Muhterem Okuyucularımız;
Tâğut; tuğyan kelimesinden gelmektedir. Haddi aşan her şey tâğuttur. Şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.
Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye de Kur'an-ı kerim'de "Tâğıye" adı verilmektedir.
Tâğut'u yani ilâhî hükümlerle çatışan nefsi, fertleri, düzenleri reddetmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah-u Teâlâ'ya âit olduğunu tasdik etmedikçe, Tevhid kulpuna yapışılamaz.
İslâm'ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapıklık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır." buyuruyor. (Bakara: 256)
Güneşin varlığına delil, yine güneşin kendisidir.
İman ile küfrü, hakikat ile dalâleti karıştırmaya, küfrü hoş göstermeye çalışanların kendilerini İslâm dini'nin dışına çıkardıklarında hiç şüphe yoktur.
"Kim Tağut'u inkâr edip de Allah'a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur." (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan tağutların, yoldan sapmış imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk'tan ve hakikattan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapmışlık içinde bocalar dururlar.
Allah-u Teâlâ iman ehli gerçek müminin kendi yolundan başka yollara gitmesine aslâ izin vermez.
"Onları karanlıklardan kurtarıp nura çıkarır." (Bakara: 257)
Onları her türlü şek ve şüpheden, ihtilâf ve tefrikadan kurtarır, esenlik yoluna eriştirerek kurtuluşa kavuşturur.
İmanın nur ile ifade edilmesinden daha derin ve şümullü bir tabir bulunamaz. Küfrün ise zulümat ile ifade edilişi de aynıdır. Hakk'ın nurundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki zulümatın tâ kendisidir.
"İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tağut'tur." (Bakara: 257)
Küfrü tercih eden, küfür üzere hayatını devam ettiren, küfrün savunuculuğunu yapanların dostları ise şeytan ve şeytanlaşmış insanlardır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah ve Peygamber'i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Peygamber'ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm'ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ'nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul'ünün emir ve arzusuna boyun eğmek: "İşittim ve itaat ettim!" demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şirk ve isyandan sakınan müminlerin fazilet ve meziyetini beyan buyurmaktadır:
"Tâğut'a tapmaktan kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. O halde kullarımı müjdele!" (Zümer: 17)
Tâğut'tan kaçınmaktan maksat, Tâğut'u reddetmek ve inkâr etmek demektir. Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ise iman etmek demektir.
Tâğut mevzu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışğı altında açıklanmış, Tâğut'un içine giren birçok konu ayrıca izâh edilerek Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Bu vesile ile "Kurban Bayramı"nızı tebrik eder, İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hakk'tan niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Her milletin Tâğut'u;
Hazret-i Allah ve Resul'ünün emrinden başka neye ve kime uyuyorlarsa odur. Allah yolundan başka hangi yolu takip ediyorlarsa, Tâğut odur. Mümin olan O'nun hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmez. Tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut'un açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. Tâğut'a inananlar Tâğut ile beraber cehenneme gidecek. Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut'tur, şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır. Yani Tâğut'un ne olduğunu bilin!..
"Tağâ" kelimesi; sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta çok fazla ileri gitmek, haddi tecavüz etmek mânâlarına gelir. "Tuğyan" da bu kelimeden gelmektedir.
"Su tuğyan ettiği (iyice kabarıp taştığı) vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz taşıdık." (Hâkka: 11)
Âyet-i kerime'sinde geçtiği üzere, suyun kabarıp taşmasına, yatağından çıkıp aşmasına "Tuğyan" denilir.
Tâğut; tuğyan kelimesinden gelmektedir. Haddi aşan her şey tâğuttur. Şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.
Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye de Kur'an-ı kerim'de "Tâğıye" adı verilmektedir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu yüzden Semud kavmi tâğıye (korkunç bir ses) ile helâk edildiler." (Hâkka: 5)
Aşırı derecede şiddetli ve öldürücü olan bu ses, her türlü gürültüden daha şiddetli olan bir sayhadır.
İnsan birçok nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarına ihtiyaçtan uzak gördüğü, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve kabiliyet olduğunu zannettiği zaman artık Allah-u Teâlâ'yı unutur. Dilediğini dileme ve yapabilme güç ve iradesine sahip olan kudretin yalnızca Allah-u Teâlâ olduğunu aklından çıkarır.
İşte bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır. Artık aklına geleni yapar, hak-hukuk, had-hudud tanımaz olur. Rabb'ine şirk koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl "Tuğyan"dır ve bu gibi kişiler Kur'an-ı kerim'in ifadesi ile "Tâğut"tur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka, üzerlerine ilâhi gadabın hak olduğu milletlerin isyankâr durumlarını "Tuğyan" kelimesi ile beyan buyurmaktadır.
Bunlar kendilerini dünyanın en büyüğü olarak görmüşlerdi. Her istediklerini yapabilecek güce sahip oldukları zannına kapılmışlardı.
"Gerçek şu ki, insan kendini zengin (kendi kendine yeterli) gördüğü için tuğyankârlık (azgınlık) eder." (Alâk: 6-7)
Âyet-i kerime'lerinde belirtildiği üzere "Tuğyan"ın içine dalmışlardı.
Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve sefa içinde yaşadılar. Saptırıcıların peşlerine takılarak, Salih Aleyhisselâm'ın uyarılarına kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ'nın âyetlerine yüz çevirip, O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi, bir de Salih Aleyhisselâm'ın nübüvvetine delil olarak istedikleri deveyi boğazladılar.
Âd kavmi, hiç ölmemek arzu ve umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hud Aleyhisselâm'ın dâvetine uymadılar, Allah-u Teâlâ'ya şirk koşmakta devam ettiler.
Necm sûre-i şerif'inin 32. Âyet-i kerime'sinde "En zâlim ve en tuğyankâr" olarak vasıflandırılan Nuh Aleyhisselâm'ın kavmi, kendilerini ileri görüşlü, müminleri de ayak takımı olarak değerlendirdiler. Peygamberlerini taşlamakla tehdit ettiler, bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istediler. İlâhi dâvete kulaklarını tıkadılar.
Aynı şekilde Firavun da İsrâiloğulları'na akla hayale gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp, kadınların ırzlarını kirlettiriyor, Musa Aleyhisselâm'ın dâvetine sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük rabbi ilân ediyordu.
Tuğyankâr insanların elebaşıları ve önde gelenleri kendi tuğyanlarını haklı göstermek için, var güçleri ile bâtıl deliller üretirler, kendi zanlarını hüküm yerine koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları zan hükümlerini kabul ederler, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü bırakırlar.
Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut'tur, şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.
İlk hükümleri tebliğ eden Âdem Aleyhisselâm'dan, son ve mütekâmil hükümleri tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm'a kadar İslâm dini'ni beşeriyete takdim eden bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerine Tâğut'tan kaçınmalarını ilân etmişlerdir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki biz her ümmete:'Allah'a ibadet edin, Tâğut'tan sakının!' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)
Allah'a kulluk edin ve O'nu birleyin. Allah'tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
"İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu." (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
"Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!" (Nahl: 36)
Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.
"Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden bir topluluğun misali ne kötüdür!" (A'raf: 177)
Tâğut'u yani ilâhî hükümlerle çatışan nefsi, fertleri, düzenleri reddetmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah-u Teâlâ'ya âit olduğunu tasdik etmedikçe, Tevhid kulpuna yapışılamaz.
