Muhterem Okuyucularımız;
Ulül-azm peygamberlerden olan İbrahim Aleyhisselâm'ın iki oğlu vardı. İlk oğlu Hazret-i İsmail'in annesi Hâcer, ikinci oğlu Hazret-i İshak'ın annesi ise Sâre idi.
İbrahim Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın emrine uyarak küçük yaştaki oğlu İsmail'i annesi Hâcer ile birlikte Filistin'den alıp sahraları ve çölleri geçerek Hicaz'a götürdü. Onları Mekke'deki Mescid-i Haram'ın bugün bulunduğu yerin civarında bir gölgeliğin altına bıraktı. Sonra:
"Ey Rabb'im! Bu şehri emniyetli kıl!" (İbrahim: 35)
Diyerek duâ etti ve döndü.
O zaman Mekke'de ne bina, ne insan, ne de içecek su vardı.
Hacer Vâlidemiz oğlu İsmail ile bu ıssız vadiye yerleştiler. Allah-u Teâlâ onlar için zemzem suyunu çıkardı. Daha sonra Cürhüm kabilesi gelip oraya yerleşti, evler barklar yaptılar. Mekke artık bir şehir haline gelmeye başladı. İsmail Aleyhisselâm bu kabileden bir kızla evlendi.
Allah-u Teâlâ Hazret-i İbrahim peygamberin Mekke-i mükerreme'yi emniyetli kılmasına dâir yapmış olduğu duâsını kabul buyurmuş, o beldeyi emniyetli kılmış, bütün zâlimlerin zulmünden korumuştu.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!" buyuruyor. (Tîn: 3)
Emniyet, hayatın en önemli şartlarından olduğu için "Şehirlerin anası" üzerine yemin edilmiştir.
Mekke-i mükerreme ziraate elverişli olmayan, ekin ve bitki bitirmeyen kurak bir vâdide kurulmuştu.
Yine İbrahim Aleyhisselâm'ın:
"Çeşitli meyvelerden bunlara rızık ver." (İbrahim: 37)
Diyerek yaptığı duânın bereketiyle her şeyin ürünü Allah katından bir rızık olarak oraya götürülüyordu.
Bu duâlar hürmetine birçok lütuf ve ihsanlar Mekkelilere verilmiştir. Zamanla Hakk'ın şeriatına bağlı olanların azaldığı ve putlara tapmaların yaygınlaştığı Mekke şehrinde âhir zaman peygamberi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz teşrif eder ve büyük mücadeleler başlar.
Resulullah Aleyhisselâm'ın, Hicret esnasında; "Ey şehir! Şayet senden zorla çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim." buyurarak ayrıldığı Mekke'nin yıllar sonra fethi gerçekleşmiştir.
Kıyamete kadar inananlara; Hacc için gelmeleri, ziyaret etmeleri ve ibadetlerinde Kâbe'ye yönelmeleri emredilen mübarek, mukaddes bir şehirdir ki "Mekke-i Mükerreme" denilmiştir.
Allah-u Teâlâ Nasr Sûre-i şerif'inde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Allah'ın yardımı ve fetih (zafer günü) gelip de insanların akın akın, dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini görünce, Rabb'ini hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. O tevbeleri daima kabul edendir." (Nasr: 1-2-3)
Âyet-i kerime'de geçen "Fetih"ten maksat Mekke-i mükerreme'nin fethidir. Çünkü Arap yarımadasındaki kabileler: "Eğer o kendi kavmine üstün gelirse peygamberdir." diyerek İslâm'a girmek için Mekke'nin fethini gözlüyorlardı. Allah-u Teâlâ ona bu büyük zaferi nasibedince insanlar alay alay, bölük bölük Allah-u Teâlâ'nın dinine girdiler. İnsanların birer ikişer İslâm'a girdikleri günler artık geride kaldı.
Peygamber olmadan evvel de, olduktan sonra da, nice zahmetler, nice sıkıntılar çekti ve birçok iftiralara uğradı. Fakat o Hazret-i Allah'a sığınmış, her türlü zorluğa göğüs germişti. Allah-u Teâlâ ona büyük bir fetih müyesser kıldı ve bu lütfa mazhar etti.
Bu emir Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsında Ümmet-i Muhammed'e şamildir. Nitekim Allah-u Teâlâ'nın yardımı ve zafer günü işte geldi. Bütün insanlar akın akın gelmeye başladı.
Biz de diyoruz ki; bu Nûr-i Muhammedî'yi yaymak için çalışın, çalışın, çalışın!..
Bu mübarek şehir Mekke'yi ve fethini, Âyet-i kerime'lerin ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında ayrıntılı bir şekilde izâhı yapılarak açıklanmış ve Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Bu minval üzere bu ay içerisinde idrak edeceğimiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in dünyaya teşriflerinin sene-i devriyesi olan "Mevlid Kandili"nizi tebrik eder, Cenâb-ı Hakk'tan Ümmet-i Muhammed'e hayırlara vesile olmasını niyâz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Nasr Sûre-i şerif'inde şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Allah'ın yardımı ve fetih (zafer günü) gelip de insanların akın akın, dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini görünce, Rabb'ini hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. O tevbeleri daima kabul edendir." (Nasr: 1-2-3)
Âyet-i kerime'de geçen "Fetih" ten maksat Mekke-i mükerreme'nin fethidir. Çünkü Arap yarımadasındaki kabileler:
"Eğer o kendi kavmine üstün gelirse peygamberdir."
diyerek İslâm'a girmek için Mekke'nin fethini gözlüyorlardı. Allah-u Teâlâ ona bu büyük zaferi nasibedince insanlar alay alay, bölük bölük Allah-u Teâlâ'nın dinine girdiler. İnsanların birer ikişer İslâm'a girdikleri günler artık geride kaldı.
Mekke; Hazret-i Allah'ın evi olan Beytullâh'ın olduğu mübarek yer olup "Beledül-Emin" yani "Emin belde"dir.
"Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!" (Tîn: 3)
Mekke; Kur'an-ı kerim'de üzerine birkaç kere yemin edilen bir şehirdir.
"Bu beldeye yemin ederim ki! Sen bu beldede oturmaktasın." (Beled: 1-2)
Mekke; Harem toprağıdır, Hacc ibadetinin yapıldığı, Kur'an-ı kerim'de övülmüş mukaddes bir şehirdir.
Mekke; ilk insan, atamız Adem Aleyhisselâm ile Havva Vâlidemiz'in dünyaya gönderildiklerinde buluşma yeri Arafat dağının olduğu şehirdir.
Mekke; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in dedesi İsmail Aleyhisselâm'ın babası İbrahim Aleyhisselâm'la beraber ilk temellerini bulup yeniden inşa ettikleri Kâbetullah'ın olduğu yerdir.
Mekke; İbrahim Aleyhisselâm'ın; "Ey Rabb'im! Bu şehri emniyetli kıl!" (İbrahim: 35) duâsına mazhar olan bir şehirdir.
Mekke; Resulullah Aleyhisselâm'ın dünyaya teşrif ettiği, doğup büyüdüğü, yaşadığı, tarihten beri "Ümmül-kurâ" denilen "Şehirlerin anası"dır.
Mekke; ilâhi kitaplarda tarif edilmiş, son peygamberin bu şehirde peygamberliğini ilân edeceği haber verilmiş olan bir yerdir.
Mekke; Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ilk vahyin indiği, peygamberlik emrini aldığı ve Kur'an-ı kerim'in nazil olmaya başladığı muhterem bir beldedir.
Mekke; Resulullah Aleyhisselâm'ın Miraç'a çıktığı yerdir. Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya oradan Miraç'a yükselmiştir.
Mekke; Resulullah Aleyhisselâm'ın, Hicret esnasında; "Ey şehir! Şayet senden zorla çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim." buyurduğu bir yerdir.
Mekke; kıyamete kadar inananlara; Hacc için gelmeleri, ziyaret etmeleri ve ibadetlerinde Kâbe'ye yönelmeleri emredilen mübarek, mukaddes bir şehirdir ki "Mekke-i Mükerreme" denilmiştir.
Meleklerin semâdaki tavaf ettikleri yer Beyt-i Mâmur olduğu gibi, insanların yeryüzünde tavaf ettikleri yer de Kâbe-i muazzama'dır.
"Onda apaçık âlâmetler ve İbrahim'in makamı vardır." (Âl-i imran: 97)
Bu makam, Beytullah'ı bina ederken İbrahim Aleyhisselâm'ın üzerinde durduğu ve ayaklarının iz bıraktığı taştır.
"Kim oraya girerse güvenlik içinde olur." (Âl-i imran: 97)
İşte bu da, oranın şerefini gösteren bir başka alâmettir. Oraya giren kimse emniyet içinde demektir, orada bulundukça kendisine zulüm yapılmaz. Yeryüzünde böyle bir yer yoktur. İbrahim Aleyhisselâm'dan beri bu böyledir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kâbe'yi insanlar için bir toplanma yeri ve emniyet mahalli kılmıştık." (Bakara: 125)
İnsanlar onu ziyaret etsinler, sevap kazansınlar, ona sığınanlar saldırılardan emin olsunlar.
Ümmet-i Muhammed için mübarek kılınan üç şehir; Mekke, Medine ve Kudüs hakkında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Beyt-i şerif'de (Kâbe'de) edâ olunan namazın birisi diğer yerlerdeki namazların yüzbinine ve benim mescidimde kılınan namazın biri, aynı şekilde başka yerlerde kılınan namazların binine ve Beyt-i makdis'te (Mescid-i aksa'da) kılınan namazın birisi dahi diğer yerlerde kılınan namazların beşyüzüne denktir." (Tirmizî)
•
Hazret-i Allah'ın nuru, âlemlerin gurur ve süruru olan Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ı asırlar, seneler sonra gelen âhir zaman peygamberini başta en yakın akrabaları ve Mekke halkı üzecekler; akla, hayale gelmedik suikastlere, işkencelere, eziyetlere, iftiralara düçar edecekler ve nihayetinde kendi içlerinden çıkan aziz peygamberin göç etmesine, hicretine sebep olacaklardır.
Resulullah Aleyhisselâm ve getirdiği din, İslâm'a düşmanlıkları o dereceye gidecek ki akıllarınca dünyayı dar etmek adına gerek Bedir'de, gerek Uhud'da, gerek Hendek'te ve gerekse çeşitli defalar harp etme cüretini göstereceklerdir.
Mekke'yi terkedip hicret etmesine, ana, baba, ata toprağından çıkıp Medine'ye göç etmesine rağmen şirk ve küfür içinde olduklarından, o nuru öldürmek, İslâm'ı yok etmek duygularıyla tâ Medine'ye kadar gelip savaştılar. Gayeleri; İslâm'ı ve müslümanları toptan tarihten silmekti.
Cenâb-ı Hakk müsaade etmedi ve nihayetinde daha önce hicrete zorladıkları Mekke şehri, Hazret-i Allah'ın yardımıyla Resulullah Aleyhisselâm'ın o engin siyasi, askeri dehası sayesinde fethedildi.
Bu fetih Resulullah Aleyhisselâm'ın fetihten maksadının ne olduğunun bilinmesi bakımından çok güzel bir numunedir.
Böylece halk kitleler halinde İslâm'a girmişti.
Küfür ve şirk düzeni putlar yıkılmış, Resulullah Aleyhisselâm'ın af ve adaleti tezahür etmiştir.
Mekke'nin hem İslâm'ın emri olan Hacc ibadetinin yapıldığı yer olması, hem de müslümanların namaz ibadetlerinde yöneldikleri Kâbe'nin Mekke'de olması bakımından buranın fethinin önemi çok büyüktür, bundan sonra İslâm'ın bir bütün olarak Arap yarımadasına ve nihayetinde dünyaya yayılmasına vesile olması bakımından bu fethin ayrıca anlamı vardır.
Resulullah Aleyhisselâm; "Mekke fethinden sonra artık hicret yok; fakat cihad ve niyet vardır. Allah yolunda savaşa çağrıldığınız zaman hemen katılın." buyurmuşlardır. (Buhârî, Müslim, Tirmizî)
Böylece İslâm tarihinde yeni bir devir başlamıştır.
Ulül-azm peygamberlerden olan İbrahim Aleyhisselâm'ın iki oğlu vardı. İlk oğlu Hazret-i İsmail'in annesi Hâcer, ikinci oğlu Hazret-i İshak'ın annesi ise Sâre idi. İsrailoğulları İshak Aleyhisselâm'ın soyundan gelmektedir.
İbrahim Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın emrine uyarak küçük yaştaki oğlu İsmail'i annesi Hâcer ile birlikte Filistin'den alıp sahraları ve çölleri geçerek Hicaz'a götürdü. Onları Mekke'deki Mescid-i Haram'ın bugün bulunduğu yerin civarında bir gölgeliğin altına bıraktı.
Sonra:
"Ey Rabb'im! Bu şehri emniyetli kıl!" (İbrahim: 35)
Diyerek duâ etti ve döndü.
O zaman Mekke'de ne bina, ne insan, ne de içecek su vardı.
