Bu münasebetle nâzil olan Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruldu:
"Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: 'Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!' dediklerinde, bu söz onların imanını arttırdı ve üstelik 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!' dediler." (Âl-i imrân: 173)
Allah-u Teâlâ aynı gün müşriklerin üzerine korkuyu saldı, tekrar hücum ederek müslümanların kökünü kazımayı düşünüyorken kaçmaya koyuldular. Böylelikle Allah-u Teâlâ müminleri onların kötülüklerinden muhafaza buyurdu.
"Sonra da kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri döndüler. Böylece Allah'ın rızâsına uymuş oldular.
Allah büyük kerem sahibidir." (Âl-i imrân: 174)
O bir avuç mücahidin kalplerine metanet verdi, onları cihad meydanlarına atılmaya, düşmanlarına karşı celâdet göstermeye muvaffak buyurdu.
"O şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. O halde mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun." (Âl-i imrân: 175)
Şeytan kendi dostlarıyla müminleri korkutmaya çalışır. Kulun Allah korkusunu üstün tutması imanının bir gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm insanların iman etmelerine son derece haris olduğundan, iman eden kimselerin küfre kayması şöyle dursun, kâfirlerin küfrüne dahi üzülürdü:
"Küfürde yarışanlar seni üzmesin! Şüphesiz ki onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler.
Allah onlara âhirette hiçbir nasip vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır." (Âl-i imrân: 176)
Allah-u Teâlâ'nın ahiret mükâfâtından ve cennetinden mahrum olmakla birlikte onlar için büyük bir azap dahi vardır.
"İman karşılığında küfrü satın alanlar, şüphesiz ki Allah'a hiçbir zarar veremezler.
Onlar için elem verici bir azap vardır." (Âl-i imrân: 177)
İmanla küfrü değiştiren, imanını verip küfrü satın alanlar, küfürde birbirleriyle yarışanlar, bu küfürleri yüzünden hiçbir şekilde Allah-u Teâlâ'ya herhangi bir zarar veremezler, bu mümkün değildir. Allah-u Teâlâ onların imanına muhtaç olmadığı gibi, bu küfür ve isyanın zararları kendilerine aittir.
"Kâfirler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar." (Âl-i imrân: 178)
Azaplarını ertelemek, ömürlerini uzatmak, genişlik bolluk vermek, darlığa düşürmemek... gibi mühletler, şeref ve üstünlüğün bir alâmeti değildir. Aksine o bir istidraçtır.
"Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âl-i imrân: 178)
Arkasından azabın ve zilletin geleceği bir mühlet, elbette ki o mühlet verilen kimse için hayırlı değildir.
Allah-u Teâlâ kâfirlere mühlet verdiği gibi, müminleri de imtihan eder.
Bu bakımdan şöyle buyurmuştur:
"Allah müminleri, içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir." (Âl-i imrân: 179)
Öyle sebepler tertip edecektir ki:
"Nihayet murdarı temizden ayıracaktır." (Âl-i imrân: 179)
Nitekim Uhud'da böyle yapmış, orada iman ehli ile nifak ehli ortaya çıkmış, sabırlı müminle fâsık münâfık birbirinden ayrılmıştır.
Bu ayırımı yapmak için:
"Allah sizi gaybden haberdâr edecek değildir." (Âl-i imrân: 179)
Ki, münâfıklar ile münâfık olmayanları Allah-u Teâlâ size bildirmedikçe siz bilemezsiniz.
"Fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçer." (Âl-i imrân: 179)
Onları gaybdan haberdar eder, onlara bildirmesiyle bilirler, yoksa kendiliğinden bilemezler.
İşte Hâtemü'l-mürselîn olan Muhammed Aleyhisselâm'a da nice nice gaybları bildirmiş, birçok esrâra muttali kılmıştır.
Şu halde:
"Allah'a ve peygamberlerine inanın. Eğer inanır ve takvâ sahibi olursanız size çok büyük bir mükâfat vardır." (Âl-i imrân: 179)
Allah'a ve peygamberlerine iman etmenin mükâfatı o kadar büyüktür ki, ne kadar takdirlere lâyık olduğunu ancak Allah-u Teâlâ bilir.
•
Resulullah Aleyhisselâm Hamrâü'l-Esed'de üç gün kaldıktan sonra Medine'ye döndü.
•
Enes bin Fedâle -radiyallahu anh- Uhud'da şehit düşmüş, yetim kalan oğlu Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna getirildiğinde, satılmamak ve hibe edilmemek kaydıyla Resulullah Aleyhisselâm ona bir hurmalık bağışlamıştır.
Uhud savaşı ile ilgili olarak Kur'an-ı kerim'de müslümanların tasavvurlarını düzeltmek, nefislerini terbiye etmek ve iyice tecrübe kazandırmak için;
Bazen teselli ederek,
Bazen kınayarak,
Bazen hükümler koyarak,
Bazen misaller vererek Âyet-i kerime'ler nâzil olmuştur.