İslâm'ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapıklık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır." buyuruyor. (Bakara: 256)
Güneşin varlığına delil, yine güneşin kendisidir.
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, inananlarla inanmayanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır.
İman nuru ile münevver olan "Hakikat ehli", iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan "Dalâlet ehli" ise dünyada ve ahirette cezâsını çekecektir.
İman ile küfrü, hakikat ile dalâleti karıştırmaya, küfrü hoş göstermeye çalışanların kendilerini İslâm dini'nin dışına çıkardıklarında hiç şüphe yoktur.
"Kim Tağut'u inkâr edip de Allah'a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur." (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan tağutların, yoldan sapmış imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk'tan ve hakikattan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapmışlık içinde bocalar dururlar.
"Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 256)
Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Dili ile "Ben de müslümanım!" deyip, içinde inkârı saklayan küfür ehlinin sapmışlıklarından Allah-u Teâlâ habersiz değildir.
"Allah iman edenlerin dostudur." (Bakara: 257)
Allah-u Teâlâ'nın dostluğu, yardımı, desteği, inayeti; iman edip, Hakk yolda yürüyenler ve Hakk'ı savunanların üzerinedir.
Allah-u Teâlâ hiçbir müminin kendi yolundan başka yollara gitmesine aslâ izin vermez.
"Onları karanlıklardan kurtarıp nura çıkarır." (Bakara: 257)
Onları her türlü şek ve şüpheden, ihtilâf ve tefrikadan kurtarır, esenlik yoluna eriştirerek kurtuluşa kavuşturur.
İmanın nur ile ifade edilmesinden daha derin ve şümullü bir tabir bulunamaz. Küfrün ise zulümat ile ifade edilişi de aynıdır. Hakk'ın nurundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki zulümatın tâ kendisidir.
"İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tağut'tur." (Bakara: 257)
Küfrü tercih eden, küfür üzere hayatını devam ettiren, küfrün savunuculuğunu yapanların dostları ise şeytan ve şeytanlaşmış insanlardır.
"Onları nurdan alıp karanlıklara götürür." (Bakara: 257)
Yedeklerine aldıkları bu kişileri nûrdan uzaklaştırıp nâra sürüklerler, hidayetten mahrum edip dalâlete sevkederler. Dünya hayatlarını da, ahiret hayatlarını da mahvederler, böylelikle de ebedî felâketlerle başbaşa bırakmış olurlar.
"İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır." (Bakara: 257)
Tepetakla cehenneme girecekleri ve hiç çıkmamak üzere orada kalacakları kesinleşmiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah ve Peygamber'i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Peygamber'ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm'ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ'nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul'ünün emir ve arzusuna boyun eğmek: "İşittim ve itaat ettim!" demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şirk ve isyandan sakınan müminlerin fazilet ve meziyetini beyan buyurmaktadır:
"Tâğut'a tapmaktan kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. O halde kullarımı müjdele!" (Zümer: 17)
Tâğut'tan kaçınmaktan maksat, Tâğut'u reddetmek ve inkâr etmek demektir. Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ise iman etmek demektir.
"O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir." (Zümer: 18)
Bu yüce vasıfları taşıyan kimseler, Allah-u Teâlâ'nın rızâ-i Bâri'sini elde etmeyi nasip ettiği kimselerdir.
Dünya müjdesini hak eden ve buna lâyık olan kimse ahiret müjdesini de hak eder.
"Hakkında azap hükmü hak olmuş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?" (Zümer: 19)
O kimse artık azaba müstehak olmuş, azap hükmü sabit olmuştur. Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse onu hidayete iletemez. Hidayete erdirdiğini de hiç kimse dalâlete düşüremez.
İhtilâfların çözümünü Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a arzetmek ilâhi bir emirdir.
"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah'a ve Peygamber'e arzedin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız!" (Nisâ: 59)
Çünkü itaat imanın gereğidir. Anlaşmazlık halinde Kitab-ı kerim'e ve Sünnet-i seniyye'ye başvurmak da itaatın gereğidir.
"Bu sizin için daha hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir." (Nisâ: 59)
En güzeli bu şekilde hareket etmektir.
Bir hadise meydana geldiğinde önce Kur'an-ı kerim'e bakılır, eğer hükmü varsa kabul edilir. Yoksa Sünnet-i seniyye'ye bakılır, hükmü bulunursa kabul edilir.
Allah-u Teâlâ ve Peygamber'i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u Teâlâ, Peygamber'inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.
Allah-u Teâlâ hiçbir mümine kendi hükümlerinden başkasıyla hükmetmesine veya indirdiği hükümlerden başkasına boyun eğip rızâ göstermesine müsaade etmez. Hatta inkâr etmesini emreder.
Kalplerinde iman bulunmadığı halde iman ettiklerini iddiâ eden münafıkların sıfatlarını anlatarak Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Resul'üm! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürerek boş iddiâlarda bulunanları görmüyor musun? Oysa onlar Tağut'un önünde muhakeme edilmelerini isterler. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı." (Nisâ: 60)
Dindar olduklarını iddia ettikleri halde, kendilerine emredilenin tersini yaparak Tâğut'un mahkemesine gitmek istiyorlardı.
"Şeytan da onları büsbütün saptırmak istiyor." (Nisâ: 60)
Bu öyle bir sapıklıktır ki, artık bundan sonra bir daha hidayet bulamaz.
İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir münafık ile bir yahudi kavga etmişlerdi. Yahudi mahkeme görmek için Resulullah Aleyhisselâm'a, münafık ise yahudilerin başkanı Ka'b bin Eşref'e gitmeyi tercih etti. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime nâzil oldu.
Bu Âyet-i kerime her yer ve zamanda emsali bulunan münafıkların maskelerini indirip atmıştır.
"Onlara:'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamber'e gelin!' denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştığını görürsün." (Nisâ: 61)
En şiddetli bir şekilde senden yüz çevirir ve bunu kabul etmezler.
Her milletin Tâğut'u; Hazret-i Allah ve Resul'ünün emrinden başka neye ve kime uyuyorlarsa odur. Allah yolundan başka hangi yolu takip ediyorlarsa, tâğut odur. Mümin olan O'nun hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmez.
Tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut'un açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde inandıklarını dilleriyle söyledikleri halde kalpleriyle inkâr edenleri, düşmanla ve kâfirlerle işbirliği yapan iki yüzlü kimseleri münafık olarak vasıflandırmıştır.
Münafık dıştan müslüman görünen ancak içi kâfir kimselere verilen isimdir. Arapça nifak kökünden gelir. Nifak çıkartan anlamındadır.
Münafık "İki yüzlü"dür.
Müslümanlara "Ben sizinleyim.", kâfirlere "Sizinleyim" der.
Türkçesi; "İki yüzlü".
Fakat iş sahasında "Kalleşlik" manasına da geliyor. Yani sözünde durmayan, göründüğü gibi olmayan, hile yaparak aldatan, döneklik eden kimse.
Münafığın tarifi budur. Aynı zamanda görünüşte vatan için çalışır gerçekte hâindirler. Allah-u Teâlâ'nın gadap ettiği küfür topluluklarını dost edinirler. Ancak Cenâb-ı Hakk bunların hepsini en iyi biliyor. Siz de bilmiş olun.