Hacer Vâlidemiz oğlu İsmail ile bu ıssız vadiye yerleştiler. Allah-u Teâlâ onlar için zemzem suyunu çıkardı. Daha sonra Cürhüm kabilesi gelip oraya yerleşti, evler barklar yaptılar. Mekke artık bir şehir haline gelmeye başladı. İsmail Aleyhisselâm bu kabileden bir kızla evlendi. Kendisi İbrânî, Cürhümlüler Âribe yani halis araplardandı. Bu sebeple İsmail oğulları'na "Araplaşmış Araplar" mânâsına gelen "Müsta'rabe" denilir.
İbrahim Aleyhisselâm uzun bir müddet oğlundan uzak kaldı. Nihayet bir gün tekrar Mekke'ye geldi. Allah-u Teâlâ kendisine Kâbe'yi bina etmesini emir buyurmuştu. Oğluna durumu bildirdi, hatta yerini de gösterdi. Oradaki yüksekçe bir yere Kâbe-i muazzama'nın temellerini attılar. İbrahim Aleyhisselâm duvar örer, İsmail Aleyhisselâm taş getirirdi. Yapı yükselince, şimdiki Makam-ı İbrahim denilen yerdeki taşı getirip babasının ayağının altına koydu. O yüksekte, İsmail Aleyhisselâm aşağıdan taş veriyordu. Nihayet yapıyı tamamladılar ve yeryüzünün ilk mabedini ibadete açtılar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz ki insanlar için ilk kurulan Beyt, Mekke'deki mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan Kâbe'dir." (Âl-i imrân: 96)
Kâbe-i muazzama'nın faziletli kılınmasının sırrı; kalpleri cezbetmesi, gönüllerin onu sevmesi, onu görmeyi arzu etmesi hususunda açıkça görülür. Müminler dünyanın dört bir yanından onu ziyarete gelirler, fakat ziyarete doyamazlar. Ne kadar fazla ziyaret etseler, o nispette arzuları artar.
Kendisini Hacc ve Umre yaparak ziyaret edenler için hayır ve bereketi çoktur. Yeryüzündekilerin kıblesi olduğundan dolayı, onlar için hidayet ve nur kaynağıdır.
Kâbe-i muazzama Hacc ibadetinin sebebi idi. Beytullah'ın inşâsı tamamlandıktan sonra Cebrâil Aleyhisselâm gelerek kendilerine Hacc ibadetinin yerine getiriliş şeklini öğretti.
Hacc'ı ilân etme vazifesi de İbrahim Aleyhisselâm'a verilmişti:
"İnsanları Hacc'a çağır, yürüyerek ve uzak yollardan gelen bineklere binerek sana gelsinler." (Hacc: 27)
Bu emir üzerine adı geçen taşın üstüne çıkarak kıyamete kadar gelecek insanları Hacc'a çağırmış ve o yıl oğlu ile Hacc yapmıştır.
İshak Aleyhisselâm da arasıra gelir, kardeşi İsmail Aleyhisselâm'a misafir olur, onunla birlikte haccederdi.
Mekke-i mükerreme artık İslâm dâvetinin merkezi olmuştu.
İlk zamanlar Kâbe ile ilgili görevler İsmail Aleyhisselâm tarafından yürütülüyordu, sonra oğluna geçti. Daha sonra Cürhümlüler bu görevi üzerine aldılar. Fakat bunlar her türlü adaletsizliği uyguladıkları için Huzaa kabilesi, İsmail oğulları'nın da yardımı ile Cürhümlüler'i Mekke'den sürüp çıkardılar. Cürhümlüler intikam almak için, Kâbe'ye hediye edilmiş altın geyik heykelleri ile diğer değerli eşyayı zemzem kuyusuna atıp, üzerini toprakla doldurup belirsiz hale getirerek Mekke'den kaçtılar. Zemzem kuyusu bu sebeple uzun müddet kapalı kaldı. O günlerde Mekke'de başka kuyular da olduğu için, halk bu mucize suya ihtiyaç hissetmedi, gönüllerde yarı unutulmuş bir hatıra olarak kaldı.
Kâbe muhafızlığı üç asır kadar Huzaalılar'da kaldıktan sonra, Kilâb'ın oğlu Kusayy bölgenin hakimiyetini ele geçirdi. Kureyş'in başına geçerek Huzaalılar'ı bölgeden çıkardı. Kâbe'nin etrafında bugünkü Mekke şehrini kurdu.
Önceleri Kâbe civarına bina yapmak hürmetsizlik sayılırdı. Kureyşliler bu anlayışı yıkmış, Kusayy zamanında çadırların yerine Kâbe'nin çevresine taş binalar yapılmıştır. Bu durum, Kâbe çevresinde şehir hayatının çıkmasına sebep oldu, Mekke büyük bir refaha kavuştu.
Hacılara ve Mekke fuarına gelen ziyaretçilere yardım için halka senelik Rifâde vergisini de koyan odur. Ayrıca kırk yaşını geçenlerden, kamu işlerini müzakere etmek için toplandıkları Dâr'ün-nedve adıyla tanınan geniş bir ev inşâ ettirdi.
Mekke'ye İslâm'dan önceden beri Ümmül-kurâ yani şehirlerin anası denilmektedir.
Allah-u Teâlâ Hazret-i İbrahim peygamberin Mekke-i mükerreme'yi emniyetli kılmasına dâir yapmış olduğu duâsını kabul buyurmuş, o beldeyi emniyetli kılmış, bütün zâlimlerin zulmünden korumuştu.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!" buyuruyor. (Tîn: 3)
Emniyet, hayatın en önemli şartlarından olduğu için "Şehirlerin anası" üzerine yemin edilmiştir.
Mekke-i mükerreme ziraate elverişli olmayan, ekin ve bitki bitirmeyen kurak bir vâdide kurulmuştu.
Yine İbrahim Aleyhisselâm'ın:
"Çeşitli meyvelerden bunlara rızık ver." (İbrahim: 37)
Diyerek yaptığı duânın bereketiyle her şeyin ürünü Allah katından bir rızık olarak oraya götürülüyordu.
Allah-u Teâlâ onların basiretlerini açtı. Geçimlerini ve maişetlerini kazanmanın yollarını aradılar ve ticaret yolculuklarına çıkmaya başladılar. Komşu memleketlerle ticari anlaşmalar yaptılar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kureyş kabilesi alıştırıldığı (uzlaşması ve anlaşması sağlandığı) için. Kış ve yaz seyahatlerinde alıştırıldıkları için." (Kureyş: 1-2)
Böylece onlar yaz mevsiminde serin bölgeler olan Şam ve İran taraflarına, kış mevsiminde ise sıcak olan Yemen ve Habeşistan taraflarına doğru ticaret kervanları çıkarırlardı.
Bu yolculuklarında onlar huzur ve güven içinde olurlardı. Hiç kimse onlara kötülük yapmaz, onlara ses çıkarmaya cesaret edemezdi.
Taşıdıkları "Kâbetullah'ın Hizmetçileri" ünvanından dolayı hiç kimse onlara dokunamazdı. Geçtikleri yerlerin halkı: "Bunlar Allah'ın evinin komşuları, Harem'in sakinleridir, bunlar Allah dostlarıdır, bunlara eziyet ve zulüm etmeyin!" derlerdi.
Bir Kureyşli yalnız olarak yolculuk yaparken saldırıya uğrasa: "Ben Allah'ın haremindenim!" dediği zaman kendisine hiç kimse bir şey yapamazdı. Hatta onlara doğru gidenler ve onlarla birlikte yolculuk yapanlar da onlar sayesinde emniyet içinde olurlardı.
Allah-u Teâlâ onlara verdiği nimetleri hatırlatarak Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken her türlü korkudan emin kılan bu beytin (Kâbe'nin) Rabb'ine kulluk etsinler." (Kureyş: 3-4)
Bu yolculuklar Allah-u Teâlâ'nın onlara lütfettiği en açık nimetlerdendi. Onların rızıklarını genişletti. Emniyet yollarını onlara döşedi. Halk arasında itibarlı kıldı.
Halbuki o dönemlerde Arabistan yarımadasının diğer bölgelerinde emniyet diye bir şey yoktu. Baskın ve kaçırma hadiseleri yaygındı. İnsanlar gece rahat uyuyamazlardı. Her an bir saldırıya uğrama tehlikesi ile karşı karşıya idiler. Hiç kimse kendi kabilesinin dışına çıkmaya kolay kolay cesaret edemezdi. Çünkü ya birileri tarafından öldürülür veya yakalanarak köleleştirilirlerdi.
Kervanların yol üzerinde her an önleri kesilebilir, malları her an yağmalanabilirdi.
Bununla beraber Mekke'deki Kureyş kabilesi emniyet içinde idiler. Kâbe-i muazzama'nın kudsiyeti sayesinde büyük ve küçük kafilelerle her yerde serbestçe dolaşabilirlerdi. Bu yüzden kendilerine geniş rızık kapıları açılmıştı. Yaz ve kış aylarında yapılan ticari seyahatlere alışmışlar ve âdeta gelenek haline getirmişlerdi.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Doğrusu ben bunları da atalarını da, kendilerine hak ve onu açıklayan bir peygamber gelinceye kadar geçindirdim." (Zuhruf: 29)
Onlara uzun ömürler, bolca nimetler verdim. Ne yazık ki bu nimetlerin kıymetini bilemediler, kendilerine verilen mühlete aldandılar. Hakk'a dönecek yerde, şehvetlerinin peşine takıldılar.
"Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken (öldürülürken, ya da esir edilirken) bizim Mekke'yi güven verici bir harem yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût: 67)
Allah-u Teâlâ o bölgeyi asırlar boyunca bütün karışıklıklardan, yağma ve talandan korumuştu. Herkes emniyeti o mübarek Beyt'in çevresinde bulabiliyordu.
Böyle olmakla beraber onlar Allah-u Teâlâ'nın emniyet yurdu kıldığı o mübarek Beyt'i putlarla doldurmuşlardı.
Âyet-i kerime'nin devamında Allah-u Teâlâ harem sakinlerini kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlar hâlâ bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?" (Ankebût: 67)
Ne yazık ki onlar kendilerine verilen bu yüksek değeri, şeref ve izzeti anlayamadılar. Kâbe'nin Rabb'ini bırakıp putlara taptılar, bu mübarek mâbedi bir bakıma puthane haline getirdiler.
•
Allah-u Teâlâ Mekke sakinlerine bütün bu nimetlerin yanında bir de son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ı bu belde halkından seçip göndermiş, Kitab-ı kerim'ini de bu beldede indirmiştir.
Onlar ise iman etmemek için mazeretler ileri sürdüler.
Dediler ki:
"Seninle beraber doğru yolda gidersek yerimizden oluruz." (Kasas: 57)
Eğer Peygamber'e uyarlarsa korkuya düşeceklerini, düşmanlarının saldırılarına maruz kalacaklarını, başlarına felâket ve musibetler geleceğini zannediyorlardı.
Allah-u Teâlâ onların bu vehimlerini şöylece cevaplandırdı:
"Biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin mahsulünün toplanıp getirildiği emniyetli ve hürmetli (dokunulmaz) bir yere yerleştirmedik mi? " (Kasas: 57)
O harem bölge tarıma elverişli olmadığı halde, ihtiyaçları olan gıda maddeleri her taraftan kendilerine geliyordu. Güneydeki Yemen'den kuzeydeki Şam'a kadar uzanan iki büyük kervan yolu onların yakınından geçiyordu. Kendileri de ticaret erbâbı idiler, oralara gidip geliyorlardı.
Onlar putlara taptıkları, çevredeki Araplar birbirleriyle çarpışıp durdukları halde, harem bölgede Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile emniyet ve sükûnet içinde yaşıyorlardı.
"Fakat onların çoğu bilmezler." (Kasas: 57)
Onların çoğu câhil oldukları için, bu nimetin kadrini anlayamadılar. Korkunun nereden, emniyetin nereden geleceğini bilemediler. Çünkü imandan mahrum idiler.
Ne zaman ki içlerinden çıkan o elçiye tâbi oldular, iman şerefiyle müşerref, Kur'an nuru ile münevver oldular. İslâm'ın ahlâk, fazilet, ilim-irfan, kardeşlik, hülasa insanlık vasıflarını edinip bedevî bir hayattan medenî bir hayata geçtiler.
Allah-u Teâlâ'nın hidayetine tâbi olur olmaz, çok kısa bir zamanda yeryüzünün doğusunu ve batısını hakimiyetleri altına aldılar.
Mekke'nin fethinden evvel Hudeybiye anlaşmasını kısaca arz edelim:
Müslümanların Medine'ye hicretinin altıncı yılında Resulullah Aleyhisselâm rüyâsında Mescid-i Haram'a girdiğini, Kâbe'yi tavaf ettiğini görmüştü.
Bunun üzerine umre hazırlıklarının talimatını verdi. Zilkade ayında bin beş yüz kişi ile Medine'den hareket edildi. Yanlarına harp silahlarını dahi almadılar. Zira Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb'ı umre yapmak niyetiyle yola çıkmışlardı.
