Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri onun hakkında;
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir."
buyuruyor. (Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye)
Cenâb-ı Hakk yürütecek onu. Ona muvakkaten bir ölüm var. Cenâb-ı Hakk onu dilediği şekilde kullanacak, kullanıyor. Evet ceset bir anda toprağa girmiştir amma Cenâb-ı Hakk ona dilediği şekilde tasarruf eder. Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta;
"Her iki âleme de iştirak etme ve ikisinden herhangi birine hükmetme yetkisi ona verilmiştir." buyuruyorlar.
Hazret-i Mehdi'nin ruhâni yardımcısı olacağını da İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri haber vermişlerdir.
"Beklenen Muhammed Mehdi dahi muhtaçtır ve onun vech-i arzda müddet-i bekâsı vüzerâsı adedincedir (yeryüzünde kalma süresi vezirlerinin sayısı kadardır). Velâkin vüzerâsında ihtilâf ettiler. Râcih olan vüzerâsı (üstün olan görüşe göre vezirleri) dokuz olup, yedisi cismânî ve ikisi rûhânî olmaktır. Cismânîden murad Ashâb-ı Kehf ve rûhãhîden maksud (kastedilen) ise rûhãnîyyet-i Murtaza -kerremallahu veçhe-dir ve rûhâniyet-i Hatm-i Evliyâ'dır." (Tuhfe-i Aliyye)
Ölüm; bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek ebedî hayatın başlangıç noktasıdır.
Her doğan ölür, her gelen gider. Başı olanın mutlaka sonu da olacaktır. Dünyaya gelen mutlaka ölecektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 185)
Ölüm; Hazret-i Allah'ın koyduğu, dünya hayatının değişmez kanunudur, ayrılmaz bir parçasıdır, mühim olan ona hazırlıkla meşgul olmaktır.
Çünkü ahiret hayatı bâkidir, orada ölüm yok. Ya mükâfat, ya mücazat...
Allah-u Teâlâ'nın bütün yarattıklarının misali; farz-ı muhal ki bir denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş ve fakat tutulduğunu da bilmiyor, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, hiç de bu çırpınmanın faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkûm.
Ve fakat Allah-u Teâlâ'nın feyz ve rahmet deryası vardır, o derya uçsuz bucaksızdır ve sonsuzdur. O deryadan da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in deryasına gelir. Bu derya, feyz ve hayat suyudur.
Allah-u Teâlâ o ağın içinden alıp, Resulullah Aleyhisselâm'ın hayat suyu olan feyiz deryasına kimi koyarsa, onun için ölüm yoktur.
Binaenaleyh; onlar Allah ile olanlar, Allah-u Teâlâ'ya dönenlerdir. Allah-u Teâlâ'yı tercih edenler de bunlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefat ettiklerinde, Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz; "Ey insanlar! Kim ki Muhammed Aleyhisselâm'a tapıyorsa bilsin ki o vefat etmiştir. Her kim ki Allah'a tapıyorsa, bilsin ki Allah daim ve bâkidir, asla ölmez..." buyurdu ve Kur'an-ı kerim'den şu Âyet-i kerime'leri okuyarak sözlerini bitirdi:
"Resul'üm! Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer: 30)
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz topuklarınız üzerine geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış olamaz. Allah şükür ve sebat edenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i imrân: 144)
O insan hayatının her safhası için, her sınıftan insan için, imanda, ibadette, ahlâkta müstesna bir numunedir. Hayatı Kur'an-ı kerim'in canlı bir tatbiki ve tefsiriydi. Onun ahlâkı Kur'an'dı.
Onun vekili de öyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." buyuruyorlar. (Buhârî)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri vasiyetlerinde: "Her doğan ölür, her gelen gider, her yeni eskir. Dünya bir sahnedir, bugün benim yarın senin. Biz âhirete gittiğimizde üzülmeyin, ölümün mahlûku Hâlık'ına ulaştıran en güzel bir vasıta olduğunu düşünün!" buyurmuşlardı.
Resulullah Aleyhisselâm'ı kimi insanlar işitir, kimisi bilir, kimisi de bulur. Nasibi olan işitir, işitmesini derinleştiren bilir, kimisi de onu bulur. Nerede bulur? Muhabbetiyle gönlünde bulur. Amma bulanlar çok nadirdir.
Resulullah Aleyhisselâm hakkında ise;
"Hazret-i Allah'ı aradım, hiçlik içinde buldum.
Resulullah'ı aradım, Allah-u Teâlâ'nın nûrunun içinde buldum." buyurmuşlardı.
O herhangi bir beşer gibi değildir. O nur olduğu için; rûhâniyeti ve nûrâniyeti her zaman aramızdadır. Onun rûhâniyeti âlemleri ihata etmiştir. Bu, bâtının da bâtını bir mânâdır.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime'sinden, o Nur'un kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. "Aramızda" olan onun rûhâniyeti ve nûrâniyetidir. O diri biz ölü...
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
Şüphesiz ki bu Âyet-i kerime'lerde sizin anlayamadığınız birçok mânâlar vardır. Fakat ehli olanlar bunu hem biliyor, hem görüyor, onun tasarrufunu da âşikâr olarak görüyor. Bütün bu gizli mânâlara âşina olanlar vardır.
O "Sirâc-ı münîr"in vekili olan Mürşid-i kâmil'ler de o nuru taşıdıkları için, hem Nur'u bilirler, hem de o nur sayesinde esrâr-ı İlâhî'yi çözerler.
Kudsî ruh ile desteklendikleri için birçok şeylere vâkıftırlar. Çünkü onların muallimi Allah-u Teâlâ'dır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde;
"Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir" buyurdular.
Niçin?
Bu zâtlar cemiyetlere manen yön verirler, manevi kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi müslümanların umumi meselelerinde yardımcı ve tasarruf sahibidirler.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül)
Yani onlar Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhiye'si, tecelliyât-ı ilâhiye'si oluyor.
Bu da Cenâb-ı Hakk'ın emri ile izniyle olur.
Onlar o kimselerdir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm'da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz." (Deylemî)
Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığında verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.
Bunlar İnsan-ı kâmil olanlardır. Hazret-i Allah'ın huzur-u ilâhîsine kabul ettiği kimselerdir.
"Onlar sıdk makâmında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Zât-ı âlileri her fâni gibi dâr-ı bekâ'ya irtihal eylediler, ancak şunu çok iyi biliyoruz ki; ruhâniyetleri aramızda... Zira Allah-u Teâlâ'nın büyük ihsan ve ikramlarda bulunduğu, vazifedar kıldığı bu Zât-ı âli'nin tasarrufları, mücadelesi vefatlarından sonra da devam ediyor. Bizim halihazırda her an müşahede ettiğimiz bu durumu birçok Evliyâullah Hazerâtı da asırlar öncesinden eserlerinde ifşa ediyorlar.
Binaenaleyh bu vesile ile; bu büyük Zât-ı âli'nin ölüm ve ahiret hayatının üstünlük ve güzelliğine dair beyanlarını, vazifesinin ve tasarruflarının vefatından sonra da devam ettiğine dair hakikatleri arzetmeye çalışacağız.
"Orası o kadar güzel ki, tarifi mümkün değil..."
"Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin, severek gidin. Orada yabancılık çekilmiyor." buyururlardı.
Bu esenlik ve mükâfat yurduna olan iştiyaklarını her vesile ile beyan ederlerdi.
"Gönlüm ahirete akıyor amma O murat ettiğini yapar."
"Ölüm ne güzeldir! Mahlûkunu Halik'ına kavuşturan en güzel bir vasıtadır."
"Ölüm bizim için çok tatlı bir şeydir. Siz kaçarsınız ama biz koşarız."
"İtimat edin, hayat ölümden sonra başlar. Ölüm bir terhistir."
"Ben Rabb'ime misafireten gideceğim."
"Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum. Bu sözüme itimat edin, ölmeyi istiyorum, hatta diyorum ki; beni aldıkları zaman üzülmeyin, ben huzur-u ilâhi'ye, ziyafet-i ilâhiye'ye gidiyorum, müsterih olun!.." buyurmuşlardı.
Peygamberler ve veliler öldükten sonra da Hazret-i Allah'ın ihsan ettiği kadar dünyada dolaşırlar. Çünkü onlar dünyaya bağlı kalmadıkları için Allah-u Teâlâ da onları ahirete bağlamamıştır. Gelirler, giderler...
Bâyezid-i Bestâmî Hazretleri'nin âli derecelere yükselmesine vesile olan Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri'dir. Zaman-ı saâdetlerine yetişememekle birlikte, oğlu İmâm-ı Ali Rıza -radiyallahu anh- Hazretleri'nin sohbetinden istifade etmiş ve onun âliyelerinden "Üveysi" tabir edilen yol ile terbiye görmüş ve kudsî emaneti ondan almıştır.
•
Has oda esrarının hazinesi ve mânevî nesep zincirinin yedinci altın halkası olan Ebu'l Hasan Harkânî -kuddise sırruh- Hazretleri'de; zaman-ı saadetlerine yetişememekle beraber, Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ruhâniyet-i âliyelerinden "Üveysî" tabir edilen yol ile terbiye görerek kemâle ermiş ve kudsî emaneti ruhanî yoldan almıştır.
On iki sene Harkan'dan Bestâm'a Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kabr-i şeriflerini ziyarete gidip geldi. Bu uzun mesafeyi yürüyerek kateder, bu esnada hatim indirir ve ayrılırken yönü hep türbe-i saadetlerine müteveccih olur, dönerken arkasını o cihete vermemeye azami dikkat gösterirdi.
Dergâhta Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin izini devam ettiren müridleri ile görüşür, üstadın sözlerini ve menkıbelerini dinler, bilgisini ve irfanını artırırdı.
Her ziyaretinde kemâl-i teeddüble ayak üzerinde durur, vecd ve istiğrak haline bürünürdü. Müteakiben Fâtiha ve İhlâs-ı şerif'leri okur sonra da şöyle duâ ederdi:
"Yâ Rabb'i! Bayezid'e ihsan ettiğin hikmetten ve giydirdiğin mârifet elbisesinden, izzet ve celâlin hakkı için Ebu'l-Hasan kuluna da ihsan eyle!.."
Bu on iki sene zarfında feyiz ve teveccühlerine mazhar oldu, âli makamlara yükseldi. Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin mânevî işareti ile irşada mezun, Tarikât-ı âliye'nin neşrine memur kılındı.