Uhud'da başagelen bu musibet üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"(Bedir'de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğimiz bir musibet, (Uhud'da) kendi başınıza gelince: 'Bu nasıl oluyor?' dersiniz." (Âl-i imrân: 165)
Bedir savaşında düşman yetmiş ölü ve yetmiş esir vermişti. Uhud'da da müslümanlar hiçbir esir vermeyerek yetmiş kadar şehit verdiler. Bu duruma göre müslümanların Uhud'daki kaybı, müşriklerin Bedir'deki kayıplarının yarısı kadardı. Ayrıca müslümanlar müşrikleri bir Bedir'de bir de Uhud'un başlangıcında olmak üzere iki kere bozguna uğratmışlar, müslümanlar ise bir kere bozulmuşlardı.
Buna rağmen Uhud musibeti müslümanların fazlaca üzüntü ve hayretini gerektirmiş ve bunu büyülterek: "Bu nereden?" diye bir endişeye kapılmışlardı. Münâfıklar hiç durmadan: "Muhammed, peygamber olsaydı bu musibetler olur muydu?" gibi şüpheler ortaya atmaya çalışıyorlar, müslümanların fikirlerini bozmaya çalışıyorlardı.
"Resul'üm! De ki: O musibet kendi tarafınızdandır." (Âl-i imrân: 165)
Asıl sebebi sizlersiniz. Resulullah'ın emrine karşı geldiniz. Onun gösterdiği yerde sebat etmediniz, ganimet sevdasına düştünüz.
"Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir." (Âl-i imrân: 165)
Dilediğini yapar, dilediği hükmü koyar. Yardım etmeye de yardımsız bırakmaya da kâdirdir. Yolunda bulunanlara muvaffakiyet ihsan buyurduğu gibi, yoldan çıkanları sefil de edebilir. Hatta gizli hikmetlerinden dolayı lütfunu kahr, kahrını lütuf şeklinde gösterebilir.
Bu gizli hikmetleri ancak O bilir. Zira dünyayı bir imtihan yeri, ahireti ise hesap günü olarak yaratmıştır.
Galip O'dur, O hükmünde hikmet sahibidir.
•
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Ey müminler! Gevşemeyin, üzülmeyin. Gerçekten inanıyorsanız, mutlaka en üstünsünüzdür." (Âl-i imrân: 139)
Bu, sonuçta üstünlüğün, zafer ve galibiyetin müminlerin olacağının müjdesidir.
"Eğer size (Uhud'da) bir yara dokundu ise o kâfirler topluluğuna da (Bedir'de) benzeri bir yara dokunmuştu." (Âl-i imrân: 140)
Sizden kiminiz yaralanmış, kiminiz öldürülmüş ve sıkıntılar çekmiş olsanız bile, siz de bundan önce Bedir'de onlara zarar vermiştiniz. Fakat bu durum onların azimlerini kırmamış, size tekrar savaş açmışlardı. O halde gevşememek, üzülmemek sizin için öncelikle gereklidir.
"Biz o sevinçli ve kederli günleri insanlar arasında bazen lehe bazen aleyhe döndürür dururuz." (Âl-i imrân: 140)
Bu Allah-u Teâlâ'nın hükmüdür. Milletler ve devletler arasında galibiyet ve mağlubiyet nöbetle devam eder. Kimi zaman müminler üstün gelir, kimi zaman da kâfirler. Netice ise müminlerin olur.
Allah-u Teâlâ'nın bu günleri bazen lehe, bazen aleyhe döndürüp durmasında, bilinen veya bilinmeyen birçok gizli hikmetler vardır.
İşte bu hikmetlerden birisi de şudur:
"Bu da Allah'ın, ihlâslı ve azimli müminleri ayırdetmesi, içinizden ŞEHİDLER EDİNMESİ, müminleri tertemiz yapıp arıtması ve kâfirleri mahvetmesi içindir.
Allah zâlimleri sevmez." (Âl-i imrân: 140-141)
Günlerin bu şekilde döndürülmesiyle canlarını fedâ eden faziletli kimselerin fazileti ve her şeye rağmen sırat-ı müstakim üzerinde yürüyüp istikametten ayrılmayanların üstünlüğü ortaya çıkmış olmaktadır.
İmtihan edilip de temize çıkarılmadan, Allah yolunda cihad edenler ve bu hususta sabır gösterenler belirtilmeden cennete girilemeyeceği beyan buyurulmaktadır.
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyordunuz?" (Âl-i imrân: 142)
Âyet-i kerime'de cihadsız ve sabırsız, imtihan edilmeden ve Allah-u Teâlâ'nın kendi yolunda cihad edenleri, düşmanlarına karşı direnmekte sabır gösterenleri belirtmeden cennete girebileceğini sanan kimselerin bu düşünceleri reddedilmektedir.