Nihayetinde Gamim'e sonra da Seniyye mevkiine gelindiğinde Resulullah Aleyhisselâm'ın devesi Kasvâ çöküp kaldı bir daha kaldırılamadı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hikmet aradı ve "Hayır! Kasvâ çöküp kalmadı. Onun böyle bir huyu da yok. Ancak ona, file (Mekke'ye girmeye) mâni olan mâni oldu." buyurdu. (Ebu Dâvud)
Şayet devam etselerdi ileride Kureyş ile savaşabilirlerdi.
Deveyi Hudeybiye yönüne çevirdiğinde deve sıçrayıp kalktı ve oraya vardılar.
Resulullah Aleyhisselâm'ın yola çıktığını duyan Mekkeliler niyetini öğrenmek için Huza kabilesinden Büdeyl'i gönderdiler. Peygamberimizde Büdeyl'i Kureyşlilere geri gönderirken şöyle buyurdu:
"Müslümanların Mekke'ye gelişi aslâ savaşmak için değildir, Kâbe'yi ziyaret içindir. Mekkeliler isterlerse kendileriyle antlaşma yapılabilecektir."
Diğer aracılar ve bu sefer esnasında iyiniyet göstergesi olarak Peygamberimiz'in Kureyş esirlerini salıvermesi bile fayda vermeyince Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Osman -radiyallahu anh-i Mekke'ye elçi gönderdi.
Mekkeliler onu da göz hapsine aldılar. Resulullah Aleyhisselâm beklenen zaman içinde Hazret-i Osman -radiyallahu anh- gelmeyince Ashâb-ı kiram'ı toplayıp; "Müşriklerle vuruşmadıkça, buradan ayrılamayız!" buyurarak, Ashâb'ı Allah yolunda canlarını fedâ etmeye çağırdı.
Hepsi savaşarak ölmeye, kaçmamaya söz verdiler. Resulullah Aleyhisselâm'ın elini tutarak biat ettiler. Bu "Rıdvan Biatı" Kur'an-ı kerim'de de övülmüştür.
"Resul'üm! Andolsun ki, sana ağaç altında biât eden müminlerden Allah hoşnud olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, üzerlerine huzur ve güven indirmiş, onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır.
Ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir. Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Fetih: 18-19)
Müslümanların Resulullah Aleyhisselâm'a karşı mutlak itaatlerini, dinlerine olan derin bağlılıklarını gösteren bu biat, Mekke'de duyuldu. Kureyşliler'i korku saldı ve göz hapsinde tuttukları Hazret-i Osman -radiyallahu anh-ı hemen bıraktılar. Resulullah Aleyhisselâm'a sulh yapmak için bir heyet gönderdiler. Heyetin başkanı Süheyl bin Amr idi. Sulh şartları uzun ve hararetli münakaşalardan sonra kabul edildi. Tarihte müslümanların yaptıkları ilk sulh antlaşması "Hudeybiye" oldu.
Bu antlaşmanın başlıca maddeleri:
1–Hudeybiye muahedesi on sene devam edecek bir antlaşma idi. Bu antlaşmaya göre iki taraf bu müddet içinde birbirlerine hiçbir surette saldırıda bulunmayacak,
2–Müslümanlar bu sene Kâbe-i muaazzama'yı ziyaret edemeyecek, bu ziyaret ancak bir sene sonra yapılabilecek,
3–Kâbe'yi ziyarete gelecek olan müslümanlar Mekke'de üç günden fazla kalamayacak, yanlarında da birer kılıçtan başka silâhları bulunmayacak,
4–Müslümanlar Kâbe-i muazzama'yı ziyaret ederken Kureyşliler Mekke dışına çıkacak, müslümanlarla temas etmeyecek,
5–Bir Kureyşli velisinin izni olmaksızın, müslümanlar tarafına geçerek Medine'ye giderse, müslüman dahi olsa iade edilerek Mekkeliler'e teslim olunacak. Fakat müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerek Mekke'ye giderse geri verilmeyecek,
6–Kureyş kabilesi dışında kalan diğer Arap kabileleri, isterlerse Resulullah Aleyhisselâm'ın, isterlerse Kureyş'in himayesine girebilecek.
Hudeybiye muahedesi, şâhid sıfatıyla orada bulunan Muhâcirler ve Ensâr'ın bir kısmı ile müşriklerin ileri gelenleri tarafından imzalandı. Muahedenin kâtipliğini Hazret-i Ali -radiyallahu anh- yapıyordu. Muahede şartlarının ağırlığından müteessir olmuş, bir iki defa kalemi elinden bırakmıştı. Kureyş'in baş temsilcisi Süheyl, muahede yazılırken daha çok "Resulullah" sözüne itiraz etmiş, silinerek yerine "Abdullah oğlu Muhammed" yazılmasında ısrar etmişti. Resullullah Aleyhisselâm: "Vallâhi, siz yalanlasanız da ben Allah'ın Resul'üyüm." diye cevap vermişti.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-: "Vallâhi ben Resulullah ünvanını kat'iyyen silemem!" deyince Resulullah Aleyhisselâm: "Sen bana o kelimelerin yerini göster!" buyurmuş, o tabiri kendi eliyle çizerek "Abdullah oğlu Muhammed" künyesini yazdırmıştı.
Süheyl'in oğlu Ebu Cendel -radiyallahu anh-, evvelce müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincire vurularak Mekke'de hapsedilmişti. Muahede yazılırken hapisten kurtulmuş, zincirini sürüye sürüye, bin bir güçlük içinde, müslümanlara can atabilmişti. Kureyş'in baş temsilcisi Süheyl, oğlunun geri verilmesini istedi. "Bu muahedeye göre sizden ilk isteyeceğim adam budur." dedi. Aksi halde barışın bozulacağını belirtti. Resulullah Aleyhisselâm, sulhü kurtarmak için Ebu Cendel -radiyallahu anh-i velisine teslime râzı oldu. Ebu Cendel -radiyallahu anh- son derece üzüntüye kapıldı. Acıklı hâlini müslümanlara bildirmek istedi. O zaman Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Ebu Cendel! Sabret! Allah'tan ümidini kesme. Allah-u Teâlâ yakında sana da, senin gibi olanlara da kurtuluş yolu gösterecektir." diyerek kendisini teselli etti.
Ancak durum nazik ve sinirler çok gergindi. Ebu Cendel -radiyallahu anh-in uğradığı felâket, müslümanları galeyana getirmişti. Feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar. Hatta Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamadı, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna çıktı: "Sen Allah'ın peygamberi değil misin, dinimiz hak değil mi? Bu alçaklığı neden kabul ediyoruz?" diye söylendi. Resulullah Aleyhisselâm: "Muhakkak ben Allah'ın peygamberiyim, Allah'a isyan etmiş de değilim." cevabını verdi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Sen bize Kâbe'yi tavaf edeceğiz demedin mi?" deyince Resulullah Aleyhisselâm: "Evet söyledim. Fakat bu sene demedim. Yine tekrar ederim ki Mekke'ye girecek, Kâbe'yi ziyaret edeceksiniz!" buyurdu.
Antlaşmanın bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhinde gibi idi. Fakat Resulullah Aleyhisselâm çeşitli sebepler yüzünden harbetmek istemiyordu. Medine'den savaş için çıkılmamıştı. Müslümanların silâhları bile birer kılıçtan ibaretti. Ancak aralarında kuvvetli bir birlik vardı. Bu birlik sayesinde, Kureyş'e karşı harbi kazanmak ihtimali çoktu. Fakat kan dökerek Mekke'ye girilirse Harem-i şerif'e hürmetsizlik olacaktı. Mekke'de müslümanlığını gizli tutanlar da vardı. Bunlar da savaş arasında ayak altında kalacaklardı. Bundan başka sulh sayesinde Mekke'nin ileri gelenlerinden birçoklarının İslâm'a girmesi, müslümanlığın bunlar sayesinde kuvvet bulması ihtimali de vardı.
Barışın neticesi sanıldığı gibi zararlı olmadı. Bilâkis müslümanlara pek çok faydalar sağladı. Hudeybiye barış antlaşmasından Mekke'nin fethine kadar geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, İslâm'ın doğuşundan Hudeybiye'ye kadar olan on dokuz yıl içinde İslâm'a girenlerin sayısından birkaç misli fazlaydı.
Resulullah Aleyhisselâm muahedenin imzasından sonra Ashâb'ına:
"Haydi kurbanınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz!" buyurdu.
Fakat Ashâb'dan hiçbiri yerinden bile kımıldamadı. Resulullah Aleyhisselâm emrini üç defa tekrarladı. Ashâb'ın bu kırgınlığına sebep görünüşte sulh şartlarının ağır olması idi. Resulullah Aleyhisselâm Ashâb-ı kiram'ın bu hâlinden çok üzüldü, zevcesi Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ-nın çadırına girdi. Teessürünü ona bildirdiğinde: "Yâ Resulellah! Siz çıkınız, kurbanımızı kesiniz, tıraşınızı olunuz. Ashâb da size uyacaktır." diyerek Resulullah Aleyhisselâm'ı teselli etti. Resulullah Aleyhisselâm dışarı çıkarak kurbanlık develerini kesti. Berberini çağırarak tıraş oldu. O'nun bu hareketlerini gören Ashâb-ı kiram da birer birer kurbanlarını kestiler, tıraşlarını oldular.
On dokuz veya yirmi gün kalındıktan sonra Resulullah Aleyhisselâm Hudeybiye'den ayrıldı. Önce Merruzzahran'a, sonra Usfan'a kondu. Sonra Gamim'e gelindi. Zilhicce'nin başında Medine-i münevvere'ye dönüldü. Ashâb-ı kiram Kâbe'yi ziyaret edemedikleri için üzüntü içinde bulunuyorlardı.
Müslümanlar daha Mekke ile Medine arasında bulunurken "Fetih Sûre-i şerif'"i nâzil oldu. Bu Sûre-i şerif Hudeybiye sulhünün, birçok fetihlere başlangıç olacak bir "Feth-i mübin" olduğunu bildirdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
"Ben Hudeybiye seferinden Resulullah Aleyhisselâm ile dönerken geceleyin ona bir şey sordum. Cevap vermediğinden soruyu iki defa daha tekrar ettimse de karşılık alamadım. Kendi kendime: 'Ömer, yazıklar olsun sana! Resulullah Aleyhisselâm'ı tâciz ettin, cevap alamadın!' diyerek devemi sürdüm. Herkesin önüne geçtim. Hakkımda âyet gelmesinden endişe edip düşünüyordum. Aradan çok geçmedi, birinin beni çağırdığını duydum ve hemen Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına gittim: 'Bu gece bana bir sûre indi ki, o bana güneş ışığının değdiği her şeyden sevgilidir!' buyurarak: 'Sana çok açık, büyük fetihler verdik.' diye başlayan 'İnnâ Fetahnâleke' sûresini sonuna kadar okudu."
Bu sûre-i şerif indiği zaman Cebrâil Aleyhisselâm: "Tebrik ederiz seni yâ Resulellah!" demiş, Cebrâil Aleyhisselâm tebrik edince müslümanlar da tebrik etmişlerdi.
Hudeybiye barışı ile müslümanlara bir fetih ve zafer kapısı açıldı. Hayber gibi, Mekke-i mükerreme'nin fethi gibi bir takım zaferler Hudeybiye'yi süratle takip etti. Resulullah Aleyhisselâm'ın vefatında ise müslümanlık bütün Arap yarımadası'na yayılmış bulunuyordu.
İslâmiyet'ten kime söz açılsa, biraz düşünmekte ve hemen ona girmekte idi. Müşriklerin harpte ve şirkte en ileri gelenlerinden Amr bin Âs ile Halid bin Velid müslüman olmuşlardı.
Müşriklerin Uhud'da ve Hendek'te kökünü kazımak istedikleri İslâm devleti ilk defa olarak Hudeybiye antlaşması ile ister istemez tanınmış oluyordu.
Bu antlaşma üzerine müslümanlar müşriklerle bir araya gelmeye, onlara Kur'an-ı kerim dinletmeye, İslâmiyet üzerinde onlarla açıktan açığa ve korkusuzca konuşmaya, müslümanlıklarını gizleyenler de onu açığa vurmaya başlamışlardı. Halbuki daha önce her iki taraf da birbirine karışamıyordu. Antlaşmadan sonra ise müşrikler Medine'ye serbestçe geliyorlar, müslümanlar da Mekke'ye serbestçe gidiyorlar, orada yakınları, dostları ve başkaları ile oturup kalkıyorlardı.
Artık Resulullah Aleyhisselâm'ın hâl ve ahvâli, mucizeleri, ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında müslümanların verdikleri bilgiler ve öğütler dinlenir olmuş, müşriklerin kalpleri yumuşayıp, İslâmiyet'e meyletmeye başlamıştı.
Bâdiyelerde oturan Araplar da müslüman olmak için Kureyşliler'in müslüman olmalarını bekliyorlardı.