•
Silsile-i sâdât'ın onuncu halkası olan Abdülhalik Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri zamanında hafî zikre önem veren "Hâcegân yolu"nda, Mahmud Fağnevî -kuddise sırruh- Hazretleri cehrî zikri hafî ile birleştirdi. Muhammed Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri "Zikr-i hafî"ye meyilleri sebebiyle bir bakıma, kendisinden yaklaşık bir asır önce yaşamış olan Abdülhalik Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne ruhâni olarak intisap etti, üveysi müridi oldu.
Şöyle ki;
Bir gün Buhara'da mezarları dolaşırken, yakın zamanda vefat eden Muhammed Baba Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne kadar ulaşan Pirân-ı izâm -kaddesallahu esrarahüm- Hazeratı'nı mânâ âleminde müşahede etti. Bu sırada Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri kendisine dinin emir ve yasaklarına uymasını, ruhsatlara ilgi göstermemesini, azimetlere sadık kalmasını, Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb'ının yolundan gitmesini tavsiye etmiştir.
"Oğlum Bahaüddin! Hazret-i Allah'ı zikirden gafil olma. Mahlûkata halis niyet ile karşılıksız hizmet et. Hakk'a giden yol hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy. Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerinde istikamet üzere ol.
Daima azimetle amel et. Sünnet'e ittiba et. Ruhsatları bırak, bidatlerden kaç. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler senden hizmet bekliyorlar. Hafî zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun."
Bu hadise Bahaüddin Hazretleri'nin ruhi hayatında büyük bir değişiklik yaparak cehrî zikirden hafî zikire yönelmesine yol açtı.
Dikkat buyurursanız ruhâniyet nasıl yardım ediyor, yetiştiriyor.
•
Mevlânâ Halid -kuddise sırruh- Hazretleri Tâhâ'l Hakkârî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni Berdesur kasabasına irşad için vazifelendirdi. Bağdat'tan ayrılacağı sırada büyük bir kalabalıkla uğurlandı. Atına binerken üzengisini bizzat kendisi tuttu. Elindeki dizginleri Seyyid Tâhâ -kuddise sırruh- Hazretleri'ne verip "Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Allah-u Teâlâ yardımcın, Sâdât-ı kiram'ın ruhları sığınağın olsun." buyurdu.
•
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hulefasından Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hizmetlerinde olmakla kemâl bulmuşlardı. Şeyhinin şeyhi olan Muhammed Es'ad Erbilî Hazretleri ruhâniyetleri ile Zât-ı âlileri'ni manen yetiştirmişlerdi.
Mânen yetişmeleri hususunda şöyle buyurmaktadırlar:
"Tarikât-ı âliyye'ye alındığımızda Şeyh Muhammed Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'e karşı sonsuz bir muhabbet uyandı. Alındığımızın haftasında tecelli ettiler ve bir daha da bırakmadılar. Geceleri hep onlar meşgul olurlardı. Gündüzleri ise zaten Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerinde idik. Bu suretle her iki pîrin himmet ve tasarruflarında bulunduk. Bugün dahi her ikisinin himmetleriyle yürüyoruz. Ve gelenleri de onlara havâle ediyoruz."
•
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu olan Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri'nin son hastalığı sırasında Konya'da yedi gün peşpeşe sarsıntılar hissedilmiş; Hazret halkın telâşa kapıldığını görünce: "Üzülmeyin, telâş etmeyin! Bu benim vefâtımın habercisidir. Zâhiren aranızdan ayrılsam da bâtınen sizinle berâber olacağımızdan şüphe etmeyin! Bilin ki evliyâullâh, vefât etseler bile O'nun izniyle yeryüzünde dolaşır; zor durumda kalanlara, etbâına (tâbîlerine) ve yakınlarına yardımda bulunurlar." diyerek onları teselli etmişti.
Demek ki onlar zahiren aramızdan ayrılsalar da manen ve bâtınen bizimle beraberler. Zaten bu ulvî ruhların mânevi yardımları Ümmet-i Muhammed üzerinde hep olagelmiştir.
11 Temmuz 1982 Pazar günü Fatma Nine'yi ziyarete giden birkaç kardeşimize Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ile ilgili beyanlarını ibret tahtından arz edelim:
"Onun kıymetini bilin. Çok kıymetli zâttır. Sıkı tutun onu. Çok yüksek bir zâttır. Siz onun karşısında nasıl duruyorsunuz?
O Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in, akşam namazını orada kılar, Peygamber'imizin huzurunda. Yatsıyı kara donlu Beytullah'ta kılar. Sabah namazını Mekke'de Halil İbrahim Peygamber'in mescidinde kılar. Haydi bakalım Kaf dağının ardına... Yirmi, yirmi beş kişi toplar, oraya gider. Bir bakarsın burada.
Sultan Süleyman'ın âilesi Belkıs'ın nişanını götüren bu, ilk âdemlerdendir, Şerafeddin Şeyh'im bunu söyledi. Sen göreceksin dedi. Burada dayanamadım onun cemâline... Dayanamadım, gönül dayanamadı..."
İşte böyle bir Zât-ı âli idi. Onun ruhâniyeti tâ o zaman böyle ifşa edilmişti.
•
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu yarattığı gibi, Hâtem-i veli'nin nurunu da Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel halketmiş ve nurunu yerleştirmiştir.
Nitekim Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Âdem çağından son Nebi'ye varıncaya kadar tıyneti bakımından olan varlığı gecikse de, nebilerden hiçbir fert yoktur ki, ilmini sonuncu peygamber olan Muhammed Aleyhisselâm'ın ışığından almış olmasın. Çünkü o hakikatiyle mevcuttur ve bu da Peygamber Aleyhisselâm'ın;
'Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamber idim.'
Meâlindeki sözü ile sâbittir. Başka peygamberler ancak ümmetlerine gönderildikleri zaman Nebi olmuşlardır. Keza velilerin sonuncusu Hâtemü'l-evliyâ da, Âdem su ile toprak arasında iken veli idi. Diğer veliler, ancak ilâhî ahlâk cümlesinden olan velilik şartlarını kazandıktan, Allah'ın Veli ve Hamîd isimlerinin feyzine mazhar olduktan sonra veli oldular.
Şu hâle göre sonuncu Peygamber'in veliliği yönünden sonuncu Veli'ye nisbeti, Resul ve Nebi'lerin ona nisbeti gibidir. Bu itibarla Resul'lerin sonuncusu hem Veli, hem Nebi, hem de Resul'dür. Hâtemü'l-evliyâ ise irfânı aslından alan Vâris'tir, mertebeleri müşâhade eder. Ve o şefaat kapısının fethinde Âdemoğlu'nun seyyidi ve cemaatin mukaddimi olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hasenâtından bir hasenedir." ("Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'lîkat aleyhi"; s. 63-64, Ebu'l-A'lâ Afîfî'nin ta'lik ve tahkikiyle. Beyrut, 1946)
İşte bu esrâr-ı ilâhî o zamandan geliyor. O zaman lütfedilmiş, o zaman ihsan edilmiş, o kaynaktan geliyor.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmadan evvel iki nur halketmiş. Hâtem-i enbiyâ'nın nuru, Hâtem-i evliyâ'nın nuru. Hâtem-i enbiyâ biliniyor, diğerini halketmiş amma onun iç durumu ve aslı yine bilinmiyor. Bunu böyle yaratmasının hikmetini ancak O bilir. İkisini bir yarattı, fakat azameti Hâtem-i enbiyâ'ya verdi. O azametin aynısı Hâtem-i evliyâ'ya intikal etti. Ayrı yaratmadı, nurlar bir yaratıldı. Bu husus o kadar ince ve o kadar mühimdir ki; bu iki nuru, bu iki kandili yaratmış, fakat Resulullah Aleyhisselâm'a bütünüyle bu nuru vermiş. Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru bu kandile de geldiği için, o kandil de o oluyor. Oradan oraya geçmiş, o orada olduğu için o demektir. Cenâb-ı Hakk bugün böyle tecellî etmiş. Bu nur sayesinde bu cihadlar yapılıyor, onun içindir ki bu cihada cihad-ı ekber deniliyor.
Zaman-ı saâdetlerinde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yaptı. Fakat bin dört yüz seneden sonra ortalık karardı, iman nuru kayboldu, şimdi o kandilden bu kandile geçmiş oluyor. Bu kandil ile işini yürütüyor. İşi yürüten yine o. O da bir kandil, o da bir kandil. O aynı kandilden öteki kandile aynısı akmış. Aktığı için o olmuş. O kandil vazifesini bitirdi, o nur oraya aktı, şimdi bu kandile vazife düştü. Bu bakımdan bir ruh iki bedende gizli. Onda da aynısı, ona intikal ettiği için onda da aynısı. Bir ruhun iki bedende tecellî edişinin sebebi budur. Tam vâris olduğu için ona verilen, akıntı hâlinde ona da verilmiş. Yani Allah-u Teâlâ ona ihsan ettiğinin olduğu gibisini ona akıtmış. Ruh bir beden iki. Niçin? Çünkü Âdem Aleyhisselâm'dan evvel o iki kandili yaratmış. Onun bütün meziyeti oradan geliyor.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsü'l-Hikem" isimli eserinde Allah-u Teâlâ'nın Hâtem-i evliyâ'yı ezelden ayırdığına ve onun ruhî yapısına temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Onun maddesi ruhlar arasındaki bir ruhtan değil, ancak Allah'tan gelir. Belki de onun rûhu, bütün ruhlara madde olur." ("Fusûsu'l-Hikem")
Allah-u Teâlâ ezelden o iki nuru yarattı, murad ettiğini yerleştirdi, oradan yerleştirdi.
Allah'tan geldiği için onun ruhunun bütün ruhların mayası olduğunu beyan ediyor. Çok derin bir nokta, bu noktaya inmek gerekiyor. Resulullah Aleyhisselâm ne ise o aynadan onu gör.
Onu ondan yaratmamış. Onu da yaratmış, onu da yaratmış. Hem onu ayrı yaratmış, hem de üstelik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin velâyetinden akıttığı için, hem onun ümmeti, hem onun vekili, hem de nurunu taşıyor. Tam vâris. Vekil'inin değeri, ondan vekâlet geldiği içindir. Hem ayrı bir nura sahip, hem de ayrı bir intikale sahip. Nurları ayrı yarattığı için; hem ona lütfetmiş, hem ona lütfetmiş. Üstelik onun nurunu oraya akıtmış.
Bu ilim de Allah'tan geldi, bu nur da O'ndan geldi.
