Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - Kur'an-ı Kerim'den İşaretler İlâhî Beyanlar (4) - Ömer Öngüt
Kur'an-ı Kerim'den İşaretler İlâhî Beyanlar (4)
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Nisan 2014

 

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

MARİFETULLAH EHLİ ve MARİFETULLAH İLMİ (8)

Kur'an-ı Kerim'den İşaretler İlâhî Beyanlar (4)

 

Âyet-i Kerime (11):

Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ'nın tayin ettiği muallimlerdir. Onlar ilmi Rabb'lerinden alırlar, Hakk'ın talebeleridirler. Allah-u Teâlâ onlara ne öğrettiyse onu bilirler, ne gösterdiyse onu görürler. Hakk'ın öğrettiklerini halka öğretirler. Sırları ancak onlar çözer ve çözdürmeye çalışırlar.

Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz." (Âl-i imran: 79)

Bu Âyet-i kerime bâtınîdir, zâhir ehline ait değildir. Allah-u Teâlâ kendi talebelerine bu emri veriyor.

"Rabbânî olmak" demek; "Rabb'e hâlis kul olun, Rabb'e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakanlar olun." demektir. Bu iç âlem işidir.

Bu nokta değişti şimdi. Onlar; "Kafa gözü ile kafa kulağı ile" bunlar ise; "Kalp gözü ile kalp kulağı ile" alırlar.

Bunlar Allah-u Teâlâ'nın tasarrufundadırlar, bunları O idare eder ve kendi katından ilim ihsan eder.

Bunlar Hakk'ı bilir, Hakk'tan olduğunu görür, kendilerini bilmez. Bunlar Hakk'ta fâni olanlardır. Zira bunlar Mârifetullah ehlidirler.

Rabbânîlerin gerçek mânâsı şudur ki; onların özünde Allah var. Sözleri de sadece Allah ve Resulullah'tır.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler hakkında Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imran: 13)

Bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla desteklenen kimselerdir. Onların yalnız suretleri var, gerçekte ise içlerinde Allah ve Resulullah mevcuttur.

Zahirde kafa gözü ve kafa kulağı mevcuttur, bunlarla dış âlem idrak edilir. Dış dünya çok küçük ve gayet cüz'idir.

Allah-u Teâlâ bir de kalp gözü ve kalp kulağı halketmiştir. Dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa, gayb âlemi görülür.

Hakikat gözü ile bakabilen, Allah-u Teâlâ dilerse âlemleri de seyreder, Levh-i mahfuz'daki esrarı da dilerse ona okutur. İç dünya, âlemleri içine alır.

Kalp kulağını açarsa, ona istediğini duyurur. Gerçek duyma budur.

Hakikati duyurdukları kadar duyulur. Gayb âlemini müşahede ettirdikleri kadar görülür.

Sana ne duyurulursa sen onu duyarsın. Kalp gözünü açarlarsa, ne gösterirlerse onu görürsün.

Allah-u Teâlâ'ya yakın olan Mukarreb kulların her işi Hakk iledir, onların yaşayışları mânevîdir, içtendir. Çünkü onların içinde Hakk var.

Her şeyin bir özü vardır.

Dağların özünde; elmas var.

Kâbe-i muazzama'nın özünde; Hacer-i esved var.

İnsanın özünde ise; Hazret-i Allah var.

İnsan-ı kâmil'in, âlem-i ekber oluşunun sebebi budur.

Onun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Sâdıklarla beraber olunuz!" diye emir buyurmaktadır. (Tevbe: 119)

Bu emr-i şerif'te çok büyük esrar vardır..

Gerçek Mürşid-i kâmil, mürşid-i hakiki olan Allah-u Teâlâ'yı bilir, kendisinin bir resimden ibaret olduğunu da bilir.

Bir paçavradan ibaret olduğunu hem gözü ile görür hem bilir.

Allah-u Teâlâ murad ederse o paçavrayı kullanır, dilediğinin gönlünü siler.