İlk olarak şunu söylemek lâzımdır ki; Hudeybiye antlaşması yapıldığı zaman Fetih Sûre-i şerif'inin nazil olması bu fethin olacağını müjdeliyordu. Zahiri sebep ise Kureyşlilerin, Peygamber Efendimizle on yıllığına yaptıkları Hudeybiye antlaşmasını daha ikinci yılında bozmalarıdır. Şöyleki; Hudeybiye'de müslümanlarla müşrikler arasında yapılmış olan antlaşmanın maddelerine göre Arap kabileleri iki taraftan biriyle anlaşıp birleşmekte serbestti. Bu antlaşma Arabistan'ın diğer kabilelerine de iki taraftan birinin himayesine girmek hakkını tanıyordu. Antlaşma yapıldıktan sonra Huzâa kabilesi bu hakka dayanarak müslümanların himayesini kabul etti. Bekir oğulları kabilesi de Kureyşliler'in himayesini kabul etti. Halbuki Huzâa kabilesi ile Bekir oğulları birbirleriyle geçinemezlerdi. Aralarında kanlı savaşlar bile olmuştu. Huzâalılar'la Hâşimîler arasında ise İslâm'dan önce yapılmış bir ittifak vardı. İslâm'ın doğuşundan sonra da Huzâalılar bu ittifâkı unutmamışlar, her zaman Resulullah Aleyhisselâm tarafını tutar olmuşlardı. Müslümanlarla ilgili Mekke-i mükerreme'de olup biten her şeyi gizlice Resulullah Aleyhisselâm'a bildirirlerdi. Hendek savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.
Hicret'in sekizinci yılının Şaban ayında Kureyş'in himayesine güvenen Bekir oğulları, bir gece Resulullah Aleyhisselâm'ın himayesinde bulunan Huzâalılar'a birdenbire saldırdılar. Kureyşliler de Bekir oğulları kabilesine silâh vermişler ve kıyafetlerini değiştirerek onlara gizlice yardımda bulunmuşlardı. Bu baskın hâdisesinde Huzâalılar'dan yirmi üç kişi ölmüştü.
Bu saldırı üzerine Amr bin Sâlim başkanlığında Huzâalılar'dan kırk kişilik bir heyet, Medine'ye koşup Kureyş'ten şikâyet ederek Resulullah Aleyhisselâm'dan yardım istediler.
Anlattıklarına göre Huzâalılar Harem-i şerif'e sığındıkları halde, Bekir oğulları, reisleri olan Nevfel'in: "İntikam fırsatını kaçırmayın!" demesi üzerine Harem'e hürmet etmeyerek üzerlerine hücum etmişlerdi.
Kureyş'in Bekir oğulları kabilesi ile birleşerek Huzâa'ya saldırması açıktan açığa Hudeybiye antlaşmasını ihlâl etmek demekti. Resulullah Aleyhisselâm bu durumu tafsilâtıyla öğrenince çok üzüldü. Huzâalılar'a yardım vaadinde bulundu. "Huzâalılar'a yardım etmezsem yardımsız kalayım; hem de kendime ve yakınlarıma yardım eder gibi." buyurdu ve onları yurtlarına geri gönderdi. Mekkeliler'e de sert bir ültimatom göndererek şu üç tekliften birinin kabul edilmesini kendilerine bıraktı:
1. Ya öldürülen Huzâalılar'ın âilelerine diyet ödenecek,
2. Veya Bekir oğulları kabilesini himaye etmekten vazgeçilecek.
3. Bu iki şarttan biri kabul edilmediği takdirde Hudeybiye antlaşması bozulmuş sayılacak.
Kureyşliler zaten hoşlanmadıkları üçüncü teklifi kabul ettiklerini bildirdiler. Artık antlaşma resmen bozulmuş oluyordu.
Aradan kısa bir zaman geçmedi ki Kureyş'in ileri gelenlerinin içini bir telâş kaplamaya başladı. Antlaşmayı bozmanın doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe yüreklerini korku sardı, hatalarını anladılar ve barışın yenilenmesi için Ebu Süfyan'ı Medine-i münevvere'ye kadar yolladılar. Fakat geç kalmışlardı, iş işten geçmiş bulunuyordu.
Ebu Süfyan daha henüz Medine-i münevvere'ye gelmeden önce Resulullah Aleyhisselâm işin neticesini Ashâb'ına haber verip şöyle buyurmuştu:
"Ebu Süfyan Hudeybiye Antlaşmasını takviye etmek ve müddeti uzatmak için yanıma gelmek üzeredir. Fakat bu arzusuna eremeden öfke ile geri dönecektir."
Ebu Süfyan Medine-i münevvere'ye gelince şaşırakaldı. Çünkü Medine bu haberle çalkalanıyor, herkes bu hadiseden bahsediyordu. Doğrudan Resulullah Aleyhisselâm'la görüşmeye cesaret edemedi. Onun için önce kızına gitti. Kızı Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in aracı olmasını isteyecekti.
Kızı babasını içeri aldı. Resulullah Aleyhisselâm'ın oturduğu yere onu oturtmak istemediği için, minderi toplayıp kaldırdı. Bunun farkına varan Ebu Süfyan: "Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?" diye sordu. Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: "O Resulullah'a âittir. Sen ise müşriksin, pissin. O mindere oturmaya lâyık değilsin!" diye cevap verdi. Çünkü bir müslümana göre akrabalık başka şey, iman birliği daha başka şeydi.
Kızının bu davranışı karşısında Ebu Süfyan: "Vallâhi kızım, bizden ayrılalı sana bir hâl olmuş!" demek zorunda kaldı.
Kızının yanından öfke ile ayrılan Ebu Süfyan, Resulullah Aleyhisselâm'a başvurdu ise de bir cevap alamadı. Ashâb-ı kiram'ın ileri gelenleri ile bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı, hiçbir netice elde edemedi. En son olarak Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in tavsiyesi üzerine Mescid-i nebevî'ye gelen halka karşı:
"Ey insanlar! Ben iki tarafı himayeme alıyor, Hudeybiye antlaşmasını yeniliyorum. Kimse benim ahdimi bozmaz!" dedi, fakat kimseden bir cevap bile alamadı, devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke yolunu tuttu. Gördüklerine çok içerlemişti. Hiç kimseye söz geçirememiş, kendi kızına bile meram anlatamamıştı.
Ebu Süfyan dönüşünde olup bitenleri Kureyşliler'e anlattı, kendiliğinden barış ilân ederek döndüğünü söyledi. Kendisini dinleyenler: "Sen hiçbir şey yapmamışsın! Kendi kendine ilân ettiğin barışın ne hükmü vardır? Sen bize sulh haberi getirmedin ki, emin olalım. Harb haberi getirmedin ki, hazırlanalım." diye söylenmeye başladılar.
Ebu Süfyan bin Harb Mekke'ye döndükten sonra, Resulullah Aleyhisselâm savaşa karar verdi. Bir sabah namazından sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i yanına çağırdı, onun görüşünü sordu. Sonra Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in reyini aldı ve hemen hazırlıklara başladı. Kendisiyle müttefik olan kabilelere haberler gönderdi. Bütün askerlerin Medine'de toplanmalarını istedi. Uzaktaki müttefik kabilelere de kendi yurtlarından geçerken orduya katılmaları, yerlerinde beklemeleri emredildi. Mekke'ye karşı büyük bir sefer yapılacaktı. Bütün hazırlıklar gayet gizli idi. Mekke'nin bütün yolları bağlanmış, bu vazife Huzâa kabilesi'ne bırakılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm kendini Necid tarafında meşgul göstermek, dikkatleri başka tarafa çekmek için Ramazan ayının başında Ebu Katâde -radiyallahu anh-i askeri bir birlik ile Suriye yolu üzerindeki Îdâm vâdisi taraflarına gönderdi.
İslâmiyet'in doğuşundan beri Kureyşliler'in, Mekke devrinde olsun, Medine devrinde olsun, müslümanlara karşı yapmadıkları kötülük kalmamıştı. Hatta müslümanlığı ortadan kaldırmak ve Medineliler'in Resulullah Aleyhisselâm'ı kendilerine teslim etmeleri için üç defa Medine'ye saldırıda bulunmuşlardı. Artık bu cânileri cezalandırmak zamanı gelmişti.
Müslümanlığın temeli olan Tevhid inancının en büyük âbidesi Kâbe-i muazzama idi. Fakat içi ve dışı üç yüz altmış tane put ile doldurulmuştu. Bu putları temizlemek, Tevhid inancının merkezinde puta tapıcılığı ortadan kaldırmak esasen Resulullah Aleyhisselâm'ın en büyük gayesi idi.
Hedef resmen ilân edilmemekle birlikte Medine'de topyekün sefer hazırlığı görünümünde fetih hazırlığı sürdürülmekteydi. Harp malzemeleri temin ediliyor, develere denkler yükleniyor, atlar eğerleniyordu.
Bu kadar gizliliğin yanında Ashâb-ı kiram'dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh- durumdan Kureyş'i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak bir kadınla gizlice Mekke'ye göndermişti. Resulullah Aleyhisselâm ilâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- iki arkadaşını derhal kadının arkasından gönderdi. Kadına yetişip: "Şu mektubu çıkarsana!" dediler. Kadın önce itiraz etti. Fakat: "Mektubu çıkar, yoksa elbiseni soyup arayacağız!" deyince, kurtuluş çaresi kalmadığını anladı ve saçlarının örgüsü arasından mektubu çıkarıp verdi.
Mektupta şöyle yazıyordu:
"Ey Kureyş! Resulullah size karşı büyük bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu, sel gibi akacaktır.
Allah'a yemin ederim ki, Resulullah üzerinize yalnız başına da gelse, Allah onu size galib kılacak ve vaadini yerine getirecektir.
Bir an evvel başınızın çaresine bakın!"
Herkes şaşırıp kaldı. Çünkü Hâtıb -radiyallahu anh- gibi bir zâttan hiç kimse böyle bir şey beklemiyordu.
Resulullah Aleyhisselâm bir heyet önünde Hâtıb -radiyallahu anh-i sorguya çekti.
"Ey Hâtıb! Bu ne iş, niçin bunu yaptın?" diye sordu.
Hâtıb -radiyallahu anh- kendisini şöyle müdafaa etti:
"Yâ Resulellah! Hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş'e antlaşarak bağlı bir kimseyim. Fakat hiçbir zaman onlardan olmadım. Yanımızdaki muhâcir kardeşlerimin, Mekke'de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benim ise böyle bir himayecim yok. Kureyş'in ileri gelenlerini bir minnet altında bırakarak âilemi korumak istemiştim.
Ben bu işi dinimden dönmek için yapmadım. Müslüman olduktan sonra katiyyen küfre râzı olmam."
Resulullah Aleyhisselâm: "Hâtıb kendisini yaman müdafaa etti." buyurdu. Daha sonra Ashâb'ına dönerek:
"O size doğru söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz!" dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ise dayanamayıp:
"Yâ Resulellah! Bırak da şu münâfığın boynunu vurayım!" diyerek çıkışınca:
"Yâ Ömer! Hâtıb Bedir savaşında bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah-u Teâlâ Bedir mücâhidlerine: 'Bundan böyle istediğinizi yapın, ben sizi bağışladım.' demiş olabilir." buyurdu.
Allah-u Teâlâ Hâtıb -radiyallahu anh-in bu tutum ve davranışı sebebiyle indirdiği Âyet-i kerime'sinde onu ve müminleri şöyle uyarmıştır:
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin." (Mümtehine: 1)
Çünkü imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
Kendilerine düşmanlık yapılmak ve onlarla savaşmak meşru kılınmıştır.
"Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz." (Mümtehine: 1)
Onlar Allah-u Teâlâ'yı da, O'nun Peygamber'ini de ve o Peygamber'e indirilen kitabı da inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.
Onlar size karşı en çetin düşmanlığı yaptıkları halde onlara sevgi ve muhabbet gösteriyor ve dost oluyorsunuz.
"Oysa onlar Rabb'iniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar." (Mümtehine: 1)
Onlar küfürleriyle ne Allah-u Teâlâ'nın ne de kullarının haklarını tanımıyor, onlardan tiksindiklerinden dolayı aralarından çıkarıyorlardı. Böylece inananları Mekke'den Medine'ye hicret etmeye mecbur ettiler.
"Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?
Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.
İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur." (Mümtehine: 1)
•
Bundan sonra Allah-u Teâlâ müslümanlara karşı kâfirlerin kalplerinde bulunan şiddetli düşmanlığı onlara haber vermek üzere şöyle buyurdu:
"Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilirler.
Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar." (Mümtehine: 2)
Esir almak, işkence yapmak ve öldürmek suretiyle size elleriyle; sövmek saymak, hakaret etmek suretiyle de dilleriyle kötülükler yaparlar. Size eziyet verecek hiçbir işi yapmaktan geri kalmazlar.
"Zaten kâfir olmanızı istemektedirler." (Mümtehine: 2)
Düşman için en önemli şey, düşmanının en değerli olan şeyine saldırmaktır.
Ebedî hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur edilemez. Kâfirlere mahkûm olanların ise, eninde sonunda musibete düşme tehlikesi her zaman için mevcuttur.
Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk göstermek büyük bir hatadır.
Hâtıb -radiyallahu anh-in dediği gibi, içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları sebebiyle o düşmanlara sır verenlere gelince, bu husus şöyle ifade edilmektedir:
"Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler. O gün Allah onlarla aranızı ayırır. Allah yaptıklarınızı görendir." (Mümtehine: 3)
Artık bunu düşünerek kâfirlere temayülden ictinab ediniz.
Resulullah Aleyhisselâm Hicret'in sekizinci yılı Ramazan'ın onuncu günü, yerine Külsum bin Husayn -radiyallahu anh-i vekil bırakarak on bin kişilik muhteşem bir kuvvetle ikindiden sonra Medine'den çıktı. Allah-u Teâlâ'nın yardımına güvenerek müslümanlara Mekke-i mükerreme yolunu açtı. Muhâcirler'in ve Ensâr'ın tamamı Resulullah Aleyhisselâm'la beraber bu sefere katılmış, içlerinden hiçbiri seferden geri kalmamıştı.
Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh-i iki yüz kişilik bir süvari birliğinin başında öncü olarak ileri gönderdi. O gün kendisi de Ashâb-ı kiram'ı da oruçluydu. Yolda Resulullah Aleyhisselâm iftar etti, ordusuna da oruçlarını bozdurdu.
Mücâhidlerden bazılarının oruçlarını tutmaya devam ettikleri kendisine haber verilince: "Onlar emre karşı gelenlerdir." buyurdu.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz de beraberinde idi.
İki yıl önce Hudeybiye senesi Mekke önüne varan İslâm ordusunun sayısı ancak bin beş yüz civarında iken, iki yıl sonra bu sayı on bini bulmuştu. Medine şimdiye kadar bu kadar muazzam bir ordu hazırlamamıştı.
Müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın izniyle Beytullah'ı putlardan temizlemeye, şirkin kökünü kazımaya gidiyorlardı. Artık vakit saat gelmişti, Fetih ordusu yola çıkmıştı.
Muhâcirler'in bayraktarları;
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-, Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh- ve Sa'd bin Ebî Vakkas -radiyallahu anh- idi.
Ensâr'ın on iki kabilesinin bayraktarları ayrı ayrı idi. Ayrıca Müzeyne, Cüheyne, Süleym... gibi civarda yaşayan kabilelerin bayraktar ve sancaktarları da vardı.
Mekke yolunda Resulullah Aleyhisselâm amcası Abbâs -radiyallahu anh-a rastladı. Abbâs -radiyallahu anh- evvelce müslüman olmuş, fakat dinini Kureyş'ten gizlediği için şimdiye kadar Mekke'de kalabilmişti.
Medine'ye hicret etmek üzere âilesi ile birlikte Mekke'den çıktı, Zülhuleyfe'de Resulullah Aleyhisselâm'ın ordusuna katıldı. Resulullah Aleyhisselâm amcasına:
"Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhâcirlerin sonuncusu da sen oldun!" buyurdu.
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm'ın yanından hiç ayrılmadı, her yerde yanında bulundu.
Ebu Süfyan bin Hâris, Resulullah Aleyhisselâm'ın amcası Hâris'in oğlu ve süt kardeşi, dostu ve arkadaşı idi. Peygamberlik geldikten sonra düşman kesildi. Hiçbir düşmanın yapamayacağı düşmanlığı yapar, Resulullah Aleyhisselâm'ı ve müslümanları tahkir etmekten, şiirleriyle hicvetmekten geri durmazdı. Kureyş müşriklerinin Resulullah Aleyhisselâm'la yaptıkları çarpışmaların hiçbirinden geri kalmadı. Kanı helâl kılınan, öldürülmesi gerekli olanlar arasında onun da adı geçiyordu.
Karısı ve oğlu bir gün kendisine:
"Araplar'ın ve Arap olmayanların Muhammed'e tâbi olduğunu görüyorsun da, hâlâ ne diye ona düşmanlıkta direnip duruyorsun? Halbuki ona yardımcı olmak herkesten çok sana düşerdi." dediler.
Resulullah Aleyhisselâm'ın halası Âtike'nin oğlu ve hanımı Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ-nın kardeşi olan Abdullah bin Ebî Ümeyye de azılı İslâm düşmanlarındandı. Bu düşmanlığını Mekke'nin fethine kadar devam ettirmişti.
Nihayet geç de olsa her ikisi de Resulullah Aleyhisselâm'la görüşmek üzere Mekke'den yola çıktılar.
Bu sırada Resulullah Aleyhisselâm da ordusuyla beraber Mekke'ye doğru ilerliyordu. Mola verildiği bir sırada görüşmek istedilerse de yüzünü başka tarafa çevirdi. Resulullah Aleyhisselâm yüz çevirince bütün müslümanlar da yüz çevirdiler.
Daha sonra Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in ricâsı üzerine Resulullah Aleyhisselâm tarafından kabul edilerek müslüman oldular.
Ebu Süfyan bin Hâris, İslâm'la müşerref olduktan sonra bir şiirinde şöyle söyledi:
"Hayatına yemin olsun ki ben; Lât putunun süvarileri, Muhammed'in süvarilerini yensin diye sancak taşıdığım gün, gecenin başında yolcu olup yolunu şaşıran ve gecesi kapkaranlık olan bir kimse gibi idim.
Şimdiki zamanım ise, yolum gösterilip kurtuluşa ve hidayete ermiş bulunduğum zamandır."
Yollar tamamiyle tutulmuş olduğu için, Resulullah Aleyhisselâm'ın hareketinden Kureyş'in hiç haberi yoktu. İslâm ordusu on altı kilometre mesafede "Merruz-zahrân" denilen vâdiye yatsı vakti gelerek karargâhını kurdu. Resulullah Aleyhisselâm'ın emriyle burada on bin ateş yakıldı. Her birlik ateşini kendi çadırı önünde yakarak, müslüman kuvvetlerini büyük bir ateş donanmasıyla Kureyş'e gösteriyordu. Resulullah Aleyhisselâm ordunun adedini çok gösterip Kureyş'i sulha mecbur ederek, Mekke-i mükerreme'ye kan dökmeden girmek emelinde idi.
Etrafa nöbetçiler dikildi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de bu nöbetçiler üzerine kumandan tayin edildi.
Resulullah Aleyhisselâm'ın ordusunun yaklaşmakta olduğunu anlayan Mekkeliler neye uğradıklarını anlayamadılar. Hemen Ebu Süfyân'ın başına toplandılar. Durumu anlamak isteyen Ebu Süfyan, yanına aldığı üç dört arkadaşıyla Mekke'den çıktı ve büyük ateşi gördü. Fakat yolda müslümanlar tarafından esir edilerek, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna götürüldü.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ebu Süfyan'ın öldürülmesini, Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- ise affını istiyordu. Halbuki Ebu Süfyan, Ebu Cehil'den sonra İslâm düşmanlarının başına geçmiş, müslümanlara karşı en büyük fenâlıkları yapmış bir müşrik idi. Araplar'ı müslümanlara karşı ayaklandıran, Resulullah Aleyhisselâm'ın hayatına suikastler düzenleyen Ebu Süfyan'dı. Yaptığı bütün bu cinayetler karşısında şüphesiz ki cezası idamdı. Ancak Resulullah Aleyhisselâm Ebu Süfyan'ı da affetti. Bunun üzerine Ebu Süfyan şehâdet getirip müslüman oldu.
Hazret-i Abbâs -radiyallahu anh-:
"Yâ Resulellah! Ebu Süfyan üstün tanınmayı, övünmeyi seven bir insandır. Ona iftihar edebileceği bir lütufta bulunsanız!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Her kim Ebu Süfyan'ın evine girerse emniyettedir. Her kim evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa emniyettedir. Her kim Harem-i şerif'e girerse emniyettedir.
Ebu Süfyan bunu ilân etsin!" buyurdu.
Bu beyan, Ebu Süfyan'ı evine çekmek, sonra da sokağa çıkma yasağı ilân etmekti. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm aslâ kan dökülmesini istemiyordu.
Ordunun Merruz-zahrân vâdisinden hareketinden önce Resulullah Aleyhisselâm amcası Hazret-i Abbâs -radiyallahu anh-a:
"Ebu Süfyan'ı al! Ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusu'nun büyüklüğünü görsün!" buyurdu.
Hazret-i Abbâs -radiyallahu anh- denileni yaptı. Ordu yürüyüşe kalktı. Bütün kabileler coşkun bir sel halinde birer birer Ebu Süfyan'ın önünden geçiyor "Allahu Ekber!" sadâları göklere çıkıyordu. Her birlik geçtikçe Ebu Süfyan'ın yüreği burkularak soruyor, Hazret-i Abbâs -radiyallahu anh- da bunların kimlere âit bulunduğunu anlatıyordu. Geçenlerin çoğu Ebu Süfyan kumandasında muhtelif cephelerde İslâm'a karşı savaşmış kimselerdi. Dün İslâm'a karşı olanlar, bugün İslâm saflarında yer almışlardı. Ensâr'ın birliği, gözleri kamaştıracak bir haldeydi. Orduyu, Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anh- kumanda ediyordu.
En sonunda her tarafa nurlar saçan Resulullah Aleyhisselâm'ın alayı geçti. Bayrağı Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh- taşıyordu.
Ancak Ensâr'ın kumandanı Sa'd -radiyallahu anh- Ebu Süfyan'ın önünden geçerken: "Ey Ebu Süfyan! Bugün en büyük harb günü, Kâbe'de kan dökmenin helâl olduğu bir gündür!" demişti. Sa'd -radiyallahu anh-ın bu tehdidini Ebu Süfyan olduğu gibi anlattığında Resulullah Aleyhisselâm:
"Sa'd hata etmiş! Hayır, bugün (ezân sesiyle) Kâbe'nin şânını Allah'ın yükselteceği bir gündür, Kâbe'nin (Tevhid kaftanına) bürüneceği bir gündür!" buyurdu ve kendisinden Ensâr'ın sancağını aldırarak oğlu Kays bin Sa'd -radiyallahu anh-a verilmesini emretti.
Ardından da birlik kumandanlarına, karşı duranların dışında kimseyle savaşılmayacağına dâir kesin emir verdi.
İslâm ordusunun bu muazzam ihtişamını gözünden kaçırmayan ve baştan aşağı titreyen Ebu Süfyan:
"Ey Abbâs! Hakikaten kardeşinin oğlu saltanatını çok büyütmüş!" deyince, Hazret-i Abbâs -radiyallahu anh- müdahale etti:
"Sus, o saltanat değil, peygamberliktir!" diyerek düzeltti.
Bütün ordu bu suretle boğazdan geçti. Ebu Süfyan da Resulullah Aleyhisselâm'dan aldığı talimatı Mekke'ye götürdü.
Herkes kendisini heyecanla bekliyordu. Ebu Süfyan en yüksek sesle onlara hitâp etti: "Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed'dir. Karşısına çıkılamayacak bir kuvvetle Mekke'ye geliyor. Her kim Ebu Süfyan'ın evine girerse emindir. Mescide sığınırsa emindir. Kendi evine kapanırsa emindir." dedi. Mekkeliler'i evlerine ve Kâbe'ye sığınmaya dâvet etti.
Ebu Süfyan'ın sözlerini işiten Kureyşliler büyük bir şaşkınlık içinde kaldılar, ne yapacaklarını bilemez oldular. Bir kısmı Ebu Süfyan'ın evine koştular, bir kısmı Harem-i şerif'e girdiler, çoğunluk da kendi evine kapanıp, dışarı çıkmadılar. Fakat silâhını kapıp mukavemet için sokağa fırlayanlar, silâhını atarak ötede beride dolaşanlar da görülüyordu.
Ebu Süfyan'ın müslüman olmasıyla Kureyş'in çoğu da İslâm'a meyletmişse de Süheyl bin Amr, Ebu Cehil'in oğlu İkrime, Ümeyye bin Halef'in oğlu Safvan gibi Kureyş liderleri, toplayabildikleri adamlarla Mekke'nin alt tarafında Handane denilen yerde savunmaya hazırlandılar.
Resulullah Aleyhisselâm Mekke'ye girmeden önce Zî Tuvâ denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birliğin hangi semtlerden gireceğini gösterdi ve: "Size tecavüz vâki olmadıkça kimseye kılıç çekmeyiniz! Sakın harb açmayınız!" diye sıkı sıkı tembih etti. Yalnız Mekkeliler'den bazı kimseleri ayırdı: "Bunlar Kâbe örtüsüne sığınsalar bile kendilerini ölümden kurtaramayacaklar!" buyurdu. Bunların irtikâb ettikleri suçlar; irtidat, İslâm'a ve müslümanlara aşırı düşmanlık, işkence, katl... gibi affa sığmayacak suçlardı.
Bunların sekizi erkek, dördü kadındı.
İkrime bin Ebî Cehil, Safvan bin Ümeyye, Abdullah bin Sa'd, Abdüluzza bin Hatal, Huveyris bin Nukaya, Mikyas bin Sübâbe, Abdullah bin Ziba'rî, Vahşî bin Harb.