Desteğini doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dan ve Resulullah Aleyhisselâm'dan alıyor. Diğer veliler o nura muhtaç.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye"nin bir noktasında; Hızır Aleyhisselâm gibi Hâtemü'l-evliyâ'nın da ölümsüz kılındığına işâret ederek şöyle buyurmuştur:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir. O, hakîkat ve mecaz mekânıdır, en ulu mekândır; o, mülk ve akıl içindeki sevinç ve kurtuluş mekânıdır. O, hayâtın aslından tahsis edilen hayat ve ölümün indirildiği 'Hayy' ismine ulaşan 'Kazâ' mekânındaki Rabb'in ismine vâsıl olur. Hattâ ebedî ölümsüz olan Hızır ve gâib olmayan birini Allah, korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirir; Hâtemü'l-evliyâ'ya ise hakîki hayatın ilerleyişini içirir, tâ ki ortaya çıksın ve yok olmasın, ebediyen ölümsüz kalsın.
Çünkü mülk, akıl ve ruh ona nüzûl eder, yüksek göğün üzerinde asılı duran yıldıza düşer; Havz ve Kevser'le, diri olan Hızır ona doğru iner. O hem yeryüzünde Hayy -Teâlâ ve Tekaddes- ismini taşıyan Hâtemü'l-evliyâ'nın ilerleyişi, hem de O'na dönen mahlûkâtın ecel sûretinin ilerleyişidir. Peygamber'imiz Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem- rızkın sûreti, İsâ amelin sûreti, Mûsâ eserin sûretidir -aleyhimüs-salâtu ves-selâm-. Nasıl ki Allah-u Teâlâ İdrîs'i ve İsâ'yı göğe kaldırmış ve her ikisini de 'Aliyy' isminin taşıyıcısı kılmışsa; Hızır'ın inmesi ve yeryüzünde ilerlemesi de böyledir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Hazret-i Allah, Hızır Aleyhisselâm'ı nasıl kullanıyor ise Hâtem-i Veli'yi de öylece dilediği şekilde, dilediği yerde kullanacak.
•
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdir'ül Usûl"ün "İki Yüz Altmış İkinci Asıl"ında Hazret-i Allah'ın, Hatem-i veli'yi, Hızır Aleyhisselâm'ı kullandığı gibi kendi himayesinde kullandığını beyan buyurmuştur:
"İşte Allah velilerinin sonuncusunun mülkü bundan sonra gelir. O Allah'ın himayesinin hâkimiyeti içinde, kendisine Allah'ın yerleşmesiyle hâsıl olmuş bir kalptir. Onu, zâhirdeki ilâhî hudut aşıldığı vakit; ifsadı, tahribi ve herhangi bir kimsenin değiştirmeye kalkışma etkisini önlemek için kullanır. Çünkü bu, Allah'ın halktan gizlediği bâtındaki hudududur. Zâhirdekilere göre ise hudut bundan daha başkadır.
İşte bu kalpte O'nun hâkimiyeti dolup taşmış ve yerleşmiştir. Allah, tıpkı gemiyi sökme ve küçük çocuğu öldürme hususunda Hızır'ı kullandığı gibi, onu da kendi himayesinde kullanır. Bu Allah'ın zâhirde, halkın yanında gizli olan hududuydu. Bu nedenle Musa Aleyhisselâm dahi ona karşı gelmişti." (Nevâdir'ül Usûl. c.2 sh: 482)
Hazret-i Allah onu kendi himayesinde kullanır. Dünyada da, âhirette de O'nun hizmetçisi...
•
Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri "Maârif" adlı eserinde Hâtem-i Veli'den ve onun hikmetli işlerinden şöyle bahsetmiştir.
"Bu zât:
"Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 27)
Sırrına mazhar olmuştur.
Meselâ Allah adalete uygun olan veya olmayan birçok işler yapar. Aslında Allah-u Teâlâ'nın adalete uymayan işleri yoktur, fakat bizim aklımız bunları adalete aykırı işler olarak görür."
Meselâ Hızır Aleyhisselâm'ın bir çocuğu öldürmesi gibi. Bu durum zâhirde ahkâma ters düşüyor. Fakat o Hakk'tan ilim ve emir alıyordu. Yaptığı bu hareket Allah-u Teâlâ tarafından doğrulandı. Musa Aleyhisselâm ulül-azm bir peygamber olduğu halde:
"Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!" dedi. (Kehf: 74)
"Meselâ Allah tutar, müminleri ve sâlihleri belâya, zahmete düçar ve onları helâk eder. Fakat fâsıklara ve zâlimlere rahatlık ve devlet verir. Hacc'a gitmek isteyen sâlih ve müttaki kimselerin gemilerini batırır, franklerin ve korsanlık maksadıyla yola çıkan korsanların gemilerini selâmetle vatanlarına eriştirir. Mümin ve müslümanların çocuklarını kâfirlerin eline esir düşürür. Daha sayılamayacak kadar birçok işler doğrudan doğruya O'ndan zuhur eder. Fakat hiç kimse buna itiraz edemez. Bizim itikadımızca hepsi aynen adalettir ve hayırdır. Allah-u Teâlâ'nın yaptığı işler arasında fark bulmak olmaz." (Maârif. Sh: 257)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Tuhfe-i Aliyye" isimli eserinin "Beklenen Mehdi Hakkında" bölümünde Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman Hazret-i Ali -kerremallahu veçhe-nin ve Hâtem-i veli'nin ruhâniyeti ile icraat yapacağını beyan buyurmaktadır:
"Her asırda istihlâf olunan (birisi kendi yerine geçirilen) halife elbette bir vezir-i âkile (akl-ı başında bir vezire) muhtaçtır. Zirâ Ğaniyy-i mutlak Allah-u Teâlâ'dır.
"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız." (Fâtır: 15)
Mucibince insanlar O'na muftekirdir (muhtaçtır) ve ol bir Sultan-ı selâtindir ki (Sultanlar sultanıdır ki) nazîrden münezzeh ve vezirden müberrârdır.
Pes (şimdi) her sultan tahkîk-i ubûdiyet (kulları araştırmak) için vezire muhtaç olıcak.
Beklenen Muhammed Mehdi dahi muhtaçtır ve onun vech-i arzda müddet-i bekâsı vüzerâsı adedincedir (yeryüzünde kalma süresi vezirlerinin sayısı kadardır). Velâkin vüzerâsında ihtilâf ettiler. Râcih olan vüzerâsı (üstün olan görüşe göre vezirleri) dokuz olup, yedisi cismânî ve ikisi rûhânî olmaktır.
Cismânîden murad Ashâb-ı Kehf ve rûhãhîden maksud (kastedilen) ise rûhãnîyyet-i Murtaza -kerremallahu veçhe-dir ve rûhâniyet-i Hatm-i Evliyâ'dır." (Tuhfe-i Aliyye. Sh: 229)
Demek ki Mehdi Hazretleri'ne ruhâni yardım yapacak olanlardan birinin Hâtem-i veli olduğunu haber veriyorlar. Niçin? Ezelde koyduğu için, değerli olduğu için. Görüyor, söylüyor. Cenâb-ı Hakk'ın değer verdiğine değer veriyor, zikrediyorlar.
İnsan olarak ölebilmek, insan-ı kâmil olarak ölebilmek, sıddık olarak ölebilmek. Bunlar için ölüm yok.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Mümin-i kâmil olanlar ise ayrıdır.
Bir kümesten bir saraya gider. Oranın saraylarının kerpiçleri altın ve gümüşten, inciden olan da var. İşte ruhu'l-hakiki tekâmül ettiği zaman, bu hale erdiği zaman o insan ölmüyor buna hayat-ı ebedî denir. Yalnız kuş kafesteydi çıkamıyordu. Uçtu, makam-ı asliyesine gitti. Kafesi bile unuttu. Çünkü o kafeste yerleşmişti. Nefisle mücadele ediyordu. Ona galebe çaldı. Vücut her daim ihtimal vermedi. Niçin? Makam-ı asliyesi çok güzeldi oraya uçtu.
İnsanda ruhu'l-hakiki öyle bir yükseliyor ki, melekleri dahi geçebiliyor. Melekler ona hayran.
Onlar âlem-i berzahta mükemmel bir hayat sürerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-Hafâ)
O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ'nın izniyle muradlarına erdirir.
Çünkü ölmediler. "İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana." buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü, amma ruhâniyet ölmedi.
"O Lâtif'tir, Habir'dir." (En'âm: 103)
Lâtif olan, Habir olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O ruhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O ruhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ'nın tecellileridir. O ruhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u Teâlâ'nın takviye ettiği ruhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat edenlere yetişen işte bu ruhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir.
Kabir yalnız bir perdeden ibarettir. Ahirete intikal edenlerle dünya arasında incecik tül kadar bir perde vardır.
Senin geldiğini, niçin geldiğini, ne söyleyeceğini bilirler ve her şeyi duyarlar.
Değil geleni, âdeta gelenin ne maksatla geldiğini dahi bilecek kadar Hazret-i Allah onlara bilgi verir.
Biz onları göremediğimiz için, "Öldü!" deriz, "Çürüdü!" deriz, kabirde deriz. Bizim ruhumuz ölmüş de farkında değiliz. Bu bakımdan halimize bakarlar da gülerler.
Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. İyiler âlem-i berzâhta mükemmel bir hayat sürüyorlar, diğerleri ise bir azap içindeler.
İmanla göçen kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeyden haberdar ettiğini bilmemiz lâzım.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri; "Ölenler hayvan imiş, âşıklar ölmez!" buyururlar.
Diğerleri de her şeyden haberdardır, fakat hiçbir şeyle mukabele edecek durumda değildirler.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir'de müşrik ölülerine hitapta bulunduğu zaman Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz; "Yâ Resulellah! Şu kokmuş cesetlere mi sesleniyorsun?" dedi.
"Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, benim bu söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz. Fakat onların bana cevap vermeye güçleri yetmez." buyurdular. (Buhârî)
Kabrini ziyaret ettiğiniz zât eğer uyanık ise, sizin ne maksatla geldiğinizi, ne yaptığınızı, ne okuduğunuzu bilebilir, halbuki biz onu ölü zannederiz.
Bir zât-ı muhterem, Allah dostlarından bir zâtın kabri başına gelmiş.
"Yâ Rabb'i! Araplarda bir âdet var, köle âzad edecekleri zaman bir sevgilinin kabri başında âzad ederler. Ben senin âciz bir kölenim, ne olur bu zâtın yüzü suyu hürmetine beni affet, beni azad et!" demiş.
Bu hâl Hazret-i Allah'ın o kadar hoşuna gitmiş ki, ilhâm vasıtası ile kendine; "Bu duâyı yalnız kendin için mi yapıyorsun?" denilmiş.