"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne sizdendir, ne de onlardan."(Mücâdele: 14)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Münafığın misali iki sürü arasında hayretle kalan koyun gibidir. Kimi o sürüye gider, kimi bu sürüye." (Müslim: 2784)
İçlerindeki inkâr ve nifakı atmadıkları ve tevbe etmedikleri sürece, münafıkların İslâm'da yeri ve itibarı yoktur.
Münafıklar içten kâfir oldukları, dıştan da müslüman görünmeye çalıştıkları için Allah-u Teâlâ onları yahudilerle, sapık müşriklerle kardeş diye vasıflandırmaktadır:
"Resul'üm! Münafıkların ehl-i kitaptan küfre sapan kardeşlerine 'Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.' dediklerini görmedin mi?
Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder." (Haşr: 11)
Bu münafıklar müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yaptıkları, müslümanlar arasında gizlice fitne, fesat ve fücurun yayılmasına çalıştıkları için çok tehlikelidirler. Müslüman maskesi altında kâfirin yapamayacağı tahribatı yaparlar. Sulh zamanında olsun, harp zamanında olsun fitne ve fesat ile, bölücülük ile meşguldürler. Müslümanların cihad azmini köreltmek en büyük gayretleridir.
"Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilmektedir." (Bakara: 77)
Bunların bu halleri imanları olmadığındandır. Zira müslümanları aldatmaya çalışmak demek Allah-u Teâlâ'yı aldatmaya çalışmak demektir.
"Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir." (Nisâ: 142)
Allah-u Teâlâ bunların kalbine mühür vurmuştur. Sen de imanının icabını yap, bu münafıklara, bu kayanlara, bu dökülmüşlere meyletme. Zira münafıkta iman olmaz.
Münafıkların ekseriyeti iman ettikten sonra küfre kapılan, küfre ve küfür ehline meyleden kimselerdir. Bugün sahayı bunlar işgal etmiştir.
Münafıklığı müdafaa eden kimse münafıktır. Münafıkla gizli işbirliği kuran bir kimse, o da münafıktır.
Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz'anı da, ameli de herşeyi yok edebilir.
Bu beş şey ferdidir, kişinin kendindedir, içtedir.
1. Nefis. 2. Şeytan. 3. Şehvet. 4. İnsan şeytanı. 5. Ve aşırı dünya muhabbeti.
Bu beş düşmanın haricinde ayrıca sapıtıcı imamlar ve âhir zaman uleması da var. Bunlar fert fert değil de, insanları kitleler halinde münafıklığa sevkederler, dinden kaydırırlar.
Bu beş düşmanın en büyüğü olan nefis yedi başlı bir ejderdir. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Bir Hadis-i şerif'lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Allah'tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselerdir. Râbıta yapan onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar. Bu böyledir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)
Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak, hem de "İslâm'ım!" diyecek.
Bu mümkün değil!...
Gerçekten hakikatten mahrumdurlar. Nefislerini ilâh edinmişlerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)
Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.
Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiüs-sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Camiüs-sağîr)
Kibriya ve azamet Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Büyüklük ve ululuk ancak O'na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.
•
Nefis putuna dayanmış olduğundan, bu gibi kimselere uyan ve tâbi olan kimse, bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
İşte bunun için helâk oldular, bunun için hüsrana uğradılar.
Nefsinin arzusunu ilâh edindiği için şirke düşmüş, şeytanın yolunda gittiği için İslâm dini'nden çıkmıştır.
Kendi nefsinin arzusuna göre neyi güzel görmüşse, o şey o kimsenin dini olmuştur.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." buyuruyor. (Yusuf: 106)
Bu Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ onları müşrik olarak bize tanıtıyor. Kendi dinlerini, kendi yollarını göstermemek için bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyorlar ve kendilerini müşrik olmayıp müslüman olarak göstermeye çalışıyorlar.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:
"Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah'ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (Câsiye: 23)
Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar böylece gizli şirke sapmışlardır.
Bunlara bir misâl de şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ederler. Hem ahkâma aykırı hareket ederler hem de bunu kendi büyüklüğüne verirler. Müridleri de öyle düşünür. "Efendim o zât çok büyük olduğu için şeriata aykırı işler işleyebilir." der. Ahkâm haricindeki bir hareketi kişinin büyüklüğüne değil, kişinin zındıklığına vermek lâzımdır.
Âyet-i kerime'de:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." buyuruluyor. (A'raf: 86)
Allah ehlini Hazret-i Allah tayin eder. O bir emânet-i ilâhidir. Kimi murad etmişse ona verir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir." buyururlar. (Münâvî)
Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.
Çünkü onları Hakk seçmedi. Kendini büyük gören gerçekten küçüktür.
Mukallidler zan ile hareket ederler, hiçbir hakikate isnad etmezler, etraflarını da böylece hakikatten uzaklaştırırlar. Gidiş yerleri cehennemdir, etraflarını da cehenneme sürüklemiş olurlar. Onlara tâbi olanlar, dünyada olduğu gibi, ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle olacaktır.
Âyet-i kerime'de:
"İnsan sınıflarından herbirini biz o gün imamları ile beraber çağıracağız." buyuruluyor. (İsrâ: 71)
Binaenaleyh nefsi ile hareket eden, nefsine uyan, nefsini putlaştıranlar bu kapsama girer.
Şeytan da insanın en büyük düşmanıdır.
Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben size:'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
"Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
"Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?" (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olamaz.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedirler.
Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile." (A'raf: 201)
Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde namaz kılmayan ve şehvetlerine düşkün kimselerin türediğini ve türeyeceğini beyan buyurmuştur:
"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezasını çekecekler." (Meryem: 59)
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer." (Hacc: 3)
Şeytan ismi Âyet-i kerime'de "Merid" sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
"Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?" diye sordu. O ise: "İnsanın da şeytanları var mıdır?" dedi.
Buyurdu ki:
"Evet. Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfal: 67)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
İşte bu sayılan beş düşmandan herhangi birisi tesirini ve gücünü gösterirse, ruhun üzerinde baskı yaparsa kişiyi münafıklığa düşürür.
Münafıklık, bir müslümanın korkması gereken en büyük tehlikedir. Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu yaratıcıyı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatıdır.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır." (Âl-i imrân: 14)
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır. Dünya geçici bir sahnedir. İmtihanını vereceksin ve seni çekecek, hepsi bu kadar. Onun için O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır.
En büyük sevgi Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a ve sonra Vekil'inedir.
Hazret-i Allah'a edep gerekiyor. Resulullah'a edep gerekiyor. Hazret-i Kur'an'a edep gerekiyor. Kitabullah'a olan edep ahkâm-ı İlâhi'ye riayet etmektir. Resulullah Aleyhisselâm'a olan edep hem Sünnet-i seniyye'sine sarılmak ve yaşamak, hem de vekiline tazim etmektir. Mürşid-i kâmil'deki edep ise Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği emanete riayet etmektir.
Onun için edep haline bürünürsek, yaşamak çok kolaylaşır. Edebi terk edersek işimiz iş.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenen ve sonrada bırakıp giden yolcu gibiyim." (Tirmizî)
Hülasâ-i kelâm; azma, taşma, yolcu olduğunu bil. Çantan elinde olsun. Davetin ne zaman geleceği belli değil, an meselesi. Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak.
Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap.
"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)
Ey nefis! Buralı değilsin, yolcu olduğunu unutma!
Ömür en kıymetli sermayedir. Ömür bitince sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok. Şu halde bu kıymetli sermayenin değil dakikasını zerresini bile zayi etmemek lâzım. O alıncaya kadar sen yolunda bulun. Dünya da O'nun, ahiret de O'nun...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.
Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e; "Dünya neden ibarettir." diye sorulduğunda:
"Dünya, Mevlâ'nın zikrinden ve taatinden seni meşgul eden ve gaflete düşüren şeydir." buyurdular.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.
Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.
Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun. Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Hakk Teâlâ üç şeye mübtelâ kılar. Birisi üzüntü, gam ve ıstıraptır ki ebediyyen kendisinden ayrılmaz. İkincisi kalp fakirliğidir ki, o kimsenin dünya ihtiyaçları tükenmez. Üçüncüsü, hırs ve tamahtır ki, kendisi hayat boyunca doymak bilmez."
"Neresine güveniyorsunuz bu dünyanın!" Ama ahirete inanmayan yapacağını yapacak ve gideceği yere gidecek. Cennet-i alâ da hak, cehennem de hak...
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise;
"Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Marut'tan daha fazla büyüleyicidir." buyuruluyor. (Tirmizî)
Zavallı insan bir hayalâthane dünya için ebediyatını kaybediyor.
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Dünya için çalışmakta hırs göstermeyiniz. Herkes dünyada kendine ne takdir edilmişse ona kavuşur." buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)
Tûli emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü azaldı.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmuştur:
"Dünya bir cifedir, taliplisi kelptir."
"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1218)
İnsanın kaydığı en çok iki yer vardır; kadın ve dünya muhabbeti...
Başka bir Hadis-i şerif'te yine şöyle buyuruluyor:
"Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun.
Ey Ademoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun." (Beyhâki - C. Sağir)
Mal, dost, ahbap kabre kadar gider, amel seninle gider.
Cenâb-ı Fahr-i Kaînat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
'Ben Havz'ın başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Sizin benden sonra şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat ben sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum.'" (Müslim: 2296)
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)
İnsanın kabirdeki bu yaşayışı dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.
Bahçeye düşersen saadet, çukura düşersen felâket. Onun için insanın hazırlanması lâzım.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyururlar. (Münâvî)
Ek ki biçebilesin.
"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)
Dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar var ki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihat yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ'ya ve hükmüne karşı gelenlerle ve deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla karşı karşıyasın.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ haccı sırasında hamd ve senâda bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal'den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabb'inizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir." (Buhârî - Müslim)
Ve fakat Deccal'in fitnesi bu kadar büyük olduğu halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu sapıtıcı imamları ondan daha beter ve ondan daha tehlikeli saymıştır.
Nitekim bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
– Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal'den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal'in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya düşerek imandan çıktılar!
Herkes hayır kazanmaya çalışıyor, birşeyler yapmaya gayret ediyor, fakat öz niyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kalbinde başka muhabbet tutan bir kimsenin, ağzı ile başka söz söylemesinin hiç kıymeti yok. Demek ki iman lâf işi değil.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
Bunlar müslümanlık için çok büyük tehlikedir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım." buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram'dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-'a "İslâmı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?" diye sorunca, o da: "Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "İslâm'ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur'an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir." buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade: 22)
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal'den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal'den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalıştılar. Acaba Allah-u Teâlâ'yı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Oysa Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruyor:
"Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
'Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.'" (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin'e yaptıkları büyük tahribattır.
Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime'de haber verilmektedir:
"Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz." (Saffat: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Allah-u Teâlâ'nın dinini bıraktılar, şeytanın adımlarına uydular. Onun içindir ki bu hale düşmüşlerdir. Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmüşlerdir.
Din kuran bu sapıtıcıların hepsi bu gaye için çalıştılar. Gizli veya âşikâr olarak allahlık dâvâsında bulundular.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzlerini Âyet-i kerime'lerinde belirtiyordu.
Meselâ:
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'am: 159)
Buyuruyordu, emir veriyordu. Fakat onlarla ilgi kuranlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemez oldu.
Bu türemelerin gaye ve maksatları din-i İslâm'ı ifsad etmek ve aslından çıkarıp hurefaya çevirmektir.
Müslümanmış gibi görünüyorlar, gayeleri ise ayrıdır. Islah yapıyor ve nasihat ediyormuş gibi görünüyorlar ve fakat niyetleri ifsat olduğu için, her an her fırsatta tahribattır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kendilerine:'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Bunlar başkalarına hizmet etmektedir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız!" (Secde: 22)
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal'den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk'ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Hülâsa; sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, bütün bunlar din-i İslâm'a cephe aldılar. Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar.
•
Elli seneden bu yana, öyle imansız imamlar türedi ki, çeşitli din kurucuları türedi ki, öyle fesatçı ifsatçılar meydana geldi ki, bu türemeler o kadar çoğaldı ki! Dünya kuruldu kurulalı böylesine bir isyan görülmedi.
Geçmişte isyan eden bütün ümmetlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin, günümüzde hepsi mevcut.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına benzer (azaptan) payları vardır." (Zâriyât: 59)
Ve bu türemelerin çıkacağını Resulullah Efendimiz çok evvel haber verdi. Haber verdiği gibi, Allah-u Teâlâ Müminûn sûre-i şerif'inin 52-56. Âyet-i kerime'lerinde ve bunlara benzer bir çok Âyet-i kerime'lerde bunların sapıklığını açıkladı ve ilân etti. Bu sapıkları haber verdi.
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun.
Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.
Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıklarıyla başbaşa bırak!
Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller."
Dini dünyaya âlet edip, ne kadar rezalet yapacaklarını, İslâm'a ne kadar büyük leke ve zarar vereceklerini, ne kadar vurguncu ve dilenci olacaklarını bir bir haber verdi.
Bu bölücüler, din-i İslâm'ı âlet ederek, menfaat, şöhret, nam sebebiyle, dinlerini ayakta tutmak için, her fırsatta dinlerini, partilerini tebliğ ettiler. Din-i İslâm'ı paramparça etmek istediler ve etmeye çalışıyorlar.
Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe müstehak kılar.
Bu nur ışığı altında müslümanları Allah ve Resul'de birleştirmeye çalışıyoruz. Başka isimlerle din kuranları ve bunlara uyanları da İslâm'a dâvet ediyoruz. Bu birleşme Hazret-i Allah ve Resul'de birleşmekle olur. Ahmet'te Mehmet'te değil.
Bizim gayemiz bu fitnenin sönmesi, ümmet-i Muhammed'in Hazret-i Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde müminlerin mücadelesi ile kâfirlerin mücadelesi arasındaki farkı şu şekilde belirtmektedir:
"İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de Tâğut yolunda savaşırlar." (Nisâ: 76)
Müminler Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek üzere Allah-u Teâlâ'nın meşru kıldığı yolda, O'nun dinini yaymak, yüceltmek ve ikame etmek için bütün güçleri ve imkânları ile gayret sarfederler. Her mümin bu vazife ile mükelleftir.
Kâfirler ise şeytana itaat etmek üzere ve şeytanın sapıklığa ulaştırdığı eğri ve bâtıl yollarında mücadele ederler. Zerre kadar imanı olan hiçbir mümin, bu hususta hiçbir zaman onlarla beraber olamaz. Onların bütün arzuları şahsi arzularını temin etmekten, şan ve şöhretten başka bir şey değildir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ, düşmanlarına karşı cihad etmelerini müminlere emir buyurmaktadır:
"O halde şeytanın dostları ile savaşın!" (Nisâ: 76)
Onların saman alevlerinin parlaklığı, maddi kuvvetleri, taraftarlarının çokluğu sizi aldatmasın, gevşekliğe sevketmesin. Şüphesiz ki siz onların güçlerini kıracak, darmadağın edeceksiniz. Zira Allah yolunda bulunan ve Allah için cihad eden daima galiptir. Çünkü Allah-u Teâlâ onların dostu ve yardımcısıdır. Tâğut'un yolunda bulunan ve onun uğrunda çalışan mağluptur ve yardımcısız kalmıştır.