Hind binti Utbe, Sâre, Kureyne ve Fertâne adlı iki şarkıcı kadın.
Bunlardan birkaçı ele geçirilip öldürüldüler, diğer bazıları da başka başka yerlere kaçtılar. Bazıları da müslüman oldular ve affedildiler.
Müslümanlar aldıkları talimat üzere kan dökmeden Mekke'ye girmeye muvaffak oldular. Yalnız Halid bin Velid -radiyallahu anh-in idare ettiği birlik, müşriklerin taarruzuna uğradı. Kureyş'in azılılarından Süheyl bin Amr, Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil ufak bir çete hazırlayarak Halid bin Velid -radiyallahu anh-in süvari kuvvetini ok yağmuruna tutmuşlar, içlerinden iki mücâhidi de şehit etmişlerdi. Bu hâl karşısında Halid bin Velid -radiyallahu anh- müdâfaa savaşı yapmak zorunda kaldı, kendisine hücûm edenlerden on üçünü bir hamlede öldürdü ve diğerlerini de dağıttı. Müşrik elebaşıları kurtuluşu kaçmakta buldular. Onların peşinden müşrik askerleri de kaçmaya başladılar.
İlâhî takdir bu genç kumandanları bir mekânda karşı karşıya getirmişti. Halid bin Velid -radiyallahu anh- henüz bir yıl evvel Kureyş süvarilerinin kumandanıydı. Arkadaşları İkrime, Safvan ve Süheyl ile birlikte Muhammed Aleyhisselâm'ın ordularını yenmek için plânlar yapıyordu. Şimdi ise en yakın arkadaşlarına ve en yakın akrabalarına karşı savaşıyordu.
Halid -radiyallahu anh- ile karşılaşmaları onlar için çok büyük sürpriz oldu. Ona karşı duydukları kin ve nefret çok büyüktü. Çünkü kendilerini terk ederek, en çok kızmış oldukları kişinin saflarına katılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm terkisinde Üsâme -radiyallahu anh- olduğu halde Mekke'nin üst tarafından, Halid bin Velid -radiyallahu anh- ise alt tarafından şehre girmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm kan döküldüğünü duyunca: "Yâ Halid! Ben seni savaştan men etmedim mi?" diye sordu. "Yâ Resulellah! İlk hücumu müşrikler yaptı." cevabını alınca "İlâhî takdir böyleymiş!" diyerek sükût buyurdu.
Fetihten bir gün evvel Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurmuştu:
"Allah Mekke'nin fethini nasip ederse, yarın ineceğimiz yer Kinâne oğulları'nın yurdudur. Vaktiyle Kinâne oğulları burada Kureyş müşrikleriyle küfür üzere birleşmişlerdi."
Birgün sonra Resulullah Aleyhisselâm'ın sancağı, Kinâne oğulları yurdunda dikildi. Çadırı da burada kuruldu. Resulullah Aleyhisselâm çadırında biraz dinlendi, gusletti, Duhâ namazı kıldı, tekrar devesine binerek kafileye katıldı.
Hicretin sekizinci yılı Ramazan'ın yirminci Cuma günü Mekke'ye girdi.
Sekiz yıl önce bir gece, müşrikler tarafından kuşatılan evinden ve kendisi için sıyrılmış kılıçların arasından çıkıp Sevr mağarasına sığınmıştı.
Mekke'den ayrılırken de Allah-u Teâlâ kendisine hitap ederek şöyle buyurmuştu:
"Resul'üm! Kur'an'ı sana farz kılan Allah, elbette seni yine döneceğin yere döndürecektir." (Kasas: 85)
Resulullah Aleyhisselâm'ın başında miğferi, Kasvâ adındaki devesi üstünde, başını eğmiş, secde eder gibi bir vaziyet alarak Fetih sûre-i şerif'ini okuyor, tekbir sesleri göklere çıkıyor, sancağı yine Zübeyr -radiyallahu anh- taşıyordu. İslâm askerleri iki tarafta selâm vaziyetinde saf bağlamışlardı. Karşıdan Kâbe-i muazzama bütün heybetiyle göründü. Hep bir ağızdan alınan tekbir sadalarının yankıları dağlardan geliyordu. Resulullah Aleyhisselâm ihramsız olarak Harem-i şerif'e girdi. Kâbe'yi deve üstünde yedi defa tavâf etti. Hacer-i esved'i selâmladı. Tavaf'tan sonra Makam-ı İbrahim'de iki rekât namaz kıldı. Zemzem suyunun yanına vararak hem su içti, hem de abdest aldı.
Resulullah Aleyhisselâm'ın gönlü bütün bu lütuflardan dolayı Allah-u Teâlâ'ya karşı derin minnet ve şükran duyguları ile dolu idi.
Kendisine karşı son derece şiddetli davranan Mekke, işte şimdi ona teslim olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Mekke-i mükerreme'ye girerken karşılaştığı çok sevimli bir manzara da Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh-, Abdullah bin Câfer-i Tayyar -radiyallahu anh- ve Abdullah bin Zübeyr -radiyallahu anh-in de içlerinde bulunduğu Haşim oğulları çocuklarının kendisini karşılamalarıdır.
Kâbe'nin etrafında ibadet maksadıyla dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Bunların en büyüğü Hübel, Kâbe'nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kâbe'nin etrafına ve içine yerleştirilmişti. Kâbe'yi putlardan temizlemek zamanı gelmişti. Bu, Allah-u Teâlâ'nın ezelî hükmüdür. Tevhid; her devirdeki şirki ve temsilcisi bütün putları devirir atar, onları ne kaideleri, ne de zorlama destekleri ayakta tutmaya yetmez.
Resulullah Aleyhisselâm, elindeki değnekle putlara dokunuyor, her putu bizzât kendisi yere düşürüyordu.
Putlar devrilirken Kur'an-ı kerim'den:
"De ki; Hakk geldi, bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur." Âyet-i kerime'sini okuyordu. (İsrâ: 81)
Kâbe-i muazzama'nın içi putlarla, duvarları put resimleriyle doluydu. Resulullah Aleyhisselâm, bunların da çıkarılmasını Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-a emretti. Kâbe'de güzel eserler de vardı. İbrahim Aleyhisselâm'ın dininde olanlar, Kâbe'ye pek çok hediyeler göndermişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm bunların hepsini muhafaza etti. Yalnız putlar ve put resimleri kırılarak, ortadan kaldırıldı.
Hübel putu kırılırken Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh- Ebu Süfyan bin Harb -radiyallahu anh-a: "Uhud savaşı'nda varlığıyla övündüğün Hübel'i görüyor musun?" diye sordu. O ise: "Artık kınamayı bırak ey Zübeyr! Görüyorum ki Muhammed'in ilâhından başka ilâh olsaydı, işler başka türlü olurdu." dedi.
Mekke-i mükerreme'de umumî putlardan başka, her âilenin kendi evinde taptığı hususi bir putu da vardı. Kureyşliler'den, evlerinde bir putu bulunmayan, evlerine girerken ve çıkarken bereketlenmek için o puta el sürmeyen kimse yoktu.
Fetih günü Resulullah Aleyhisselâm halka: "Allah'a iman eden kişi evinde kırmadık put bırakmasın!" diye ilân ettirdi. Müslüman olanlar evlerindeki putları parça parça ettiler ve: "Biz senden dolayı ne kadar gurur ve aldanış içinde idik!" dediler.
Böylece evlerdeki putlar da temizlenmiş oldu.
Kâbe bu suretle putlardan temizlendikten sonra Resulullah Aleyhisselâm beraberinde Üsâme bin Zeyd -radiyallahu anh-, Bilâl-i Habeşi -radiyallahu anh-, Osman bin Talha -radiyallahu anh- olduğu halde içeriye girdi ve iki rekât namaz kıldı. Namazdan sonra Beyt-i şerif'i dolaştı. Her tarafında tekbir getirdi, Allah-u Teâlâ'ya hamdetti. Bu suretle içeride epeyce kaldı. Bu sırada bütün Kureyşliler Mescid-i harâm'a dolmuş, haklarında verilecek kararı sabırsızlıkla bekliyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm Kâbe kapısının eşiğinde durdu ve şöyle buyurdu:
"Allah'tan başka İlâh yoktur. Yalnız Allah vardır. O'nun eşi ve ortağı yoktur. O, vaadini yerine getirdi. Kuluna yardımını yaptı. Bütün düşmanlarımızı yalnız başına dağıttı. İyi biliniz ki, bütün eski gelenekler, bütün kan ve mal dâvâları artık şu iki ayağımın altındadır. Yalnız Kâbe hizmetiyle hacılara su dağıtma işi bırakıldı. Ey Kureyş topluluğu! Allah, sizden eskiden kalma gururu, babalarla soylarla övünmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem'den, Âdem de topraktan yaratılmıştır."
Daha sonra:
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi tanışasınız diye milletlere, kabilelere ayırdık. Çünkü Allah katında en üstününüz, Allah'tan en çok korkanınızdır. Şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır." Âyet-i kerime'sini okudu. (Hucurât: 13)
Resulullah Aleyhisselâm Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında saf bağlamış Mekkeliler'e baktı. Yirmi yıldır şahs-ı âlîlerine ve müslümanlara ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmeyen, el kaldıran, dil uzatan bu mağrur insanların hayatı şimdi onun iki mübarek dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı.
Mânâlı mânâlı baktı, sonra da onlara:
"Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl bir muamelede bulunacağımı sanıyorsunuz?" diye sordu.
Hepsi bir ağızdan:
"Hayır umarız. Sen kerim bir kardeş, âlicenap bir kardeşoğlusun!" diye cevap verdiler.
Başka bir şey diyemezlerdi. Çünkü ondan hiçbir zaman en küçük bir kötülük görmemişlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Yusuf'un kardeşlerine dediği gibi, ben de size: 'Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur.' derim. Haydi gidiniz hepiniz serbestsiniz!" buyurdu.
Affedişlerin en makbulü muktedir iken affetmektir, iyiliklerin en güzeli ise kötülüklere karşı yapılandır.
Müşrikler, Medine'ye hicret eden muhâcir müslümanların Mekke'deki evlerini, barklarını müsadere etmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm'ın bu meseleden vazgeçmelerini istemesi üzerine Muhâcirler de üzerinde durmadılar.
Bu hitabesinden sonra Resulullah Aleyhisselâm Mescid-i harâm'da oturdu. Zemzem dağıtma işini eskisi gibi Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-a, Hicâbe (Kâbe'yi açıp kapama, anahtarlarını taşıma) hizmetini de Osman bin Talha -radiyallahu anh-a bıraktı.
Öğle vakti, Resulullah Aleyhisselâm'ın emriyle müezzin Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- Kâbe'nin üzerine çıktı, "Ezân-ı Muhammedî"yi okudu. En yüksek perdeden ve var gücüyle: "Allah-u Ekber... Allah-u Ekber..." sadâlarıyla etrafı çınlatıyor, bütün Mekke kulak kesilmiş bu sesi dinliyordu.
Yalnız müşriklerden bazıları içlerinden kopan isyan hamlelerini yenemediler.
Ebu Cehil'in kızı Cüveyriye: "Babam vaktiyle öldü de Bilâl'in Kâbe üzerinde bağırdığını görmedi!" diyordu.
Hâris bin Hişam: "Keşke evvelce ölseydim de bu günü görmeseydim!" demekten kendini alamadı.
Daha sonra umumi affın heyecanı ile galeyana gelen Attab, âni olarak Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna fırladı ve:
"Ben Esîd'in oğluyum. Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin de O'nun elçisi olduğunu tasdik ederim!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Çok güzel... Seni Mekke vâlisi yaptım!" buyurdu.
Namazdan sonra Resulullah Aleyhisselâm Safâ tepesine çıktı. Burada kendi istekleriyle İslâm'a giren Mekkeliler'in ayrı ayrı biatlarını kabul etti.
Mekke halkı fevç fevç müslüman olmaya başladılar. Bir gün önce İslâm'a düşman olanlar, Muhammed Aleyhisselâm'ın yüksek ahlâkını ve insanlık duygusunu görünce, hiçbir zor görmeden içten gelen bir teslimiyetle İslâm'ı kabul ettiler.
Bu fetih, hakikaten bir Feth-i mübin oldu.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın babası Ebu Kuhafe, çok yaşlı idi, gözlerinin feri kalmamış, yolunu göremiyordu. Oğlu, ihtiyar babasının elinden tutarak huzura getirdi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Yaşlı babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın, biz onun ayağına giderdik!" deyip iltifatta bulundu.
Onu önüne oturttu. Mübarek ellerini göğsüne koyup sığadıktan sonra müslüman olmasını tavsiye etti, o da derhal müslüman oldu ve oğlunun saâdetine saâdet kattı.
Erkeklerden sonra kadınlar da biat merasimine katıldılar.
Erkekler "İslâm ve cihad" üzerine biat etmişler, kadınlardan da "Allah'a ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zinâ yapmamak, çocuklarını öldürmemek, asî olmamak" üzere biat alınmıştı.