Bu bakımdan ehl-i kemâl kimselerin ziyaret edilmesinden büyük menfaatler husule gelir, oradan boş dönülmez.
İnsanın cesedi yani cismâniyeti ayrı şeydir, ruh ayrı şeydir, Kudsî ruh ayrı şeydir, rûhâniyet ayrı şeydir, lâtifeler de ayrı şeydir. Bunların her birinin hârikulâde büyük vazifeleri vardır. Mükerrem olarak yaratıldığı içindir ki, insana bu lütuflar bir ikram ve ihsan olarak bahşedilmiştir.
Cismâniyet; nefis ve ruhun birleştiği bir binadır. Bu binanın içinde ulvî ve süflî kuvvetler vardır, ayrı ayrı mücadeleleri bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz sizi yarattık. Sonra size şekil verdik." buyuruyor. (A'râf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi "Ahsen-i takvim" olan insan şekline koyduk.
Bu öyle bir cismâniyet ki, kâinatta yarattığı her şeyi o cismin içine sığdırmıştır.
Daha sonra ruh verilerek yaratılış kemâle ermiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruyor. (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ulvî ruh, şekillendirilmiş balçığa inince her tarafına sirayet etti, cesette hayat ve hareket başladı. O basit gibi görünen cesede o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde de buyurur ki:
"De ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu cesedi meydana getirmiş ve insanı en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hâle getirmiştir.
Kudsî ruh'a gelince; Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruh'la desteklediği kimseler ayrıdır. Onlar kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullardır. Kimin kalbine imanı yazarsa, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
İşi gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur. Dolayısıyla bu bilgi de kimsede yoktur.
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
"Allah'ım! Onu Kudsî ruh'la destekle!" diye duâ buyurmuştur. (Buhârî)
Kudsî ruh'la desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Rûhâniyet âlem-i emirdendir.
Rûhâniyet nurânidir, melekîdir.
Rûhâniyet yemez, içmez, gaflete düşmez, daima uyanıktır.
Rûhâniyet Hakk iledir, Allah-u Teâlâ'nın emrindedir.
Rûhâniyet daima ibadet, taat ve takvâ iledir.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır. Yani Kudsî ruh'u o kimseye bahşeden Allah-u Teâlâ rûhâniyeti de halketmiştir. Rûhâniyet o vekilin veya velinin mânevî yardımcısıdır, destekçisidir. O ceset gibi değildir. Allah-u Teâlâ onu nasıl yaratmışsa onu da öyle yaratmıştır ve ona o vazifeyi vermiştir. Aslı nurânîdir, görünüşte insan şeklindedir, her şeyi ile aynı o kişiye benzer, yanında hep durur, fakat kimse onu göremez.
Nitekim Muhyiddin İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Onun, ismi 'Diri' olan bir yardımcısı vardır. Aslı nurânî, görünüşü insanidir." buyurmuştur.
Görülüyor ki burada rûhâniyete işaret edilmiştir. Onun yanında onlar durur, amma sizin haberiniz yok. Kendisinden zuhur eden hârikulâde haller bu sebeple husule geliyor. Zira o da bir beşer amma, Allah-u Teâlâ ona Nur'unun nurunu takmış, Kudsî ruh ile desteklemiş, yardımcı olarak rûhâniyet vermiştir.
Melekût âleminden gelenleri o karşılar, gayb âlemindeki insanlarla oturup kalkar, görüşür ve konuşur. Bu lâtifelerden bazen kişinin haberi olur, bazen haberi bile olmaz. Bir yerde değil, kırk yerde, dilediği yerde bulundurur.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Bu ilâhî beyan ispat için size yeter.
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Resulullah Aleyhisselâm böyle olduğu gibi, onun vekili de işte böyle destekleniyor.
•
Onlar ayrı kimselerdir. Allah-u Teâlâ onlara bir ruh verdiği gibi, bir de hiç kimsede bulunmayan Kudsî ruh vermiştir, rûhâniyet vermiştir, lâtifeler halketmiştir. Onlar diğer insanlardan ayrıdır. O rûhâniyet dünyada da onunladır, kabirde de onunladır, mahşerde de onunladır, cennet-i âlâ'da onunladır. Çünkü Allah-u Teâlâ onu onun için yaratmıştır. Onlar beşeriyetin görmediği mânevî yardımcılardır, destekçilerdir.
Onlar her ne kadar Berzah hayatına geçmişlerse de, onlar cennettedirler.
Allah-u Teâlâ peygamberlerinin ve has kullarının cesetlerini toprağa haram kıldığı gibi, onun vekili olan velilere de, dilediğine haram kılar. Onun vücudunu da çürütmüyor. Değil vücudun çürümesi, kefeni dahi solmuyor.
Ten elbisesi içindekine yapıştığı nispette Allah-u Teâlâ'nın nuru tene akseder. O ten nur olur, artık onu ne toprak çürütür, ne de ateş yakar.
Bunların cesedi orada durur. Rûhâniyeti çıkar, gezer, konuşur, birçok işler yapar. Demek ki onlar ölü değil, dünyada da vazife görüyor. Bir tek şu fark var ki, onların gölgeleri olmaz. Rûhâniyettir çünkü. Ricâl-i gaybden olduğu buradan bilinir. Amma onu kim görecek?
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği, tasarruf sahibi kullarda olur, başkasında tecelli etmez. Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekili oldukları için Resulullah Aleyhisselâm'ın nazarı ve tasarrufu onların üzerindedir. Yani ona gelen bu hâlât Resulullah Aleyhisselâm'dan gelmektedir.
Onun vekili dahi istimdat edildiği zaman, hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişiyor. Kabirden gelen onun rûhâniyetidir, ceset değil. O da ancak Allah-u Teâlâ'nın emriyle izniyle yürür.
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur. O ölmüş amma, ruhu ve rûhâniyeti ölmemiştir.
Cesetleri yerdedir, rûhâniyetleri emrolundukları yerdedir.
Ceset toprakta, ruh cennette, rûhâniyet iş başındadır. O gittikten sonra rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın izniyle iş başına geçer. Allah-u Teâlâ onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askerleridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır. Hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa, izn-i İlâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir. Daha önce kişi iş başında iken, o gittikten sonra rûhâniyet iş başına geçer. Onu Allah-u Teâlâ idare eder. O anda elli kişi müracaat etse ve dünyanın bir ucunda olsa, hepsine birden yetişir. Yetişen, onun emrinin altında bulunan lâtifelerdir. Rûhâniyet de lâtifeler de aynı o kişiye benzer. O, amma o değil. O toprakta yatıyor.
Hayatta iken insanda nefis, şeytan, ihtiyaçlar ve meşgaleler olduğu için, basireti bağlanabiliyor. Amma orada bunlar yok. Rûhâniyet kınından çıkmış kılıç gibidir, keskin bir şekilde icraat yapar.
Bu durum beşeriyetin ilmi dahilinde değildir, ancak ehline mahsustur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Ruh cennet-i âlâ'ya gitti amma, rûhâniyet yine iş görüyor. Onda iken de iş görüyordu, o ahirete gidince Allah-u Teâlâ'nın izniyle yine iş görüyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Allah-u Teâlâ yine haber veriyor ki, onlar hayatın diğer bir hususiyetine de nâil olmuşlardır.
"Allah'ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler." (Âl-i İmrân: 170)
Onlara bağışlanan böyle bir kurbiyetten, böyle bir hayatta olmaktan, Rabb'lerinin kendilerini bu mertebeye muvaffak kılmasından dolayı sevinirler.
Allah-u Teâlâ'nın rızâsının bulunduğu bir nimet ve rızıktan daha çok hangi şey onları sevindirebilirdi?
"Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i İmrân: 170)
Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler. Kardeşlerinden alâkalarını kesmemişler, onlarla olan bağlarını koparmamışlardır.
"Onlar Allah'tan olan nimet ve keremin; Allah'ın müminlerin ecrini zâyi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler." (Âl-i İmrân: 171)
Allah-u Teâlâ sevinçle ilgili olan nimet ve lütfu hatırlatmak için onların sevinçlerini ikinci defa anmıştır.
Âyet-i Kerime'ler her ne kadar Ashâb-ı Kiram hakkında nâzil olmuşsa da, sözü edilen bütün bu lütuf ve ihsanlar, kıyamete kadar gelecek bütün şehitlere ve mücâhidlere de şâmildir.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i Kerime'de Uhud gazilerinin nâil oldukları ilâhî lütuflar şu şekilde beyan buyurulmuştur:
"Yara aldıktan sonra da Allah'ın ve Peygamber'in dâvetine uydular." (Âl-i İmrân: 172)
Ashâb-ı kiram yol boyunca çok zahmet çekiyorlardı, sevaplarını kaçırmamak için yaralarının ıstırabına katlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı ki, sırayla birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. İçlerinde saatlerce birbirine dayanarak, birbirine tutunarak gidenler bulunuyordu.
Resulullah Aleyhisselâm'ın kendisi de yaralı idi. Mübarek yüzünde iki halka yarası vardı. Dişi kırılmış, dudağı ve alnı yarılmıştı. Sağ omuzu da yaralı olup, dizleri de arızalı idi.
Mücahidler bu şartlar altında Medine-i Münevvere'ye 15 km. mesafede bulunan Hamrâü'l-Esed'e vardılar.
"Hele onlardan iyilik edenlere ve gereğince Allah'tan korkanlara büyük bir mükâfat vardır." (Âl-i imrân: 172)
Onlar için cennet kapıları açıktır, onlar ilâhî tecellîlere mazhar olacaklardır.
Allah-u Teâlâ Peygamber'ine, dinine ve müminlere yardım için indirmiş olduğu meleklere, inananlara sebat vermelerini vahyetmiştir.
Bedir savaşı hakkında inen bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hani Rabb'in meleklere: 'Ben sizinleyim, haydi inananlara destek verin!' diye vahyetmişti." (Enfâl: 12)
Allah-u Teâlâ o gün müslümanları yalnız bırakmamış, onları Mele-i âlâ'dan destekleyerek şereflerine şeref katmıştır. Orada hazır bulunmaları destek mânâsına geliyor.
Asıl destek Hakk'tan geliyor da, onlar destekliyorlar. Çünkü destek Hakk'tan gelmezse halktan gelmez.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın bizzat himayesinde büyümüştü. Çeşitli vasıtalar kullanarak bidâyetten itibaren onu gözetimi altında tutmuştu.
