Kanûnî Sultan Süleyman dönemi Osmanlı târihinin en parlak ve en ihtişamlı dönemi olarak gözükmekle birlikte, aynı zamanda çöküş ve inhitâtın ilk emârelerinin de görülmeye başlandığı bir devir olmuştu. 46 yıllık saltanatı ile Osmanlı hânedânının en uzun süre cihâna hükmetmiş pâdişahı olan Kanûnî'nin, özellikle Makbul İbrâhîm Paşa'nın katlinden sonraki devresi bu yıkım sürecinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Gerçekten de bu sürece göz atıldığında, Osmanlı Devleti'nin daha sonraki yüzyıllarına da etki edecek şekilde, her alanda büyük bir değişme ve bozulmanın başgösterdiği görülür.
Avrupalılar'ın "Büyük Türk" ve "Muhteşem Süleyman" adlarıyla andıkları Kanunî'nin saltanatının bu ikinci devresinde meydana gelen olaylar arasında belki de en büyüğü ve en derin iz bırakanı da, işte bu bozulmanın bir sonucu olarak zuhur eden, Sultan Süleyman'ın büyük oğlu Şehzâde Mustafa'nın katli olayıdır.
Bu makalemizde, son günlerde medya aracılığıyla yeniden gündeme getirilen bu elem verici vak'anın içyüzünü, sebeplerini ve bilinmeyen yönlerini, doğrudan doğruya o devirden kalma arşiv belgeleri, mektuplar ve diğer târihî materyaller ışığında aydınlatmaya çalışacağız.
Kanûnî Sultan Süleymân'ın altı oğlu vardı ki; bunlardan en büyüğü, aslen Kırım'lı bir Çerkez olan Mâh-ı Devran Sultan'dan doğma Şehzâde Mustafa, diğerleri ise; tümü Rus asıllı bir câriye iken, sonradan vâlide sultanlık makâmına kadar yükselen Hurrem Sultan'dan (asıl adı: Roxalana) doğma, Şehzâde Bâyezîd, Abdullah, Cihângîr, Mehmed ve Selîm'di. Bunlar arasında Şehzâde Mustafa, yaratılışı itibariyle dedesi Yavuz Sultan Selim'e çok benzediği gibi; çocukluk yıllarından beri dâhiyâne zekâsı, siyâsî ve askerî kabiliyeti ve dillere destan cömertliği ile de halk, ulemâ ve asker arasında büyük bir sevgi ve rağbet toplamıştı.(1)
Sultan Süleymân'ın en büyük oğlu olan Mustafa, tahtın babasından sonraki haklı vârisi olarak 940/1533-34'te, on beş yaşında iken Saruhan (Manisa) sancak beyliğine tâyin edildi. Sancağına çıkartılmadan önce Dîvân'da Kanûnî tarafından kabul edilen Şehzâde Mustafa, burada babasının elini öpmüş ve vezir-i a'zam Makbul İbrâhîm Paşa ve Ayâs Paşa tarafından kendisine kürk giydirilerek Saruhan'a gönderilmişti.