Bu biat müslümanların bozmaması gereken birtakım hususlara bir numunedir. Çünkü biat, Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne verilmiş bir ahiddir.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip;
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları,
Hırsızlık yapmamaları,
Zinâ etmemeleri,
Çocuklarını öldürmemeleri,
Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkalarının doğurduğu veya başka erkekten gayr-i meşru kazandıkları bir çocuğu kocalarına nisbet etmemeleri),
İyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile.
Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir." (Mümtehine: 12)
Esmâ binti Seken -radiyallahu anhâ- der ki:
"Ben biat eden kadınlar arasında idim. 'Yâ Resulellah! Elini uzat da sana biat edeyim!' dedim. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm: 'Ben kadınlarla musafaha yapmam. Allah'ın onları yükümlü tuttuğu şeylerden ben de yükümlü tutarım.' buyurdu."
Yalnız Mekkeli müşriklerin içinden bazı azılılar umumî aftan hariç tutularak kanları mübah kılınmıştı. Bunlardan fetih sırasında Mekke-i mükerreme'den kaçmış olanların birkaçı yakalandıkları yerlerde öldürülmüş ve fakat pek çoğu yine affedilmiştir.
Kanları heder edildiği halde affa mazhar olanlar arasında, bilhassa Ebu Cehil'in oğlu İkrime, Sa'd oğlu Abdullah, Safvân, Hazret-i Hamza'nın katili Vahşî, ciğerini dişleyen Hind, Resulullah Aleyhisselâm'ın kızı Zeyneb -radiyallahu anhâ-yı yaralayan ve sonunda ölümüne sebep olan Habbâr, meşhûr şâir Kâ'b bin Züheyr vardı. İnsafsız düşmanlarına karşı Resulullah Aleyhisselâm'ın gösterdiği bu âlicenaplığın benzerini insanlık tarihi bir daha gösteremez.
Bir zamanlar küfrün liderleri olan şahıslar, yıkılacak birer boy hedefi iken, putları yerle bir edecek birer kahraman haline getirildiler.
Resulullah Aleyhisselâm'a eziyet vermede, hem şahsi düşmanlıkta ve hem de İslâm'a karşı savaşmada babasına benzeyen İkrime; birkaç ay önce Halid bin Velid -radiyallahu anh- müslüman olmaya karar verip Medine'ye giderken, kendisinin İslâm hakkındaki düşüncesini öğrenmek istediği zaman: "Müslüman olmadık benden başka bir tek kişi bile kalmasa, yine Muhammed'e ittibâ etmem!" demiş ve fetih gerçekleşir gerçekleşmez Yemen'e kaçmıştı. Karısı Ümmü Hakîm binti Hâris -radiyallahu anhâ- ise Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna gelerek müslüman oldu ve: "Yâ Resulellah! Kocam senden korkarak Yemen'e kaçtı. Senin kendisini öldüreceğinden korkuyor, ona eman ver." diye ricâda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm'ın eman vermesi üzerine onu aramaya koyuldu. Tihâme sahilinde Habeşistan'a gitmek için bir gemiye binmek üzere iken yetişti. Durumu kendisine anlattığında: "Yâ Ümmü Hakîm! Muhammed benden bu kadar fenâlık görmüşken eman mı verdi?" diye sordu. Ümmü Hakîm -radiyallahu anhâ-: "Evet eman verdi." dedi. İkrime korku ve ümit arasında karısı ile beraber geri döndü.
Mekke-i mükerreme'ye yaklaştıkları sırada Resulullah Aleyhisselâm yanında bulunanlara: "İkrime şimdi mümin ve muhâcir olarak geliyor. Sakın babasına kötü söz söyleyip de onu gücendirmeyiniz." buyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm karşısında onu gördüğü zaman çok sevindi, hemen ayağa kalktı, yanına doğru vararak onu kucakladı. Üç kere: "Hoş geldin muhâcir süvâri!" buyurdu.
Utancından başını önüne eğmiş bulunan İkrime, şehâdet getirerek müslüman oldu. "Yâ Resulellah! Sana karşı yaptığım bütün düşmanlıklar, yüzüne karşı veya arkandan sarfettiğim bütün sözler için, bana Allah'tan mağfiret dilemeni isterim." dedi. Resulullah Aleyhisselâm da onun adına istiğfarda bulundu.
Kureyş'in ünlü süvarilerinden olan İkrime -radiyallahu anh- İslâm'a geldikten sonra çok iyi bir hâl sahibi oldu.
Hangi evde bir put olduğunu duyarsa hemen gider onu kırardı, halbuki kendisi cahiliye döneminde Mekke-i mükerreme'de put ticareti yapan bir kimseydi.
Mushaf-ı şerif'i eline alır, yüzüne sürer: "Rabb'imin kitabı!" diyerek ağlardı.
Hiçbir zaman cihaddan uzak kalmamış, savaşlarda bütün gücüyle çarpışmış, nihayet Yermük savaşı'nda şehit düşmüştü.
Babası Ümeyye bin Halef gibi, o da İslâm'ın en azılı düşmanlarındandı. İslâm'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a olan kini başlangıçta o kadar büyüktü ki, Bedir savaşı'ndan sora Muhammed Aleyhisselâm'ı öldürmek için Hicr'de and içmişti.
Câhiliye çağında Kureyş'in eşrafındandı. Babası Ümeyye, dedesi Halef, oğlu Abdullah, hep halkı doyuran kişilerden idiler. Çok düzgün konuşurdu.
Fetih günü gemiye binip Yemen'e gitmek için Cidde'ye doğru yola çıktı. Bunun üzerine kardeşinin oğlu ve arkadaşı Umeyr bin Vehb -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek: "Yâ Resulellah! Safvan, kavminin reisidir, senden korkarak kaçtı. Ona eman ver." diyerek istirhamda bulundu. Resulullah Aleyhisselâm onun ricâsını kırmayarak: "Ona eman verilmiştir." buyurdu. Umeyr -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Senin ona eman verdiğini anlaması için bana bir nişan verir misiniz?" dedi. Resulullah Aleyhisselâm da Mekke-i mükerreme'ye girerken sarmış olduğu sarığını nişan olarak verdi. Umeyr -radiyallahu anh- nişanı alarak yola çıktı.
Halbuki Safvan, en yakın arkadaşı Umeyr -radiyallahu anh-in müslüman olduğunu duyunca onunla konuşmamaya yemin etmişti. Umeyr -radiyallahu anh- ise Safvan'dan vazgeçmemiş, onun da İslâm'la müşerref olması için gayret göstermişti.
Safvan tam gemiye binmek üzereyken yetişti ve ona: "Ey Safvan! Anam babam sana fedâ olsun, Allah'tan kork ve kendini helâk etme. Resulullah Aleyhisselâm sana eman verdi. İşte emanının alâmeti olarak onun verdiği bu nişanı getirdim." dedi.
Beraberce Mekke'ye döndüler. O sırada Resulullah Aleyhisselâm Mescid-i haram'da müslümanlara ikindi namazı kıldırıyordu. Namazdan sonra görüştüler. "Yâ Muhammed! Müslüman olmak için bana iki ay mühlet ver, tercih hakkı tanı!" dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Sana iki ay değil, dört ay mühlet veriyorum." buyurdu.
Safvan müşrik olduğu halde Mekke'de emniyet içinde yaşadı, ona kimse dokunmadı. Yapılan Huneyn ve Taif savaşları'nda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm Cirâne'ye dönüp ganimetler arasında dolaştığı sırada Safvan yanında bulunuyor, develer ve davarlarla dolu vâdiye bakıyordu. Resulullah Aleyhisselâm: "Safvan! Bunlar pek mi hoşuna gitti?" diye sordu."Evet!" deyince "Al bunlar senin olsun!" buyurdu.
Safvan kendini tutamadı ve: "Peygamber kalbinden başka hiçbir kimsenin kalbi bu derece temiz, iyi ve üstün olamaz." dedi ve şehâdet getirdi.
Safvan bin Ümeyye -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah Aleyhisselâm bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar içinde en çok nefret ettiğim bir kimse iken, bana insanların en sevgilisi olmuştur."
Mekkeliler'i Resulullah Aleyhisselâm'a karşı ayaklandırıp Halid bin Velid -radiyallahu anh-e karşı koyan üç Kureyşli'den birisi olan Süheyl bin Amr, Bedir ve Uhud savaşları'na ve Kureyşliler'in müslümanlara karşı olan her hareketine katılmıştı.
Fetih günü evine çekilip kapısını kapamıştı. Öldürüleceğine kesin gözüyle bakıyordu. Buna rağmen bir müddet sonra oğlu Abdullah'ı kendisine eman isteyivermesi için Resulullah Aleyhisselâm'a gönderdi.
Resulullah Aleyhisselâm Süheyl'e eman verdi ve şöyle buyurdu:
"Kim Süheyl bin Amr ile karşılaşırsa ona sert bakışla bakmasın. Hayatıma yemin ederim ki Süheyl akıllı ve şerefli bir insandır. Süheyl gibi kişiler İslâm'dan uzak kalamazlar. O, şimdiye kadar üzerinde durduğu şeylerin kendisine hiçbir fayda sağlamadığını görmüş ve anlamış bir kişidir."
Abdullah bin Süheyl -radiyallahu anh- babasının yanına dönerek bu iltifat-ı nebevî'yi ona haber verdi. Bunun üzerine Süheyl: "Vallahi o küçüklüğünde de iyi ve dürüst bir insandı, büyüklüğünde de öyle." demekten kendini alamadı. Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına gidip gelmeye başladı. Müslümanlarla Huneyn seferine katıldı. Cirâne'de müslüman oldu.
Süheyl bin Amr -radiyallahu anh- Bedir'de müslümanların eline geçtiği zaman Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Bırak beni şunun ön dişlerinden ikisini sökeyim de, bir daha hiçbir yerde senin aleyhinde söz söylemeye kalkışmasın!" demişti.
Resulullah Aleyhisselâm buna müsaade etmedi ve:
"Bırak onu yâ Ömer! O bir gün öyle bir makamda bulunacaktır ki, sen onu o makamda öveceksin." buyurdu.
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm'ın vefatı ile beraber irtidatların ortaya çıkması üzerine, Mekkeliler'in neredeyse irtidat etmeye hazırlandıkları en nazik bir sırada Resulullah Aleyhisselâm'ın bu haberi gerçekleşti.
Süheyl bin Amr -radiyallahu anh- ayağa kalkarak Mekke halkına şöyle hitap etti:
"Ey Kureyş topluluğu! Sizler en son müslüman olduğunuz halde, sakın dinden dönenlerin başında olmayınız. Vallâhi ben çok iyi biliyorum ki bu din, güneşle ayın doğuşu ve batışı sürüp gittiği sürece sürüp gidecektir."
Ayrıca Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in Medine'deki hutbesinde söylediği sözlere benzer sözler de söyledi. Uzun ve tesirli hitabesini bitirdiği zaman halk yatıştı. Böylece Kureyşliler'in İslâmiyet'te sebatları sağlanmış oldu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onun bu konuşmasını işitince duygulanmış ve: "Hiç şüphesiz ki Muhammed'in Allah'ın Resul'ü olduğuna şehâdet ederim." demiştir.
Daha önceden müslüman olmuş, Medine-i münevvere'ye hicret etmiş ve vahiy kâtipleri arasında yer almıştı. Bir müddet sonra irtidat edip Mekke müşriklerinin yanına döndü. Kâtipliği sırasında gelen vahiyleri kendi arzusuna göre tahrif ettiğini söyleyerek müşriklerin İslâmiyet aleyhindeki çalışmalarını desteklemeye başladı.
Mekke fethedilince süt kardeşi Hazret-i Osman -radiyallahu anh-a sığındı ve: "Muhammed'e git, benim hakkımda konuş, beni görürse gözlerimi oyar. Çünkü benim suçum suçların en büyüğüdür. Yaptıklarıma pişman olmuş, tevbe etmiş bulunuyorum." dedi. Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ortalık sükûnete erinceye kadar onu sakladı ve Resulullah Aleyhisselâm'a götürerek, onun hakkında eman talep etti.
Resulullah Aleyhisselâm hiç ses çıkarmadan üç sefer başını kaldırıp ona baktı. Her seferinde biattan imtina ediyordu. Nihayet onunla da biat etti. Her ikisi de oradan ayrıldıktan sonra Resulullah Aleyhisselâm Ashâb'ına yönelip:
"İçinizde, elimi biat için vermekten imtina ettiğimi görünce kalkıp onu öldürecek aklı başında bir adam yok muydu?" diye sordu.
Ashâb-ı kiram:
"İçinizden geçeni nasıl bilelim? Keşke bize gözünüzle bir imâda bulunsaydınız!" dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki:
"Bir peygambere hâin gözlü olmak yaraşmaz." (Ebu Dâvud: 2683)
Abdullah bin Sa'd -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm'ı gördükçe utancından başını kaldıramaz, kaçar dururdu.
Daha sonraki yıllarda İslâmiyet'e birçok hizmetlerde bulundu. Mısır vâliliğinin yanısıra birçok savaşlarda kumandanlık yaptı.