Her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allah-u Teâlâ'dır. Göz alıcı mucizelerle, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuş, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Resul'üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın." (Tûr: 48)
Bu da hiç şüphesiz ki şereflendirici ve ünsiyet verici hususi bir tabirdir. Onu kendi hâline bırakmamış, gözetimi altında bulundurmuş, kudret elini ondan hiç çekmemiştir.
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himâyesine almış, çepeçevre kuşatmıştır.
Allah-u Teâlâ peygamber olarak vazifelendirdiği seçilmiş kullarının nübüvvetini halka ispat için onları mucizelerle desteklemiştir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Gönderilen peygamber kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir." (Sâffât: 171-172)
Bu seçkin insanlar mucize için en ufak bir meşakkat ve yorgunluk çekmedikleri gibi, uğraşıp didinmeye de gerek duymamışlardır.
Meselâ İsa Aleyhisselâm hakkında bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Biz onu kudsî ruhla destekledik." (Bakara: 87)
Allah-u Teâlâ ezelî ilmi ile hükmünü vermiş ve ilâhî fermanını beşeriyete şöyle duyurmuştur:
"Allah: 'Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!' diye yazmıştır." (Mücâdele: 21)
Kuvvet ve kudret O'nundur, ululuk ve azamet O'nundur, kahır ve galebe O'nundur. Zafer ve muvaffakiyet er veya geç Hakk tarafında tecellî edecektir. Bu hüküm kesin ve gerçektir, bunda aslâ şüphe yoktur, çünkü O öyle hükmetmiştir.
"Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücâdele: 21)
O galip olduğu gibi, O'nun yolunda olanlar da daima galip ve muzafferdirler.
Peygamberlik verildikten sonra, birkaç kişi dışında herkesin kendisine azılı düşman olduğu bir çevrede aleyhine tezgâhlanan her türlü tuzak ve plânlara rağmen, hayatının korunması başlıbaşına bir mucizedir.
"Resul'üm! Attığın zaman sen atmadın, Allah attı." (Enfâl: 17)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat Efendimiz attı. Fakat Cenâb-ı Hakk "Ben attım!" buyuruyor. Ve O attı. Çünkü isabeti O yaptı.
•
Dünyada mal toplamayı fikirlerine tahsis edip servet ve sâmâna mâlik olanlar hayatta iken ölü kabilindendir. Ebedî hayata nâil olan ancak maârif-i ilâhiye ve ezkâr-ı bâtınaya mâlik olan kimsedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-Hafâ)
Yani: Ey benim ümmetim! Size bir müşkilât, bir gam ve keder teveccüh edince evliyâullahın ziyaretine koşunuz ki, onların bereketiyle müşkilatınız hâl, gam ve kederiniz zâil olsun.
Bunun tasavvufî izahında kuburdan murad, evliyâullah'tır. Zira onlar "Ölmeden evvel ölünüz." sırlarına mazhar olmuşlar, nefislerini öldürmüşlerdir, cesedleri ise kabir makamındadır.
Hayat boyunca böyle kıymetli zâtlara giderken de onlara karşı işlenecek büyük bir hatanın büyük olacağını düşünüp Hazret-i Allah'a sığınarak öylece gitmek lâzım.
"Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O halde Allah'la birlikte başka birine duâ etmeyin." (Cin: 18)
Bu Âyet-i kerime'nin manasını arz edelim:
Yani; mescidler Cenâb-ı Hakk'a mahsustur. Orada Cenâb-ı Allah'tan başkasını talep etmeyiniz, bütün teveccüh ve itimadınız Cenâb-ı Hakk'a olsun.
Evliyâullah'ın verdiği bir mânâya göre mescidden murâd, kalptir, zira mescidler secde yeridir. Secde ise tezellüldür. Tezellül ise kalpte olmalıdır. Kalpte azâmet bulunup da zâhirde küçülmek ve tevâzu göstermek muteber olmadığı şüphesizdir.
Bu mânâya göre Âyet-i kerime'den murâd kalp, Cenâb-ı Allah'a mahsus tezellül için tayin olunmuş bir noktadır. Kalbinizde bir başka şeye tâlip olmayıp ancak Allah-u Teâlâ'nın rızâsına tâlib olmalısınız demektir.
Ahzâb sûre-i şerif'inin 7. Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ'nın Resulullah Aleyhisselâm başta olmak üzere diğer ulü'l-azm peygamberlerden söz aldığını; buradaki söz almaktan muradın, Resulullah Aleyhisselâm'ın da kendisinden sonra gelecek olan vekilini tasdik etmesinin ve desteklemesinin icabettiğinin ifadesi olduğunu arzetmiştik.
Âyet-i kerime'de:
"Peygamberlerden söz almıştık. Resul'üm! Senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan, ve Meryemoğlu İsa'dan pek sağlam bir söz aldık." buyuruluyor. (Ahzab: 7)
Bu emr-i ilâhî karşısında melâike-i kiram da destekler, Peygamberân-ı izâm da destekler, Ashâb-ı kiram da destekler, Evliyâullah Hazerâtı da destekler, sâdık ve sâlih müminler de destekler.
Niçin Allah-u Teâlâ destekliyor? Niçin melekler destekliyor? Çünkü onu O öne sürmüş.
Niçin Resulullah Aleyhisselâm destekliyor?
Niçin Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı destekliyor?
Niçin Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı destekliyor?
Niçin Evliyâullah Hazerâtı destekliyor?
Onların vekâletini o yaptığı için destekliyorlar.
Allah-u Teâlâ gönderdiği her peygamberini destekliyordu.
Ulül-azm peygamberler başta olmak üzere bu zamanda bütün peygamberlerin işini o yapıyor.
İşte size delilini gösteriyorum:
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinde buyurur ki:
"O resul ve nebilerin vekilidir, peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (33. Makale)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." buyuruyor. ("Mektûbât"; 234. Mektûb)
O bir taraftan Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyetini, bir taraftan vekâletini taşıdığı için; hem o vazifeyi, hem o vazifeyi görüyor.
Onun velâyeti ve vekâleti onda olduğu için, iki bedende bir ruh olduğu için, o o sayıldığı için bu haller husule gelir.
Böyle bir karanlık devir içinde Allah-u Teâlâ böyle bir nuru indirdi. Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını buyuruyor ve yaydı.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin diğer beyanları da şöyledir: "Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır."
"Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır." ("Mektûbât"; 260. Mektûb)
"Bu ilimlerin ve marifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara (iç yüzüne vâkıf olanlara) gizli bir mânâ değildir." ("Mektûbât"; 317. Mektûb)
Onu görmüyorsan, ona Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiğini de mi görmüyorsun, oradan da mı tanımıyorsun?
Allah-u Teâlâ Yahya Aleyhisselâm'a, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı müjdeleyerek nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmiş ve beyanlarının bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!"
Gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Zira Allah-u Teâlâ diğer nebileri ve resulleri yakınlarına, yahut kendi kavimlerine, kendi muhitlerine, kendi mıntıkalarına gönderdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ise umuma gönderdi. Bu ise Rahmeten lil-âlemîn olan Hâtem-i nebi'nin vekili olduğu için, onun irşadını hem dünyaya sirayet ettirdi, hem âlemlere sirayet ettirdi. Onun vazifesi olduğu gibi nakledildiği için, umumî bir irşad var.
Allah-u Teâlâ'nın desteklediği kimseler Âyet-i kerime'de şu şekilde beşeriyete tanıtılmaktadır:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah dilediğini yardımı ile destekler." (Âl-i imrân: 13)
İşi gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur.
Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resul" isimli eserinin "Yüz Yirmi Sekizinci Asıl"ında Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra ashâbının önde gelenlerinin dini bid'at ve fitnelerden temizleyip aslını koruduklarını misallerle anlattıktan sonra, bahsettiği bu velinin de dini ve onun ehlini buna benzer fitnelerden koruyacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
"O öyle bir kimsedir ki, bunun benzeri şeyleri (dinden) uzaklaştırıp defeder. Ondan temizleyip, kovup uzaklaştırması sayesinde de artık onu giderir. O'nunla düşündüğü, O'nunla konuştuğu için O'nunla defeder. İşte o Allah'ın halk üzerindeki hücceti, O'nun sürüsünün çobanı ve kullarının mânevî tabibidir. Onu engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur." (c. 2, s. 225)
Engellemek şöyle dursun, inanmamak dahi imanına zede getirir. Niçin? Gönderildiği için.
Bilin ki bizim size anlatamadığımız çok şeyler var.
Onun ilmi ilmullahtır, yani ona ilim Allah-u Teâlâ tarafından gelir. O doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın ilmiyle hilmiyle desteği ile yürüyor.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm'a hitaben:
'Ya İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.
İsa Aleyhisselâm:
'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?' diye sordu.
Cenâb-ı Hakk:
'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu." (Ahmed bin Hanbel)
Onun için çok yüksek olacak. Niçin? Allah-u Teâlâ'nın ilmi ve hilmi olduğu için.
İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu, lütfu ile desteklediği kullarıdır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Lütuf ancak Allah'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd: 29)
Böyle mümtaz kullarını dilediği kemâlâta nâil, ulvî makamlara vâsıl buyurur.
•
Yâfiî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ravdü'r-riyâhîn" isimli eserinde buyurur ki:
"Bir takımları da zamanında yaşayan evliyayı tasdik eder, amma esas kaynak olan tek zâtı tasdik etmez. Böylesi ilâhî yardımlardan mahrumdur. O kaynak zâta teslim olmayan, ebedî hiç kimseden mânevî yardım göremez. Çünkü her şey ona bağlıdır." (İmâm-ı Şârânî, "Tabakâtü'l-kübrâ" c. 1, s. 46)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinin 1. cildinin 436. sayfasında ise, Hatem'ül evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını, bu ilmin has bir ilim olduğunu iki asır öncesinden haber vermekte, o devirde yaşayacak bütün ehl-i imânı bu zâta tâbi olup kurtulmaya teşvik etmektedir:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın.
Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)
Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor.
Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)
Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)
Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir.
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)
Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)
Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir.
Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz.
Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, sh: 436)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu selîs beyanlarını izahı ile beraber alıyoruz:
•
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın."
O onun vekili olduğu için, ona yapılan muhabbet Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan muhabbet gibidir. O şefaat ettiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın izniyle o da şefaat eder.
Nitekim Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temîmoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizi - İbn-i Mâce: 1443)
•
"Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)"
O Hakk nâmına gönderilmiştir, Hakk'ı tebliğ eder. Ona muhabbet eden kimse, Hakk'a muhabbet etmiş olur. Ona buğz eden kimse ise, Hakk'a buğzetmiş olur. Bu buğzu kaldırmak isteyenlerin muhabbet etmesi gerekir.