Venedik balyosu Daniello Ludovisi, sancağa tâyin edildikten 1 yıl sonrasına âit raporunda; 16 yaşında olan Şehzâde Mustafa'nın, annesi Mâhıdevran Sultan'la birlikte Saruhan sancağında yaşadığını ve üstün vasıflarıyla Sultân'ın diğer oğulları arasında açık bir biçimde ön plâna çıktığını belirtir.(2)
Avusturya büyükelçisi Ogier Ghislain de Busbecq'in raporlarına göre; Hurrem Sultan câzibesi ve etkileyiciliği ile Kânûnî'yi haddinden fazla etkilemiş, İslâm'daki "ümmü'l-veled" statüsü gereği, pâdişâhtan çocuğu doğar doğmaz hürriyetine kavuşunca derhâl ondan ayrılmak istemişti. Ancak o, Hurrem'i çok fazla sevdiğinden ayrılmak istememiş; âdet hilâfına olmak üzre, hâl-i hazırda bir câriyeye verilmediği hâlde ona ağır bir çeyiz (cihâz) vererek yanında kalmasını temin etmişti.(3)
Mevcut rapor ve belgelere bakılırsa; tahtın gelecekteki vârisi Şehzâde Mustafa ve annesi Mâh-ı Devrân Sultân ile, Hurrem Sultan ve oğulları arasında başlangıçta hiçbir anlaşmazlık ve çekişme yoktu. Hattâ Hurrem, 1526 yılına dek Kânûnî'ye yazdığı mektuplarda, seferde babasının yanında hazır bulunan "Sultân Mustafâ'ya selâm" göndermeyi ihmâl etmiyor;(4) pâdişâh tek başına sefere çıktığında ise, sarayda hazır bulunan kendi "bende"lerinden, yâni oğullarından ve câriyesi (kızı) Mihrimâh'dan önce, pâdişâha "Mustafâ bende"sinin selâmını, ismini en başta zikretmek sûretiyle iletmeyi bir vazife sayıyordu.(5)
Mâh-ı Devrân Sultân'la Hurrem Sultan arasında zaman zaman tartışma ve çekişmeler yaşanmışsa da, bunlar her defâsında Vâlide Sultan'ın duruma müdâhalesi sâyesinde bertaraf edilmişti. Bu kavga ve çekişmeler, nihâyet 1526 yılında meydana gelen büyük bir kavga ile doruk noktasına ulaştı. O yıl İstanbul'da bulunan Venedik balyosu Pietro Baragdino'nun raporunda ayrıntılı olarak bildirdiği bu büyük kavga sırasında; başkadın Mâh-ı Devran, Hurrem'i öldüresiye dövmüş, saçını-başını yolmuş, yüzünü tırnaklarıyla parçalayıp kan-revân içinde bırakmıştı. Durumu haber alan Kanûnî derhal Hurrem Sultan'ı yanına çağırtmış, fakat o: "Bende artık bakılacak yüz kalmadı!" diyerek pâdişâhın huzûruna çıkmaktan kaçınmıştı. Kavganın sorumluluğunu başkadının üzerine yükleyen Kanûnî, bu vak'adan sonra Mâh-ı Devran Sultân'a hiç yüz vermemiş, Hurrem ise çok kolay bir şekilde bir anda onun yerine geçmişti.(6)
İşte bu olaydan sonra Hurrem Sultan, kendi çocuklarına ileride Sultan'lığın yolunu açmak ve bulunduğu mevkiide kalmak gibi gizli amaçların da tesiriyle, Mâh-ı Devran Sultan ve oğlu Şehzâde Mustafa'ya karşı cephe aldı. İstanbul'dan ayrılıp Manisa'ya gittikten sonra bile vezir-i a'zam İbrâhîm Paşa ve Şehzâde Mustafa ile, vezirin eşi Hatîce Sultan ve Mâh-ı Devrân Sultân arasındaki mektuplaşmalar,(7) saraydaki bu kutuplaşma sırasında, Hurrem'in gizli emel ve niyetini farkeden İbrâhîm Paşa ve eşinin, Şehzâde ve annesinin yanında yer aldığına açık bir delil teşkil etmektedir. Ne var ki İbrâhîm Paşa'nın, kendisine yöneltilen birtakım ithamlar nedeniyle 942/1536'da katledilmesinden sonra, Şehzâde Mustafa ve annesi Mâh-ı Devran, saraydaki en büyük desteklerini kaybetmiş oldular. Plânlarını hayata geçirebilmek için uygun bir ortam elde etmiş olan Hurrem Sultan, rakiplerine karşı ilk zaferini, Mustafa'yı çeşitli telkinlerle sekiz yıldır görev yaptığı sancağından azlettirip, Amasya'ya göndertmek ve oğlu Mehmed'i onun yerine geçirtmek suretiyle elde etti.