Bundan dolayı Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır." (Nisâ: 76)
Hâl böyleyken, Allah-u Teâlâ'nın kudretiyle kıyas edildiğinde durum nasıl olur?
Şeytanın hilesinin zayıflığının sebebi, sadece bir aldatma olmasındandır. Hiçbir netice vermez. Çünkü onun yapacağı bütün hileler, Allah-u Teâlâ'nın yardımı ve desteği karşısında zayıf ve cılız kalır. Onun durumu böyle oldukça ve müminlerin yardımcısı da Allah-u Teâlâ oldukça, nasıl olur da müminler muhaliflere karşı yürekli olmazlar?
Allah-u Teâlâ her zaman kullarına yardım eder. Bu yardımı da, içlerine Tevhid nurunu koymak suretiyle ortaya koyar. Şeytan ve taraftarları zulmânîdir, nûrânî olandan kaçarlar.
Nitekim: "Hakk'ın devleti, bâtılın cevleti yani gürültüsü vardır." denilmiştir.
Hakk taraftarlarının aziz olarak güzel hatıraları ebediyyen bâki kalır, bugün olmazsa yarın muzaffer olurlar. Şeytanlık, azgınlık, zorbalık yapanların sapıklıkları da eninde sonunda sönmeye mahkûmdur. Şayet anılırlarsa lânetle anılırlar.
"Kim Allah'ı, O'nun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'tan yana olanlardır." (Mâide: 56)
Asıl velâyet, asıl dostluk Allah-u Teâlâ'nın dostluğudur, diğerlerinin üstünlüğü görünüştedir ve geçicidir.
"Müminlere yardım etmek üzerimize hak olmuştur." (Rum: 47)
O'nun desteklediği herhangi bir kimse, herhangi bir devlet hiçbir zaman mağlup olmaz.
Allah-u Teâlâ ezelî ilmi ile hükmünü vemiş ve ilâhî fermanını beşeriyete şöyle duyurmuştur:
"Allah:'Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!' diye yazmıştır." (Mücâdele: 21)
Kuvvet ve kudret O'nundur, ululuk ve azamet O'nundur, kahır ve galebe O'nundur. Zafer ve muvaffakiyet er veya geç Hakk tarafında tecellî edecektir. Bu hüküm kesin ve gerçektir, bunda aslâ şüphe yoktur, çünkü O öyle hükmetmiştir.
"Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücâdele: 21)
O galip olduğu gibi, O'nun yolunda olanlar da daima galip ve muzafferdirler.
Asr-ı saâdette yaşayan Medine yahudileri bir taraftan bir tek Allah'a inandıklarını iddiâ ediyorlar, diğer taraftan ise Tevrat'ın üzerinde çok durduğu ve hep kötülediği putperestlik ve şirk içerisinde bulunan müşriklerin müslümanlardan daha doğru bir yola inandıklarını ilân ediyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyuruldu:
"Kendilerine kitap verilmiş olanları görmedin mi? Tâğuta ve bâtıl ilâhlara inanıyorlar. Sonra da kâfirler için:'Bunlar inananlardan daha doğru yoldadır.' diyorlar." (Nisâ: 51)
Cehalet ve denâetleri, dini duygularının zayıflığı ve ellerindeki Tevrat'ı inkârları sebebiyle kâfirleri müslümanlara tercih ettiler.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'sinde onlar hakkında şöyle buyurdu:
"Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 52)
Allah-u Teâlâ bir kimseyi rahmetinden kovarsa, onu ilâhi azaptan kim kurtarır? Onlara lânet damgası vurulmasına kim mâni olabilir?
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar Allah'ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle Tâğut'a tapanlardır." (Mâide: 60)
Allah-u Teâlâ'nın lânetine uğramanın üzerinde bir dalâlet düşünülemez.
"İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır." (Mâide: 60)
Bunlar doğru yoldan en fazla uzaklaşan kimselerdir, bu yolu bulup hidayete ermezler. Çünkü bu nurlu yol, Allah-u Teâlâ'nın Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'la gönderdiği yoldur. Onlar ise ona iman etmemektedirler.
İslâm'ın ilk yıllarında Mekke'de kâfir vardı, Medine'de ise münafık türemeye başladı. Bunlar özü sözüne, sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan kâfirlerdi. Kimileri Medine'nin yerli halkından, kimileri de yahudilerdendi.
Münâfıklar, tabiatları icabı müslümanların düşmanları kuvvetli olunca ortaya çıkmadıkları için; hicretten önce münâfıkların varlığı mevzubahis değildi. Çünkü müslümanlar, müşriklerin korkup çekinmediği bir azınlık durumunda idiler. Dolayısıyla da İslâm düşmanları müslüman gibi görünmek ihtiyacında değildiler. Resulullah Aleyhisselâm Medine'ye yerleşip oradaki müslümanları siyasi bir teşkilâta kavuşturunca, bazı kimseler açıktan açığa onların karşısına çıkamadılar. Münâfıklık yolunu seçerek müslüman gibi göründüler ve küfürlerini gizlediler.
Hazreç kabilesinin ileri gelenlerinden olan Abdullah bin Ubeyy bin Selül hicretten önce Hazreç kabilesine reis olacaktı, taraftarları ona süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine'de yayılması, Resulullah Aleyhisselâm'ın hicret etmesi, kendi kabilesinin onu bırakıp İslâm'a girmesi reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm'a düşman oldular. Fakat bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece bir de münâfıklar zümresi türemiş ve Tâğutlar ortaya çıkmış oldu.
Yahudiler hiç boş durmuyorlar, Evs ve Hazreç kabileleri ile olan ittifak ve münasebetlerinden faydalanarak müslümanları kandırmaya çalışıyorlardı. Nicelerini şaşırttılar. Böylece daha birinci hicret yılında bu iki kabile arasında münafıklar türemeye başladı. Dıştan müslüman görünürler, el altından fesat çıkarmaya yeltenirler, küfür ve inkârı kalplerinde gizlerlerdi.
İslâm'ın kudreti artmış olduğundan, bu gibi fitne ve fesatçılar, Mekke müşrikleri gibi açıktan fesat çıkarmaya cesaret edemezlerse de gizliden gizliye icraatlarını yapmaktan geri kalmazlardı. Yeri geldikçe, fırsat buldukça nifaklarını yayarlardı.
Râfi' bin Hureymele öldüğünde Resulullah Aleyhisselâm:
"Bugün büyük bir münâfık öldü." buyurmuştur.
Bu münafıklar Mescid'e de gelirlerdi. Bazen de diğer yahudilere ve İslâm düşmanlarına nakletmek için müslümanları dinliyorlardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm onlardan bazılarını gizli gizli konuşurken görmüştü. Verdiği emir üzerine Mescid'den dışarı çıkarıldılar. Müslümanlar onları dışarı atarken:
"Yazıklar olsun size! Resulullah'ın mescidinden çıkarılan pis münâfıklar!" dediler.