•
"Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor."
Bir insan dünyada Hakk ile olursa; kabirde de Hakk iledir, mahşerde de Hakk iledir, Cennet-i âlâ'da da Hakk iledir. Sen dünyada kiminle isen, o da seninledir.
"Kim Allah için olursa Allah da onun için olur."
Vazifeli melekler kabre geldiklerinde, orada Hakk'ın tecelliyâtını gördükleri zaman hayrete düşerler.
Bu beyanlarında gizli sırlar var. Size temsilini verelim: Farz-ı muhal ki herhangi bir ifade almak için eve emniyetten bir polis geldi. Reisicumhuru orada görürse ne yapar? Bu husus ise ondan da incedir.
•
"Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)"
Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ilim karşısında; sultanların olsun, profesörlerin olsun, ilimleri dışarıda kalır, buraya nüfuz edemezler, âcizliklerini itiraf ederler. Niçin? Onun ilmi ilmullah olduğu için.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 317. Mektub'unda:
"Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür." buyurmuşlardır.
Onların ilimleri zâhirîdir, ilme'l-yakîndir. Bu ilimler ise Hakk'al-yakîne âittir.
•
"Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)"
İlm-i ilâhî olduğu için, ilmullah olduğu için, has bir ilim olduğu için; onlar buraya nüfuz edemezler, hayret ve hayranlık içinde kalırlar.
•
"Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zatlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir."
Orası Ravza-i mutahhara'nın şubesi olduğu için, o kehribarın tozları kehribara gelirler.
•
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir."
Onu nerede yatıracağını, nasıl yaşatacağını Allah-u Teâlâ bilir. Şu kadar var ki, bir nazargâh-ı ilâhî olacağı anlaşılıyor.
•
"Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)"
Allah-u Teâlâ'nın nazar yeri olduğu için, irşadını da yaydığı için; onun kitaplarını okuyan ona hayrandır, daha ileriye gidenler mesttir, gönüllerindeki muhabbet, onunla beraber olmayı vesile kılar.
•
"Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)"
Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerim'dir. Kur'an-ı kerim'in bütün Âyet-i kerime'leri girdiğine göre kütüb-i semâviye bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştu:
"Ey Rabb'im! Beni bağışla! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver!" (Sad: 35)
Bu da mânevî saltanattır, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar başkasına vermeyecek, artık kıyamete kadar böyle bir kitap yazılmayacak. Niçin? Devir Hâtemü'l-evliya ile kapandığı için. Üçüncü bir hâtem yok.
Nitekim Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri "Emirdağ Lâhikası" isimli eserinde Hazret-i Mehdi'nin vazifesinden bahsederken, Hazret-i Mehdi'den önce gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Hazret-i Mehdi'ye hazır bir program olarak hazırlandığını işaret etmiştir.
Buyurur ki:
"O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak."
Buradan da anlaşılıyor ki, bundan sonra böyle bir kitap yazılmayacak, bunu başkasına vermeyecek.
•
"Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir."
Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ilim kitaplara sığmaz, halk ondan hiçbir şey anlamaz. Fakat Ârif-i billâh olanlar onunla gönüllerine nakış yaparlar, ona karşı duyduğu aşk ve muhabbet ile yaşarlar.
•
"Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz."
Hakk'tan geldiği için bambaşka bir nakıştır.
Bu solmayış Cenâb-ı Hakk'ın nasipdar ettiği seçkin ihvana âittir. Seçkin ihvan onun boyası ile boyanmıştır, onun ahlâkı ile ahlâklanmıştır. Onun resmidir, benzeridir. Durumları böyle olduğu gibi, inşaallah ahirette de beraber olacaklardır.
İhvan onun hâlâtını yaşarsa, onun izinden yürürse, sadakât gösterirse, onun mânevî elbisesini giymiş olur. O elbise de nur olduğu için solmaz.
•
"Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez."
Allah-u Teâlâ desteklediğinden ötürü ne ilmine, ne irşadına, ne de icraatına mahlûkun aklı ermez. İlmi dâiresine giremeyişi; O'nun var oluşundandır ve ilminin de ilmullah oluşundandır. O ilmini Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı yerden alır. O dâireye hiçbir ferdin girmesi mümkün olmadığı gibi, o ilmi anlaması da mümkün değıildir.
Muhyiddin-i İbn'ü-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini Fusûs'ul-Hikem adlı eserinde:
"O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah'tan alır." sözü ile ifade etmiştir. (sh: 45)
Bu zevât-ı kiram Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği öyle kullarıdır ki, "Hâtem-i veli"ye neler bahşedeceğini Allah-u Teâlâ göstermiş, görerek ve bilerek konuşmuşlar; ehemmiyetini, ciddiyetini ve faziletini ibraz etmişlerdir.
Demek ki rûhâniyet ona yardımcı olduğu gibi, aynı zamanda ölmüyor da.
Sıkıştığınız zaman hatırlayınız ki ola ki Cenâb-ı Hakk yardım eder.
"Sıkıldığınız zaman kitaplara sarılın, rûhâniyet gelir, sizi teselli eder." buyurmuşlardı.
Binaenaleyh; Hızır Aleyhisselâm'ın vazifesi ile muvazzaf olmak ancak Hâtem-i veli'ye mahsustur.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri onun hakkında;
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir." buyuruyor. ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Cenâb-ı Hakk yürütecek onu. Ona muvakkaten bir ölüm var. Cenâb-ı Hakk onu dilediği şekilde kullanacak, kullanıyor. Evet ceset bir anda toprağa girmiştir amma Cenâb-ı Hakk ona dilediği şekilde tasarruf eder.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta;
"Her iki âleme de iştirak etme ve ikisinden herhangi birine hükmetme yetkisi ona verilmiştir." buyuruyorlar.
Şöyle buyurmuşlardı:
"Allah'ım! Sevdiklerinin rûhâniyetini lütfet, onların vasıtası ile af ve mağfiret et."
Onun için onlar geliyorlar, burası manen doluyor. Ola ki Rabb'im mağfiret eder. Allah-u Teâlâ bu lütfu buraya bahşetmiş, yok başka yerde...
Onlar zahirî geliyorlar, bâtında gelenler, kim bilir neler neler geliyor...
Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri, Tâhâ'l Hakkârî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne hitaben;
"Allah-u Teâlâ yardımcın, Sadâd-ı kiram'ın ruhları sığınağın olsun" buyurmuşlardır.
Bunları arz etmekteki maksadımız, onların rûhâniyetleri ölmez, sıkışana yetişir, bunu duyurmaya çalışıyoruz.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de, Hâtem-i veli hakkında;
"Kendisine sığınılan bir sığınaktır, elde edilmek istenen şeylerin kaynağıdır." buyuruyorlar.
Abdülkadir Geylani -kuddise sırruh- Hazretleri "Dünya önünde yüzük kaşı kadar küçülür." buyuruyor. (F. Rabbani, 5. Meclis)
Derin bir mevzu.
Birincisi; o dünyaya hiç değer vermez. İkincisi; onu manen öyle büyütmüştür ki dünya yanında küçük kalır.
Bir diğer mânâsı ise Hazret-i Allah ona dünya ve ahirette öyle tasarruf yetkisi vermiştir ki dilediği yerde olur. Bazen haberi bile olmaz. Bu rûhâniyet ile olur işte.
Bandırmalı-zâde Seyyid Mustafa Hâşim el-Üsküdârî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurduğu:
"Bir anda hem doğuda, hem batıda, hem Mekke'de ve hem cesedlerin rûhu olan pâk cesedinin olduğu yerde görünür; belki her anda ve her zamanda, her mekânda bir sûret ile hazır olur ve zuhûr eder."
Tayy-i mekân budur.
Onların ruhları dünyada iken de kabirde iken de tayy-i mekân ile diledikleri yerde dolaşır. Âlemi kuşatmıştır.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y" isimli eserinde;
"Velileri ve peygamberleri seçtiği gün onu kendi hizmetinde kılması..." buyuruyor. ("Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y", s.191, bas.: Beyrut, 1992)
Kendi hizmetinde kılması, burada da olur, kabirde de olur. Öyle ki Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm zamanında da olur, mahşerde de olur. Dünyada iken kendi hizmetinde bulundurduğu için ahirette yine kendi hizmetinde bulunduracak çünkü onun cennetle ilgisi yok, o hizmetçi... Dünyada da hizmetçi, ahirette de hizmetçi.
"Cennet-i alâ başkasının olsun, kulluk bizim olsun. Bu şeref başka, o şeref başka..." buyurmuşlardı.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri ifşaatının devamında; "Ve benzerini hiçbir kulağın işitmediği bir senâ ile onu kendisiyle konuşturmasıdır." buyuruyor.
Sevdiği için yaklaştırmış, kendi hizmetinde bulunduruyor. Yaver, amma Hakk'ın yaveri, halkın değil.
O Hakk ile hemhâl, halk ile değil. Çünkü Hakk onu kendisi için yaratmış.
"Seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Hazret-i Allah'ın misafirleridir onlar. Onlar O'nun konuğudur, O'nun mahreminde yaşarlar.
•
Bir sohbetlerinde;
"Sonsuz ilâhi ihsanlar karşısında şöyle niyaz ederiz:
Ey âlemlerin Rabb'i! Bana ubûdiyeti sevdir.
Çünkü o sevdirecek ki yapacaksın. Hatta bir gün bu noktada düşünürken; "Allah'ım! Bana kabirde ubûdiyet için bir yer hazırla" diye duâ ettim. Ertesi akşam baktım yeşil bir seccadem var, bir de minder var, "Hazırladık!" dediler.
Allah'ım Cennet-i alâ'da da ayırmasın." buyurdular.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden latifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o latifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Onlar kutsi ruh'un desteğiyle, dirayetiyle, yardımıyla gider.
"Biz onu kudsî ruhla destekledik." (Bakara: 87)
"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imrân: 13)
Bu gibi kulların ruhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun.
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz, Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir, isterse bildirmez.
"Gözlerim uyur kalbim uyumaz." (Buharî)
Hadis-i şerif'inde rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel olarak öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete inkikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez. Şöyle anlatmışlardı:
Bir gün Şam-ı şerif'te geziyorum. Yolum bir türbeye uğradı. O zâta Pamuk dede diyorlar. Merak ettim, içeri girdim ve sordum: İki kişi konuşuyorlarmış. Birisi demiş ki; "Bu zat velidir, Allah-u Teâlâ'nın sevgili kuludur." diğeri; "Yahu bundan veli mi olur?" demiş. O mübarek de ayağını kaldırıvermiş. Ayak şimdi olduğu gibi duruyor, rengi bile değişmemiş. Üzerini pamukla örtmüşler. Herkes gelip ziyaret ediyor.