Venedik'li Michele Membre'nin kayıtlarına göre; sancak beyliği sırasında halk ve ordu içindeki itibârı iyiyden iyiye artmış olan Şehzâde Mustafa,(8) Şehzâde Mehmed'in 950/1543'te âniden ölümü üzerine yeniden eski sancağına döneceği ümidine kapıldıysa da, yerine Hurrem'in diğer oğlu Şehzâde Selîm'in gönderilmesi, babasının kendisini artık istemediğini, eskisi gibi tahtına vâris olarak görmediğini kesin bir biçimde ortaya koymuş oldu.
İbrâhîm Paşa katledilip "Makbul" olan lâkabı "Maktul"e dönüştükten sonra, sadrâzam Lütfi Paşa da dürüst bir kimse olduğu ve Şehzâde Mustafa'nın suçsuz ve sebepsiz yere Manisa'dan Amasya'ya nakline rızâ göstermediği için azl edildiği; diğer bir aday olan Kara Ahmed Paşa ise öteden beri Sultan Mustafa'nın sevenleri ve destekçileri arasında yer aldığı için, Hurrem Sultan derhal harekete geçerek, "vezîr-i a'zam ve dâmâd-ı efhâm ve anlar cânibine 'adem-i muhabbetle meşhûr olan vezîr-i kebîr Rüstem Paşa"nın, önce kızı Mihrimâh'a koca, ardından kısa bir süre sonra vezîr-i a'zam olmasını sağladı.(9)
Rüstem Paşa gibi Şehzâde Mustafa ve taraftarlarına düşman birini kendine dâmat olarak seçen Hurrem Sultan, dâmâdının ve huy ve tabiat açısından kendisine çok benzeyen kızı Mihrimâh'ın da yardımıyla, bir taraftan Sultan Süleymân'a Şehzâde Mustafa aleyhinde gizli gizli telkinlerde bulunarak, diğer taraftan türlü türlü efsunlar ve büyüler yaptırarak, Cihân pâdişâhını yavaş yavaş oğlundan soğutmayı ve uzaklaştırmayı başardı. Busbecq, kayıtlarında: "Süleyman kısmen Rüstem'in ithamları, kısmen karısı Roxalana'nın büyüleri yüzünden -ki, o hemen hemen sihirbaz bir kadın gibi telâkki ediliyordu-, oğlu Mustafa'dan o kadar soğumuş idi ki, onu öldürmek için akıl danışmaya başlamıştı." diyerek, Hurrem'in bu yöndeki çirkin faaliyetlerine işâret eder.(10)
Nitekim onun gerçekten bu tür işlerle uğraştığı, ileride görüleceği üzre, Şehzâde'nin katlinden sonra hakkında mersiyyeler yazan kimi şâirlerin, şiirlerinde onu: "Câdû" (Cadı) ve "Câdû-yı dehr" (Zamânın câdısı) gibi sıfatlarla zemmetmelerinden de açıkça anlaşılmaktadır.
O devirden günümüze ulaşmış olan belge ve mektuplar, Sultan Süleyman'ın oğluna karşı tepkisinin henüz Manisa sancağından çıkartılmadan önce başladığını ortaya koyacak niteliktedir.(11)
Nitekim şehzâde, Kanûnî'nin Irakeyn seferinden dönüşünü müteakip, babasını ziyâret etmek üzre İstanbul'a gelmek ve özür dilemek için kendisine izin verilmesini yazdığı ikinci bir mektupta ısrarla talep etmiş; ancak bu talebi de pâdişah nezdinde kabul görmemişti.