Münâfıkların hepsinin durumu aynı değildi. Bunlardan bir kısmı Abdullah bin Ubeyy ve Hâris bin Süheyh gibi ileri gelenler idi. Büyük çoğunluk ise akrabalık ve müttefiklik gibi çeşitli sebeplerle körü körüne bunlara uyan kimselerdi.
Ayrıca bedevî, yani göçebe hayatı yaşayan çöl Arapları arasında da münafıklar vardı.
Kur'an-ı kerim onlardan şu şekilde söz etmektedir:
"Çevrenizdeki bedevi Araplar'dan ve Medine halkından münafıklar vardır. Bunlar münafıklıkta mahir olmuşlardır. Sen onları bilmezsin, biz onları iyi biliriz.
Biz onlara iki kez azap edeceğiz. Sonra da onlar daha büyük bir azaba itileceklerdir." (Tevbe: 101)
Hangi gruptan olursa olsun, bütün münafıklar hemen hemen aynı vasıfları taşımaktadır.
Âyet-i kerime'de:
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!" buyuruluyor. (Bakara: 118)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar." (Âl-i imran: 167)
Münâfıklar müslümanlar arasına nifak ve ayrılık sokucu fikirler atıyorlar, Resulullah Aleyhisselâm'ı müminler nazarında küçük düşürmeye çalışıyorlardı.
Bu yıkıcı faaliyetleri birçok defalar Resulullah Aleyhisselâm'a intikal etmiştir. Kendisine ulaşan her bir şikâyeti dinliyor, şikâyet edilenleri sorguya çekiyordu. Fakat bunlar suçlarını inkâr ediyorlar, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Fakat sık sık gelen vahiyler, haklarındaki şikayetleri inkârlarına rağmen teyid ediyordu.
Meşhur İfk hadisesi bunun bir numunesidir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek için karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme yoluna giderlerdi.
Uhud savaşı sırasında Resulullah Aleyhisselâm'ın bin kişilik ordusunun üçte biri yoldan geri döndüler.
Hendek savaşı da münâfıklara bir başka fırsat olmuştu. Muhasara uzayıp bazı sıkıntılar zuhur etmeye başlayınca ileri geri konuşmaya başladılar. Müminlerin morallerini bozmak, nifak sokmak istediler. Müslümanlar hendek kazma işinde var güçleri ile çalışırken, münâfıklar sıvışıyorlardı.
Tebük seferi esnâsında bir konaklama ânında Resulullah Aleyhisselâm'ın devesi kaybolmuştu, bütün aramalara rağmen bulunamadı. Münâfıklar bunu fırsat bilip: "Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi." demeye başladılar.
Bu sözler Resulullah Aleyhisselâm'a ulaşınca:
"Ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi haber veriyorum, devem falanca vâdide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir, gidip arayın!" buyurdu.
Deve gerçekten de söylediği yerde ve tavsif ettiği şekilde bulundu.
Buna benzer birçok misaller vardır.
Münâfıklar müslüman olduklarını ilân etmeleri sebebiyle zâhirde müslüman kabul ediliyorlardı. Müslümanların sahip oldukları bütün haklardan istisna olmaksızın istifade ediyorlardı, cemaatle kılınan bütün namazlara, askeri seferlere katıldıkları gibi, ganimetlerden de eşit şekilde paylarını alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm onların yıkıcı faaliyetleriyle ilgili bir şikayet olunca, veya ters icraatlarına bizzat şahid olunca gereken tahkikatı yapıyor, sorguya çekiyordu. Suçlarını bazen itiraf ediyorlar, çoğu zaman ise inkâr ediyorlardı. Gerek şahsi tahkikatı, gerekse vahiy yoluyla haklarında verilen bilgi sonunda, sabit olan suçlarından dolayı onları cezalandırmaktan ziyade tevbe etmeye, af dilemeye dâvet ediyordu.
Tebük seferine çıkarken sefere katılmayıp Medine'de kalma hususunda özür beyan eden seksen kadar münafığın özürünü kabul etmekle beraber, aynı şekilde özür beyan eden bir grubun özürünü reddetti. Aynı şekilde seferden döndükten sonra, sefere katılmayan münafıklardan af dileyenleri affettiği halde, aynı suçtan dolayı af dileyen üç samimi müslümanı cezalandırdı.
Ceza o kadar ağırdı ki, Âyet-i kerime'de beyan buyurulduğu üzere, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. (Tevbe: 118)
•
Haklarında uygulanan bu müsamaha karşısında münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm'ı saflıkla vasıflandırarak alaya almaya başladılar.
Bir defasında bir yerde toplanan münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm hakkında ileri geri konuşmuşlar, şânına lâyık olmayan şeylerle anmaya başlamışlardı. İçlerinden bazıları: "Onun hakkında böyle dedikodu yapmayınız. Korkarım ki kulağına gider, o zaman da bizim için iyi olmaz!" dediler. Cülâs bin Süveyd: "Biz istediğimizi söyleriz, sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr ederiz. Üstüne bir de yemin bastırdık mı, bizim doğru söylediğimize hemen inanır. O her duyduğuna inanan bir kulaktır." diye konuştu.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Onların içinde öyleleri vardır ki Peygamber'i incitirler." (Tevbe: 61)
Onun mübarek kalb-i rahimini rencide etmekten geri durmazlar.
"O her söyleneni dinleyen bir kulaktır derler." (Tevbe: 61)
Herkesi dinler, işittiği her haberi doğrular, herkesin sözüne inanır.
"Resul'üm! De ki: O sizin için bir hayır kulağıdır." (Tevbe: 61)
Evet bir kulaktır, fakat sizin zannettiğiniz gibi değil. O başka bir şey dinlemez, işitilmesi ve kabul edilmesi gereken şeyleri işitir.
O öyle bir peygamberdir ki;
"Allah'a inanır, müminlere inanır." (Tevbe: 61)
Allah-u Teâlâ'nın azametini, yüceliğini bildiği için iman eder, buyurduğu hususlarda tasdik eder. İhlâs ve samimiyetlerini bildiği için müminlerin söylediklerini dinler, haber verdikleri hususlarda onları tasdik eder. Çünkü onun nazarında müminler doğru sözlüdürler, yalan söylemezler.
Ve o şânı yüce Peygamber:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." (Tevbe: 61)
Çünkü Allah-u Teâlâ onun vasıtasıyla küfürden kurtarıp imanı nasip etmiştir.
"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da, âhirette de belâlarını bulacak, ebedî azaba düçar olacaklardır.
•
Bütün müsamahaya rağmen Resulullah Aleyhisselâm münâfıklara karşı ihtiyatı elden bırakmamıştır.
Onun bu tedbiri sayesinde hile ve desiseleri ortaya çıkacak diye devamlı bir korku içinde idiler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir surenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler." (Tevbe: 64)
Hem nifaka devam ediyorlar, hem de gizli plânlarını Kuran-ı kerim'de teşhir edecek bir surenin inmesinden endişe edip duruyorlardı.
"Resul'üm! De ki: Siz alay edip durun. Şüphesiz ki Allah o çekinip durduğunuz şeyi açığa çıkaracaktır." (Tevbe: 64)
Nitekim açığa çıkarmış, kalplerinde sakladıkları nifakı ve şikakı teşhir etmiştir.
•
Resulullah Aleyhisselâm neticede münâfıklara karşı takip ettiği metot sayesinde vahdeti korudu, teşkilâtlanmalarına mâni oldu.