Demek ki vücudunu nurlandıran bir kimseyi toprak çürütmüyor.
Çünkü rûhâniyeti ölmemişti, rûhâniyeti ölmediği için ayağını kaldırdı.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar." buyuruyor.
Ölmediğini ayağını kaldırmakla hem o ispat etti, hem de bu Hadis-i şerif bunu canlandırıyor.
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyururlar:
"Kıyamet gününde sırat köprüsünden geçilirken cehennem ateşi:
"Geç yâ mümin! Senin nurun benim ateşimi söndürüyor.' diyerek mümin-i kâmile hitap eder." (C. Sağir)
Niçin? Kalbi nurdur, vücudu nurdur, kefeni nurdur, kabri nurdur, nurun alâ nurdur.
Onların hâlâtı bambaşkadır. Toprak çürütemediği gibi, ateş de yakmaz.
"Aslıhu nûr, cismuhu Âdem!"
Üstündeki kabuktur, elbisedir. Beşeriyet onun cismini görüyor amma aslını görmüyor. Yalnız o nur o tene geçirilmiş. O nur tene geçtiği için toprak çürütmüyor, ateş yakmıyor, hiçbir şey olmuyor. Bu da bir sırdır.
Kabir yalnız bir perdeden ibarettir. Ahirete intikal edenlerle dünya arasında incecik tül kadar bir perde vardır. Senin geldiğini, niçin geldiğini ne söyleyeceğini, ne okuduğunu bilirler ve her şeyi duyarlar.
Kıyâmet'in küçük alâmetlerinden çıkmayanı kalmadı; hepsi çıktı, şimdi iş büyüklere kaldı. Böyle bir zamanda Allah-u Teâlâ bizi kalemle mücâdele ile vazifelendirdi. Bu kitaplar bizden sonraki boşluğu Hazret-i Mehdî'ye ulaştıracak, ona köprü olacak.
Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Tâ ki onları, onlardan sonra gelenlere emânet etsin ve kendileri gibi olanların kalplerine nakşetsin." (Ebû Tâlib el-Mekkî, "Kûtu'l-Kulûb", c. 1, s. 134)
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Kur'an-ı kerim Âyet-i kerime'lerine bakarak Sâffât sûresinde geçen bir Âyet-i kerime'de Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm'ın onun kardeşi olduğunu ve kardeşine evlâtlarını emanet edeceğini haber verir.
Buyururlar ki:
"Sâffât'ta, beraberindeki oğullarının cümlesini kardeşine sunup takdim edeceği mevzu edilir." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-75, bas.: Muhammed Ali Sabîh Matbaası, Mısır, 1954)
Bu yüzden vasiyetimizde; "Bize göre yol kesilmiştir, Hazret-i Mehdi'yi gözleyin. O niyette olun, o niyetle ölün!" demişizdir.
Bizim bu beyanlarımızı çok evvelden gören Mevlânâ Abdurrahmân Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin talebesi Hüsâmeddîn Ali el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" isimli mecmuadaki risalesinde Mehdi ile olan ilgimizi şöyle işaret buyuruyorlar:
"Onun kalbi ise, Mehdî'nin kalbinin de üzerindedir, onun davetçisi olduğunu açıkça ibrâz eder ve hidâyete davet eder." ("Mecmû'a-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, nr.: 164, vr. 268)
Bu zât-ı muhterem tâ o zaman bu hakikati dile getirmiş, kaleme almış. Allah râzı olsun.
Allah-u Teâlâ kime o lütfu vermişse, hâl ile yetişen hâl ile o işi bitirir. Tabii ki fakirin gizli niyazlarımız var, arzularımız var. Bu nuru Hazret-i Mehdi'ye ulaştırmak. Zaten Hazret-i İsa Aleyhisselâm'la Hazret-i Mehdi birleşecek, ondan sonra bu nur kıyamete kadar gidecek, O'nun seçtiği esastır, halkın seçtiği esas değil.
Allah-u Teâlâ, Mehdî Hazretleri'ni ise kılıçla cihad etmek için gönderecek. Onun ömrü sırf cihadla geçecek. O bir şey yazmayacak, çünkü yazmaya vakti olmayacak.
Nitekim Bedîüzzaman Saîd-i Nursî -kuddise sırruh- Hazretleri bu vazifeye işâret eder.
"O zât (Mehdî), o tâifenin uzun tasdîkâtı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak." buyurmuşlardır. ("Emirdağ Lâhîkası", s. 259)
"Hâtemü'l-velâye" ile ıslahat başladı. Birinci ıslahat nûrla, "Hâtem'lik"le olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat yapacağı gibi, İsâ Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal'i öldürecek.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l-Mekkiye"sinde, Hâtemü'l-evliyâ'nın ve ihvânının Hazret-i Kur'ân'ın hükmüyle yürüyeceklerine ve onu değiştirmek isteyenlerle mücâdele edeceklerine dâir açık bir işâret vererek, onun vazifesi ile Hazret-i Mehdî'nin vazifesi arasındaki bağı gözler önüne sermiştir:
"Hatmü'l-velâyeti'l-Muhammediyye, O'nun hükmünün vâki' olmasıyla, kendi zamânından sonra Allah'ı bilen birinin yapamayacağı bir biçimde yaratılanları Allah ile bilir. O ve Kur'an ihvânı, tıpkı Mehdî ve kılıç ihvânı gibidir." ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye", c. 6, s. 67, Beyrut, 1994)
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri burada Hâtemü'l-evliyâ'nın ihvânını "Kur'ân ihvânı" olarak vasıflandırmıştır. Bu ise onun ve ihvânının Kur'an âyetleriyle, yâni Ahkâm-ı İlâhî ile iş ve icraat yapacağına delâlet eder. Onun kalemle yürüttüğü bu mücâdeleyi Mehdî kılıçla devâm ettirecek; yâni o kalemle yürüdü, Mehdî kılıçla yürüyecek. Hazret bu beyanları ile iki vazifeyi birleştirmiş, mütemmim hâle getirmiş oluyor.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adlı eserinin son satırlarında bu vazifeye bizzat işâret etmiş; Hâtemü'l-velî'nin Allah tarafından verilmiş mânevî bir kılıca sâhip olduğuna dikkati çekerek, onu "Din kâfirleri"ne gâlip getirecek olan bu kılıcın "kalem"inden başka bir şey olmadığını haber vermiştir:
"Bil ki, onun alâmetlerinden birisi de; onun kılıcının, mukâbele ettiğinde kendisini gâlip getiren 'kalem'i olmasıdır.
Peygamber Aleyhisselâm kâfirlere kendi kılıcıyla vurup onları öldürürdü; Hâtemü'l-velî de onlara bâtında kendi kalemiyle vurur ve onları helâk eder. Böylelikle Allah onu, Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir 'kılıç' kılar.
Allah-u Teâlâ'nın kılıcı ikidir:
'Din kılıcı' ki, Muhammed Aleyhisselâm'ın izinde bulunmaktır. O kılıç, din ehlinin kendisiyle ayakta durduğu; şirk, şek (şüphe) ve tahmin ehlinin boyunlarının kendisiyle vurulduğu kılıçtır.
'Yakîn kılıcı' ise 'Kibriyâ kılıcı'dır ki; Kudsî ruh'tan sür'atle 'Hâtemü'l-evliyâ'ya ulaşır. Bu kılıç ise; 'Temkîn ehli'nin kendisiyle ayakta durduğu, alâkaların ve mel'un (şeytan)ın vesveselerinin kendisiyle kesilip koptuğu, din kâfirlerinin ruhlarının Zât'ıyla katlolunduğu bir kılıçtır.
Yakınlığın incelikleriyle onlardan sıyrılıp çıkarılan müminlerin ruhlarının cemaati içinde Allah, onları katlettiği din kılıcını Hâtemü'l-enbiyâ'ya has kılmış ve şeytanın nüfûzundan selâmete erişen Yakîn erbâbı'na mîras bırakmıştır." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 207b)
Bu hususu şöyle ifade buyurmuşlardı:
Nitekim fakir bundan seneler evvel, daha bu ifşaatların hiçbiri yokken şöyle demiştik: "Bize kalemle mücâdele verilmiş, Hazret-i Mehdî'ye ise kılıç ile biçerek ifsâdı kaldırma verilse gerek." Bu zâtların bu ifşaatları yıllar sonra bizim bu sözümüzü tasdik etmiş oluyor.
Dikkat ederseniz Hazret, onun "din kâfirlerini bâtında kendi kalemiyle vurup helâk edeceğini" beyan buyuruyor. Onun vazifesi bâtınî, Mehdî Hazretleri'ninki ise zâhirîdir. Çünkü o Resulullâh'ın "Velâyet"ine vâris olarak gelmişti, o ise "Nübüvvet"ine vâris olarak gönderilecek. Bu vazifenin, bâtında gizli olan "İlmullah"a dayandığı daha önce çok defâ size arzedilmişti, şimdi tasdîkini bizzat bu zâttan işitiyorsunuz.
Allah-u Teâlâ'nın onu "Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir kılıç" kılmasının mânâsı; kendisini göstermemek için fakiri ileriye sürmüş, dışarıdan bakınca o vurmuş gibi gözüküyor. Oysa kalemi veren de, kılıcı vuran da O'dur. O'nun vuruşu olduğu için hiç kimse de cevap veremiyor, onun karşısında hiç kimse duramıyor.
Niçin? O desteklediği için...
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri onun kalemle mücâdele edeceğini beyan buyurduğu gibi; herhangi bir dalâlet ehline mukâbele ettiğinde bir "kılıç" mesâbesindeki bu "kalem"le, "din kâfirleri"ne her defâsında gâlip geleceğini de açıkça ifşâ ediyor.
Gerek Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, gerekse Sa'deddîn Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yukarıdaki ifşaatlarından; bu ilmin O'ndan geldiği, bu vazifeyi O'nun tevdî ettiği, bütün bu icraatların O'nun emriyle husûle geldiği meydana çıkmış oluyor.
Burada Hazret-i Allah'ın buyurduğu ve duyurduğu şu Âyet-i kerime tecelli eder:
"Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz" (Mücâdele: 21)
İlim O'nun ilmidir, kalem O'nun kalemidir; mahlûka âit hiçbir şey yoktur.
Hakim et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtemü'l-velâye'den başka adaleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz." buyurmuşlardır.