Müslümanlar onu öldürmek için can atıyordu. Fetih günü Tâif'e kaçmıştı. Sonra kabilesinin elçileriyle Medine-i münevvere'ye varıp huzura çıktı ve şehâdet getirdi. Resulullah Aleyhisselâm: "Sen Vahşi değil misin?" diye sordu. "Evet yâ Resulellah!" deyince: "Otur, Hamza'yı nasıl öldürdüğünü anlat!" buyurdu.
Vahşi utana utana, olanları olduğu gibi anlattı. Resulullah Aleyhisselâm ağladı ve onu affettiyse de: "Yüzünü bana gösterme." diye tembih etti.
Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında Yemame harbinde bulundu ve Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-i şehit ettiği harbesi ile yalancı Peygamber Müseyleme'tül-kezzab'ı göğsünden vurarak öldürdü.
"Câhiliyede insanların en hayırlısını öldürdüysem de, Allah'a hamdederim ki müslümanlığımda da insanların en şerlisini öldürdüm." diyerek kendisini teselli ederdi.
Câhiliye döneminde Kureyş kabilesi'nin en büyük şâirlerinden biriydi. Resulullah Aleyhisselâm'a ve müslümanlara karşı büyük bir düşmanlık beslemişti. Uhud savaşı'ndan önce Kureyş ordusuna destek sağlamak üzere çeşitli kabilelere gönderilen dört kişilik heyette o da vardı. Bu savaşta Abdullah bin Seleme -radiyallahu anh-i şehit etti. Savaştan sonra Kureyş ölülerine mersiyeler söyledi.
Mekke'nin fethinde öldürüleceğinden korktuğu için Hübeyre bin Ebî Vehb ile birlikte Necran'a kaçtı. Orada yaşayan Hâris bin Ka'b kabilesi mensuplarına Peygamber'in Mekke'yi fethettiğini, belki de Necran üzerine yürüyeceğini, büyük bir tehlikenin söz konusu olduğunu söyleyince, Necranlılar kalelerini tamir edip içeriye kapandılar. Fakat bu sıralarda Hassân bin Sâbit -radiyallahu anh-in, Resulullah Aleyhisselâm'ın affedici ve merhamet sahibi olduğunu ifade eden bir şiirini duyan Abdullah, Mekke'ye döndü. Ashâb-ı kiram'ı ile sohbet etmekte olan Resulullah Aleyhisselâm onu görür görmez: "İşte İbn-i Ziba'râ! Yüzünde İslâm'ın nuru parlıyor!" deyince Abdullah kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Kendisine hidayet ihsan eden Allah-u Teâlâ'ya hamdetti. Yaptığı hareketlerden pişmanlık duyduğunu söyleyerek affedilmesini istedi. Resulullah Aleyhisselâm da ona İslâmiyet'i nasip ettiği için Allah-u Teâlâ'ya hamdettikten sonra: "Müslüman olmak, daha önce yapılan günahları giderir." diyerek onu bağışladığını bildirdi.
Abdullah bin Ziba'râ -radiyallahu anh- İslâmiyet'le müşerref olduktan sonra Resulullah Aleyhisselâm'ı öven ve daha önce yaptıklarından dolayı pişman olduğunu ifade eden şiirler yazdı.
Bir şiirinde şöyle söylemektedir:
"Ey bütün mülkün sahibi ve en büyük hükümdar olan Allah'ın Peygamber'i!
Ben sapıklık içerisinde olduğum zamanlar, dilimi tutamamış ve senin hakkında ileri geri sözler sarfetmiştim. O zamanlar dalâlet yolunda şeytana uymuştum, mala karşı da büyük bir meyil içerisindeydim.
Amma şu anda etim ve kemiğimle bütün bedenim Rabb'ime iman etti. Kalbim de senin uyarıcı bir elçi olduğuna şâhittir.
Eskiden ben ve Lüey oğulları'ndan bir grup, hepimiz şeytana aldanmış, senden yüz çevirmiştik."
Ebu Cehil'in kardeşi ve Halid bin Velid -radiyallahu anh-in amcasının oğlu idi ve Kureyş'in eşrafındandı. Resulullah Aleyhisselâm onun câhiliye devrinde misafirleri ağırladığını ve halka yemekler yedirdiğini anar:
"Allah'ın onu İslâmiyet'e hidayet etmesini ne kadar arzu ederdim." buyururdu.
O da Fetih günü korkusundan Ebu Tâlib'in kızı Ümmü Hâni -radiyallahu anhâ-nın evine sığındı. Durumu Resulullah Aleyhisselâm'a arzedince: "Senin himayene aldığın, bizim de himayemizdedir, senin eman verdiğine biz de eman vermişizdir." buyurdu.
Hâris bin Hişam der ki:
"Müşriklerin, kendisine karşı koydukları her yerde Resulullah Aleyhisselâm'ın beni de gördüğünü, buna rağmen bana gösterdiği iyiliği ve merhameti hatırladıkça, beni görmesinden utanır olmuştum.
Mescid-i haram'a girdiği sırada kendisine rastladım. Beni güler yüzle karşıladı. Yanına varıncaya kadar ayakta durdu, selâm verdim ve hemen şehâdet getirip müslüman oldum.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
"Hamdolsun o Allah'a ki sana doğru yolu gösterdi, İslâmiyet'i nasip etti. Senin gibi bir insanın İslâmiyet'i bilmemesi düşünülemez." buyurdu."
Hâris -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram'ın üstünlerinden ve hayırlılarından olmuş, daha sonra da Yermük savaşı'nda şehit düşmüştür.
Kocası Ebu Süfyan'la beraber müslümanlığa düşmanlığı ile tanınıyordu. Uhud'da şehit düşen Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-in karnını deşmiş ve ciğerini dişleyerek çiğnemişti.
Kadınların biatı sırasında Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna bir grup kadının arasında kendisini gizleyerek geldi ve kocasından bir gün sonra müslüman oldu. Evindeki bütün putları kırdı: "Sizin sebebinizle aldandım!" diye söylendi.
Daha sonra İslâm'da sebat etti. Hatta Resulullah Aleyhisselâm'a: "Şimdiye kadar yeryüzünde en çok kızdığım senin çadırındı, şimdi ise en sevdiğim çadır odur." derdi.
Yermük savaşı'nda kocası ile beraber bulundu. İslâm mücâhidlerini Rumlar'a karşı gayrete getirmeye çalıştı.
Resulullah Aleyhisselâm fethin ikinci günü Safâ tepeciğinde duâ ile meşgul bulunduğu bir sırada Ensâr'dan bazıları: "Mekke-i mükerreme'nin fethinden sonra acaba yine Medine'ye dönecek mi? Yoksa, içinde doğup büyüdüğü Mekke'de yerleşip kalır mı?" diye kendi aralarında endişe etmeye ve konuşmaya başladılar.
Resulullah Aleyhisselâm, endişelerini öğrendikten sonra şöyle buyurdu:
"Ey Ensâr! Ben Allah'ın kulu ve Resul'üyüm. Böyle şeyden Allah'a sığınırım. Memleketinize hicret ettim. Hayatım hayatınızdır. Ölümüm de sizin yanınızdadır."
Ensâr'ın endişesi de böylece dinmiş oldu, sevinçten ağlaştılar.
Resulullah Aleyhisselâm Mekke'de on beş gün kaldı. İlk bir hafta içinde her tarafa askeri birlikler sevkederek İslâm'a uymayan her şeyi değiştirmelerini onlara emretti.
Hâlid bin Velid -radiyallahu anh-i, Nahle'de bulunan Uzzâ putunu yıkıp parçalamaya gönderdi.
Amr bin Âs -radiyallahu anh-, Hüzeylîler'in putu olan Süva'ı yıkmaya gönderildi.
Sa'd bin Zeyd -radiyallahu anh-, Müşellel'deki Menat putunu yıkmaya gönderildi.
Hepsi de görevlerini başarı ile tamamladılar. Putların yıkılması ve bu putların hizmeti için yapılan tapınakların yerle bir edilmesinin, putperestliğin ve putların kudsiyetinin çökertilmesinde çok büyük etkisi oldu. Putperestliğin kökleri temelden sökülüp atılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm evlerde bulunan küçük ve önemsiz görünen putları bile kırdırıp attırırken; putların yıkılmasına karşı çıkan, kızan ve mâni olmaya çalışan hiç kimseye hoşgörülü davranmamıştır.
Hicretin sekizinci yılında Mekke'nin alınmasıyla İslâm buraya da hâkim oldu. Dokuzuncu yılda Tâifliler müslümanlığı kabul edince, bütün Hicaz İslâm sınırları içine girdi, İslâm'ın nuru Şam'a kadar ulaştı. Hudeybiye barışından itibaren Medine-i münevvere'ye kabile temsilcileri gelmeye başlamıştı. Mekke-i mükerreme'nin fethinden sonra bu heyetler çoğaldı.
Önceleri İslâm dinini yaymak için etrafa muallimler göndermek gerekiyordu. Hicretin dokuzuncu yılında yapılan Tebük seferinden sonra Arap kabileleri, ister istemez İslâm'a boyun eğdiler. Müslümanlık Arap yarımadasının her tarafına süratle yayıldı. Hicretin dokuzuncu ve onuncu yılları "Müslümanlığın yayılma yılları" oldu. Halk uzak-yakın yarımadanın her tarafından, fevc fevc Medine'ye akıyor, İslâm dini'ne girmede birbirleriyle yarış ediyordu. Artık Arabistan'da müslümanlara karşı duracak hiçbir kuvvet kalmamıştı. İki yıl içinde şurada burada yaşayan mûsevîlerden, hıristiyanlardan başka bütün yarımadaya yalnız İslâm dini hâkim oldu. Artık İslâm'a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamıştı. Bu parlak muvaffakiyet, Hazret-i Allah'ın yardımının bir eseriydi.
Nasr Sûre-i şerif'inde şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Allah'ın yardımı ve fetih (zafer günü) gelip de insanların akın akın, dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini görünce, Rabb'ini hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. O tevbeleri daima kabul edendir." (Nasr: 1-2-3)
Âyet-i kerime'de geçen "Fetih"ten maksat Mekke-i mükerreme'nin fethidir. Çünkü Arap yarımadasındaki kabileler: "Eğer o kendi kavmine üstün gelirse peygamberdir." diyerek İslâm'a girmek için Mekke'nin fethini gözlüyorlardı. Allah-u Teâlâ ona bu büyük zaferi nasibedince insanlar alay alay, bölük bölük Allah-u Teâlâ'nın dinine girdiler. İnsanların birer ikişer İslâm'a girdikleri günler artık geride kaldı.
Bu mübarek Sûre-i şerif'te Resulullah Aleyhisselâm'ın vefat haberi vardır. Bu sebeple bu Sûre-i şerif'e "Vedâlaşma sûresi" de denir. Bu Sûre-i şerif nâzil olduğunda Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-ya:
"Ecelimin geldiğini görüyorum." buyurmuştur. (İbn-i Mâce)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Bu sûre nâzil olduktan sonra Resulullah Aleyhisselâm ahiret için o kadar çok meşgul oldu ki, daha önce böylesi görülmemişti." (Nesâî)
Resulullah Aleyhisselâm'ın birçok Âyet-i kerime'lerde geçtiği üzere, daha önceden de tesbih ve hamd ile emrolunduğu ve bundan dolayı fetihten önce dahi tesbih ve hamd etmekte olduğu mâlumdur. Şu muhakkaktır ki Allah-u Teâlâ'nın celâl ve ikram tecelliyâtı hiçbir an kesilmediği için, Allah-u Teâlâ'yı her zaman tesbih ve hamdetmek bir vazifedir.
Tesbih emriyle beraber istiğfar emrinin de verilmesi ümmet-i muhteremesine lütuf olması içindir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Din-i mübin'i yaymak için çektiği sıkıntı ve ızdırapları hiçbir kuvve-i beşeriye almaz.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"İnsanlar içinde en şiddetli mihnet ve meşakkatle imtihan olunanlar peygamberlerdir." (Tirmizî)
İşte Allah-u Teâlâ en çok sevdiği, en çok seçtiği kullarına ibtilanın en çoğunu, en büyüklerini verdi.
Daha doğmadan evvel babasını, şefkate en muhtaç olduğu zaman annesini kaybetti. Yetim bir şekilde büyüdü. Dünyanın her acısını tattı. Peygamber olmadan evvel de, olduktan sonra da, nice zahmetler, nice sıkıntılar çekti ve birçok iftiralara uğradı. Fakat o Hazret-i Allah'a sığınmış, her türlü zorluğa göğüs germişti. Allah-u Teâlâ ona büyük bir fetih müyesser kıldı ve bu lütfa mazhar etti.
Bu emir Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsında Ümmet-i Muhammed'e şamildir. Nitekim Allah-u Teâlâ'nın yardımı ve zafer günü işte geldi. Bütün insanlar akın akın gelmeye başladı.
Biz de diyoruz ki; bu Nûr-i Muhammedî'yi yaymak için çalışın, çalışın, çalışın!..