Şehzâde Mustafa, sözkonusu mektubunda görüşme talebinin reddinden dolayı, babası Kanûnî'ye üstü kapalı bir şekilde sitem ederek:
"Bu bende Sultân'umun âsîtân-ı felek-fersâlarında meşyen-'ale'l-vücuh varub, hâke 'izârum sürüb, edâ'-i 'özr-i tehniyye itmek farz-ı 'ayn-ı farz idi. Lâkin bu zerre-mikdâr-ı nevvâra icâzet buyurılmaduğı ecilden varaka'-i ukkiyyet-birle i'tizâr olundı." diyordu.(12)
Belli ki Şehzâde Mustafa, bu sıralarda Hurrem Sultan ve Rüstem Paşa'nın kendisi hakkında yaydıkları ithamların asılsızlığını anlatmak ve meselenin aslını bir şekilde babasına duyurmak istiyordu. Fakat Hurrem'in telkinleri ve yaptırdığı büyülerin etkisiyle ne yaptığını bilmeyen pâdişah, Şehzâde'nin tüm taleplerini reddederek, peşinen Hurrem'in ve dâmâdı Rüstem'in sözleri doğrultusunda hareket etmeyi tercih etti. Aynı şekilde Şehzâde Mustafa'nın Amasya'ya gönderildikten sonra yazdığı 19 Muharrem 958/27 Ocak 1551 tarihli "feryâd-nâme" de babası tarafından görmezden gelindi.(13)
Bu özürlerin ve görüşme taleplerinin; bu makâlemizde neşredeceğimiz, Rüstem'in Şehzâde'nin aleyhindeki sinsi faaliyetlerini rapor eden mektupta işâret edilen, Hurrem ve Rüstem Paşa tarafından çarpıtılarak padişaha yanlış aktarılması muhtemel dedikodularla alâkalı olduğu peşinen söylenebilir.
(Devam edecek)
(1) Krş. Venedik balyosu Pietro Bragadin ve Alman elçisi Busbecq'in Şehzâde ile ilgili izlenimleri: Erhan Afyoncu, "Venedik Elçilerinin Raporlarına Göre Kanunî ve Şehzâde Mustafa", çş. yerler, meselâ, bk. 71-123. Yeditepe Yay., İstanbul, 2012; Busbecq, "Türk Mektupları", s. 41-52, trc. H. Cahit Yalçın, İstanbul, 1939; Aykut Can, "Şehzâde Mustafa ve Şehzâde Bâyezid Nasıl Öldürüldüler?", s. 51-58, 59-68, Yeditepe yay., İstanbul, 2014.
(2) Krş. Can, a.g.e., s. 36-37.
(3) Krş. Busbecq, a.g.e., s. 41.
(4) TSMA, nr.: E-5662. Bu mektubun son satırlarında Hurrem, sözlerine son verirken Şehzâde Mustafâ'ya atıfla: "Benüm Sultân'um, benüm cânum pâresi; Sultân Mustafâ'ya selâm gönderürseñüz benüm kâğıdumı da gönderesüz." der.
(5) "Ba'de-hû Mustafâ bendeñüz ve Mîr Muhammed çâkeriñüz ve Mihr-i mâh câriyeñüz ve Selîm Hân ve 'Abdu'llâh bendeleriñüz hazretiñüze senâlar idüb, mübârek başmağıñuza yüz sürerler, ümmîddür ki redd olınmaya…" TSMA, nr.: E-5426.
(6) Krş. M. Çağatay Uluçay, "Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları", s. 26-27, İstanbul, 2001.
(7) TSMA, nr.: E-5036; Manisa Şer'iyye Sicilleri, Defter, nr.: 1'deki iki mektup.
(8) Ş. Turan, "Mustafa Çelebi", DİA, XXXI, 290.
(9) Gelibolu'lu Mustafa 'Alî, "Künhü'l-Ahbâr", TSMK, Revan, nr.: 117, vr. 382b.
(10) Krş. Busbecq, a.g.e., s. 44.
(11) Krş. TSMA, nr.: E-11995.
(12) Krş. Manisa Şer'iyye Sicilleri, Defter, nr.: 1.
(13) Krş. Ş. Turan, "Mustafa Çelebi", a.g.e., XXXI, 290.