Kendisinden sonrası için nasihatları da şöyledir:
Ben bugün varım, yarın yokum. Ben sizi Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a yöneltiyorum. Ebedî hayata sevk ediyorum, dünyaya bağlatmıyorum. Çünkü bizim gayemiz, menfaatimiz olmaz. Niçin gönderildik ise o vazife ile meşgulüz. Yoksa hiç yok olmuş, çok olmuş, o yolda değiliz. Bunu kitapta şöyle tarif ederiz:
"Çok koyun koymuş, yok koyun koymuş, çobana ne! Çoban çobandır."
Onun için bu merdiven üçtür, üçü birdir. Bir tanesi gidiyor iki tanesi gelecek. İkincisi olan Hazret-i Mehdi'nin yedi sene ömrü var. Ondan sonra Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek. Onun için ileride neler neler var.
Hazret-i Allah, Hazret-i Mehdi'ye o kadar ruhsat verecek ki, tâ Amerika'ya kadar gidecek. Sonra Cenâb-ı Hakk ondan ruhsatı alacak, Deccâl'e verecek. Deccâl de birçok iş yapacak. Arkasından bu sefer İsa Aleyhisselâm'ı gönderecek. İsa Aleyhisselâm da yahudileri temizlemek ile vazifeli olacak.
Bu meyanda Ye'cüc Me'cüc sahneye çıkacak. Çinliler dünyaya sel gibi akacak. Selin önünde durulur mu? Bir müddet ifsattan sonra İsa Aleyhisselâm'ın, Hazret-i Mehdi'nin ve yanındakilerin duâsı ile bir gecede helâk olacaklar. Harple değil, duâ ile. Bugünler artık uzak değil, çok yakınlaştı.
Bizden sonra kime sorarsınız, size her şeyi bırakıyoruz, kitaplarımızda her şeyi bulacaksınız, zamanı gelince anlayacaksınız.
Bu kitaplar müslümanlar sıkıştığı zaman çok iş görecek, yegâne tutunulacak yer olacak. İşte bizden sonra insanlar hakikati öğrenmek için bu kitaplara sarılacak.
Ben; "Yâ Rabb'i! Beni bu kitapların talebesi eyle!" diyorum.
Niçin? Benim değil O'nun, ben de muhtacım, bu ilim O'ndan.
Hüsâmeddîn el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" isimli mecmuadaki risalesinde şöyle buyuruyor:
"Dünya hâlinden âhiret hâline intikâl sofrası, kıyametin kopuşu ve vaad edilen âhir zamandaki Mehdî'nin önündeki set onunla açılır." ("Mecmû'a-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, nr.: 164, vr. 268)
Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek. Din kalktıktan sonra fesatçılar yürüdü yürüdü, ifsad son haddini buldu; küfür, isyan, dinden çıkma moda oldu. Öyle bir gündeyiz ki; artık doğana sevinmemeli, îmânla göçene üzülmemeli!..
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Belâ ve fitneden başka dünyanın hiçbir şeyi kalmadı!" buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce: 4035)
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hâdiseler, çok büyük sıkıntılar olsa gerek. Bu otuz sene zarfında Allah'u-âlem öyle hâdiseler olacak ki; öyle şiddetli harpler, öyle büyük felâketler, öyle büyük zelzeleler olacak ki, bunlar tasavvurun hâricinde olacak! Dünya dümdüz olacak!
Dünya milletleri harbe hazır durumdalar, savaş ha patladı ha patlayacak. Yalnız emr-i İlâhî'yi bekliyor. Savaşların çıkması İlâhî hükme bakar. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın izni olmadıkça bir yaprak dahî düşmez.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." buyuruyor. (En'âm: 59)
Bunlar hep O'nun takdîri ile oluyor. Kişi istese de, istemese de mukadderât ne ise o olacak. Dünya bidâyete dönüyor; yâni dünya o nispette bitecek ve insanlar yeryüzünden silinip gidecek. Bunları size şimdiden hatırlatıyorum; şimdiden Hazret-i Allah ve Resûl'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın, bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın!..
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kapkara, ince bacaklı, koca ayaklı birinin Kâbe'yi taş taş yıktığını görüyorum sanki." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 790)
Kâbe-i muazzama'yı kıyamete çok yakın bir zamanda, başlarında ince bacaklı şiş karınlı bir kimsenin yer aldığı Habeşliler gelip yıkacaklar, taş taş sökecekler, taşlarını da denize atacaklar.
Size şöyle söylemek istiyorum ki artık bütün gücünüzü ahirete yöneltin, dünyayı atın. Çünkü vakit geldi. Onun için çok dikkatli olun, ortalık karışıyor. Dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak. Bu insanlar yok olacak. Yalnız burada mı? Hayır dünyada vaziyet çok vahim. Bildiğiniz gibi değil, artık dünya hırsını bırakalım. Sahibimize yönelelim, âlem ne yaparsa yapsın. Çünkü Allah-u Teâlâ yetmiş üç fırkadan bu fırkayı sevmiş, seçmiş, ahkâmını ayakta tutmak için öne sürmüş. Bu büyük bir fazilettir. Bu fazileti muhafaza et sana kâfi. Şunu yapayım, bunu yapayım hayır! Zamanı değil. Ortalık karışıyor. Çok evvel demiştim; "Allah'ım! Bu hadisatı bana gösterme!" diye. Çok vahim vahşi hadisat var önümüzde.
Durum bu kadar nazik yani, şunu da haber vereyim ki; kalben ve ruhen bağlı olanlar zarar görmeyecek. Cenâb-ı Hakk bütün samimiyetiyle tam bağlı olan ihvanı o şekilde kurtaracak. Fakat çadırın direği yıkıldığı zaman bir esinti olacak. Çok büyük hadiseler var. Onun için aklınızı başınıza alın, dünyaya değil, ahirete yönelin ve bunu yakınlarınıza tavsiye edin.
Şu gördüğümüz sükûnet Allah-u âlem kar topluyor. Bir kıvılcımdan ateş alacak, ateş sardığı zaman her tarafı saracak. Fitneler büyüyor, bu ateş bütün dünyayı ele alacak. Ne zaman? Allah-u Teâlâ hüküm çıkardığı zaman. Her taraf hazır. Bu isyan cezasız kalmaz. Âkıbetimiz hakikaten vahim. İhsan çok, nimet büyük, isyan büyük. Bu isyanın karşılığı çok vahim olacak.
Bakıyorum nereden nasıl patlayacak? Acaba hangi kibrit ateş alacak. Çünkü güna gün vakit yaklaşıyor. Her memleket barut halinde. Herkes harbe hazırlanıyor. Bu silahlar patladığı zaman nasıl insan kalacak, dünyanın durumu ne olacak? Artık dünyanın düzeni rotası tamamen bozulacak, eski duruma gelecek. At, öküz bunlar olacak. Benzin yok, araba yok. Hiçbir şey işlemeyecek. Gemiler yelkene dönecek. Yani dünya bidayete dönecek. Harpler, afâtlar sonunda çok az insan kalacak. Petrol olmayacak, uçak, araba gibi araç olmayacak, eski devirlere dönülecek. Gün bugün, yarını O bilir.
Âyet-i kerime'nin vakti geldiyse tutuşacak.
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap'ta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
Durum bildiğiniz gibi değil.
Cenâb-ı Hakk;
"Şimdiye kadar yaptım, bundan sonra hiçbir memleket hariç kalmamak üzere dünyayı amma harp ile amma zelzele ile amma afât ile yıkacağım, harap edeceğim!" buyuruyor.
Onun için çok tedbirli olun. Yalnız borçlu olmayalım, borçlu ölmeyelim. Buna çok dikkat edin. Biz öteden beri kardeşleri her bakımdan tedbirli olmaya alıştırdık, hazırladık ki bugünler için...
O'nunla olmak hayat, O'nsuz olmak vefat. Kalsak da O'nunla, gitsek de O'nunla...
Denize baktığın zaman sakin, ne kadar güzel. Şimdiki deniz de öyle amma içi kaynıyor, dünya da böyle kaynıyor. Fakat patlamak için emir bekliyor, bir patladığı zaman bütün dünyaya yayılacak ve bu uzak değil, dünya memleketleri bir bir karışacak.
Onun için dünyaya değil, ahirete gönül vermenizi tavsiye ediyorum. Bugün sığınma günüdür.
Sizi İslâm'a dâvet ediyorum ve sizi Hazret-i Allah'ın azabıyla korkutuyorum.
Bu öyle bir dâvet ki; Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a olan bir dâvettir. Din İslâm'dır. Hududullah Allah'ın hudududur. Bu hududu aşmayın, ahkâm-ı ilâhi dışına çıkmayın, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sinden ayrılmayın.
Allah'ımız, bizlere acısın! Ümmet-i Muhammed'i affetsin, lütfuyla muhafaza buyursun inşallah.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Hayra vasıta olan o hayrı işlemiş gibidir." buyurdular.
Diğer bir Hadis-i şerif'te:
"Senin vasıtanla Allah-u Teâlâ'nın bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için dünyadan ve içindekilere sahip olmaktan daha hayırlıdır." (Buhârî)
Bir kitapla bir kişi hidayete erer, o da size yeter. Ne kadar güzel, ne kadar kolay, ne kadar kârlı. Onun için o bir kitapla hidayete erse ebedi saadete nail olur. Siz de o ecre nail olursunuz."
Gönderdiğimiz bizim, kalan kimbilir kimin.
Çalışalım ki Rabb'im bizi orada dinlendirsin. Burada dinlenenler orada çok yorulacak.
Bu ilim Hakk'al yakin bir ilimdir. Allah'a ait bir ilimdir. İhvan anlamazsa kim anlayacak. Âlem bu kitapları alıyor, tetkik ediyor, harfleri inceliyor.
İhvansa benim kitabım var diye bırakıyor, okumuyor. Bu ilim has ilmullah, ilm-i billah'ın âlâsı. Bu ilmin benim ilmim olmadığını bilip, ilm-i ilâhi'ye olduğunu bilerek okursanız O size lütfuyla tecelli eder, O'nun ilhamı ile okursunuz ve gönlünüze dolar.
İnanın bu kitapların bazı satırları var deryanın yalnız ismi yazılıdır. Amma altında derya var. Bunun esrâr-ı ilâhi olduğunun farkında değilsiniz. Bu ilim Hakk'tan geliyor. Kitaplar çok kıymetli, çünkü Allah-u Teâlâ ne verdiyse ve ne yaşattıysa o boşaldı kitaplara. Bu nur kıyamete kadar bâkidir, ben gidiyorum amma bu nur gitmiyor, kalıyor...