Abdullah bin Ubeyy ölünce nifak kaynağı kurudu, etrafında toplandıkları bu baş münâfığın ölümü ile münâfıklar da dağıldılar.
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz." (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn Sûre-i şerif'ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
Tevbe Sûre-i şerif'inin büyük bir kısmı onlardan bahseden Âyet-i kerime'leri ihtiva eder. Münafıkların ayıplarını ve gizli plânlarını ortaya çıkarır ve o münafıklardan rezil etmedik hiçbirini bırakmaz.
Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:
"Onların malları da çocukları da seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla dünya hayatında onların azaplarını artırmayı ve canlarının kâfirler olarak güçlükle çıkmasını istiyor.
Sizden olmadıkları halde, sizden olduklarına yemin ederler. Oysa onlar korkak bir topluluktur.
Eğer onlar sığınılacak bir yer, yahut mağaralar, ya da bir delik bulsalardı, hemen oraya doğru yönelip koşarlardı.
Bazıları da sadakalar hususunda seni kınarlar. Eğer onlardan kendilerine verilse hoşlanırlar, verilmezse hemen kızarlar.
Keşke onlar Allah'ın ve Peygamber'inin kendilerine verdiğine râzı olsalardı da: "Allah bize yeter. Yakında Allah bize lütfundan verir, Resul'ü de. Biz sadece Allah'a rağbet edip gönül bağlayanlardanız." demiş olsalardı!" (Tevbe: 55-59)
•
Münafıklar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında ileri geri konuşurlar, daha sonra müminlere gelip özür dilerlerdi. İman ettiklerini söyleyip, kendilerinin hoş karşılanmasını isterlerdi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Tevbe Sûre-i şerif'inin 62. Âyet-i kerime'sinde ve mütebaki Âyet-i kerime'lerde Allah ve Resul'üne karşı gelen münafıklar hakkında şöyle beyan buyurdu:
"Münafıklar, sizi memnun etmek için Allah'a yemin ederler. Eğer iman etmiş iseler, Allah'ı ve Peygamber'i memnun etmeleri daha uygundur.
Bilmiyorlar mı ki, Allah'a ve Resul'üne karşı koyan bir kimseye elbette içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu en büyük rüsvaylıktır.
Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar. De ki: "Siz alay edin bakalım! Allah çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır."
Eğer onlara soracak olursan: "Biz sadece lâfa dalmış şakalaşıyorduk." derler. De ki: "Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun Peygamber'i ile mi alay ediyorsunuz?"
Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile, suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz.
Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. Münafıklar fâsıkların tâ kendileridir.
Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.
Siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse, siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce (batağa) dalanlar gibi (batağa) daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır.
Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd, Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olmuş şehirlerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık deliller (mucizeler) getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcıları)dırlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Azîz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedî kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vâdetmiştir. Allah'ın hoşnud olması ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.
Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!
Onlar, kötü bir şey söylemediklerine dâir Allah'a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm'dan sonra küfre saptılar. Ve o başaramadıkları cinayeti tasarladılar. Halbuki intikam almaya yeltenmeleri için Allah'ın ve Resul'ünün onları lütfundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Şayet yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek bir kimse de bulunmaz." (Tevbe: 62-74)
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz." (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif'ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
"Münafıklar sana geldikleri zaman: "Senin Allah'ın elçisi olduğuna şâhitlik ederiz." derler. Allah, senin gerçekten O'nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, münafıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor.
Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah'ın yoluna engel oldular. Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.
Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.
Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikun: 1-4)
Âyet-i kerime'lerde Kelâmullah'ı işitmekle beraber onlardan faydalanmaktan yüz çeviren, sağır kesilmiş gibi tavır takınan, din-i ilâhî ile alay etmek küstahlığında bulunan ve bu yüzden pek büyük bir felâkete kendisini atan münafıkların vasıfları ve âkıbetleri beyan buyurulmaktadır:
"İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için boş lafı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır." (Lokman: 6)
Kendilerini müslüman gibi gösteren münafıklar saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin sonunu sezdirmeden dini bozmak, insanları Allah yolundan alıkoymak için böyle bir değişmeye girişirler.
Ellerinde hiçbir delil olmadığı halde kupkuru bir laf yığını ile insanları hidayet yolundan saptırmak, Allah-u Teâlâ'nın dosdoğru dininden uzaklaştırmak ve bu yüce Kitab'ın âyetleriyle alay etmek için böyle yaparlar. Hem kendilerini, hem de başkalarını bu boş sözlerle saptırarak ve sapıtarak hayatlarını tüketir giderler. Allah-u Teâlâ'nın dinini alaya almak, O'nun âyetlerini hafife almak ve inkâr etmek kadar büyük dalâlet olamaz.
Nasıl ki onlar Allah'ın ayetlerini ve yolunu hafife almış küçük görmüşlerse, aynı şekilde onlar da ahirette devamlı azaplarla alçaltılacaklardır.
"Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık varmış da işitmiyormuş gibi büyüklük taslayarak sırt çevirir." (Lokman: 7)
Onlara iltifat etmez, sağır olmadığı halde duymamış gibi davranır, bu âyetleri işitmekten rahatsız olur. Kendi vehim ve zannı ile karşı çıkar, hükmünü kaldırmaya çalışır.
"Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver." (Lokman: 7)
Âyet-i kerime'de en şiddetli azabı müjdelemek suretiyle onunla alay edilmektedir.
"O bizim âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman, onlarla alay eder, işte öyleleri için alçaltıcı bir azap vardır." (Câsiye: 9)
Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini küçümseyip kendi zannını hüküm yerine koyan kimselerin azabı hiç şüphesiz ki çok ağırdır. Kelâmullah'tan yüz çevirerek onlarla alay eden kimselerin iman etmeyen kimseler olduklarına delildir.
•
Asr-ı saâdet gibi ulvî bir asırda yaşadıkları halde iman kalplerine nüfuz etmeyen münafıklar Resulullah Aleyhisselâm'ın meclisine gelirler, sözlerini dinlerler, fakat iman ile itina ile dinlemedikleri için iyi bellemez, hafife alır, alay ederlerdi.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! Onlardan seni dinlemeye gelenler de var. Fakat senin yanından çıkınca, kendilerine ilim verilen kimselere (alay yoluyla) 'O demin ne demişti?' derler." (Muhammed: 16)
Resulullah Aleyhisselâm'ın meclisine tesadüfen bile gelip kulaklarını mecburen ona çevirmiş bile olsalar gönülden ilgi duymuyorlardı, çünkü Resulullah Aleyhisselâm'ın tebliğ etmiş olduğu ilâhî emirler onların nefsanî arzularına uymuyordu.
"İşte böyle. Çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır. Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 9)
Bunun içindir ki hak sözleri ve uyarıları kabul etmezler, takip ettikleri bâtıl yoldan geri dönmezler.
Aradan asırlar geçmiş, durum hiç değişmemiştir. Her asırda olduğu gibi günümüzdeki münafıkların durumları da aynıdır. Kur'an-ı kerim'in mucizelerinden birisi de her asra hitap etmesidir.
Münafıkların işittikleri halde "O demin ne demişti?" diye sordukları o ulvî hakikatler, hidayete erenlerin hidayetini daha da artırır. Nasipsizlerin ikrahla terkettikleri o meclisten, nasipli olanlar ilim ve irfanlarını artırmış olarak ayrılırlar.