Bir maskeden ibaret olduğunu hem görür hem bilir.

Bunlar Hakk'ı bilenlerdir. Onlardan başka bunu bilen ve gören olmaz.

 

Âyet-i Kerime (12):

Allah-u Teâlâ bu has ilmi Hızır Aleyhisselâm'a da bahşettiğini Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:

"Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)

Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır. Bu gizli ilim yalnız hususiyetle O'nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur. Seyr-ü sülûkta olanlara, diğer velilere dahi mahsus değildir. Bu ilim verilme iledir, kişide hiçbir şey yoktur.

Allah-u Teâlâ dilerse Hızır Aleyhisselâm'a "Has ilim" öğrettiği gibi, dilediğine de vasıtasız ilim öğretir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a vâkıf ettirmediği ilmi Hızır Aleyhisselâm'a vâkıf ettirdi.

Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm'la karşılaştıktan sonra, kendisine bazı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde bulundu.

"Musa ona:

'Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da tâlim etmen için sana tâbi olayım mı?' dedi." (Kehf: 66)

Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbi olmanın değeri ve yüceliği hususunda en bâriz delildir. O ulül-azm bir peygamber olduğu halde Hızır Aleyhisselâm'a tâbi olmakla bunu göstermiş oldu.

Allah-u Teâlâ Hızır Aleyhisselâm'a kendi katından bir fazilet ve salâhiyet vermiş ve yine onu vasıtasız bir şekilde bir takım ilimlerle mücehhez kılmıştı.

Ona öğretilen ilim, Musa Aleyhisselâm'ın ilminden bambaşka bir ilim, hususi ve has bir ilim idi. "İlm-i Ledün" ve "İlm-i Bâtın" gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir ilimdir. Bu ilim, ilm-i zâhir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesble, çalışmakla elde edilmez, mevhibe-i ilâhîdir. Allah-u Teâlâ'nın, kendisine yakınlık tahsis ettiği kimselere verdiği lütfudur.

Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı, Musa Aleyhisselâm yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm'a uymak istedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde Hızır Aleyhisselâm'ın Musa Aleyhisselâm'a şöyle buyurduğunu haber vermektedir:

"Ben Allah'ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzerinde yürüyorum ki, sen onu bilmezsin. Allah'ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 102)

Hızır Aleyhisselâm'ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm'ın, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi "Ledün ilmi" idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.

Musa Aleyhisselâm'la Kehf sûre-i şerif'inde beyan edilen yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.

Hızır Aleyhisselâm ise şöyle buyurdu:

"Ey Musa! Benim ve senin ilmin Allah'ın ilmi yanında şu serçenin denizden aldığı kadardır." (Buharî. Tecrid-i sarîh: 102)

Hızır Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'yı tarif ediyor.

Çünkü o: "En âlim benim." demişti.

Ona kimin en âlim olduğunu öğretiyor. "Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ'dır, âlim O'dur."

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez.

Şüphe yok ki Allah Azîz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: 27)

Kelimât-ı ilâhiye'nin sonu yoktur. Çünkü O'nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.

İlmin sonu Allah-u Teâlâ'ya dayanır. Bu ilme "İlm-i billâh" dendiği gibi, "Ledünî ilim" de denir.

Bu ilme mazhar olan Hakk'ı görür, Hakk'tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ'nın tecelliyâtının sonu yoktur.

Allah-u Teâlâ bildirmedikçe, duyurmadıkça kimse bu gerçekleri bilemez.

Nitekim Allah-u Teâlâ kaderin sır ilmi kendisine verilen Yakub Aleyhisselâm hakkında bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki o ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik." (Yusuf: 68)

Yani onların muallimi Allah-u Teâlâ'dır. O'nun öğretmesi ile bilinebilir, başka türlü mümkün değildir.

Duyurunca dilediğine duyurur, gösterince dilediğine gösterir.


  Önceki Sonraki