yola girilmedikçe, O'nun künhüne vukûfiyyet de muhâldir. Öz akıl ve isabetli anlayış sahibi biri ona vâsıl olunca, O'ndan gayrı örtüler onda çözülür. Karanlıklar ona der ki:
[28] "Keşke perdenin arkasına yükselip, O'ndan gayrısını bilmese!" [22b] O da Vehhâb ismiyle ona nidâ eder; "Uzaklaşana biz şah damarından bile daha yakınız!" Ziyâdesiyle ilhâk edip, O'na ve varlıkların hakîkatına icâbet eder; O'nu takdîs ve tenzîh eder. Mülkleştirilir, benzeştirilir ve sıfatlar cennetinden birine dilediği yönden dahil olur, İlâhî kelimeler ve Cemâl bahçesindeki kokuyu koklar. Emir henüz kendisine inmeden en ulu tecellî ile kurtuluşa erişir ve O'nun sırrından perdelenmez. Hakk, yaldızlı İzzet perdesinin gerisindeki tertemiz Arş'tan nidâ eder ki: "Bu benim gerçek kulum ve irfan sâhibi sâdık kelimem, nasipdar kıldığım, tedîb ettiğim ve kendisinde tecellî ettiğimdir! Çünkü seçerek veya terk ederek dilediği şeyi alması, dilediği şeyi biriktirip toplamasıyla, benim huzurumda bunların hepsinden nasiplenebilmek için, bu hazîrede kendisine yerleştirdiğim her şeye o mukâbele etmiştir.
O, mülkü kime dilerse ona verir, kimden dilerse ondan alır; kime dilerse ona izzet verir, yükseltir, kimi dilerse zillet verir, alçaltır. Hayır O'nun elindedir, o her şeye Kâdir'dir. O, Hakîm'dir, hüküm ve hikmet sâhibidir; Habîr'dir, her şeyden haberdardır."
İşte bu, ediplerin makâmı, emînlerin menzili, likânın hazîresi; vuslata erişenlerden her birinin kendisini bilmeye güç yetirmek istediği, azminin kuvveti, makâmını teşmil edemedikleri ve ömürlerinin yetmediği, onların tamamladıkları ve kendisiyle tamamlandıklarıdır. Cemâtin sahibine işte bu makamdan mürâcaat edilir, kıyamet saati hakkında sana kâim olacak olan da onun içinde bekletilir. İşte o nihâyettir ve Hitâm'dır; Celâl ve İkrâm makamıdır.
Bu makam hakkında derim ki:
Hakk muvâfık şekilde beni edeblendirdi
Edeplendirilen buna muvâfakat etti
[23a] Müşâhede ettim Zât'ını ve sohbet ettim
O'nun güneşini bulamadım ve kaybettim
Zâtınıza ittihaz ettim, olduğum vakit
Ben seven bir âşık ki, çok sevgili bir habîb
Gönderildim sıfatlara tıpkı bunun gibi
Bildim akıllılara isâbet eden şeyi
Sırların ben faydalı olanlarını tuttum
O'nun ismi ile de ben kalplere tutundum.
Ben dedim ki: "Peki gözkamaştırıcı sadef hakkında meydana gelen kırmızı yâkûtun bilinmesi nerede olur?"
Denildi ki: "Kırmızı yâkûtun bilinişi bilinebilecek, bulunabilecek ve tavsif edilebilecek bir şey değildir!" [Bunu] öğrenince, mevcut bilmediklerimi de öğrenmiş oldum. Vuslatın verdiği aczle O'nun künhüne (hakikatine) ulaşmakta karar kılınca da vuslata erişmiş oldum. Senin önündeki hakîkat sahîh olunca, ben de senin önüdeki yolu temizledim. O da, bu ilme vâkıf olamayan ve kendisine hasıl olamayıp da yanısıtılan bu hikmetleri kendisine ikâme edemeyen kimse ile ilgilidir. Bu ise, onu unuttuğu ve cehâlete düştüğü zamana dâirdir. Bilmediklerini öğrendiysen sana kâfîdir!
İşte Peygamber'in ve Sıddîk'ın muhtaç olduğu ve iktidâ kıldığı, apaçık görünür olan Hakk budur.
O -sallallahu aleyhi ve sellem- bir defasında şöyle buyurmuştur:
"Ben seni senâ edemem; sen kendini senâ ettiğin gibisin."
İşte "Acz"den ve İzzet hicâbına nispetle vâkıf olunabilen kimseyi tanımaktan gaye budur.
Nitekim Sıddîk-ı Ekber de;
"İdrakten âciz olduğunu idrak de yine bir idraktir." buyurmuştur.
Zirâ o ilâhî izzet hicâbının ardından değil, ancak keyfiyyet ve mâhiyetle ilgili olarak iştirâke yol bulabilir. Uzak ve yakın, izzet verip yükselten ve zillet verip alçaltan, her türlü noksan sıfattan münezzehtir.
[23b] Ârifler O'nu ancak adadığı verdiği şeyin gücü ile tanır. Dolayısıyla her ârif, O'nun kendisine kazandırdığı kazançla yetinir. Bu "Yokluk" sıfatlarındandır; bizim O'nu tanımamızdan gâye ise "Varlık"tır. Hâlık ve mâbud O'dur. Kendisine muhtaç olunan "Efendi" de O'dur. O, eş ve evlât edinmekten münezzehtir. İşte bunların hepsi "Tenzîh"e mürâcaat ettirip, "Teşbîh"i yok eder.
İsbât sıfatları kendisinden öğrenilen "Ulu"; Celâliyle hâdiselerin künhünü (hakikatini) idrâk ettiren "Yüce" O'dur. Celâl sıfatlarıyla olunca da, O'nu ihâtâ etmek mümkün değildir. Şu hâlde kişi nasıl O'nunla kâim olup, O'nunla vasıflanabilir? Zirâ O "Celîl"dir, "Kebîr"dir, "Âlî"dir; kendisine erişilemeyen "Azîz"dir.
Şu kadar var ki:
"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ: 11)
"İzzet sahibi Rabb'in, onların isnad ettikleri şeylerden münezzehtir, yücedir." (Saffât: 37)
Diye adlandırılan "Kırmızı yâkut denizi" de; bizim sözünü ettiğimiz "İzzet hicâbı"na ve vasfettiğimiz sırra işaret eder.