Mütebâki Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir."(Muhammed: 17)
O sayede onlar gereken hazırlığı yapmakta; Cenâb-ı Hakk'a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olmak için çalışmaktadırlar.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"İman edip de sâlih ameller işleyenlere Naîm cennetleri vardır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. O, Azîz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: 8-9)
Münafıkların uyarılmasından sonra bu Âyet-i kerime'ler, müminleri müjdelemek için gelmektedir.
•
Hazret-i Allah'ın dini ile, O'nun yüce Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm ile alay eden münafıkların, müminlerle de alay ettikleri Âyet-i kerime'de haber verilmektedir:
"Sadaka vermek hususunda gönülden davranan müminleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir." (Tevbe: 79)
Onların bu şekildeki alaylarının cezasını verir.
"Onlar için acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 79)
Münafıklar kâfirlerin en murdarı, en habisi oldukları için ebedî ikametgâhları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 145)
Çünkü onlar İslâmiyet'i karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde gazâb-ı ilâhi'ye uğramış kimselere karşı gösterilecek bir dostluğun kötü neticelerini ihtar etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Şu halde onları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.
"Kalplerinde hastalık bulunanların:'Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün." (Mâide: 52)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın bu din-i mübin'in sahibi olduğunu, dilediği zaman onu yücelteceğini ve koruyacağını hesaba almazlar, aksine otoritenin başkalarının eline geçmesi ihtimalini düşünürler ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceğini ümit ederler. Bununla güya darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyormuş gibi görünmek isterler.
"İman edenler:'Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?' derler.
Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır." (Mâide: 53)
Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.
İyi bilinmelidir ki Hakk her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.
Allah-u Teâlâ'nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle haber verilmektedir:
"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?" (Mücadele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücadele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
"Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücadele: 14)
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
"Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mücadele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular." (Mücadele: 16)
"Biz de müslümanız!" diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm'ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
"Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücadele: 16)
Allah'ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde imandan yüz çevirenlerin, kendi zulümleri yüzünden cehenneme ebedî olarak kalmak üzere atılacaklarını ve azaplarının hiçbir zaman kesilmeyeceğini beyan buyurmaktadır:
"Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Kendilerinden (azap) hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizdirler.
Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlim idiler." (Zuhruf: 74-75-76)
Hiçbir şekilde kurtuluşlarının mümkün olmayacağı kendilerine bildirildiği halde, yine de cehennem muhafızı Mâlik'i aracı yaparak azaplardan kurtulma yolunu denemek isterler.
"'Ey cehennem muhafızı! Rabb'in hiç değilse canımızı alsın, bizim işimizi bitirsin!' diye feryat ederler." (Zuhruf: 77)
Mâlik ise, kendileri için hiçbir surette kurtuluş imkânı olmadığını, cehennemde ebedî olarak kalacaklarını ve azaplarının aralıksız devam edeceğini onlara haber verir:
"Siz böyle kalacaksınız!" der. (Zuhruf: 77)
Daha sonra bu bedbahtlıklarının sebebi olan Hakk ve hakikate muhalefetlerini, gerçekler kendilerine defalarca hatırlatıldığı halde yüz çevirerek inatlaştıklarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyordunuz." (Zuhruf: 78)
Allah'ın dininden, O'nun ilâhî hükümlerinden tiksiniyordunuz. Alabildiğine bâtılı savunuyor, bir türlü Hakk'a yönelmiyordunuz. Hakk taraftarlarına buğz ediyor, onları engellemeye çalışıyordunuz. Artık bundan sonra aslâ kurtuluş yoktur.
Bâtıla uyanlar her ne kadar Hakk'ın meydana çıkmasını engellemeye çalışıyorlarsa da, Allah-u Teâlâ onların bu çalışmalarını boşa çıkaracak, vebalini de başlarına geçirecektir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Yoksa onlar bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız." (Zuhruf: 79)
Ne dilersek yaparız, onların hilelerini başlarına geçirmeye muktediriz.
"Daha önce inkâr edip de, yaptıklarının cezâsını tadanların haberi size gelmedi mi? Onlar için elem verici bir azap da vardır." (Teğâbün: 5)
Bunlar size haber verilmişken, sizler niçin ibret almayıp küfürde ısrar ediyorunuz?
"Azabımız kendilerine geldiğinde onların çağırışları:'Biz gerçekten zâlim kişilermişiz!' demelerinden başka bir şey olmadı." (A'raf: 5)
Dâvâlarındaki haksızlığı ve zulümlerini anladılar, küfürlerini ve haksızlıklarını itiraf ettiler, fakat iş işten geçmiş, azap gelmiş çatmış bulundu.
"Sonra o zâlimlere:'Ebedî azabı tadın! Kazanmakta olduğunuz şeylerden başkası ile mi cezalandırılacaksınız?' denilir." (Yunus: 52)
İşte sapıklığın sonucu böyle acı bir felâketten ibarettir.
"Allah'ı, zâlimlerin yaptıklarından sakın habersiz sanma! O zâlimleri öyle bir güne erteler ki, o gün gözleri şaşkınlıktan bakakalır." (İbrahim: 42)
Ümitsizlik ve endişelerinden ne yapacaklarını bilemezler, şaşkınlık ve perişanlıklarından dolayı kaçacak delik ararlar.
"İşte onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur. Yaptıkları boşa gitmiştir. İşleri de bâtıl olmuştur." (Hud: 16)
Çünkü zaten dünya hayatı fânidir, onu tutmak için ne yapılsa boştur. Ecel gelince hepsini siler süpürür. Allah için yapılmayan her iş bâtıldır, faydasızdır.
"Onlar için dünya hayatında azap vardır, ahiret azabı ise elbette daha şiddetlidir. Onları Allah'a karşı koruyacak kimse de yoktur." (Ra'd: 34)
Tutulacakları dünyevî ve uhrevî azaplardan onları hiç kimse kurtaramaz. Hakk ve hakikattan kopmanın cezâsı işte bu kadar ağırdır!
•
Allah-u Teâlâ Hakk yoldan sapan, çoklukları ile böbürlenip övünen, kuruntular peşinde koşan kimselerin ileride gerçeği bileceklerini haber vermektedir:
"Hayır! Eğer ilmel-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! Andolsun ki cehennemi mutlaka göreceksiniz. Andolsun ki yine onu aynel-yakîn (bizzat baş gözü) ile göreceksiniz!" (Tekâsür: 5-6-7)
Ölüm gelip kabre girdiklerinde, gaflet içinde ne kadar kör ve sağır olarak yaşadıklarını anlayacaklardır.
"Şüphesiz ki Rabb'inin yakalaması çok şiddetlidir." (Bürûc: 12)
Zâlim ve zorbalar için bu öyle çetin bir intikamdır ki, tasavvur etmek imkânsızdır.
"Onun ardından da cehennem var." (İbrahim: 16)
Ahiret gününde de ateşe atılacaklardır.
"Şüphesiz ki Rabb'in cezayı çabuk verendir ve O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (A'raf: 167)
O'nun azabı, O'nun dilemesi ile hemen geliverir. Yaptıklarının iğrenç olduğunu itiraf ederek tevbe edenlere af ve mağfireti sınırsızdır.
•
Bu ve bunun gibilerin durumu budur. Bunu böyle bilin. Allah'a ve Resul'üne sarılın. Nefislere uymayın, şeytanın yolunda olanların yolundan gitmeyin. Sonraki nedamet hiç fayda vermez.
"Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!" (Tâhâ: 47)